Fatih Altaylı

Rocard: Bütün sorunlar masaya oturmadan çözülmek zorunda değil

22 Eylül 2004
<B>FRANSA ’</B>nın eski başbakanlarından <B>Michel Rocard,</B> dün Fransa’da yayınlanan bir televizyon programının konuğuydu. Rocard, Türkiye ile AB arasındaki ‘soğuk savaşa’ ışık tutabilecek şeyler söyledi.

Fransa’nın şu anda Avrupa Parlamentosu milletvekili olan eski başbakan Rocard, Türkiye’nin aralık ayında AB’ye üye olmayacağını, sadece ‘müzakere masasına’ davet edileceğini ve şu an yaşanan ‘paniğin’ yersiz olduğunu söyledi.

Rocard’a göre, Türkiye’nin bu müzakerelerin gidişatına göre en az 8-10 senelik bir müzakere dönemi yaşayacağını, bu müzakerelerin sonunda üyeliğin yine de ‘kesin olmayabileceğini’ belirtti ve AB’nin geçmişinden örnekler de verdi.

Michel Rocard’ın verdiği en ‘anlamlı’ örnek İngiltere ile AB arasında süren uzun pazarlıktı.

İngiltere’nin, şimdiki adı Avrupa Birliği olan Ortak Pazar’a girmesini Fransa’nın uzun süre engellediğini, İngiltere ile Avrupa arasında 4-5 yıl süren müzakerelerin olumlu sonuçlanmadığını hatırlatan Rocard, İngilizlerin 2 yıl aradan sonra yeniden müzakere masasına kabul edildiğini ve üyeliğin ancak bu ikinci müzakere döneminde gerçekleşebildiğini hatırlattı.

Programda Michel Rocard’a yeni TCK tasarısının Meclis'ten geçmemesinin sonuçları da soruldu.

Rocard’ın burada verdiği yanıt da, son derece net ve benim dünkü yazımda belirttiğim gibiydi. Rocard Türkiye’de ölüm cezasının kalktığını, azınlık hakları ve Kürt meselesinde beklenenden daha çok yol alındığını, AB açısından önem taşıyan konularda kaydedilen ilerlemenin bugün var olan sorunlardan çok daha büyük olduğunu söyledi.

Rocard, ‘Bütün sorunlar masaya oturmadan ortadan kalkacak diye bir şart yok. TCK’nın çıkmamış olması Türkiye ile müzakerelere başlamamak için bir sebep teşkil etmez’ dedi.

Rocard’ın sözlerinin de ortaya koyduğu bir gerçek var. Avrupa Birliği Komisyonu Türkiye ile müzakereye oturacağını değil, aralık ayında Türkiye’yi tam üye yapacağını düşünüyor olmalı ki, tam üyelik kriterlerini istiyor.

İyi de o zaman önümüzde tam üyelik için 10 yıl olduğu söyleniyor.

Bu 10 yıl boyunca biz müzakere masasında ne konuşacağız?

Turizmde yeni pazar Çin

EYLÜL ayı başında Çin yönetimi devrim niteliğinde bir karar aldı.

Bu ayın başına kadar Çin vatandaşları, yurtdışına ancak ‘iş amaçlı’ olarak çıkabiliyorlardı. Yapılan değişiklikle 1 milyarı aşkın Çinliye, ‘süre kısıtlamasız turistik amaçlı gezi’ olanağı tanınmış oldu.

Şimdi Çin gazetelerinde Avrupa ülkelerine yönelik turların ilanları dolu.

Schengen ülkelerinin Çin vatandaşlarına vize kolaylığı sağlamasından dolayı, şu anda turlar yok satıyor.

Şimdilik en gözde ülkeler Almanya, İtalya, Fransa ve İsviçre.

Üstelik Çinli turistler hiç de müşkülpesent değil.

Yılda 10 gün izin hakkı olan Çinliler bu kısa sürede en fazla yeri görebilmek için koştura koştura geziyorlar.

Lufthansa’nın Şanghay Büro Müdürü Don Bukenburg, talebe yetişmekte zorlandıklarını söylüyor.

Lufthansa, eskiden günde bir kez Beijing seferi yaparken, şimdi haftada üç ekstra seferle Münih-Beijing arasında uçuyor. Haftada 14 de Şanghay seferi yapıyor.

Peki ben bunları niye yazıyorum? Turizmcilerimiz gelişmeden haberdar olsun diye.

Bizdeki fiyatlar ve servis kalitesiyle ciddi bir potansiyel yaratabileceğimizi düşünüyorum.

Onlar alim değil, manken

SAVAŞ Ay,
Sabah Gazetesi'nde manken ve şarkıcılarla röportajlar yapıyor. Son derece eğlendirici, insanı güldüren röportajlar. Fakat bakıyorum da, bu röportajlar giderek ‘toplumsal bir mesele’ haline gelmeye başladı. Bazı enteller veya entel olmaya çalışanlar, bu röportajları veren ‘şarkıcı ve manken’ taifesini ağır biçimde eleştiriyorlar. Oysa buna hiç hakları yok. Doğrudur, bu kızlar ve oğlanlar bilgi açısından son derece zayıflar. Kültürel gelişimleri pek yüksek bir noktada değil. En temel bilgilerden bile yoksun oldukları görülüyor ama onlar bizim içimizden birileri. Ortalama Türk insanı ne kadar kültürlüyse, onlar da o kadar kültürlü. Bu kişilerin televizyondaki yarışmada en basit soruyu bile bilemedikleri için Mehmet Ali Erbil veya Seda Sayan’dan ‘yardım dilenen’lerden bir farkları yok ki. Ya da tek farkları, ‘meşhur’ olmaları. Yıllar önce Star televizyonunda bir yarışmada para dağıtabilmek için çok basit sorular sorulurdu. Bir kadın yarışmacıya, ‘Ülkelerin simgesi olan her biri değişik renk ve biçimde olabilen bezlere ne ad verilir’ diye sorulmuştu.Yarışmacı ‘Bayrak’ olması gereken basit yanıt yerine İngiliz kumaşı demişti. Savaş Ay’ın bugün konuştuğu ‘manken ve şarkıcıların’ o kadından daha bilgili olmak için bir gerekçeleri yok. Meşhur olmasalardı, büyük ihtimalle telefonla bu yarışmalara katılacaklardı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Yazacak konusu ve bilgisi olmayanlara köşe vermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Berlusconi, Erdoğan’a ne tavsiye etti?

21 Eylül 2004
<B>HAFTA </B>sonu keyifli bir iş için İtalya’daydım. Tam İtalya dönüşünde, Başbakan <B>Erdoğan’</B>a, <B>‘yakın dostu’</B> İtalya Başbakanı <B>Berlusconi’</B>nin birkaç ay önceki <B>‘tavsiyesini’</B> hatırlatmak istedim. Berlusconi, Başbakan Erdoğan’la, yanılmıyorsam NATO Zirvesi sırasında dostça bir sohbet yapmış.

Bu sohbet sırasında kendine yakın bulduğu Erdoğan’a bazı ‘nasihat’ sayılabilecek tavsiyelerde bulunmuş.

Berlusconi’nin Erdoğan’a neler dediğini nakledeyim:

‘Sevgili Tayyip, sen artık bir dünya liderisin. Liderler masasının en önemli figürlerinden birisin. Bunu hiç aklından çıkarma. Unutma ki, bundan böyle senin söyleyeceğin her söz, yapacağın her jest önemli sonuçlar doğuracaktır. Bunu bil ve ona göre hareket et.

Kendi deneyimlerimden biliyorum. Siyasi rakiplerin üzerine gelecektir. Basın yanlışlarını veya doğrularını abartacaktır. Kendi çalışma arkadaşların bile zaman zaman seni hayal kırıklığına uğratabilecek veya seni yanlış yönlendirebilecektir.

Kendine her zaman hákim ol. Söyleyeceğin her sözün, ülkenin ve hatta dünyanın kaderi üzerinde etkili olacağını unutma.

Sinirlenme, öfkene yenilme. Ölçerek, tartarak konuş ve tavır al.’

Söylenenler kelimesi kelimesine bunlar olmayabilir. Ama söyleniş üslubu ve içerik bu.

Bildiğim kadarıyla, Başbakan Erdoğan, Berlusconi’nin ‘dostu’ olduğunu düşünüyor.

Acaba Başbakanımız, ‘dostunun’ deneyimlerinden kaynaklanan tavsiyelerine ne kadar uyduğunu hiç düşünüyor mu?

AB’den bezdirme politikası

TCK’
da zinayla ilgili olarak yapılması düşünülen düzenlemeye karşı olmakla birlikte, Başbakan’ın Avrupa Birliği ile ilgili sözlerine katılmamak mümkün değil.

AB, Türkiye’ye tam üyelik değil, sadece bir müzakere tarihi vereceği halde, talepleri sanki aralık ayında Türkiye’yi tam üyeliğe alacakmış gibi.

AB’nin Türkiye’den talep ettiği birçok şey, bugün AB üyesi ülkelerin pek çoğunda hálá çözülmemiş sorunlar.

AB yetkilileri, Türkiye’nin bu sorunları çözmek için önünde uzun bir müzakere süreci olduğunu görmezden gelmeye devam ediyorlar.

Bu nedenle, yanlış bir konuyu savunuyor olmasına rağmen Başbakan’ın AB’ye yönelik çıkışı, bence doğru.

Çünkü AB’nin Türkiye’ye karşı ‘iyi niyetli’ olmadığı açık.

Bunun kanıtı ise Romano Prodi’nin Ermenistan gezisinde sarf ettiği cümleler.

Prodi, Türkiye’nin Ermenistan’la olan sınırının kapalı tutulmasının ‘yanlış’ olduğunu ve bu durumun da ‘üyelik önünde bir engel’ teşkil ettiğini söylüyor.

Prodi’nin bunu söyleyebilmesinin temelindeki ‘legal’ gerekçe, AB’nin ‘komşularla iyi ilişkiler’ öngörmesi.

Ancak AB içinde bu kural zaten her biri AB üyesi olan komşularla ilgili bir yaklaşım.

Üstüne üstlük, komşumuz Yunanistan AB’ye tam üye olmasına rağmen, Avrupalı bir komşusuyla, Makedonya ile uzun süre ‘sınır sorunları’ yaşadı ve Yunanistan-Makedonya sınırı uzun süre kapalı kaldı.

Yunanistan için ‘sorun’ olmayan bir tavır; Türkiye söz konusu olunca ‘sorun’ olabiliyor.

Avrupa Birliği, ‘gün’ yaklaştıkça Türkiye’yi bezdirmek istiyor.

Ancak şu da bir gerçek ki, bu bezginlik bizi AB hedefinden uzaklaştırmamalı.

Çünkü Türkiye’nin kimliğini yeniden kazanabilmek için kapağı AB’ye atması şart.

Stres geri geldi

GEÇENLERDE
bir yazımda ‘Son iki yıldır sabahları daha az stresle uyanıyoruz’ demiştim.

Demez olaydım.

AKP aynen eskiden olduğu gibi, her sabah ‘Bugün yine ne acayiplikler olacak’ diye uyanmamıza yol açacak işler yapmaya, üstüne üstlük kendi çabalarını da sıfırlamaya çalışıyor.

Dedem, ‘İnsanlara güven. Çünkü senin kendine yapabileceğin kadar büyük bir kötülüğü kimse yapamaz. Sen kendine kötülük yapmazsan, başkasından korkma’ demişti.

Haklıymış...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Süt sağarken süt kovasını kendimiz değil, inek devirdiği zaman.
Yazının Devamını Oku

İspanyollar İskenderun’da araziye uydu

17 Eylül 2004
<B>İSKENDERUN </B>Limanı’nda batan ve çevre felaketine yol açan gemiyle ilgili olarak Orman Bakanlığı Çevreden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı <B>Mustafa Öztürk </B>ile konuştum. Öztürk’e İspanyolların sorumluluk alma ve yardım etme taleplerini neden geri çevirdiğimizi sordum. Net bir yanıt verdi.

Gemi batınca İspanya’dan 3 kişilik bir heyet gelmiş. Heyet üyeleri, ‘Biz bu işin sorumluluğunu almayız. Ancak batık yerinde inceleme yapmak istiyoruz’ demişler.

Bakanlık Atık Dairesi, Hukuk Dairesi ve İspanyol heyetinin katılımıyla bir toplantı yapılmış. İspanyollar burada da ‘Sorumluluk almayız ama inceleme yapmak isteriz’ diye diretmişler.

Bunun üzerine İspanyol heyetine, ‘İnceleme yapın ama tek başınıza yapamazsınız. Yanınıza TÜBİTAK ’tan, İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Kürsüsü’nden, Avrupa Birliği Çevre Ajansı Sekreteryası’ndan ya da en azından Basel Sekreteryası’ndan uzmanları da alın ve ortak bir çalışma yapın’ denmiş.

İspanyol heyetindekiler, ‘Bunu üstlerimize sormalıyız. Bize bir gün süre verin’ demişler ve gitmişler. Gidiş o gidiş. Bir daha ne arayan var ne soran.

Peki geminin yarattığı tehlike ne olacak dedim.

‘2200 ton atıkta 3 kg. krom var. İstanbul’da deri sanayiinde her gün bunun kat be katı atılıyor. O daha tehlikeli’ dedi Prof. Öztürk. İskenderun’la ilgili rapor ve numune sonuçları da yarın belli olacakmış.

Onu da size duyuracağım.

Siyasi fortçuluk mu tabanı görememek mi?

BAŞLIKTAKİ
sorunun yanıtı hiç kuşkusuz ‘Evet’. Bazen yanlış bir adım atıp, bunun zarar vereceğini görüp geri adım atmak meziyettir.

İnatlaşmaktan, körü körüne yanlışı sürdürmekten çok daha doğrudur.

Ama bunun da bir sınırı vardır.

Sürekli yanlış, hesapsız adımlar atıp, ardından geri adım atmak en kibar tanımlamasıyla ‘işbilirliğe’ delalet etmez.

AKP ne yazık ki, bunu sıkça yapar oldu.

Kimi meseleleri ‘yasa’ haline getirme niyetlerini ‘kamuoyuna’ bildiriyor, gelen tepkilere bakıyor ve daha sonra geri adım atıyorlar. Geri adımlarda bazen ‘toplumsal’ tepki, genelde de ‘AB’ veya ‘IMF’ tepkisi etkili oluyor.

Önceki gün bunu yakın bir dostumla konuşurken, ‘Ne var canım. Adamlar hiç değilse geri adım atmayı biliyorlar. Bu ülke yıllarca keçi gibi inatlaşan siyasilerden şikayet etmedi mi?’ dedi.

Haklıydı.

Ama geri adımla sonuçlanan girişimlerin ‘fazlalığı’ dikkat çekecek miktarda.

Ve geri adımla sonuçlanan bu girişimlerin çoğunluğu, toplumun genelinin değil, ‘AKP’nin tabanı zannettiği’ kitlenin hassasiyetlerine yönelik.

AKP ne yazık ki bir şeyin farkında değil. O da bugün artık AKP’nin tabanının beni, çevremi de kapsadığı. Bu girişimleri dışında AKP’nin ülke yönetme biçimini, kendime çok yakın buluyorum. Ama bu gibi girişimler, bizim gibi düşünüp AKP’yi beğenenleri ‘soru işaretiyle karşı karşıya’ bırakırken, AKP’ye ‘sistematik’ olarak karşı olanların söylemlerini güçlendiriyor. Oysa ben AKP’nin Türkiye’yi demokratikleşme, özgürleştirme, Avrupalılaştırma hedefinde ciddi ve tutarlı olduğuna inanmak istiyorum.

Ama yapılanlar bana okulda anlatılan ‘Sapık Nuri’ lakaplı bir ‘fortçuyu’, bir lise arkadaşımı hatırlatıyor. Sapık Nuri otobüste fort yapacağı zaman önce hafif bir deneme yapar, ‘sert bir tepkiyle’ karşılaşırsa ‘kurbanından’ bir adım uzaklaşır, tepki almazsa ‘sapık’ eylemine devam edermiş.

Kimileri AKP’nin bu girişimlerini ‘siyasi fortçuluk’ olarak değerlendiriyor.

Ben ise hálá ‘gerçek tabanını’ görememiş olmanın ‘acemiliğine’ bağlamak istiyorum.

Kamusal alanda çocuk evlendirilir mi?

CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer
oğlunu evlendirdi. Düğün için de, uygun mekan olarak ‘Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü seçti.

Cumhurbaşkanı’nın bu ‘seçimi’ bazılarından büyük alkış aldı. ‘Helal olsun. Ne mütevazı adam’ diyenler çoğunluktaydı. Ben ise hiç öyle düşünmedim.

Ancak övgülerin ‘cılkı’ çıkınca ben de düşüncemi yazmak istedim.

Bana sorarsanız Sezer’in oğlunun düğünü için Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü kullanması son derece yanlış bir harekettir.

Turgut Özal bile kızının veya oğullarının düğünleri için böyle bir şey yapmaya cesaret edememişti. Burada bir mütevazılık falan da söz konusu değil. Mütevazı olan bir orduevinde veya Ankara’da bir düğün salonunda yapmaktır. Şaşaalı büyük otel düğünlerinin alternatifi, Cumhurbaşkanlığı Köşkü gibi ‘kamusal bir alan’ değildir.

Acaba ben de yarın kızıma mütevazı bir düğün yapmak istesem Çankaya Köşkü’nü kullanabilir miyim? Elbette hayır. Çankaya Köşkü’nü oğlunun düğünü için kullanmak, makam arabasıyla eşini konkene göndermekten daha farklı bir eylem değildir.

‘Masrafları cebinden karşıladı’ safsatasına gelince.

Oğlunun düğünde Cumhurbaşkanlığı Köşkü personelini, yani ‘kamu personelini’ kullanmak, üç beş kilo etin, pirincin parasını cepten vererek örtülecek bir ‘yanlış’ mıdır?

Daha çok uzun yazmak mümkün ama asıl olan şu.

Bu memlekette yorumlar özneye göre yapılır, hareketler özneye göre değerlendirilir. Bu yüzden de objektif olmaktan hep uzaktır.

Acaba bu düğünü Köşk’te yapan Tayyip Erdoğan veya bir başka siyasetçi olsaydı, aynı çevreler aynı övgüleri mi düzerdi yoksa ‘Gelen giden ve takılanlar görünmesin diye düğünü basından kaçırdılar. Üstelik de devlet imkanlarıyla düğün yaptılar’ mı derlerdi?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Köşe yazarları da, siyasetçiler de önyargıyla değil, akılla hareket ettikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Hangisi skandal

16 Eylül 2004
<B>NOKTA </B>Dergisi geçen hafta iddialı bir başlıkla çıkacağını duyurdu ve gazetelerin genel yayın yönetmenlerine dergiyi önceden gönderdi. Habere göre ortada bir AKP kurucusu tarafından Milli Savunma Bakanı’na gönderilen ‘skandal’ niteliğinde bir mektup vardı. Ve bu mektup yüzünden bir askeri bir ihale iptal edilmişti.

Haber ilginçti. Okudum. Ve hayret ettim.

Ortada bir skandal vardı ama skandal Bakan’a yollanılan mektupta değildi.

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e gönderilen mektup aynen şöyle başlıyor:

‘Sevgili Vecdi Bey, Sayın Bakanım, daha önceki hükümetler döneminde yapılmış, daha doğrusu yapılamamış olan 30 yataklı seyyar hastane projesi ile ilgili aldığım bazı duyumları size nakletmek isterim.’

Ve ihaleyle ilgili bazı iddiaları, ihaleyle ilgili bazı duyumları, kayırma söylentilerini aktarıyor.

Nitekim bu mektuptan sonra ihale iptal ediliyor.

Mektubu yazıp, Bakan Gönül’ü uyaran kişi Cüneyd Zapsu.

Ama bu ilk iptal değil. Daha önce de aynı ihale çeşitli kereler iptal edilmiş.

Nokta Dergisi, Bakan’a yazılan bu mektubu ‘skandal’ olarak değerlendiriyor.

Bu mektuptaki bilgiler bende olsa, ben bunları köşe yazısı yapar Bakan'ı uyarırım.

Yazar değil, bakanın arkadaşı olsam duyduklarımı bakana aktarır öyle uyarırım.

Zapsu da bunu yapıyor.

Bana sorarsanız asıl skandal Zapsu’nun Bakan’ı uyaran mektubunda değil. Bu mektubun, ihaleyi kazanan firmanın temsilcilerine ulaşmasında.

Bakan Gönül’e, oradan da büyük ihtimalle gereken araştırmanın yapılması için ilgili yerlere gönderilen mektup ihaleyi kazanan firmanın temsilcisine gidiyor.

Bence asıl skandal bu. Ya sizce!

İyiyim sağolun

Pazartesi gecesi Kanal D’nin tanıtım davetinde basit bir mide rahatsızlığı geçirdim. Ancak sevgili dostlarım ne olur ne olmaz diyerek hastaneye götürdüler. Çeşitli testler falan derken, önceki günü Florence Nightingale Metropolitan Hastanesi’nde geçirdim. Arayan, merak eden, iyi dileklerini yollayan bütün dostlarıma teşekkür ederim.

Geç kalan yazılar

GAZETECİ Necati Doğru, Vatan’da yazmaya başladı. İyi kalemdir. Geri gelmesi iyi oldu. Doğru, yazılarına başlarken ele aldığı ilk konu Uzanlar oldu. Doğru’nun yazdığına göre, Uzanlar'ın İmar Bankası’nda yaptıklarıyla ilgili ilk rapor 1986 yılında yazılmış.

Ve o dönemde de sumen altı edilmiş. Uzanlar mazi olduktan sonra Doğru bu rapordan alıntılar yayınlıyor. Okuyunca güldüm. Ben yıllarca Uzanlar’ı yazarken, Necati Doğru neredeydi!

Neden o zaman bu konulara girmedi. Şimdi Uzanlar'la ilgili hukuki her şey yapıldıktan sonra bu raporlar falan yazılmaya başlandı.

Biraz geç olmadı mı?

Star Grubu nasıl satılacak?

STAR
Grubu’nun satışıyla ilgili sağda solda ‘abuk’ yorumlar çıkıyor.

Bilmeden ahkam kesenler çok.

TMSF bu grubun diğer malları gibi, gazete ve televizyonlarını da, Telsim’i de satacak. Öncelikle bir değer tespiti gerekiyordu. Bildiğim kadarıyla bu büyük ölçüde tamamlandı. Bir diğer sorun, Uzanlar’ın şirketleri paramparça etmiş olmasıydı. Tek bir iştigal konusu, 10 şirketin kontrolündeydi. Önce bunlar birleştirildi. Şirketler tek başlarına işe yarar hale getirildi. Sonra bu işe yarar şirketlerin birbirleriyle bağlantısı ayrıldı ve teker teker satılabilir hale geldi.

Şimdi televizyonlar, radyolar, gazeteler ayrı ayrı satılabilir oldu.

Star Grubu’nun bulunduğu binayla ilgili sorunlar vardı. Bu da halledildi. Bina Telsim’e bırakıldı. Yani televizyonları veya radyoları ya da gazeteyi alacak olan kişi veya kurumlar belirli bir süre sonra binadan taşınmak zorunda kalacaklar.

Şirketler borçsuz, alacaksız ve hatta belki de, personelsiz olarak temiz bir halde satılacaklar. Şimdi bunun önündeki engeller temizlenmeye çalışılıyor.

TMSF sorunları büyük ölçüde çözdü. Tek çözülmeyen konu satış yöntemi ve başta RTÜK ve ilgili kanunlara göre bu satışın hukuka uygun olması. Bununla ilgili Başbakan’ın ve TMSF Başkanı’nın kapısını aşındıran çok kişi var. Bunların arasında medya patronları da mevcut. Bence en doğru ve tek doğru yöntem açık artırma.

Aynen turizm tahsislerinde Bakan Mumcu’nun dediği gibi. Ne Ali’ye, ne Hasan’a, parayı basana...

Kapat, kurtul

HALTER Federasyonu, ‘bayan şubesini’ kapatma kararı almış.

Neden. Bir taciz iddiası ortaya atıldı, ortalık pislik doldu ya. Çare kapatmak. Tam bize göre bir iş.

Düzeltmek, ortaya çıkan hatalı bir durum varsa bunu hukuk yoluyla çözmek yok. Çünkü kimsenin kimseye güveni, inancı yok.

Böyle şeyleri çok gördük.

Örnek mi? Kumarhaneler. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti üç beş mafya bozuntusu, üç beş eli silahlı adamla başetmeye çalışacağına, devlete para kazandıran, turizmi canlandıran kumarhaneleri kapattı.

Şimdi benzer şekilde olimpiyatlarda Türkiye'ye madalya kazandıran bayan haltercilerimize spor salonlarını, halter podyumlarını kapatıyoruz.

Neden? Ortada bazı iddialar var ve bu iddiaların üzerine gidecek yüreğimiz yok diye.

Bu kafayla, bu ülkede açık kurum kalmaz.

Benden söylemesi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendi hırsızımızın başkalarının hırsızlarından daha namuslu olduğunu düşünmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Savcı ‘El Kaide yok’ dedi, 62 kişi öldü

14 Eylül 2004
<B>KANAL </B>D Haber’de dün akşam müthiş bir haber yayınladık. Usta polis muhabiri arkadaşım <B>Ekrem Açıkel,</B> çok önemli bilgilere ulaşmıştı. Bu bilgiler, olur olmaz kişilerin telefonlarının dinlendiği Türkiye’de, çok önemli bazı dinlemelerin ise yapılamadığını ortaya koyuyordu.

İddialara göre, İstanbul’da 62 kişinin ölümüyle sonuçlanan 15 ve 20 Kasım saldırıları, bir savcı ‘El kaide yoktur’ demeseydi önlenebilirdi.

İstanbul polisi, 2003 yılı Ağustos ayının ilk haftasında, geçen hafta Irak’ta öldürülen Habib Aktaş ve bir arkadaşının izine ulaştı. Türk El Kaide’sinin lideri Habib Aktaş, saldırı emirlerini bizzat veren isimdi. İstihbarat Şubesi, Türk El Kaide’cilerin telefonlarını dinleyebilmek için izin almak istedi.

İstanbul Emniyeti, izni verecek olan İstanbul DGM’ye yazısını ulaştırdı.

İstanbul DGM’ye gönderilen yazıda şöyle deniyordu:

‘İlimiz İstanbul’da bir süredir takip edilen ve terör örgütü El Kaide militanı oldukları düşünülen iki şahsın telefonlarının dinlenebilmesi için gerekli iznin verilmesini saygılarımızla arz ederiz.’

İddialara göre, polisin bu isteğine dönemin DGM Savcısı ‘hayır’ cevabı verdi. Savcı, karar gerekçesini aynı evrakın arkasına yazdı:

‘Terörle Mücadele Yasası’nın ilgili maddesi uyarınca bu dinlemenin yapılması mümkün değildir. Ayrıca eldeki bulgulara göre Türkiye’de El Kaide isimli bir terör örgütünün faaliyeti bulunmamaktadır.’

Büyük bir olasılıkla çok ‘iyi niyetle’ verilen bu yanıt, İstanbul’u kana bulayan saldırıların önlenebilme ihtimalini ortadan kaldırmış oldu.

Ve bundan yaklaşık 3 ay sonra, ‘Türkiye’de faaliyeti olmayan’ El Kaide örgütü, önce iki sinagogu, ardından da İngiltere Başkonsolosluğu ve HSBC’nin Genel Müdürlüğü’nü havaya uçurdu. Kimbilir dinleme izni verilseydi, İstanbul Emniyeti, Türkiye’deki El Kaide liderine ve hücrelerine ulaşma ve belki de İstanbul’u kana bulayan 4 bombalı eylemi önleme şansını yakalayacaktı.

Suni gündeme ne gerek var

BÜTÜN
olan bitene rağmen, mevcut iktidarın ‘kötü’ olmadığını düşünmeye devam ediyorum. Pek çok alanda veriler pozitif. Ekonomide iyiye gidiş sürüyor. Enflasyon iyi. Döviz yükselmiyor. Petrol fiyatlarındaki ‘uçuşa’ rağmen cari açık ‘kabul edilebilir’ düzeyin üzerine çıkmadı. İstihdam ‘gizlice’ artıyor. Ne yazık ki, ‘kaçak işçi çalıştırma’ had safhada; ama milletin evine üç kuruş giriyor. İşverenin memnuniyet oranı artıyor, çalışanın memnuniyetsizlik oranı azalıyor.

AB’ye uyum sürecinde ‘imkánsız’ adımlar atıldı. Dış politikada ‘başarılı’ bir sürecin içindeyiz. Eski hırsızlara ‘merhamet ve kıyaklar’ devam ediyor; ama en azından şimdilik yeni hırsızlar türemedi. Başbakan hem içeride, hem dışarıda ‘güven uyandıran’ bir kişilik. En azından sabahları, iki yıl öncesine oranla daha az bir ‘stresle’ uyanıyoruz.

Ancak bütün bu ‘olumlu’ havayı dağıtan şey, bu olumlu havayı yaratanların kendileri.

Durduk yerde kuyuya taş atıyor, sonra da çıkarmak için uğraşıyorlar.

Aynen zina ile ilgili olarak planlanan yasal düzenlemeyle ilgili.

Gereksiz, anlamsız, kelimenin tam anlamıyla ‘fuzuli’ bir gündem.

İşin aslına bakarsanız, zaten ne Meclis’in ilgili komisyonlarının, ne hükümet kayıtlarının, ne de AKP’nin acil eylem planının içinde bu konuda yazılmış bir şey var. Bütün yaşanan gerginliğe ve tartışmalara rağmen, bu konuda geri adım atıldığı izlenimini uyandıracak yazılı bir kayıt bir yerlere düşülmüş değil. Başta düşünülenin aksine, Türkiye’yi çağdaş yasalara kavuşturma konusunda Atatürk’ten bu yana ikinci büyük reformu yapmış olan hükümetin bu işte ısrar etmesinde bir neden yok.

Zina yasası ile ilgili düzenleme, ‘topluma açık bir biçimde yapılmış bir fikir cimnastiği’ olarak ele alınır ve ‘toplumda bu konuda bir uzlaşma olmadığı’ görülerek çöpe atılır gider.

Kimse merak etmesin; bu durum ne Türkiye’ye zarar verir, ne de tartışmanın taraflarına...

En tepedeki Türk takımı

SAĞOLSUN, Türk spor basınının Galatasaray antipatisi devam ediyor. Bizim takım, spor sayfalarında yine arkalara itilmiş. Taraftarı az desen değil, ligde alt sıralarda desen değil.

Türk spor basını, Galatasaray’ı aşağılamaya devam ediyor; ama UEFA’nın yayınladığı ve Milliyet Gazetesi’nin de yer verdiği son veriler, durumun hiç de öyle olmadığını ve Galatasaray’ın hálá Türkiye’nin yüz akı olduğunu gösteriyor.

UEFA’nın açıkladığı ‘Şampiyonlar Ligi sıralamasında’ Galatasaray, 13. sırada.

Bu lige 9 kez katılarak, en fazla katılan ekipler arasında yer alan Galatasaray, yaptığı 68 maçta 18 galibiyet, 18 beraberlik ve 32 yenilgi alıp 54 puan topladı ve lige katılan 91 takım içinde 13. sırada yer aldı. Klasman şöyle:

1- Real Madrid, 2- Manchester United, 3- Bayern Münih, 4-Barcelona, 5- Juventus, 6- Milan, 7- Porto, 8- Ajax, 9- Borusia Dortmund, 10- Arsenal, 11- Valencia, 12- Deportivo, 13- GALATASARAY.

Sıralamadaki diğer Türk takımlarının durumu ise şöyle:

48- Beşiktaş... 71- Fenerbahçe.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Olayları evrensel verilerle değerlendirme alışkanlığı edindiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Haram, müeyyide ve Bahçeli’nin şaşkınlığı

13 Eylül 2004
<B>OLAYLAR,</B> korkutucu bir mecraya doğru akmaya başladı. <br><br><B>‘Popülist’</B> ve <B>‘basit’</B> politika anlayışının geleceği istasyon belliydi. AKP, zina ile ilgili yasal düzenlemeyi ‘paketlediğinde’, bundan sonraki adımın ne olacağı konusunda ciddi bir korku duymaya başlamıştım.

Çünkü yanlış bir yola girip, bunu doğru yol diye ‘yutturmaya’ kalkıştığınız zaman, o yolda sizden daha hızlı gitmeye çalışacakların ortaya çıkması kaçınılmazdı.

Kaçınılmaz gerçekleşti.

Dün Hürriyet’in 22. sayfasının alt köşesine küçük bir haber sıkıştırılmıştı.

Bence o haber Hürriyet’in manşeti olacak kadar tehlikeli bir gelişmeyi haber veriyordu.

Haberi görmeyen veya hatırlamayanlar için hatırlatayım.

‘Zina haram müeyyidesi olmalı.’

Sözlerin sahibi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli. Ve şöyle buyuruyor:

‘Zina haramdır. Müeyyidesi olmalı.’

Benim cumhuriyet tarihinde duyduğum en tehlikeli mütalaalardan biri bu. Haram ve müeyyide.

Bunu söyleyen Saadet Partili veya AKP’li biri olsa ne derdik?

Oysa söyleyenin önemi yok. Önemli olan içerik ve son derece tehlikeli bir içerik.

Haram olan bir şeye, laik cumhuriyetin ceza yasalarında bir müeyyide getireceksek, yasalara ne gerek var.

Bu mantıkla yola çıkacaksak haramın müeyyidesi zaten belli.

MHP’li Devlet Bahçeli’ye sormak isterim.

İçki içmek de haram. Ona da bir müeyyide planlamak gerekir mi?

Müslümanlara göre örtünmemek de günah, ya ona ne yapacağız.

Bahçeli, son günlerin tartışmalı konusunu, son derece tehlikeli bir mecraya doğru akıtmayı başardı.

Kendisini kutluyorum.

Ama önceki günkü açıklamasına giriş cümlesi bence müthiş.

‘Müslüman Türk milletinin zinaya bakışı bellidir’ diyor Bahçeli.

Evet bellidir.

O yüzden memlekette erkeklerimiz kasıla kasıla ‘zamparalık hikáyelerini’ anlatırlar.

O yüzden ülkemizin dört bir yanı yabancı ülkelerden gelmiş fahişelerle kaynıyor.

O yüzden magazin programlarında ‘Kim kimi’ bölümleri her şeyden çok reyting alıyor.

Bu ülke yine kötüye gidiyor. Benden söylemesi.

TCDD Genel Müdürü hálá istifa etmedi

TARİHE ‘Pamukova faciası’ olarak geçen tren kazasıyla ilgili olarak Bakan Binali Yıldırım ‘Hele bir bilirkişi raporu çıksın o zaman gereği yapılır’ demişti.

Bakan’ın veya en azından TCDD Genel Müdürü’nün istifasını isteyenler bu sözler üzerine sustular. Ardından rapor açıklandı.

TCDD 8’de 4, makinistler de toplam olarak 8’de dört suçluydu.

Ne var ki, Bakan Yıldırım söylediği sözleri unuttu. Ne kendi istifa etti, ne de Bakan Bey’in çocukluk arkadaşı TCDD Genel Müdürü.

Aradan iki haftayı aşkın bir süre geçti, Demiryolları’ndan ses seda çıkmıyor.

İstifa eden falan yok, ben size söyleyeyim olmayacak da.

Nedeni gayet basit.

‘Zamana bırak. Türk halkı unutur.’

TCDD Genel Müdürü Karaman, çekildi bir köşeye oturuyor. Gündemin iyice değişmesini, olan bitenin toplumun ‘balık hafızası’ içinde silinip gitmesini bekliyor.

Haklı da. Hızla unutuyoruz. Genel Müdür çok değil, üç beş hafta daha dayanırsa, bırakın Genel Müdür’ün istifa etmesini, Genel Müdür’ün neden istifa etmesi gerektiğini bile unutacağız.

Siyasetçiler de, bürokratlar da bunu bildikleri için ‘şerefli’ bir biçimde istifa etmektense, koltukta oturmayı tercih ediyorlar..

Çünkü bizde başarısız bir bürokratın istifa etmesi ve görevden alınması söz konusu olmuyor. Ta ki, bir iktidar değişikliğine kadar.

İktidar değişikliğinde de zaten başarıya falan kimse bakmıyor.

Ucuz reklam kirlilik yaratıyor

GAZETELERDE
yazarlar televizyonlardaki reklam sürelerinden şikayet eden ‘ağır’ yazılar yazıyorlar.

Haksızlar diyemeyeceğim. Televizyonlarda reklam süreleri çok uzun.

Bunun nedeni ise haksız rekabet.

Sektörü düşünmeyen, asıl yatırımı televizyon alanında olmayan ve televizyonu elinde sadece güç olsun diye tutan televizyon patronları, sektörün geleceğini düşünmedikleri ve günlük yaşadıkları için reklam fiyatlarını alabildiğine düşürüyor ve müthiş bir reklam kirliliğine neden oluyorlar.

Ancak bundan manşetlerde şikayet eden gazetelerin durumu farklı mı?

Gazetelerde reklam kirliliği yok mu?

Köşe yazarlarının yazacakları alan ‘reklamdan arta kalan bölge’ olarak belirlenmiyor mu?

Televizyon reklamlarından şikayet eden köşe yazarlarının köşeleri, gazetelerdeki reklamlar yüzünden sık sık yer değiştirmek zorunda kalmıyor mu?

Üstelik televizyon bedava bir ürün. Gazete ise parayla satılıyor.

Ben ne birini ne diğerini suçluyorum.

Asıl sorun, medyayı ‘iş’ olarak görmeyenlerin bu sektöre verdiği zarar.

Yakında masaya oturduğumuz AB’de, bir gazeteye veya bir televizyona verilecek tek bir ilanın parasıyla, Türkiye’de kampanya yapmak mümkün.

Hal böyle olunca televizyonundan gazetesine, dergisine bütün medyada içimiz dışımız reklam.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Tartışılsın diye ortaya attığımız fikirlerin kölesi olmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Anama sövülen stada maç mı vereyim!

11 Eylül 2004
<B>GÜRCİSTAN </B>milli maçının Trabzon Avni Aker Stadı’nda oynanması çok eleştirildi. ‘Bu maç neden bu stada verildi?’ diye çok konuşuldu.

Komplo teorileri üretildi. Gideceğini bilen Ulusoy’un, gelecek federasyona zorluk olsun diye bu stadı seçtiği söylendi.

Ama işin aslı bu değilmiş.

Milli maç programı belli olduktan sonra hangi maçın hangi sahada oynanacağına ilişkin federasyonda bir toplantı yapılmış.

Bu toplantıda, ilk olarak bu maçı İzmir Atatürk Stadı’nda oynatmak düşünülmüş. Ancak yaz sonlarında Atatürk Stadı’nın çimlerinin iklim nedeniyle zarar gördüğü ve bakımda olacağı ortaya çıkmış.

İkinci alternatif olarak İnönü Stadı önerilmiş. Ancak Beşiktaş’ın tribün genişletme çalışmalarının o zamana kadar bitip bitmeyeceği kesin olmadığı için riske girilmemiş ve İnönü’den de vazgeçilmiş.

İstanbul Olimpiyat Stadı’nı futbolcular çok sevmiyormuş.

Ali Sami Yen ise fiziki olarak maça uygun olmadığı ve tamir edilip edilmeyeceği kesinlik kazanmadığı için listeden çıkarılmış.

Geriye iki seçenek kalmış.

Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı ve Trabzon Avni Aker Stadı.

Başkan Haluk Ulusoy, son noktayı burada koymuş.

‘Kusura bakmayın beyler. Her gittiğimde 90 dakika anama sövülen stada ben maç vermem.’

Başkan böyle deyince, tek seçenek Avni Aker kalmış.

Maç da oraya alınmış.

İşin aslı bu.

Ne komplo var, ne başka bir şey.

ABD gidecek ama Barzani kalacak

BARZANİ’
nin ‘Kerkük’ün Kürt kimliğini korumak için gerekirse savaşırız’ sözleri aslında bir aldatmacadan öte bir şey değil.

Barzani, Kerkük’te Kürt kimliğini korumayı değil, Türk kimliğini yok etmeyi planlıyor.

Türkmenlerin 300 bin nüfuslu ve Kuzey Irak’ta en önemli kalelerinden olarak kabul edilen Telafer, çok ciddi bir dönemden geçiyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın birinci elden edindiği istihbarata göre, Telafer’de Barzani öncülüğündeki peşmergeler, hem Amerikalıları kullanarak Türkmenlere saldırıyor, hem de nüfusunun yüzde 98’i Türkmen olan kasabanın sistematik olarak Kürtleşmesine çalışıyor.

Son olarak peşmergeler, 1.5 yıldır Telafer’de elini kolunu sallayarak güvenli biçimde dolaşan Amerikalılara, ‘Kasabaya Necef’ten direnişçiler sızdı, birlikte operasyon yapalım’ diyerek sivil Türkmenleri de hedef tahtasına koyuyorlar. Amerikan askerleri de nereye saldırdıklarını araştırmadan suçsuz Türkmenlere saldırıp kimilerine göre 25, kimilerine göre de 100’e yakın Türkmen’in ölümüne neden oluyorlar.

Türkmenlerin defalarca uyarılarına rağmen Amerika sadece peşmergelerin kasıtlı olarak gösterdiği Türkmen hedeflerini bile hedef aldı.

Barzani bir yandan Türkmenleri hedef haline getirmeye çalışırken, bir yandan da kasabayı Kürtleştirmek için sürekli olarak dışarıdan Kürt nüfus getirtiyor.

Hatta şehrin dışında Kürtlere ait çok sayıda çadır dikkati çekiyor.

Kasabanın stratejik önemi ise sadece Türkmenler için değil Türkiye açısından da çok büyük; çünkü eğer burası peşmerge kontrolüne geçerse Suriye sınırına yakın bu kasabanın kontrolü ile Türkiye’nin Kuzey Irak’a inişi de peşmergelerin kontrolüne geçecek, aynı zamanda peşmergeler doğu-batı istikametinde Türkiye’nin altına tam bir kuşak çekmiş olacak. Genelkurmay ve Dışişleri bugün Amerikalılara peşmergelerin oyununa alet olunmaması için uyarıda bulundu. Böyle giderse olayların önüne kimse geçemez uyarısı yapıldı, aynı mesaj peşmergelere de gönderildi.

Ancak ABD’ye güvenen peşmerge Barzani’nin küstahlığı sürüyor. Barzani, ABD’nin giderek Irak’ta bir batağa saplandığını ve ABD buradan gittikten sonra uzun yıllar boyunca Türkiye ile Irak’ın arasındaki bölgede yaşamaya devam edeceğini unutuyor.

Hakan oynayacak

HAKAN Şükür’
ün Milli Takım’dan ‘kesileceği’ dedikodularını Milli Takım Teknik Direktörü Ersun Yanal’a sordum.

‘Yok böyle bir şey’ dedi.

‘Peki niye Yunanistan karşısında kadroda yoktu’ diye ısrar ettim.

‘Birincisi sakattı. İkincisi sakat olmasa bile Yunanistan’a karşı oynayacağımız futbol, Hakan’a uygun değildi. Çünkü Yunanistan’ın savunma biçimi Hakan’ın üzerine oynamamıza izin vermiyordu. Teknik bir durumdu. Ancak Hakan, Milli Takım’a hizmet vermeye devam edecek’ dedi.

Bizim spor basını göz göre göre ‘uydurma haber’ mi yazıyor, yoksa birileri spor muhabirlerini kafaya mı alıyor çözemedim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Acemi şoförlerin, en tehlikeli kazalarını kendilerini usta zannetmeye başladığı geçiş döneminde yaptıklarını bildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Uyum yasaları bitti, sıra uyumsuzluk yasalarında

10 Eylül 2004
<B>AKP </B>ilginç bir parti. Biraz demiryolu ve tren gibi. Hızlı, güçlü bir lokomotifleri var. Direksiyonda nereye gitmek istediğini bilen bir makinist var. Zaten önceden döşenen raylar da, treni gidilmek istenen istikamete götürüyor. Cesur makinist de gaza basıyor ve hedefe hızla yaklaşılıyor.

Ama tren makinist yardımcıları, zaman zaman inip rayları söküyor ve trenin yavaşlamasına, durmasına neden oluyorlar. Makinist zamanında fren yapmasa tren devrilebilir bile. AKP’nin yaptığı tam bu. Zina Yasası ise bu anlattığım örneğin şahikası. Her türlü hataya rağmen, tren yoluna devam etmiş, gardan önceki son durağa yaklaşmış. Trenin geldiğini duyan karşılama heyeti hazır bekliyor. Ama birileri yine rayları söküyor. AB’de tam bir bahar havası yaşıyoruz. Türkiye aleyhtarı hava dağılmış. Yapılan reformlar karşı tarafı sıkıştırmış. Uyum yasaları çıkmış. Verheugen’in bile yüzü gülmüş. Her şey yolunda. Al sana TCK’da yeni bir zina düzenlemesi.

Haydaaaa!

Böyle bir yasa beklentisi kimsede yok. Uygulama oturmuş. Yasayı oturan uygulamaya göre düzenleyeceğine, çağdışı bir yeni düzen kurmaya çalış.

Bir yandan uyum yasaları çıkarırken, diğer yandan ‘uyumsuzluk yasası’ hazırla. Verheugen bu konuda kibar uyarılar yaptı; ama bunu da anlayan yok. Önceki akşam toplanan AKP MYK’sı ‘müthiş’ bir karar alıyor ve ‘Zina yasasında devam etmeliyiz’ diyor. Gerekçe ise müthiş: ‘Şimdiye kadar pek çok yerde geri adım attık. Bir kez daha atarsak zor durumda kalırız.’

Doğru, zor durumda kalırlar. Ama bunun çaresi ‘inat etmek’ değil ki.

Bir yasa hazırlığına giriştiğin zaman, bunun sakıncalarını, yaratacağı tepkileri de göz önüne almak ve bunları iyice hesapladıktan sonra fikri kamuoyuyla paylaşmak gerekiyor. AKP ise hep tam tersini yapıyor. O zaman da iş bazen ‘onur kırıcı’ hale gelebiliyor. AKP’nin ‘Zina Yasası’nda devam’ kararından sonra Avrupa Parlamentosu Başkanı Elmar Brok, ‘Bu yasa çıkarsa ilerleme raporunun olumlu olması hayal olur’ diyor.

Bu uyumsuzluk yasasında ‘devam’ kararı alan AKP kurmayları oturup düşünsünler bakalım. Hangisi daha onur kırıcı olur. Bu ‘saçma’ düzenlemeden vazgeçmek mi, yoksa aralıkta Brüksel’den arkasına bakarak dönmek mi? Bir ‘vatansever’ olarak bizim söylediklerimiz takılmıyor; ama bakalım AB’den gelen sesler takılacak mı?

Hazmetmeyi öğrenmek

MİLLİ maç için Atina’ya gittik. Maç günü Katimerini Gazetesi’nde çok güzel bir makale vardı. Arnavutluk mağlubiyetinden sonra Yunanistan’da Arnavutlar ile Yunanlılar kapışmış, bir kişi ölmüştü. Katimerini, başyazısında şöyle diyordu:

‘Futbolda Avrupa Şampiyonu olduk. Olimpiyat düzenledik ve bunu başarıyla yaptık. Sporcularımız pek çok dalda altın madalyalar elde ettiler. Her dalda başarıyla yarıştık. Görüyoruz ki, Yunanistan olarak kazanmayı öğrenmişiz. Ama hazmetmeyi öğrenememişiz.’ Bu yazının etkisiyle mi bilinmez, maç öncesi Türk Milli Marşı okunurken yuhalayan birkaç yüz kişi, diğer taraftarlarca susturuldu ve Türk Milli Marşı alkışlandı. Bakalım aynı olgunluğu biz Yunanlıları İstanbul’da ağırlarken gösterebilecek miyiz, yoksa tribünlerde yine ‘terbiyesiz’ pankartlar açacak mıyız? Maça gelince; her iki takım da sahaya ‘kaybetmemek için’ çıkmıştı. Öyle de oldu.

Maçtan sonra Hıncal Uluç, ‘Kazanmalıydık. Avrupa Şampiyonu Yunanistan’ı bir daha böyle yakalayamayız’ dedi. Ben ise tam tersini düşünüyorum. Avrupa Şampiyonu Yunanistan dediğiniz zaten bu. Gol pozisyonu üretemeyen, orta sahada yaratıcılığı olmayan, anti futbolla şampiyon olmuş ‘zavallı’ bir takım. Tek kozları duran toplarda ve hava hákimiyetiydi; onu da Yanal iyi çözmüş. Her yan topta dikkatli savunma yapınca, Yunanistan gol atamadı. Bana sorarsanız, bu gruptan kim çıkar bilmem ama Yunanistan’ın çıkmayacağından emin olabilirsiniz.

Balık-ekmek sürecek

EMİNÖNÜ’
ndeki balık-ekmekçilerin İstanbul’un simgelerinden biri olduğunu yazmıştım dün. Turist rehberliği yapan arkadaşlarımdan mail’ler geldi.

Turistlerin elindeki İstanbul kitapçıklarının hemen hepsinde ‘İstanbul’da balık-ekmek yemeden dönmeyin’ diye yazdığını hatırlattılar. Tam ben bu mail’leri okurken cep telefonum çaldı. Arayan İstanbul Valisi Muammer Güler’di ve cep telefonunu sekreter vasıtasıyla aratanlardan değildi.

‘Fatih Beyciğim, yazınızı okudum. Tamamen haklısınız; ama zaten İstanbul Büyükşehir Belediyesi de bu görüşte’ dedi.

Vali Güler’in aktardığına göre, önce bir temizlik yapılacak, ardından nostaljik yapıya uygun olarak balık-ekmek satıcılarına izin verilecekmiş.

Vali, ‘Benim de içim bunun yok olmasına izin vermez. Eminönü’nde, belirli sayıda tekneye izin vereceğiz. Ama önce bir düzenleme şart. Belirleyeceğimiz sayıda tekneyi, nostaljik bir biçimde dizayn ettirecek, buradaki satış yapacak kişilere belirli kılık kıyafet kuralları koyacak ve çalışma ruhsatı vereceğiz’ dedi.

Tam o sırada aklıma gelen soruyu hissetmiş gibi ekledi:

‘Öncelik, burada yıllardan beri bu işi yapan balıkçı esnafında olacak. Eskiden beri bu işi hakkıyla yapanlara izin vereceğiz. Ama standartlara uymak kaydıyla.’

Vali Güler’e hassasiyeti için teşekkür ettim.

Yurtdışından gelen eşimize dostumuza da, kızıma da bu eski İstanbul keyfini tattırmaya devam edeceğiz demek.

NOT: Bu yazı iki gün önceki köşe için yazılmıştı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendi bindiği dalı kesen Nasreddin Hoca’dan ders almadan büyük işler yapmaya kalkışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku