Fatih Altaylı

Gerilim tacirleri

31 Ağustos 2004
<B>MEVCUT </B>iktidarın <B>‘doğru’</B> işlerini övmekten kaçınmadığımız, AKP’yi bir vesile olsun olmasın yerden yere vurarak <B>‘mesleki tatmin’</B> peşinde koşmadığımız için bizi eleştirenler oluyor. Bunların basında da temsilcileri var. Bunun sıkıntısını çekmiyor değiliz.

Ama bu sıkıntıya tek katlanan biz değiliz. Aynı durum AKP için de geçerli.

AKP’nin temsil ettiğini düşündükleri fikirlere yakın olduğunu zanneden bir grup da benzer nedenlerle AKP’yi ve liderini suçluyorlar. Hükümetin bize karşı tavır almamasından, Başbakan’ın Teke Tek programına çıkmasından, hükümetin kendileri dışındaki çevrelerle kavga etmemesinden rahatsız olan bir grup da var.

Haliyle bu grubun da basın içinde kalemleri mevcut.

Bu iki grubun ortak özelliği, kendi fikirlerini, kendi yaklaşımlarını ülkeden fazla seviyor olmaları. Bunlar için ülkenin nereye gittiğinin, halkın yaşam şartlarının hiçbir önemi yok.

Bunlar herkesin kendi kafalarındaki gibi yaşamasını, monotip bir toplum haline gelmemizi, buna razı gelmeyenlerin ezilip kırılmasını ve sindirilmesini istiyorlar.

Ben bunlara ‘gerilim tacirleri’ diyorum.

Ülke gerilecek, kamplara bölünecek, değişik fikirlerin sahipleri birbirlerinden nefret edecekler ve bunlar kendi ‘ilkel cemaatlerinin’ tartışılmaz lideri haline gelecek, önemsenecekler.

Bunlar öyle ‘kişilikler’ ki karşılarında durmak zor.

Siz toplumsal barış adına bir taviz mi verdiniz; hemen üzerinize gelip ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü isteyecekler. Ta ki, sizi köşeye kıstırıp ‘hır’ çıkartıncaya kadar.

Askerin de, politikacının da, aydının da üzerine gidecekler.

Asker, Batılı standartlarda bir demokratik açılıma mı girdi. Bunu orduyu yıpratacak noktaya kadar sürüklemek ve askeri pes ettirmeye çalışacaklar.

Politikacının eşi türbanını gevşetip başını mı açtı, başka yerlerini de açmasını isteyecekler. Çünkü bunların işi ‘uzlaşmaları’ değil, ‘uzlaşmazlıkları’ körüklemek.

Ne olur, bu gibileri iyi tanıyın.

Ve onları hak ettiklerinden daha fazla ciddiye almayın.

Çünkü onlar kendi dar cemaatlerini genişletip, fikri önderliğe soyunan ‘sahte peygamber’ adayları.

İster laik bir düzenden yana olsunlar, ister şeriat özlemcisi.

Hepsi aynı...

Havadan sudan mı bahsetmek gerek

MEHMET Emin Karamehmet’e ait Akşam Gazetesi yazarlarından Yalçın Pekşen’i severim.

Suya sabuna dokunmayan yazılar yazan, kendi dünyasında yaşayan ‘iyi’ bir insandır.

Geçen gün bana çatmış.

Hülasa olarak demiş ki: ‘Abuk sabuk yazar. Yazdıkları hep yanlış çıkar. Sonra özür diler.’

Kızmadım. Karamehmet’in gazetesinde ne yazacaktı ki?..

Doğru, ben boş şeyler yazarım.

Türkiye’ye 6 milyar dolarlık bir yük bırakan Uzanlar’ı yazarım. Pek çoğu Kartal’da misafir olmuş işadamı kılıklı onlarca banka soyguncusunu yazarım.

Ben yazıncaya kadar kimsenin dokunmaya cesaret edemediği kişileri, olayları yazarım.

Ama ben abuk sabuk yazarım.

Yalçın Pekşen ise ‘şahane’ yazar. Haklıdır belki de.

Ben de yaşlanınca havadan sudan yazılar yazmaya başlarım.

Ama kusura bakmasın, ben bir müddet daha abuk sabuk yazmaya devam edeceğim.

İlk ödemede erteleme

MEHMET Emin Karamehmet’
ten bahsetmişken, hemen gözünüzden kaçmış olabilecek bir ayrıntıyı hatırlatmak istiyorum.

Mehmet Emin Bey, geçen ay içinde BDDK ve TMSF ile yeni bir anlaşma yaparak borçlarında yaklaşık 1 milyar dolarlık bir indirim yaptırdı.

Ben de dedim ki: ‘Zaman kazanmaya çalışıyor. Bugüne kadar yapması gereken ödemeleri yapmayan birisi, daha büyük ödemeleri nasıl yapacak?’

Mehmet Emin Karamehmet,
yeni anlaşmaya göre bu ay sonunda yapması gereken ödemeyi ‘anlaşmanın imzalanmasının gecikmesini’ bahane ederek yapmamış ve süre istemiş.

Bu daha başlangıç... Bakın daha neler isteyecek. Hep birlikte göreceğiz.

Not: Milliyet’te Yaman Törüner, Karamehmet anlaşmasıyla ilgili enfes sorular soruyor. Ama ona da yanıt verilmiyor. Törüner’in yazdıklarını bulup okumanızı tavsiye ediyorum.

Spor programları ve Galatasaray

PAZAR
akşamı televizyonlardaki spor programlarını izlerken ‘kahroldum’.

Fenerbahçe parlatılıyor, Beşiktaş uzun uzun anlatılıyor, Galatasaray maçı ise ‘geçiştiriliyor’.

Hele TRT’de tam bir rezalet.

Önce Fenerbahçe maçı, ardından Beşiktaş, bekleyebilirsen Galatasaray.

Türkiye’nin en çok taraftara sahip takımı, şişirme bir şekilde haber yapılıyor, maçından kısa görüntülerle derdest ediliyor. Spor programcılığı açısından büyük ayıp.

Ancak Galatasaray yönetiminin de bu ayıpta büyük payı var.

Galatasaray ne yazık ki, heyecan verecek biçimde pazarlanmıyor. Taraftarın heyecanı yönetime yansımıyor ve Galatasaray, büyüklüğüne yakışmayacak bir muameleye maruz bırakılarak ‘Fenerbahçe’ medyasının oyuncağı haline getiriliyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Can alıcı sorularımızı yüksek sesle sormaktan kaçınmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Roche rezaleti devede kulak değil, kıl olmaz

28 Ağustos 2004
<B>ROCHE’</B>un sadece bir alıcıyla ilgili olarak ortaya çıkarılan rezalet, ilaç işinde dönen dolapların belki de de binde biri. Bu oyunun misli misli büyükleri yıllardır oynanıyor.

Sağlık Bakanlığı’ndaki kimi ‘haysiyetsizler’, bazı ahlaksız hekimler, kimi eczaneler, ilaç firmaları ve onların temsilcileri bu oyunun aktörleri.

İşte Türkiye’nin büyük bir ilaç firmasının adı bende saklı yönetim kurulu başkanından gelen e posta mesajı. Okuyun ve aslında Neorecormon rezaletinin devenin kulağı değil, kılı olduğunu anlayın:

‘Fatih bey,

Köşenizde Roche İlaç rezaletine ilişkin yazdığınız belgelere aynı konunun başka gazeteler ve köşe yazarları tarafından da ısrarla gündemde tutulmasına rağmen gerek firma ilgililerinin ama daha da önemlisi sektör temsilcileri ve SSK kurum yetkililerinin içerikten yoksun, sadece açıklama yapıyormuş gibi yaptıkları söylemleri ibretle ve kahrolarak izliyorum.

Açıkçası bu firma hiçbir kişi ve kuruluşa bu rezaleti zorla yaptırmamıştır, kaba bir tabirle hepsi de Türk olan doktorunun, eczacısının, sağlık bürokratının, tıbbi mümessilinin, depocusunun önüne kemik atarak bahsettiğiniz bu anormal farkları bu devlete yani hepimize ödetmiştir. Roche penceresinden baktığınızda haklarını çok iyi koruduklarını(!) görürsünüz.

Lütfen zannetmeyin ki bu işi sadece bu firma yapıyor, tüm firmaların yaptığını, bunun artık bir sistem sorunu olduğunu herkes biliyor ama maalesef 3 maymunu oynamak herkesin işine geliyor.

Dev gibi yerli ilaç firmaları birer birer yabancıların eline geçiyor, ithal ilacın payı %60’lara çıktı ve hızla artıyor. Burada da sakın ola kaba milliyetçilik yaptığımı zannetmeyin. Böyle bir duruma düşmeyi de bin defa hak ettik.

Gerçek sebebini araştıran, çözüm üreten yok, daha doğrusu herkes bu ballı pastadan nasıl daha fazla pay alırım telaşı ile leş kargaları gibi üşüşmüş durumda, başta da söylediğim gibi en eğitimli kesim olan Türk Sağlık çalışanlarının tetikçiliğinde bu işler yapılıyor.

...memleket dahilindeki iktidar sahipleri gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler, hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhid edebilirler.

BBC ve Observer’de çalışan gazeteci Gregory Palast’la 4 Mart 2002’de yapılan ‘Dünya Bankası’nın gizli belgeleri Arjantin’i tüketiyor’ başlıklı röportajından...

...Bu belgeler gösteriyor ki, temelde ulusları; kendileri ile gizli anlaşmalar yapmaya zorluyorlar, o anlaşmalarla uluslar; stratejik varlıklarını satma sözü veriyorlar ve eğer bu adımları atmaya yanaşmazlarsa uluslararası kredi imkanları kesiliyor...

...Ekonomiyi mahvettikten sonra hiçbir şeyi üretemez hale gelince hem yerli firmaları binde bir fiyatına satın alıyorlar hem de ulusları İLAÇ ve benzeri şeyler için inanılmaz paralar ödemeye zorluyorlar.

Fatih bey,

Biliyorsunuz doların 1.300.000’lerde olduğu çok uzun sürelere rağmen ithal ilaç fiyatlandırmaları 1.700.000 TL.’lerden yapıldı, bir anda Bakanlık özellikle bazı ilaçlarda yıllardan beri yüksek fiyatlardan satılmasına rağmen %80’lere varan indirimlerde bulundu, herkes de konuyu ilaç fiyatları düştü diye birbirine müjdeledi ama hiç kimse bunun altındaki gerçek sebepleri aramadı, sadece ‘mış gibi’ yaptı, ülkemizde bürokratın haberi olmadan kuş uçmayacağına göre kafam karıştı ve acaba rehin mi alındık, mecburcu muyuz? gibi saçma sapan fikirler aklıma gelmeye başladı.’

Türkçeleri aynılaştırmak

GEÇEN
gün ‘Atatürk kimsenin malı değil’ diye yazınca Azerbaycan’ın Ankara Büyükelçisi Profesör Mehmet Nevruzoğlu Aliyev aradı.

Son derece kibar bir üslupla, ‘Fatih Bey, biz Azeriler Türkiye’de konuşulan Türkçe’yi anlamakta güçlük çekiyoruz. Açıkçası bazı kelimeleri de yanlış kullandığınızı düşünüyoruz. Bu bizi üzüyor’ dedi.

İlk verdiği örnek ‘sürü’ kelimesiydi.

‘Türkiye Türkçesi’nde bazen ‘Bir sürü çocuk’ diyorsunuz. Yani sürü kelimesini insan kalabalıkları için kullanıyorsunuz. Oysa Türkçe’de sürü kelimesi sadece hayvanlar için kullanılır. Sürü halinde olan hayvanlardır. İnsanlara sürü denmez’ dedi.

Ben de kendisine Türkiye Türkçesi ile Azeri Türkçesi’nin bir miktar farklı olduğunu, Azeri Türkçesi’nin de zaman zaman bizi şaşırttığını söyledim.

‘Doğru söylüyorsunuz ama siz Türk áleminin okuduğu, güvendiği bir yazarsınız. Siz de mal kelimesini bence yanlış kullanmışsınız. Atatürk’le yan yana gelince hoş olmamış’ dedi.

Sonra da ekledi: ‘Doğrudur. Farklar var. Ama en iyisi bu farkları azaltmak. Türk dili mükemmel, matematiksel bir dildir. Bunu tek bir dil haline getirmemiz lazım. Bugün buna başlarsak kısa zamanda 120 milyonluk bir halk bu dili konuşur. Biraz gayretle bir süre sonra 250-300 milyonluk Türk áleminin ortak dili olur. Bu dili düzeltelim’ dedi.

Fikir güzeldi. Doğruydu ama yüzyıllar boyunca Türkçe konuşulan ülkelerde oluşan farklılıkları nasıl ortadan kaldırabilirdik!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hakimler tekzip kararlarını verirken, tekzip metninin haber metnine yanıt mı, yoksa yazara hakaret mi olduğuna baktığı zaman.

BİR GÜN İZİN

Değerli okurlar. Pazartesi günü köşede yazı olmayacak. Aman aklınıza bir şey gelmesin.
Yazının Devamını Oku

Köşeye yazık olur mu?

27 Ağustos 2004
<B>BAZI </B>okurlar, düzenli mesajlarla bana ulaşırlar. Eleştirirler, överler, bazen döverler. Ama dürüsttürler. <br><br>Dürüst oldukları için de, bir deniz feneri gibi yol gösterirler. Kimileri gençtir. Lise, üniversite talebesi. Kimileri orta yaştadır. İş hayatındadır. Kimileri ev kadını. Emekli olanları da vardır.

Bana düzenli mail yollayan sevdiğim okurlarımdan biri de Mersinli bir genç stajyer avukattır.

Yazdıklarını satır satır okurum. Hiç tanımadığım ama aileden biridir. Önceki gün yine güzel bir mesajı vardı. Sizlerle paylaşmak istedim:

‘Temel ile Dursun, gemide yolculuk ediyorlarmış. Birdenbire fırtına çıkmış ve herkes telaş içinde koşuşturmaya başlamış. Dursun, Temel’e dönüp ‘Ne yapacağız şimdi? Gemi batıyor’ demiş. Temel’in yanıtı şu olmuş: ‘Ne telaş ediyorsun, gemi babanın malı mıdır?’

Ne yazık ki Türk halkının çoğu da Karamehmet’in yaptığı anlaşma konusunda Temel gibi düşünüyor. Ne yazık ki çoğunluk, Türkiye’nin soluk alıp verişine karşı sağırlaşmış durumda. Bu anlaşmanın kendilerini etkilemeyeceğini düşündükleri için de ses çıkarmıyorlar ve Hürriyet’in bu olayı gündeme taşımasını medya savaşı olarak görüyorlar.

Bunları neden mi söylüyorum?

Ağustosun başında Ertuğrul Özkök, köşesinde, bu konuyu ele almalarının medya savaşı olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Bence Ertuğrul Özkök de, siz de Karamehmet olayını ele almanızın medya savaşı olmadığını kanıtlamaya çalışmayın.

İnsanlar bu anlaşmanın kendilerini zarara uğrattığının farkına varmıyorlar bile; daha doğrusu bu şekilde algılamak istemiyorlar. Bunun medya savaşı olduğu yalanına inanmışlar bir kere; ne söyleseniz fayda etmez.

Sadece köşenize yazık olur.’

Genç okurum böyle diyor ama ben ‘köşeme yazık olduğu’ kanaatinde değilim. Belki kısa dönemde bir şey yapamıyoruz ama sonunda bir şeyler oluyor. Kimse o olan şeyin bu köşeden ateşlendiğini hatırlamasa da, hatırlamak istemese de...

Yargıtay Başkanı’nın savunması yasa değiştirtiyor

YARGITAY Başkanı Eraslan Özkaya, Yargıtay içindeki bazı ‘çürüklerin’ de ortaya çıkmasını sağlayan bant kayıtları için ‘Yasadışı dinleme delil sayılmaz’ demişti.

Ben de pazartesi günü bunu eleştirmiştim.

Suçluyu dinlerken, onu dinlenmeyen ve beklenmeyen suç ortağı arıyor. Ortaya yeni bir suçlu çıkıyor; ama ‘Onu dinlemek için izniniz yoktu’ diye bir engele takılıyorsunuz. Bunun ne ahlaki, ne hukuki mantığı vardı. Bunu dile getirmiştim. Şimdi yeni TCK’da çok hızlı bir değişikliğe gidiliyor ve bu şekilde ‘ağa takılan’ suçluların cezasız kalmasının önüne geçiliyor.

Bu değişikliği yapanların eline sağlık.

Susturulmuşum

BİR
okur mektup yazmış. ‘Ne oldu Sayın Altaylı... Roche’un üzerine pek bir hışımla gidiyordunuz. Sonra sustunuz. Yoksa susturuldunuz mu?’

‘Pes’
mi desem, ‘Yuh’ mu!

İlaç rezaletine karşı savaşı başlatmışız. Ben, Vatan Gazetesi, Sabah Gazetesi derken ciddi bir cephe açılmış ve konu gündemin göbeğine oturmuş.

Devlet ve ilgili bakanlıklar en sonunda biraz olsun ‘uyanmış’ ve adı geçen firmaya baskınlar düzenlemişler. Yasal süreç başlamış.

Ben de bu süreç belirli bir noktaya gelinceye kadar bu konuyu yazmaya ara vermişim.

Adam diyor ki, ‘Susturuldunuz mu?’

Evet susturuldum.

Roche’tan 2 milyon dolarlık bir çek geldi.

Ben de sustum.

Hatta bir 2 milyon dolar daha verirlerse onları savunmaya başlayacağım.

Oldu mu, rahatladınız mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bazılarının satın alınamayacağını, ucuza satın alınabilenler de anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Sağlık taramaları hayrına mı yapılıyor

26 Ağustos 2004
<B>TÜRKİYE ’</B>de de faaliyet gösteren uluslararası bir ilaç firmasında uzun yıllar satış temsilciliği yapmış bir okurum aradı. Epey konuştuk. Mesleki deneyiminden parçalar aktardı ve Türkiye’de ilaç üzerinden yapılan vurgunun değişik boyutlarına dikkat çekti. İlaç firmalarının SSK’yı, Emekli Sandığı’nı, kısaca Türkiye’yi nasıl soyduğunu anlattı. Ve ekledi: ‘O kadar çok paraları var ki, bunlarla mücadele çok güç olur. Bakın devlet içindeki mafyalar bile bu sektöre sızmamışlar mıydı? Çünkü buradaki rant hiçbir yerde yok.’

Bu sözler bana Susurluk dönemini hatırlattı. Okurum haklıydı.

İlaç satıcısı okurumun dikkat çektiği önemli soygun noktalarından biri, ilaç şirketlerinin ‘memleket faydasına’ yaptıkları ‘sağlık taramalarıydı’. Okurum, bu sağlık taramalarının özellikle iki hastalık üzerinde yoğunlaştığına dikkat çekti: ‘Bakın ya şeker taraması yaparlar, ya yüksek tansiyon. Çünkü bu iki hastalığın da tedavisi yoktur. Bir kez böyle bir hasta buldunuz mu, ömür boyu ilaç müşterisi buldunuz demektir.’

Kurulan düzene göre, Sağlık Ocakları ile anlaşılarak bölgelerde sağlık taraması yapılıyor. Bu tarama sırasında bazı doktorlarla da anlaşılarak, tansiyonu ilk ölçümde yüksek çıkana, yapılması gereken diğer tetkikleri yapmaya gerek bile görmeden tansiyon ilacı yazılıyor. Eğer yüksek tansiyonlu kişi bir de SSK veya Emekli Sandığı mensubuysa hemen elindeki sağlık karnesi alınıyor ve kutu kutu ilaç yazılıyor. Çünkü bir kez bu ilaca başlandı mı, hayat boyu müşteri haline geliyor. İlaç satıcısı okurum Sağlık Bakanlığı’nın bu taramaları mercek altına alması ve her tarama sonrasında kaç kişiye reçete yazıldığını, ‘hayır işi’ olarak yapılan her sağlık taramasının sonunda devlete kaç liralık ilaç faturası yüklendiğini hesaplaması gerektiği inancında.

Bu memlekette her gün yeni bir ‘dáhiyane’ soygun yöntemi ile karşılaşıyorum. Bu ülkeyi soymakta gösterdiğimiz yaratıcılığı başka alanlarda gösterseydik acaba bugün Türkiye nasıl bir ülke olurdu!

Medyalı soyguncuya CHP de ses çıkaramıyor

ERTUĞRUL Özkök dünkü yazısında benim de zaman zaman yakındığım ve bu yakınmaları kaleme aldığım zaman ‘bazılarından’ hakaret dolu yanıtlar aldığım bir konuya değinmiş.

Benimle aynı mesleği icra ettiğini ‘iddia eden’ bazıları, yolsuzluklar konusunda çifte standart uyguluyorlar.

Yolsuzluğu yapan, hırsızlığı yapan, haksızlığı yapan sıradan bir işadamı veya siyasetçiyse bununla ilgili günlerce yazı yazıyor, neredeyse okurlarını bıktırıyorlar. Ama bu eylemleri yapan kişinin elinde medya gücü varsa her nedense ‘sus pus’ oluveriyorlar. Ben bu kişilerin böyle davranmalarını ‘Orada çalışmak zorunda kalabiliriz’ korkusuna bağladım hep.

Özkök de dün bu duruma veryansın ediyordu. Ama bunu yapan sadece gazeteciler mi? Siyasetçiler, siyasi partiler farklı mı?

TMSF Başkanı Ahmet Ertürk CHP’yi ziyaret etti. Bilgi verdi.

Şık bir hareket. Muhalefetin de bigilendirilmesi çok doğru.

Ama CHP muhalefet mi? Merak ediyorum, CHP BDDK ve TMSF’nin Karamehmet ile yaptığı anlaşmayla ilgili bir tek soru sordu mu?

Ya da Dinç Bilgin’in borçlarının ödenmesiyle ilgili tek bir rakam istedi mi? İstememiş, isteyememiştir.

Oysa hükümetin yumuşak karnı bunlar. Devleti soyanları ikiye ayırıyor. Medyası olanlar ve medyası olmayanlar. Ama CHP farklı mı?

Aynı ayrımı onlar da yapıyorlar.

Her konuda ‘araştırma-soruşturma önergesi’ verebiliyorlar ama söz konusu medyalı soyguncular olunca CHP de dut yemiş bülbüle dönüyor. Çünkü Allah muhafaza bunların elindeki gazetelerde hakkımızda olumsuz bir haber çıkar diye korkuyorlar.

Oysa Karamehmet ile yapılan anlaşma, gerçek bir muhalif parti için bulunmaz nimet.

Vur vurabildiğin kadar.

Ama CHP susuyor. Akşam ve Sabah, Show TV ve ATV aleyhlerine haber yapmayacak ya!

Ah, koca CHP ah. Sen bu hallere düşecek parti miydin?

Bundan böyle Atatürk’ün adını ağzınıza almayın lütfen. Bu ‘yürekle’ siz kim Atatürk’ün partisi olmak kim!

Irak’ta ABD’nin işi bitik

IRAK’ta Şii toplumunun önde gelen lideri Ayetullah Ali Sistani’dir. ABD’ye karşı ilk günlerde cılız bir ayaklanma başlatan ve bu ayaklanmayı bugün ciddi bir cephe haline getiren ise Şiiler arasında çok daha küçük bir gücü temsil eden El Sadr’dı. Bu ikiliyi daha önce bu köşede defalarca ele almış, haklarında yorumlar yapmıştık.

Sadr kurtuluş mücadelesi ve şiddet yanlısı, Sistani ise ABD’yle geçici işbirliğinden yana ılımlı bir liderdi. Yakın zamana kadar Sistani’nin borusu, Sadr’dan çok daha güçlü öterdi. Ancak Sadr’ın başlattığı direniş ve buna karşı ABD’nin verdiği tepkiyle artan Şii rüzgarı Sistani’yi zor durumda bıraktı.

Ayetullah Sistani olanlara sessiz kaldıkça Şiiler üzerindeki etkisini yitirdiğini ve özellikle Şii gençlerin Sadr’a doğru kaymaya başladığını gördü. ABD’nin yanlışları ılımlı lideri zayıflatırken, zayıf lideri güçlendiriyordu. Bu durum üzerine Sistani hızlı bir tavır değişikliğine yöneldi. Bütün Şiileri Hz. Ali türbesinde direnişe geçen Sadr yanlılarına desteğe ve Şiileri kutsal Necef kentine doğru yürümeye çağırdı. Bunun anlamı şu. Artık ABD’nin Irak’ta işi zor. Zordan öte imkansız. Türkiye, bundan sonraki politikalarını, ABD’nin Irak’ta tam bir batağa saplanması üzerine kurmak zorunda.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bin ayıbın, içten bir özürle örtülebileceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

IAAF kıvırıyor mu?

25 Ağustos 2004
<B>PAZAR </B>günkü Hürriyet’in 1. sayfasında önemli bir haber vardı. Uluslararası Atletizm Federasyonu IAAF’nin Genel Sekreteri Macar <B>İstvan Gyulai, Süreyya Ayhan’</B>ı suçüstü yakaladıklarını söylüyordu.Gyulai’nin sözleri netti: ‘Bunu belirledik. Suçludur.’

Gyulai’
nin sözleri bununla da sınırlı değildi. Dünya atletizminin en büyük kuruluşunun genel sekreteri milli atletimizin 4 yıl ceza alabileceğini de söylüyordu. Bu hem Süreyya Ayhan, hem de Türk sporu için kötü bir haberdi. Üstelik benzer bir biçimde yakalanan Yunanlı atletlere hiçbir işlem yapılmazken, Ayhan’ın daha soruşturma tamamlanmadan ‘suçlu’ ilan edilmesi garibime gitti. Gelişme üzerine Süreyya Ayhan’ın eşi ve antrenörü Yücel Kop’u Kanal D Haber’in canlı yayına davet ettik.

‘Fatih Altaylı adını duyunca tansiyonum yükseliyor’ demesine rağmen Kop yayına katıldı.

Biz de kendisine İstvan Gyulai’nin açıklamalarını hatırlattık ve Süreyya Ayhan’ın spor hayatının zora girip girmediğini sorduk. Kop’un yanıtı ilginç ve iddialıydı. Yücel Kop, kendisinin de IAAF Genel Sekreteri ile konuştuğunu ve Gyulai’nin Hürriyet’te yer alan sözleri söylemediğini iddia etti. Açıkçası o an Yücel Kop’un doğru söylemediğini düşündüm. Ve ertesi gün, yani dün İstvan Gyulai’yi arattım.

IAAF Genel Sekreteri kendisini arayan muhabir arkadaşımıza net bir yanıt verdi:

Ben de ağzımdan böyle haberler çıktığını duydum. Ancak, ben kesinlikle ‘şöyle olur, böyle olur’ diye bir şey söylemedim. Monaco’ya Süreyya rapor gönderdi. Halen inceleme devam ediyor. Umarım, Süreyya kaldığı yerden devam eder. Ama bana atfedilen haberler doğru değil.’

Hürriyet’in 1. sayfasında yer alan haberde Esat Yılmaer’in imzası olmasa aklıma ‘Acaba’ diye bir soru gelecek ama Esat Yılmaer’in doğru olmayan bir şeyi yazması ‘olası’ değil.

Büyük bir olasılıkla Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği Genel Sekreteri söylediklerinin ne kadar yanlış olduğunu fark etti ve çark etti. Türkiye Atletizm Federasyonu ve Spordan Sorumlu Devlet Bakanlığı, Süreyya Ayhan konusunda IAAF nezninde ciddi girişimlerde bulunmalı.

Atletimize yönelik bir çifte standardın önüne geçilmeli. Bugün emin olun ki, olimpiyatlarda yarışan atletlerin en iyimser tahminle yarısı dopingli. Bunların bazıları Süreyya gibi yakalanıyor, bazıları Yunanlı atletler gibi kaçıyor, bazılarının da şansları yaver gidiyor. 4 yıl ceza fazla ağır. IAAF de bunun farkında.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Atatürk’
ün tırnağı olamayacak adamlar, Atatürkçülükten medet umarak Atatürk’e zarar vermediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Dedikodumu yapmayın kulağıma geliyor

24 Ağustos 2004
<B>CUMARTESİ </B>gecesi. Yer İstanbul’un Sunset Restoran’ı. <br><br><B>Güneş Taner </B>yemekte. Yanında Refahyol döneminde <B>‘İstifaya kıl kadar’</B> yakınım deyip bakanlığı kapınca istifadan vazgeçen Turizm Bakanı <B>Bahattin Yücel.</B> <br><br>Sohbetin konusu <B>Fatih Altaylı.</B> Yani ben.Güneş Taner ahkám kesiyor: ‘Fatih Altaylı yazıyor, bunlar da zenginlerin üzerine geliyorlar. Kardeşim, koyun-keçi satmakla devlet zengin mi olacak?’

Peki Fatih Altaylı kimi yazıyor? Uzan Ailesi’ni yazıyor, Mehmet Emin Karamehmet’i yazıyor.

Devletin milyarlarca dolarını cebe indiren, şimdi de biri bunun hesabını veren, diğeri ise ‘konjonktür gereği’ kurtulan kişileri yazıyor.

Zenginden kasıt bu mu?

Değil elbet ama bu ikisi de Güneş Taner’in dostu.

Hem de ‘kadim’ dostu.

Güneş Bey, bu yüzden benim bunları yazmamı hazmedemiyor.

Bu yüzden de benim yazdıklarımı ‘zengin düşmanlığı’ seviyesine indiriyor.

Oysa ben zengin düşmanı değilim. Ben elini devletin kasasına sokanların düşmanıyım.

Oysa bunu benim yerime Güneş Taner’in yapması gerekirdi. Çünkü devletin hazinesi, çeşitli dönemlerde bana değil, Güneş Taner’e emanetti.

Devletin hazinesine el sokanlar, Güneş Taner’in dostuysa bu benim kabahatim mi?

Dinleme kayıtları vicdanlarda yargılanmayacak mı?

YARGITAY
Başkanı Eraslan Özkaya, geçen haftanın sonunda ‘ilginç’ bir açıklama yaptı. Kendisiyle ilgili durumu değerlendirirken, ‘Emekli olmama üç ay kala istifa etmem’ dedi.

Kendi değerlendirmesidir. Ben kendi adıma Yargıtay Başkanı’nın ‘kötü niyetle’ bu işe karıştığını düşünmüyor olabilirim ama kurumu ve makamı korumak için istifa veya ‘izin’ müessesesini çalıştırması gerektiğini düşünüyorum.

Hele hele ‘üç ay kala’ mantığını anlamam mümkün değil. Gerekirse üç saat kala bile istifa edilir. Fakat benim asıl ‘takıldığım’ olay bu değil.

Biliyorsunuz, Türkiye birkaç ay önce ‘Neşter 2’ adlı bir operasyonla sarsıldı. Önemli davaların sanıkları, devletle başı dertte olan bazı kurumların üst düzey yöneticileri ile bazı Yargıtay üyeleri ve bunların ailelerinden kişilerle ilgili bazı ‘bant kayıtları’ ortaya çıktı.

Emniyet, kimi şüpheliler için ‘dinleme’ yaparken, oltaya ‘dinleme listesinde olmayan’ kişiler takılmıştı.

Yargıtay Başkanı bu dinlemelerin ‘hukuki delil’ sayılmayacağını, çünkü dinleme kayıtlarının ‘yasal’ olmadığını öne sürdü ve bu kayıtların hiçbir şey ifade etmediği belirtti.

Benim asıl ağırıma giden işte bu oldu. Diyelim ki, bir mafya üyesinin telefonunu ‘yasal olarak’ dinlenen bir kişi arıyor ve dinlendiğini bilmediği için devletin güvenliğini tehlikeye düşürecek veya düşürmüş bazı icraatını anlatıyor.

Şimdi bu mafya üyesinin söylediklerini, dinlenen telefon kendisininki olmadığı için yok mu sayacağız?

Üstelik burada ‘dinlemeye’ takılanlar arasında yargı üyeleri de var. Yani ‘lekesiz’ olması gereken ve öyle olduğuna inandığımız bir kurumun üyeleri.

Yargıtay Başkanı, ‘hukuk’ açısından haklı olabilir. Bu kişileri yargı önüne çıkarmak ve aklanmalarına veya mahkûm olmalarına sebebiyet verecek bir süreci başlatamayabiliriz.

Ama ya vicdanlar...

Hakkında çeşitli iddialar ortaya atılan kişilerin vicdanlarda yargılanmasını nasıl engelleyeceksiniz?

Türkiye’nin en saygın hukuk kurumunun zedelenmesine, bu kurumdaki çürük elmaların ayıklanmamasının toplumda yaratacağı ‘sıkıntıya’ nasıl katlanacaksınız.

Bunları yargılayıp gerekeni yapacağınıza, saygın bir kurumun halk vicdanında ‘lekelenmesine’ nasıl göz yumacaksınız? Özkaya’nın üç ayı kalmış olabilir. Ama bu Yargıtay bize daha çoook lazım...

Ne güzel söylemişti Selim Edes

NEŞTER
2 soruşturmasında ‘sanık’ olması gerekenlerin bir bölümünün yargıya hesap vermekten kaçacaklarını, Yargıtay Başkanı’nın sözlerinden anlamak mümkün. Burası Türkiye. Kişiler, kurumlardan önemli olduğu için bu durumu normal karşılıyorum ve istifası için yırtındığımız Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’dan özür diliyorum.

Ama ‘yasal olmayan’ dinleme kayıtlarından ortaya çıkan Neşter 2 Skandalı’nın gün gibi aşikár olduğunu biliyorum. Bu davada ‘hangi meblağların’ el değiştirdiğini, kimlerin aracılık ettiğini, şimdi artık AKP’de olmayan hangi AKP’li milletvekilinin bu işin içinde olduğunu pek çok meslektaşım gibi ben de biliyorum.

Ama ne yazık ki, Selim Edes’in Engin Civan’a söylediği tarihi söz burada da gündeme geliyor: ‘Rüşvetin belgesi mi olur pez....’

Olmuyor. Olan da ’yasadışı’ bulunuyor.Belge olmadığı için biz de yazamıyoruz. Yapılan, yapanın yanına kár kalıyor. Kahroluyorum...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Emanete hıyanet edenler, emanete sahip çıkanlara sövmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

AKP’de bakan rahatsızlığı

23 Ağustos 2004
<B>AKP </B>İstanbul İl Başkanı’nın sözlerini manşetten okuyunca şaşırdım desem yalan söylemiş olurum. Mehmet Müezzinoğlu, ‘Bakanların çoğu Başbakan’a ayak uyduramıyor. Oysa görevini yapamayan istifa etse saygınlığı artar. Şu anda görevden alayım desen belli dengeler var. Zamanlama önemli. Takdir Başbakan’ın ama bence eylül ayında kabine değişikliği olabilir’ diyor.

Beni şaşırtmayan cümleler işte bunlar. Çünkü AKP içinde önemli, saygın isimlerden benzer ‘eleştiriler’ kulağıma epeydir geliyor.

Bazı sohbetlerde ‘Hükümet Başbakan’ın ve birkaç bakanın sırtında yürüyor. Çoğu hálá koltuğuna alışamadı’ sözlerini duyuyorum. Başka bir gün, ‘Kabine dışındakiler kabine içindekilerin çoğundan daha çalışkan. Bu böyle gitmez’ cümleleri kulağıma geliyor.

Bunları dile getirenlerin hepsi de AKP açısından önemli isimler.

Müezzinoğlu’nun bunları gazete manşetine taşınacak kadar açık ve net şekilde söylemesi de ilginç. Yukarda aktardığım fikirlerin sahiplerinin çalışan bakanlarla ilgili verdikleri isimlerin hepsi aynı değil.

Bazı isimler ortak. Dışişleri Bakanı Gül, Maliye Bakanı Unakıtan, Milli Eğitim Bakanı Çelik gibi.

Kimileri bu listeye Mehmet Ali Şahin’i, Binali Yıldırım’ı, Cemil Çiçek’i, Abdüllatif Şener’i ve Erkan Mumcu’yu da dahil ediyorlar. Sonuçta AKP içinde bazı bakanlardan rahatsızlık duyulduğu bir gerçek.

Bunun nedeni bazen gerçekten koltuğu dolduramamak, bazen de örgüt baskısına boyun eğmemek olabiliyor.

Sonuçta kabinede bir revizyon olasılığını kimse reddetmiyor. Ancak zaman konusu çok net değil. Kimileri ‘Hele bir aralık gelsin. AB meselesi hallolmuş, Başbakan’ın eli iyice güçlenmiş olsun’ diyor, kimeleri ise ‘Eylül ekimde bazıları gider’ diye konuşuyor.

Tabii yine de en önemli unsur parti içi dengeler. Hiç iş yapmasa da koltuğu koruyacak olanlar var, çok iş yapmasına rağmen koltuğu kaybedecek olan da.

Aziz Yıldırım’ın sevmediklerine hep nazar değiyor

CUMARTESİ
günü Vatan Gazetesi’nin spor sayfasını görünce gözlerime inanamadım.

Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım iyiden iyiye ‘ileri gitmişti’.

Aziz Yıldırım,
TSYD Başkanı Onur Belge’yi aramış ve spor yazarı Feridun Niğdelioğlu için ‘O gazetecinin kulağını çek. Yoksa ona öyle bir şey yaparım ki, diğerlerine de örnek olur. Kimse öyle düşündüğünü yazamaz’ demişti. Yıldırım’ın bu sözleri TSYD Yönetim Kurulu tarafından resmi bir yazıyla açıklanmıştı.

İşin ilginci adı geçen spor yazarı Feridun Niğdelioğlu, geçen yıl kimliği belirsiz kişilerce fena halde dövülmüştü. Geçen yıl dövülen tek Fenerbahçeli yazar Feridun Niğdelioğlu değildi. Başkana muhalif görüşleriyle tanınan Engin Verel bacağından vurulmuş, Abdullah Çevrim de dövülmüştü.

Ancak daha sonra Verel ve Çevrim Fenerbahçe Başkanı tarafından ‘danışman’ yapılmış ve ‘Bu işin Başkan’la ilgisi yok’ demişlerdi ya neyse...

Aziz Yıldırım geçen yıl aralarında benim de bulunduğum kalabalık bir grubu da alenen tehdit etmiş, bu tehditler basına yansıyınca önce inkár etme yolunu seçmiş, sonra da bunun bir şaka olduğunu söylemişti. Ama ben bunun bir şaka olmadığından emindim. Çünkü Ali Sami Yen’de bana saldıranların sabıka kayıtlarını mahkemede görmüştüm. Ve bu kişilerin şeref tribününe girmelerini sağlayan biletlerin Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a verildiğini dönemin Gençlik ve Spor İl Müdürü Vedat Bayram bana söylemişti. Ayrıca Yıldırım’ın bu kişilerle birlikte stada girdiğini gösteren bant kayıtları da elimde mevcuttu.

Son olarak cumartesi günü Fenerbahçe yönetiminin statta büyü yaptırdığını ortaya çıkarıp yönetimi gülünç duruma düşüren Star Spor Servisi’nin iki elemanı dövüldü.

Güngören Stadı’nda çıkan olaylarda sadece iki gazeteci ve şansa bakın ki iki Star muhabiri yaralandı. Birinin parmağı feci şekilde kırıldı. Silahların patladığı kavgada iki muhabiri Allah korudu.

Bunca olay tesadüf olamaz değil mi? Yıldırım’ın çevresi ve davranış biçimi Fenerbahçe gibi bir kulübün başkanına yakışır nitelikte değil.

Ne yazık ki, spor basınının bir bölümü Aziz Yıldırım karşısında ‘zavallılaşınca’, Yıldırım dozu artırdı.

Sedat Peker’in giderek kulüpte daha etkin olmaya başladığı konuşulur oldu. Sağa sola tehditlerin dozu da, gerçekleşme oranları da artmaya başladı. Tanıdığım Feridun Niğdelioğlu, dört dörtlük bir Fenebahçe muhabiridir. Ve dört dörtlük de bir adamdır. Aziz Yıldırım’ın adamı değildir. Ondan hediye alanlardan hiç olmamıştır. Tam aksine Fenerbahçe’deki çarpık olayları, mafyalaşmayı yazan, iyi bir gazetecidir.

TSYD Başkanı Onur Belge’ye gelince. Şimdiye dek kendisine bir kötülük yapmayacağımdan emin olduğu için sadece bana karşı bir tavır aldı.

Eğer onur sadece adında yoksa, Fenerbahçe Başkanı’na karşı, kendi başkanı olduğu camianın haklarını arar ve yargı yoluna başvurur.

Çünkü Aziz Yıldırım’a birileri ‘Dur’ demek zorunda. Hem Fenerbahçe’nin, hem de iş dünyasında saygın bir yere sahip olan ailesinin itibarını zedeliyor.

Atatürk rozetleri

1. Ordu Komutanlığı’nın devir teslim töreninde Fenerbahçe Yönetim Kurulu Başkan dahil neredeyse tam kadro oradaydı. Beşiktaş’tan da Başkan Yıldırım Demirören gelmişti. Galatasaray yönetiminden ise hiç kimseyi göremedim.

Sıkı Fenerbahçeli Ali Koç’la sohbet ederken yakasında sarı lacivertli bir Atatürk rozeti gözüme çarptı. ‘Sizlere inat aynısının sarı kırmızılı olanını yaptıracağım’ dedim.

‘Geç kaldın. Yıldırım yaptırmış bile’ diyerek Yıldırım Demirören’e seslendi. Demirören’in yakasında aynı rozetin siyah beyazlısı vardı.

Doğrusu çok hoşuma gitti.

Atatürk ne bir kulübün, ne de bir partinin malıydı. Atatürk sevgisi ne bir partinin oy oranı ile ne de bir takımın taraftar sayısı ile sınırlanabilirdi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İnternet siteleri işsiz gazetecilerin şantajla geçim kaynağı haline gelmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

En geçerli meslek

21 Ağustos 2004
<B>İSMİ </B>lazım değil bir sanayici aradı. <B>Karamehmet </B>ile ilgili yazılarımı dikkatle takip ediyormuş. <B>‘Sapına kadar haklısınız’</B> dedi.Karamehmet ve benzerlerine yapılan yardımın sanayide ve ticarette haksız rekabete neden olduğunu, dürüst ve çalmayan işadamının cezalandırıldığını, dürüst olmayan kişilerin ise ödüllendirildiğini söyledi.

‘Fatih Bey 2001 krizini yedikten sonra 2002 yılında iyice zora girdik. 2002 yılında vergi ve SSK olmak üzere yaklaşık 16-17 milyon dolar tutarında bir borcum vardı. Krizde bankalara olan borçlarımızı hemen kapattık ama vergimizi beyan etmiş olmamıza rağmen ödeyemedik. Yani bir vergi kaçakçılığı falan yapmadık. O günden bu güne vergi borçlarımız devletin uyguladığı cezalarla 70 milyon dolara yaklaştı. Benim o gün bir bankam olsa ve o bankadan bu parayı çalmış olsaydım ve bırakın bunu götürmeyi, bu parayla vergi borcumu kapatmış olsaydım maliyle ile işim olmayacaktı. Bankadan çaldığım parayla ilgili olarak da devlet bugün beni affedecek, faizsiz olarak bu parayı benden 15 yılda geri almaya çalışacaktı. Ben çalıp çırpmamışım. Vergimi ödeyememişim. Devlet benim borcumu katlıyor. Adamlar bankalarını batırıyorlar, devlet onlardan faiz almak bir yana ana paralarında indirim yapıyor. Hükümetimiz hakka saygılı olduğunu söylüyor. Hukuktan vazgeçtim. Hak bunun neresinde. Bunun hesabını bu dünyada sizden başka soran yok ama çok inandıkları öbür tarafta bunun hesabını nasıl verirler çok merak ediyorum’ dedi.

Ben de bunları aynen aktarıyorum.

Yargıtay’ın saygınlığını korumak Başkan’ın görevidir

BURADA
Yargıtay gibi saygın bir kurumun başkanının yıpratılmaması gerektiğini yazdım. Ancak ne demek istediğimi muhatabı anlamadı.

Bu ülkenin en üst yargı kurumu olan Yargıtay’ın başkanını yıpratmaya kimsenin hakkı yok.

Ama buna en fazla hakkı olmayan kişi bu kurumun başkanı.

Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya, ne yazık ki hem makamı hem de kurumu yıpratıyor.

Başkan Özkaya’nın suçlu olduğunu iddia edecek değilim.

Hatta diliyor ve umuyorum ki, suçsuz olsun.

Ama iddialar, ses kayıtları, ortaya çıkan ilişkiler yumağı ve bunlarla oluşan ‘puslu’ ortam Yargıtay Başkanlığı makamını ve Yargıtay’ı yıpratıyor.

Yargıtay Başkanı’nın bugün veya yarın değil, dün görevden istifa etmiş, en azından süresiz izne ayrılmış olması gerekliydi.

En azından bütün bu soruşturma süreci tamamlanıp, her şey açığa çıkıncaya kadar Yargıtay Başkanı makamını boşaltmak zorundadır.

Bunu o yapmıyorsa görev Yargıtay Genel Kurulu’nundur.

Oh be! Sonunda bir Galatasaraylı

DÜN 1. Ordu Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın görevi Hurşit Tolon Paşa’ya devir teslim töreni vardı. Törenlerden genel olarak uzak dururum.

Ama çok sevdiğim bir ‘Fenerbahçelinin’, ama spora gönül vermiş bir adamı uğurlayanlar arasında olmak istedim.

Çok ‘şık’ bir tören oldu. Askerlerin törenleri, sivillerinkine benzemiyor. Her şey dozunda. Lüzumsuzluk yok, gevezelik yok, zevzeklik yok.

Tören sırasında Akşam’ın Genel Yayın Yönetmeni Sevgili Nurcan Akad’la sohbet ediyorduk.

Büyükanıt Paşa ‘sembol’ bir Fenerbahçeliydi. Acaba yeni komutan Tolon Paşa hangi takımı tutuyordu?

Ben ‘Büyük ihtimalle o da Fenerbahçelidir’ dedim. Nurcan da bana hak verdi, ‘Galiba Galatasaraylıları generalliğe terfi ettirmiyorlar’ dedi, gülüştük.

Sonra Nurcan, Orgeneral Hurşit Tolon’a hangi takımı tuttuğunu sordu.

Tolon Paşa cebinden ‘sarı kırmızı boncuklar’ çıkarınca şaşırdık. 1. Ordu’nun yeni komutanı Galatasaraylıydı.

Büyükanıt’a takıldım, ‘Yeni komutanımız Galatasaraylı’ dedim.

Büyükanıt Paşa ‘Önemli değil. O benim gibi değildir. Light Galatasaraylıdır’ dedi gülerek.

İstanbul’da bu kez Galatasaraylı bir komutan var.

Ama o da görevi gelecek yıl Fenerbahçeli İlker Başbuğ’a teslim edecek. Herhalde Büyükanıt Paşa bunun da rahatlığı içindeydi.

Bu arada Yaşar Büyükanıt Fenerbahçe maçlarını kaçırmazdı.

Hurşit Tolon’u da bu pazar Galatasaray’ın maçına bekleriz.

NOT: Değerli Yaşar Büyükanıt’a Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevinde başarılar diliyorum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kulüplere yakışmayan yöneticiler, kulüplere yakışmama gerekçesi olan eylemlerini yıllar sonra hatırlatarak hem kendilerini hem camialarını rezil etmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku