8 Eylül 2004
<B>ALANA’</B>nın annesinin seçimiyle ilgili yazılarıma, okurum, Psikolog <B>Feride Yıldırım Güneri’</B>den bir mektup geldi. Aynen yayınlıyorum: ‘Siz Olsaydınız Çıkar mıydınız, başlıklı yazınızı okudum. Bir baba duyarlılığıyla ve 11 yaşındaki bir çocuk için tek başına korkmanın ve ölmenin ne kadar zor olmuş olabileceğini hayalinizde canlandırarak yazmış olduğunuzu fark ettim.
Osetya’daki rehin alma olayı, rehineler için olağan insan deneyimleri dışında bir yaşam deneyimi, yani bir travma oluşturmuştur.
Bilimsel verilere dayanarak biliyoruz ki, özellikle belirsizliğin ve ölüm tehditli şiddetin çok olduğu yüksek stres ortamlı travmalar, insan organizmasını ve psikolojisini farklı şekillerde etkilemektedir. Bu tür belirsiz, korku ve tehdit dolu, güç dengesizliğinin en uç boyutta yaşandığı, insanın kendi hayatı ve kararları üzerindeki kontrollerini kaybettiği zamanlarda daha farklı mekanizmalar devreye girmektedir. Daha farklı hormonlar salgılanıp daha farklı bilinç seviyeleri devreye girmekte, insan normal yaşantısında sergilemediği ve sergilemeyeceğini düşündüğü davranış ve kararlar içine girebilmektedir.
Dolayısıyla ‘ben olsaydım bırakmazdım’, olağan yaşamda verilmiş rasyonel ve teorik kararlardır. İnsanlar yoğun travma altında ne tür davranışlar içine gireceklerini önceden çok doğru bir şekilde tahmin edemezler. 99 Marmara depreminde çocuklarını bırakıp balkondan atlayan ebeveyn örnekleri gibi.
Ayrıca sizin de dediğiniz gibi, içeride ne yaşandığını hiç birimiz bilmiyoruz. Çok büyük bir olasılıkla Alana’nın annesi ya tercih yapmaya zorlanmıştır (Nazi kampları örneklerinde olduğu gibi ya birini seç, ya ikisini de öldüreceğiz) veya o kısacık karar anında iki çocuğunu da kurtarma olasılığının bu şekilde daha da artabileceğini düşünmüş ve o an için daha doğru göründüğünden büyük kızını bırakmıştır.
Bu tür hayatımızın kontrolünün başka insanların eline geçtiği travmatik deneyimler yaşamamış kişiler olarak ‘ben yapardım, yapmazdım’ deme hakkımızın olmadığını ve kuru sıkı tahminden başka bir şey olmadığını belirtmek istiyorum.
Bu olaydaki bütün sorumluluk, olayı gerçekleştiren teröristlerdedir. Alana’nın annesi de tıpkı Alana ve binlerce diğer rehine gibi kurbandır.
Yargılanmayı değil, desteklenmeyi hak etmektedir. Canının kurtulmuş olması, hayatının kurtulduğu anlamına gelmemektedir.
O, vermek zorunda kaldığı kararın bütün sonuçlarını ve ağırlığını öleceği güne kadar üstünde taşımak zorunda kalacaktır.
Kadın ve annelerin her zaman en kolay suçlanan kişiler olduğunu hatırlatır, yazdıklarınıza bir de bu açıdan bakmanızı rica ederim.’
Türkler, milliler ama takım değiller
MİLLİ Takım kazanamadı. Kimse ‘Berabere kaldığımız takım, grubun en zayıf takımıydı’ demesin. Avrupa Şampiyonası’nın en zayıf takımlarından biri de Yunanistan’dı.
Zayıflar da kazanabiliyor, nitekim Türkiye de dünya üçüncüsü olduğu turnuvaya ‘zayıf’ takım olarak gitmişti.
Ama bu Türk Milli Takımı için bahane olmamalı. Milli Takım’ın başarısızlığının ‘gerçekçi’ bir analizini yapmak gerek.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi teknik direktörü olduğu su götürmez olan Fatih Terim, Galatasaray’daki ikinci döneminde başarısız oldu.
Herkes pek çok söyledi; ama bence bir tek nedeni vardı.
Fatih Terim’in Galatasaray’ı iki yıl boyunca sahaya 59 farklı onbirle çıktı. Yani neredeyse her maça farklı bir onbir.
O nedenle de Galatasaray iki yıl boyunca takım olamadı.
Güçlülük veya güçsüzlükten önce gelen de bu işte: Takım olabilmek. Türk Milli Takımı da Ersun Yanal’la aynı yolda ilerliyor. Sürekli değişen onbirler. Birbirini ezberleyemeyen oyuncular. Kendine güvenen, kaliteli, karizmatik teknik direktörler zaman zaman bu hataya düşüyorlar.
‘Ben sihirbazım. Şapkadan tavşan bile çıkarırım’ demeye başlıyorlar.
Galatasaray örneğinden yola çıkarsak, bu anlayışla hiçbir zaman takım olamayız.
Takım olmadan kazanmak ise mümkün değil. Ersun Yanal’ın bu dersi alıp almadığını bu akşam birlikte göreceğiz.
Ben hem takıma, hem hocasına inanıyorum.
Bu yüzden de bu akşam elimde bayrakla Atina’da olacağım.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yıllardır internette dolaşan şakaları ve öyküleri, köşe yazısı diye okurlarımıza yutturmaya kalkışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2004
<B>DÜN </B>bu köşede sorduğum soru kimilerini kızdırdı, kimilerini düşündürdü.‘Alana’nın annesinin yerinde olsanız ne yapardınız?’ demiştim.
Düşünenler çok farklı boyutlar getirdiler.
Kızanlar ise ‘O anneyi incitmeye ne hakkınız var’ diye eleştirdiler.
Yazımda anneyi incitecek tek bir satır yoktu. Anne olaydan ötürü incinmiş olabilir; ama zaten o acıyı en ağır biçimde içinde yaşıyordur ve Hürriyet, Osetya’da satılmıyor.
Dün bu konuyu uzmanlara sordum.
Annelerin, benzer seçimleri çoklukla yapmak zorunda kaldıklarını söylediler.
Mesela boşanmalarda.
Kimi ölüm kalım meselelerinde.
Bir psikolog şöyle anlattı:
‘Bir anne, iki çocuğuyla beraber denize düşerse ve sadece birini taşıyacak durumdaysa genelde küçüğü tercih eder.’
Bir diğeri, aile psikolojisinden söz etti:
‘Bir çocuğun ölümü halinde aileler genelde hemen bir çocuk daha yaparlar. Çok çocuklu ailelerde bilinçaltında veya üstünde, birine bir şey olursa çocuksuz kalmayalım düşüncesi vardır ve bu çok insanidir.’
Bir diğeri ise şöyle dedi:
‘Büyük çocuğun başının çaresine biraz daha fazla bakabileceğine inanır ve küçüğü koruma altına alırlar. Üstelik burada bir de bu yönde zorlama olmuş.’
Dilerim, dünya üzerinde hiçbir anne, bir gün böyle bir seçim yapmak zorunda kalmasın, bırakılmasın.
‘Sophie’nin Seçimi’ adlı film hepimizi yıllarca derinden etkilemişti.
‘Alana’nın öyküsü’ de en az o kadar içimize kazınacak gibi duruyor.
Bakkalın işi kalmadı galiba
ZİNA bir haftadır Türkiye’nin gündem maddesi. Zannedersiniz ki Türkiye’nin en önemli meselesi.
AKP; ne yapıp edip lüzumsuz, kimsenin sorunu olmayan bir konuyu gündeme getirip ortalığı karıştırmayı iyi beceriyor. ANKA Ajansı’nın verdiği rakamlar, zinanın Türk toplumundaki yerini gösteriyor.
2002 yılında Türkiye’de 56 bini aşkın boşanma gerçekleşmiş.
Peki sizce bunların içinde ‘zinadan kaynaklanan boşanma’ sayısı kaç?
I-ıh. Bilemediniz. Bilmeniz de mümkün değil zaten.
Topu topu 69... Evet evet, altmış dokuz.
Bunlardan 64’ünde kadın aldatmış, 5’inde erkek.
Demek ki, kadınlar aldattığında erkek hoşgörmemiş; ama erkekler aldattığında kadınlar ses çıkarmamış.
Bütün kıyamet bunun için koparılıyor, AB kapısındaki yeni engelimiz bu yüzden çıkarılıyor.
Bir laf vardır, ‘Bakkalın işi kalmayınca bilmem nelerini tartarmış’.
Acaba AKP, Türkiye’de her işin bittiğini mi düşünüyor?..
Balık-ekmek yiyemeyecek miyiz?
BOĞAZ’ın kıyılarını mesken tutan, ciddi bir çevre ve görsel kirliliğe neden olan ‘tekne lokantalar’ bu köşede sık sık şikáyet edildi.
Ne yazık ki, bunlarla ilgili bir işlem yapılmadı.
Ama tam aksine, İstanbul Büyükşehir Belediyesi dün ani bir biçimde Eminönü’nde, kıyıda balık-ekmek satan küçük teknelere savaş açtı.
Gerekçe, kentin tarihi dokusuna zarar vermeleri.
Gerekçe değil, komedi.
Bu küçük ‘balıkçılar’ İstanbul’un simgeleri arasında.
4-5 yaşlarındayken haftada en az bir, dedem elimden tutar, Mısır Çarşısı’nı gezdirir, oradan sahilde bir balık-ekmek alır, iskele önündeki bayiden bir Akşam, bir de Son Gazetesi’ni koltuğunun altına sıkıştırır, otomobile binip eve dönerdik.
Evde annem, ‘Baba o balıkların hangi yağda kızardığı belli değil. Niye alıyorsunuz’ diye kıyameti koparırdı ama biz bu zevkimizden hiç taviz vermezdik.
Üzerinden en az 35 yıl geçmiş; ama o balığın tadı hálá damağımda, sallanan kayıkta kızaran palamut takozlarının görüntüsü hálá gözlerimin önünde.
İstanbul’a gelen yabancıların da çok sevdiği, anılarında yer eden İstanbul’a özgü bir olaydır ‘balık-ekmek’.
Boğaz’daki koca koca tekneler dururken, belediye işte bu ‘simgesel’ hale gelmiş balık-ekmekçilerle uğraşıyor.
Denetlemek, ruhsata bağlamak ve bu ‘İstanbul keyfini’ yaşatmak yerine kökten yasaklamak.
Tam bize göre bir iş.
Kaçak binaları, İstanbul’u yozlaştıranları, İstanbul’un kendine has özelliklerini ortadan kaldıranları değil, balık-ekmekçileri engellemek.
Tam bize göre bir iş.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Düşünmekten korkmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2004
DÜN bu köşede sorduğum soru kimilerini kızdırdı, kimilerini düşündürdü. ‘Alana’nın annesinin yerinde olsanız ne yapardınız?’ demiştim. Düşünenler çok farklı boyutlar getirdiler. Kızanlar ise ‘O anneyi incitmeye ne hakkınız var’ diye eleştirdiler. Yazımda anneyi incitecek tek bir satır yoktu. Anne olaydan ötürü incinmiş olabilir; ama zaten o acıyı en ağır biçimde içinde yaşıyordur ve Hürriyet, Osetya’da satılmıyor.Dün bu konuyu uzmanlara sordum.Annelerin, benzer seçimleri çoklukla yapmak zorunda kaldıklarını söylediler. Mesela boşanmalarda. Kimi ölüm kalım meselelerinde.Bir psikolog şöyle anlattı: ‘Bir anne, iki çocuğuyla beraber denize düşerse ve sadece birini taşıyacak durumdaysa genelde küçüğü tercih eder.’Bir diğeri, aile psikolojisinden söz etti: ‘Bir çocuğun ölümü halinde aileler genelde hemen bir çocuk daha yaparlar. Çok çocuklu ailelerde bilinçaltında veya üstünde, birine bir şey olursa çocuksuz kalmayalım düşüncesi vardır ve bu çok insanidir.’Bir diğeri ise şöyle dedi: ‘Büyük çocuğun başının çaresine biraz daha fazla bakabileceğine inanır ve küçüğü koruma altına alırlar. Üstelik burada bir de bu yönde zorlama olmuş.’Dilerim, dünya üzerinde hiçbir anne, bir gün böyle bir seçim yapmak zorunda kalmasın, bırakılmasın. ‘Sophie’nin Seçimi’ adlı film hepimizi yıllarca derinden etkilemişti. ‘Alana’nın öyküsü’ de en az o kadar içimize kazınacak gibi duruyor.Bakkalın işi kalmadı galibaZİNA bir haftadır Türkiye’nin gündem maddesi. Zannedersiniz ki Türkiye’nin en önemli meselesi. AKP; ne yapıp edip lüzumsuz, kimsenin sorunu olmayan bir konuyu gündeme getirip ortalığı karıştırmayı iyi beceriyor. ANKA Ajansı’nın verdiği rakamlar, zinanın Türk toplumundaki yerini gösteriyor. 2002 yılında Türkiye’de 56 bini aşkın boşanma gerçekleşmiş. Peki sizce bunların içinde ‘zinadan kaynaklanan boşanma’ sayısı kaç?I-ıh. Bilemediniz. Bilmeniz de mümkün değil zaten. Topu topu 69... Evet evet, altmış dokuz. Bunlardan 64’ünde kadın aldatmış, 5’inde erkek. Demek ki, kadınlar aldattığında erkek hoşgörmemiş; ama erkekler aldattığında kadınlar ses çıkarmamış. Bütün kıyamet bunun için koparılıyor, AB kapısındaki yeni engelimiz bu yüzden çıkarılıyor. Bir laf vardır, ‘Bakkalın işi kalmayınca bilmem nelerini tartarmış’. Acaba AKP, Türkiye’de her işin bittiğini mi düşünüyor?.. Balık-ekmek yiyemeyecek miyiz?BOĞAZ’ın kıyılarını mesken tutan, ciddi bir çevre ve görsel kirliliğe neden olan ‘tekne lokantalar’ bu köşede sık sık şikáyet edildi. Ne yazık ki, bunlarla ilgili bir işlem yapılmadı. Ama tam aksine, İstanbul Büyükşehir Belediyesi dün ani bir biçimde Eminönü’nde, kıyıda balık-ekmek satan küçük teknelere savaş açtı.Gerekçe, kentin tarihi dokusuna zarar vermeleri. Gerekçe değil, komedi. Bu küçük ‘balıkçılar’ İstanbul’un simgeleri arasında. 4-5 yaşlarındayken haftada en az bir, dedem elimden tutar, Mısır Çarşısı’nı gezdirir, oradan sahilde bir balık-ekmek alır, iskele önündeki bayiden bir Akşam, bir de Son Gazetesi’ni koltuğunun altına sıkıştırır, otomobile binip eve dönerdik. Evde annem, ‘Baba o balıkların hangi yağda kızardığı belli değil. Niye alıyorsunuz’ diye kıyameti koparırdı ama biz bu zevkimizden hiç taviz vermezdik. Üzerinden en az 35 yıl geçmiş; ama o balığın tadı hálá damağımda, sallanan kayıkta kızaran palamut takozlarının görüntüsü hálá gözlerimin önünde. İstanbul’a gelen yabancıların da çok sevdiği, anılarında yer eden İstanbul’a özgü bir olaydır ‘balık-ekmek’.Boğaz’daki koca koca tekneler dururken, belediye işte bu ‘simgesel’ hale gelmiş balık-ekmekçilerle uğraşıyor. Denetlemek, ruhsata bağlamak ve bu ‘İstanbul keyfini’ yaşatmak yerine kökten yasaklamak. Tam bize göre bir iş. Kaçak binaları, İstanbul’u yozlaştıranları, İstanbul’un kendine has özelliklerini ortadan kaldıranları değil, balık-ekmekçileri engellemek. Tam bize göre bir iş. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Düşünmekten korkmadığımız zaman.
button
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2004
<B>OSETYA’</B>daki rehin alma olayında Türk kamuoyunun ilgisi, rehineler arasında bulunan iki Türk çocuğunun üzerindeydi. 11 yaşındaki <B>Alana </B>ve 1 yaşındaki kardeşi. Bu iki Türk çocuğunun da Rus anneleri ile birlikte rehin olduğu duyulunca Rusya’daki olay birden ‘millileşti’.
İkinci gün Alana’nın ve annesinin serbest bırakıldığı bilgisi geldi ama haber doğru çıkmadı.
Serbest bırakılan Alana değil, 1 yaşındaki kardeşi ve annesiydi. Anne, küçük kızını alıp okuldan çıkmış, 11 yaşındaki Alana’yı içeride bırakmıştı.
Haber gelince, haber merkezindeki arkadaşlarıma sordum.
‘Siz olsanız çıkar mıydınız?’ diye.
Çok farklı yanıtlar aldım.
Kimi mantıklı, kimi duygusal.
Bir kız arkadaşımız, ‘En azından bir çocuğunu kurtarıyor. Diğerinin de kurtulma olasılığı hálá var. İçeride kalsa iki çocuğunu da kaybedebilir’ dedi. Bu mantıktı.
Erkeklerden biri, ‘Ben hayatta çıkmazdım. Ya beraber çıkarız, ya çıkmayız derdim. Zavallı kızımı orada tek başına bırakmazdım. Anne olarak son ana kadar onu korumaya çalışırdım’ dedi.
Çocuk sahibi kadınlara sorduğumda, hepsi ‘Bırakmazdım. Gerekirse ikisiyle birlikte orada kalırdım’ dediler..
Ben de düşününce, çıkamayacağıma karar verdim.
11 yaşında bir çocuğu, orada bırakıp çıkmazdım. Yaşayacaksak beraber, öleceksek beraber. Ama son ana kadar el ele olmayı tercih ederdim.
Ama tabii, o an orada neler yaşandığını bilmemiz mümkün değil.
Bu yazıyı yazarken, minik Alana’nın hayatını kaybettiğini öğrendim.
Gözyaşlarımı tutamadım.
Minicik bir bebenin, orada, o kargaşanın, o kan revanın içinde tek başına neler yaşadığını düşündüm.
Bana sorarsanız bu eylem, toplumsal hafızalarda 11 Eylül’den çok daha derin bir travma yaratacak.
Kim planladıysa çok başarılı.
Hem Rusya’yı küçük düşürüp zor durumda bıraktı.
Hem ‘İslami teröre’ karşı nefreti çığ gibi büyüttü.
Çoğu bebe 400’ü aşkın cana mal oldu ama birilerinin amacına fazlasıyla hizmet etti.
Aile böyle korunur mu?
BAŞBAKAN Erdoğan, zina ile ilgili yapmak istedikleri yasal düzenlemeye yönelik eleştirileri, ‘Basın konuyu saptırıyor’ diye geçiştirmeye çalışıyor.
Oysa basının herhangi bir şeyi saptırdığı yok.
Her şey ayan beyan ortada.
AKP, zinayı kadınlar için suç haline getirmek istiyor, çağdışı parti CHP önce ‘Eşitlik olsun. Erkekler için de suç olsun’ diye bastırıyor, ardından tepkiler üzerine ‘Suç olmasın’ diyor ama AKP, CHP’nin önerisine sahip çıkıyor.
Kendi tabanı zannettiği kitledeki ‘çarpık ilişkilere’ göz yummayı sürdürebilmek için de ‘şikáyete bağlı kovuşturma’ diye bir ekleme yapıyor.
AKP’nin bu yasayla ilgili en önemli tezi, ‘aile birliğini sağlamak’.
Zinanın suç sayılması, aile birliğini nasıl sağlayacak, benim hiçbir fikrim yok.
Anne, babayı başka kadınla bastıracak. Baba ceza alıp hapse girecek. Böylelikle aile birliği korunmuş olacak.
Ya da tam tersi. Baba, anneyi bastıracak. Anne ‘fahişe’ damgası yiyecek. Hapse girecek. Aile korunacak.
Aile böyle mi korunur?
Aileyi ve çocuğu böyle bir rezil ortam mı korur, yoksa sessiz sakin bir boşanma mı?
Aileyi korumak falan aslında palavra.
Asıl mesele, AKP’nin ve ne yazık ki Tayyip Erdoğan’ın ‘tabanı’ zannettiği bir kitleyi memnun etmek. Onların ‘çağdışı’ beklentilerine yanıt verebilmek.
Oysa AKP’nin oyları içinde bu kitlenin payı yüzde 10’un üzerinde değil.
Fakat ‘kaynak’ itibarıyla ne Tayyip Erdoğan, ne çevresindekiler bunu fark edebiliyorlar.
Bu nedenle de bir yandan Avrupa Birliği’ni, diğer yandan bu çağdışı kitleyi memnun etmek gibi birbirinden çok farklı iki vizyonu bir araya getirmeye çalışıyorlar.
Sonunda ortaya lezzetsiz bir çorba çıkıyor ve kimse hoşnut olmuyor.
Bu kadar lezzetsiz çorba yapan bir lokantanın, şef ne kadar ünlü olursa olsun uzun süre müşteri çekmesi herhalde beklenemez.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Terörün kaynağını bulmak için, yapılan eylemden en fazla çıkarı kimin sağladığına bakmayı akıl ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2004
<B>ERTUĞRUL Özkök’</B>ün yazılarındaki fikirlere katılmadığım zamanlarda bile yazının mantığına ve tutarlılığına <B>‘şapka çıkarırdım’.</b> Özkök, ilk kez dün yazısının başlığı ile beni ‘hayal kırıklığına’ uğrattı.
Ertuğrul Özkök, yazısına ‘Terör Artık Pespayeleşiyor’ başlığını atmıştı.
Ertuğrul Özkök’ü ve teröre karşı tavrını bilen biri olarak şaşırdım. Özkök, Türkiye’de ‘nereden gelirse gelsin’ teröre karşı duran isimlerden biriydi.
Çeçen eylemciler Karadeniz’de sefer yapan bir feribotu kaçırdıkları zaman, bunun bir terör eylemi olduğunu söyleyen sadece iki gazeteciden biri ben, diğeri oydu. Ve bu fikrimizden ötürü o dönemde epey hırpalanmıştık.
Teröre karşı bu denli ‘net’ tavrı olan Özkök’ün yazısı, beni bu yüzden şaşırttı.
Terör artık pespayeleşiyor demek, terörün en azından başlangıçta pespaye olmadığını kabul etmek anlamına geliyordu.
Yazıyı okuyunca, başlığın yanıltıcı olduğunu, Özkök’ün yine aynı fikirleri, tutarlı bir biçimde savunduğunu gördüm.
Terör, sivillere yönelik şiddet, masum insanların kanının dökülmesi, hedef gözetilmeden yapılan eylemler, kim tarafından, hangi maksatla yapılırsa yapılsın terördür.
Terör kimi hedef alırsa alsın ve kim tarafından yapılırsa yapılsın terördür. Bu köşede yıllar boyu nereden gelirse gelsin, teröre karşı duruldu.
Ancak 11 Eylül’den bu yana ‘İslami’ olarak adlandırılan ‘terör’ tırmanışta.
Ve her ne hikmetse, terörle savaş konusunda ABD ile aynı fikirde olmayan veya en azından ABD’nin yöntemlerini benimsemeyen ülkeleri vuruyor.
Irak’ta ‘saçma’ bir biçimde Fransızlar kaçırılıyor.
Kafkaslar’da önce Gürcistan, Rusya’ya savaş ilanı girişiminde bulunuyor ve bölgenin istikrarı açısından büyük önem taşıyan Putin’in Türkiye gezisi arifesinde terör Rusya’yı vuruyor.
Öyle görünüyor ki, ‘İslamcı teröristler’, İslam’dan çok başkalarına hizmet eder durumdalar.
Aynen ABD’nin, ‘askeri müdahalede bulunmayacağı’ PKK gibi...
Futbolculara 50 trilyon Eşref’e bilek hareketi
ÇEKİÇ atmada Olimpiyat üçüncüsü olan Eşref Apak’a, pek çok ülkeden vatandaşlık teklifi yağıyor.
Para ve imkán vaat ediyorlar. Dar gelirli bir ailenin çocuğu olan Apak, bu tekliflerden birini kabul etse hayatı kurtulacak; ama o ‘şimdilik’ bekliyor.
Bu arada başından beri ‘Ben bu çocuğa yetmiyorum’ diyen ve buna rağmen Türkiye’ye 50 yıl aradan sonra olimpiyatlarda atletizm dalında bir bronz madalya kazandıran antrenörü, ‘Bir şeyler yapalım’ diye feryat ediyor.
Fakat kimsenin bir şey yapacağı yok.
Her yıl milyonlarca dolar kazanan ‘profesyonel’ futbol milli takımına, dünya şampiyonluğu karşılığında 50 trilyon, finallere kalma karşılığında ise 12 trilyon lira prim verilmesi kararlaştırılıyor, Eşref Apak için kimse kılını bile kıpırdatmıyor.
Benden Eşref’e tavsiye.
Vatandaşlık öneren bir ülkenin teklifini kabul et ve git.
Spora, sporcuya değer verilen bir ülkeye git.
Orada çalış ve şampiyon ol.
Çünkü burada kimse senin değerini bilmeyecek.
Gürsoy’u biri durdurmalı
GALATASARAYLI yönetici Ergun Gürsoy hakkında bir şey yazmak istemiyordum. Çünkü yönetimde olmadığı dönemlerde kulübün başarılı olmasını istemediğini itiraf etmiş birisi üzerinden Galatasaray’ı eleştirmek ayıp olur.
Ama galiba farz oldu.
Ergun Gürsoy, büyük bir takıntı halinde Fatih Akyel isimli oyuncuyu almak istiyor.
Oysa Galatasaray camiası, taraftarından yöneticisine kadar bu transfere karşı.
Gürsoy yönetimde olmadığı için o sıralarda Galatasaray’la ilgilenmiyor veya Fatih Akyel’in Galatasaray’a yaptığı ayıplardan keyif alıyor olabilir; ama Akyel’in Galatasaray’a karşı terbiyesizliklerini camia unutmadı.
Bu çocuk Galatasaray’dan giderken, Galatasaray’a verdiği sözlerden hiçbirini tutmayarak kulübü büyük zarara uğrattı. Dönüşünde araya başbakanları koyarak Fenerbahçe’ye gitti. Futbolcudur, doyduğu yere gider. Bu önemli değil.
Ama Fenerbahçe’ye gittikten sonra, taraftarına kendini kabul ettirmek için Galatasaray hakkında attı tuttu. Yetmedi, Galatasaray tribünlerine yakışık almayacak hareketler yaptı.
O da yetmedi, Galatasaray’da yıllarca kendisine hem kaptanlık, hem abilik yapan Bülent’e, Fenerbahçe Stadı’nda küfürlerle saldırdı.
Bütün bunların üzerine, geçen yıl Olimpiyat Stadı’nda oynanan maç sonrası soyunma odası koridorlarında herkesin gözü önünde Galatasaray’a sinkaflı küfürler savurdu.
Fırsat buldukça Galatasaraylı yöneticilere salladı.
Ergun Gürsoy, işte bu adamı Galatasaray’a getirmeye kalkıştı. Üstüne üstlük beceremedi. Şimdi de kalkmış, ‘Sezon sonunda mutlaka alacağız’ diyor.
Umarım Galatasaray’ın ne demek olduğunu çok iyi bilen ve Ergun Gürsoy bunu bilmediği için geçmişte onunla şiddetli tartışmalar yaşayan Başkan Canaydın, bu ‘rezaleti’ engeller.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ahlaksızlık bile reklam vesilesi yapılmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2004
<B>OLİMPİYATLARA </B>götürülen güreş milli takımı ile ilgili olarak korkunç iddialar ortalıkta dolaşıyor. Eğer bu iddialar doğruysa, Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in ‘acil’ bir soruşturma başlatması ve Güreş Federasyonu Başkanı Osman Şansal’ın ‘hemen’ istifa etmesi gerekiyor.
İddialara göre, Güreş Federasyonu, geçen yıl içinde müthiş bir performans gösteren güreşçiler yerine, geçmişte başarılı olmuş ama yolun sonuna gelmiş güreşçileri olimpiyat kafilesine almayı tercih etti.
İddialar doğruysa, ki verilere göre doğru gibi görünüyor, Güreş Federasyonu’nda işler ahbap çavuş ilişkisi içinde ve ‘hemşerilik’ temelinde yürütülüyor.
Olimpiyatlara götürülmeyen sporcular arasında, mesela 2004 Avrupa Şampiyonu Nazmi Avluca ve Bayram Özdemir var.
2004 yılında son derece başarılı bir dönem yaşayan Özdemir’in yerine, 55 kiloda en son birinciliğini 1997’de alan ve bu olimpiyatlarda elenip giden Ercan Yıldız kafileye dahil edilmiş.
Avrupa Şampiyonu bir diğer isim Nazmi Avluca’nın yerine de 84 kiloda Hamza Yerlikaya götürülmüş. Üstelik olimpiyatlarda Yıldız ve Yerlikaya’nın yenildiği sporcuları bu iki sporcu daha önce birçok kez yenmiş.
Milli takıma girmek için kriterler arasında Türkiye Şampiyonası, Vehbi Emre, Uluslararası Güreş Turnuvası gibi turnuvalara katılmak gerekmesine rağmen Ercan Yıldız son iki turnuvaya da katılmamış. Ama olimpiyat takımına girmeyi becermiş. Milli takıma giremeyen Özdemir ise Uluslararası Turnuva’da ikinci, Türkiye Şampiyonası’nda ise birinci olmuş. Özdemir, Ercan Yıldız’ın olimpiyat minderinde yenildiği Danimarkalı güreşçiyi ve önceki olimpiyat şampiyonu Kübalı sporcuyu da farklı yenmiş. Yani güreşte alınabilecek bir altın madalya ‘feda’ edilmiş.
Bayram Özdemir’in, olimpiyatlara katılacak sporcuları belirleyen antrenörlerine, ‘Beni en azından elemelere götürün, ya da Ercan ile aramızda bir seçim yapacaksınız, bizi karşılıklı güreştirin, hangimiz iyi ise onu götürün’ dediği de biliniyor.
Bunlar iddia. Ama son derece somut verilere dayanan iddialar.
Başbakan Erdoğan ve Bakan Şahin, olimpiyatlarda alınan madalya sayısını beğenmiyor. Haklılar da.
Ama bu kafa federasyonlarda egemen oldukça, bu madalyalar artmaz, azalır.
Onurlu adamlar bu rapordan sonra istifa ederler
38 kişinin ölümüne neden olan tren faciasının ‘bilirkişi raporu’ açıklandı.
TCCD 8’de 4, 1. makinist 8’de 3, ikinci makinist 8’de 1 suçlu.
Makinistler de TCDD personeli olduğuna göre, aslına bakarsanız TCDD 8’de 8 suçlu; ama en iyimser olasılıkla suçun yüzde 50’si TCDD’de.
Kazadan sonra Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile yaptığım telefon görüşmelerini net hatırlıyorum. ‘Hele bir kaza raporu çıksın, gereğini yaparız’ diye birkaç defa söylemişti.
Rapor çıktı.
TCDD suçlu.
Gereği ne?
En azından TCDD Genel Müdürü Karaman’ın istifası.
Rapor açıklandıktan sonra 24 saat bekledim. Genel Müdür ‘onurlu’ bir davranış sergiler ve istifa eder diye.
Ama hálá kendisinden ses seda yok.
Anlıyorum ki, ‘koltukta kalmak’ için direnecek.
Peki bu adamı görevden alacak bir otorite de mi yok?
Bakanın ‘çocukluk’ arkadaşı olmak, bu kadar mı önemli!
İsrail’le gerilim azaldı ABD durumdan memnun
İSRAİL’le kopma noktasına gelen ilişkileri ‘düzeltmek’ için AKP’nin üç önemli isminin İsrail’e gideceğini dünya bu köşeden öğrenmişti.
Başbakan’ın üç ası Şaban Dişli, Ömer Çelik ve Egemen Bağış’ın İsrail’e gideceğini ABD yönetimi bile bu köşede yazılınca duydu.
Bu üçlüye Mevlüt Çavuşoğlu da katıldı ve ziyaret gerçekleşti.
Üstelik çok da faydalı oldu. Üst düzey görüşmeler yapıldı ve İsrail yönetimi, Türkiye’nin İsrail aleyhtarı bir politika izlemediği konusunda ikna edildi.
İsrail Başbakan Yardımcısı’na, Başbakan Erdoğan’ın Teke Tek programında söylediği sözler tekrarlandı. Erdoğan’ın çıkışlarının dost uyarısı ve Ortadoğu’da tansiyonu düşürmek için söylenmiş sözler olduğu anlatıldı. AKP’nin hükümet programı hatırlatıldı. Olmert’e, ‘Bakın, bizim programımızda dış politika ile ilgili üç başlık var. ABD ile ilişkiler, AB ile ilişkiler ve İsrail ile ilişkiler. Önemsemesek ayrı başlık açmazdık. Bu bile tek başına bizim İsrail’e ne kadar önem verdiğimizin de göstergesi’ denildi.
İsrail tarafı da geziden memnuniyetini gizlemiyor. Görüşmelerde AKP heyetine, ‘Başbakanınız gelmedi ama siz de onun yarısı sayılırsınız’ diye iltifat edildi.
Bazı toplantılara ABD’deki Yahudi lobisinin temsilcileri de katıldı ve alınan sonuçlar anında ABD’ye iletildi.
İlişkilerdeki gerginliğin ortadan kalkmasından veya en azından tansiyonun düşmesinden ABD tarafı da çok mutlu.
Ancak yine de İsrail’den gelen bilgiler, Başbakan veya Dışişleri Bakanı düzeyinde bir gezinin daha da olumlu olacağı yolunda.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bu köşede Çeçen teröristlere terörist dediğimiz zaman tepki gösterenler, okul baskınından sonra özür dileme gereği duydukları zaman.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2004
<B>BU </B>konuyu kaç zamandır yazacağım ama bir türlü sıra gelmedi. Kısmet bugüneymiş. Devlet Hava Meydanları İdaresi’nde, <B>Kamuran Çörtük </B>etkisi hálá sürüyor galiba. Geçtiğimiz günlerde İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nın yap-işlet-devret ihalesi, Havaş-Bayındır ortaklığına verildi.
Havaş, işini iyi yapan bir kuruluş. Ona hiç itirazım yok. Ancak Bayındır deyince iş değişiyor.
Kamuran Çörtük’ün bu ülkenin başına neler getirdiğini biliyoruz.
Burada kullandığı kamu kaynakları, batırdığı bankalar bir yana, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine sekte vurmayı başarmış bir isim.
Romanya’da batırdığı banka ile Türk-Rumen ilişkilerini zora sokan ve devletin sırtına yüz milyonlarca dolar yükleyen, Pakistan’da yapamadığı otoyol inşaatının teminat mektubu sorunlarını yine bu memlekete aktaran bir adam.
Bayındırbank’tan ötürü devlete bindirdiği yük de cabası.
Bugün hálá devlete yüz milyonlarca dolar borcu olan ve ‘güvenilir’ olma özelliğini yitirmiş bir isim.
Bu adama Türkiye’nin üçüncü büyük havalimanı ihalesi 125 milyon dolarlık yatırım karşılığı veriliyor.
Kimse de demiyor ki: ‘Be adam, 125 milyon dolar yatırım yapacak gücün varsa Romanya’daki bankanın yükünü niye bu devlete yıktın? Madem paran var, neden devlete olan borcunu ödemiyorsun?’
Bu ihale, nasıl bu adamın içinde bulunduğu gruba verilir anlamıyorum. Çünkü Antalya’da daha önce aldığı işi yürütemedi ve Fraport isimli bir Alman firmasına devretti.
Üstelik de yap-işlet-devret alıyor.
Yani ‘Ben bu işi bilirim. Kredim de var. 125 milyon doları bulurum’ diyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir kuruluşu da buna inanıyor.
5 yıl önce çeki karşılıksız çıkana kredi verilmeyen, kredi kartı verilmeyen ülkede, devlete yüz milyonlarca dolar borcu olana neler veriliyor.
Ben giderek ‘yeni dönemden’ umudumu yitiriyorum.
Geçmişin düzeni yeniden kuruluyor.
Nereden çıktı bu zina işi?
ZİNANIN suç haline getirilmesine ilişkin yasal düzenlemeyle ilgili olarak CHP kadar AKP içinde de rahatsızlık var.
Zinanın boşanma gerekçesi dışında suç sayılmaması ile ilgili olarak toplumda bir uzlaşma vardı. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla sistem oturmuştu ve bir rahatsızlık yaratmıyordu.
Ancak şimdi kuyuya bir taş atıldı. Bu taşın atılmasıyla ilgili olarak ortada iki iddia var. Yasanın getirilmek istendiği durumdan her iki partinin akil adamlarının rahatsızlığı, bu iddiaların gündeme gelmesine neden oluyor.
İlk iddiaya göre, AKP içinde eski MHP’lilerden ve Milli Görüşçülerden oluşan bir grup, zinanın yeniden yasal bir suç haline gelmesini talep ettiler. Ancak bu talebe olumsuz yanıt aldılar. Bunun üzerine, ‘Öyleyse biz de yasa görüşülürken bir önergeyle gündeme getiririz. O zaman karşı çıkmak zorunda kalırsınız’ dediler.
Bu tehdit üzerine AKP, yasa değişikliğini gündeme aldı.
Bir diğer iddia ise AKP, CHP’nin zinayla ilgili bu düzenlemeye karşı çıkacağını tahmin ediyordu ve bu maddeyi gündeme getirerek CHP’ye karşı elinde bir pazarlık unsuru bulundurmak istedi.
Her iki durumda da ortada bir ‘abukluk’ var.
Hakikaten süperstar
GEÇEN hafta içinde Ajda Pekkan’ı sahnede izledim. Ve hayran oldum. Sahnede benim çocukluğumdan beri izlediğim, şimdilerde 60 yaşlarına gelmiş bir kadın mı, yoksa 40’larında bir genç kadın mı var anlayamadım.
Müthiş bir dinamizm. Enfes bir üslup. Sıcak ama soylu bir duruş. İzleyici ile kararında bir diyalog. Sade bir şıklık. Abartısız bir makyaj.
Ve unutulmaz bir repertuvar. Her şarkıya bağıra bağıra eşlik etme isteği uyandıran bir konser. Ajda Pekkan, dünya çapında bir sanatçı. Buna hiç kuşku yok.
Avrupa’da star olmuş benzerlerinden eksiği yok, fazlası çok.
Gerçek bir ‘süperstar’.
Helal olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Memleketteki hırsızlıklara, yeni iktidar kendi düzenini kuruncaya kadar değil, sonsuza kadar dur denildiği zaman.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2004
<B>ZİNA </B>konusu yine gündemde. Bu köşenin okurları hatırlayacaktır; yıllar önce zina ile ilgili TCK düzenlemesinin Anayasa’nın <B>‘eşitlik’</B> ilkesine aykırı olduğunu defalarca yazmış, ardından bir ilçemizde görev yapan <B>‘hukukçu’</B> bir hákimin konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımasıyla <B>‘çağdışı’</B> zina düzenlemesi Yüce Mahkeme tarafından iptal edilmişti. O gün bugündür bu konu gündem dışındaydı.
Yeni Türk Ceza Kanunu hazırlanırken, AKP zinanın ‘kadınlar için’ yeniden suç sayılmasını gündeme getirdi.
‘İlerici’ CHP ise buna karşı çıktı ve kendince ‘modern’ bir uygulama için bastırdı.
CHP zinanın sadece kadın için değil, erkek için de suç sayılması gerektiğini söyledi.
CHP burada AKP’nin geri adım atacağını ve zinanın her iki taraf için de suç sayılmaktan çıkarılacağını düşünmüş olabilir. Bilemem.
Ama sonuç öyle olmadı.
Gelen bilgilere göre iki parti zinayla ilgili düzenlemede anlaşmışlar.
Buna göre CHP’nin istediği şekliyle, yani zinanın her iki taraf için de suç sayılacak şekilde yasada yer almasına karar vermişler.
Üstelik bununla da yetinilmiyor. Savcılar zina suçunda şikáyet olmaksızın harekete geçebilecekler.
Bu yeni düzenlemeyle ilgili olarak konuştuğum eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, ‘Bu yeni haliyle yasa 1927 yılındaki düzenlemeden de geri gitmiştir. Böyle saçmalık olmaz’ diyor.
Son derece haklı.
Zina denilen olay, tamamen olayın taraflarını ilgilendirir.
Karı koca ilişkisinde, kişiler arası özel bir durumdur.
Bu özel durumun, yasa ile düzenlenmesinin hiç mantığı yoktur.
Kimi eşinin başka birine yan gözle bakmasını bile içine sindiremez, kimi ise kocasının kamuya mal olmuş seks ilişkilerinden rahatsız olmaz.
Bu sadece karı kocayı ilgilendiren özel bir durumdur.
Zinayla ilgili yapılabilecek tek yasal düzenleme ‘zinanın tek başına geçirli bir boşanma sebebi’ sayılmasıdır.
Bundan ötesi bir düzenleme, modernleşme arzusundaki Türkiye’nin işi değildir.
İtalya’da yüz yılı aşkın bir süre önce ‘kilise baskısıyla’ ceza kanununa suç olarak sokulmuş ve oradan geçmişteki haliyle Türk Ceza Kanunu’na ‘sıçramış’ bir yanlışı ‘büyüterek’ yeni TCK’ya sokmak, abesle iştigalden öte bir şey değildir.
Başbakan’dan şarap fabrikası yorumu
30 Ağustos resepsiyonunda Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan’la sohbet ediyoruz. Memleketi Muş’a yatırım yaptırmak için bir grup işadamını şehre götürüp yatırıma ikna etmeye çalışan Çağlayan, Muş’taki havayı anlatıyor.
Yanımızda Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Canip Karakuş da var.
Canip Karakuş, Muş’taki üzümleri ve birkaç yüzyıl öncesinde kalan şarap imalatı geleneğini görünce Muş’ta modern bir şarap üretim tesisi kurmaya karar vermiş. 55 dönüm bağla işe başlıyor. Yerli üreticileri de organize edip üzüm ürettirecek.
Biz bu konudan bahsederken Başbakan Tayyip Erdoğan yanımızdan geçiyordu.
Erdoğan, Çağlayan’a Muş’la ilgili gelişmeleri sordu.
Zafer Çağlayan da yapılan işleri anlatmaya başladı ve Canip Karakuş’u göstererek ‘Canip de şarap fabrikası kuruyor’ dedi.
O sırada Mehmet Akarca, ‘Alkolsüz olsa daha iyi olur değil mi?’ diye takıldı.
Başbakan, Akarca’ya döndü ve ‘Vallahi o sizin gündeminiz. Muş’ta bir vatandaşımıza iş imkánı yaratsın. Muş’taki fakirliği azaltmak için katkı yapsın. Biz ona bakarız’ dedi.
Başbakan’ın bu fikrinde samimi olduğunu biliyordum. Ama AKP içinde bu samimiyete katılanların oranı konusunda bir fikrim yoktu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Uluslararası örgütler, ülkelerin iyi niyetlerini sömürmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku