TÜRKİYE ’de de faaliyet gösteren uluslararası bir ilaç firmasında uzun yıllar satış temsilciliği yapmış bir okurum aradı.
Epey konuştuk. Mesleki deneyiminden parçalar aktardı ve Türkiye’de ilaç üzerinden yapılan vurgunun değişik boyutlarına dikkat çekti. İlaç firmalarının SSK’yı, Emekli Sandığı’nı, kısaca Türkiye’yi nasıl soyduğunu anlattı. Ve ekledi: ‘O kadar çok paraları var ki, bunlarla mücadele çok güç olur. Bakın devlet içindeki mafyalar bile bu sektöre sızmamışlar mıydı? Çünkü buradaki rant hiçbir yerde yok.’
Bu sözler bana Susurluk dönemini hatırlattı. Okurum haklıydı.
İlaç satıcısı okurumun dikkat çektiği önemli soygun noktalarından biri, ilaç şirketlerinin ‘memleket faydasına’ yaptıkları ‘sağlık taramalarıydı’. Okurum, bu sağlık taramalarının özellikle iki hastalık üzerinde yoğunlaştığına dikkat çekti: ‘Bakın ya şeker taraması yaparlar, ya yüksek tansiyon. Çünkü bu iki hastalığın da tedavisi yoktur. Bir kez böyle bir hasta buldunuz mu, ömür boyu ilaç müşterisi buldunuz demektir.’
Kurulan düzene göre, Sağlık Ocakları ile anlaşılarak bölgelerde sağlık taraması yapılıyor. Bu tarama sırasında bazı doktorlarla da anlaşılarak, tansiyonu ilk ölçümde yüksek çıkana, yapılması gereken diğer tetkikleri yapmaya gerek bile görmeden tansiyon ilacı yazılıyor. Eğer yüksek tansiyonlu kişi bir de SSK veya Emekli Sandığı mensubuysa hemen elindeki sağlık karnesi alınıyor ve kutu kutu ilaç yazılıyor. Çünkü bir kez bu ilaca başlandı mı, hayat boyu müşteri haline geliyor. İlaç satıcısı okurum Sağlık Bakanlığı’nın bu taramaları mercek altına alması ve her tarama sonrasında kaç kişiye reçete yazıldığını, ‘hayır işi’ olarak yapılan her sağlık taramasının sonunda devlete kaç liralık ilaç faturası yüklendiğini hesaplaması gerektiği inancında.
Bu memlekette her gün yeni bir ‘dáhiyane’ soygun yöntemi ile karşılaşıyorum. Bu ülkeyi soymakta gösterdiğimiz yaratıcılığı başka alanlarda gösterseydik acaba bugün Türkiye nasıl bir ülke olurdu!
Medyalı soyguncuya CHP de ses çıkaramıyor
ERTUĞRUL Özkök dünkü yazısında benim de zaman zaman yakındığım ve bu yakınmaları kaleme aldığım zaman ‘bazılarından’ hakaret dolu yanıtlar aldığım bir konuya değinmiş.
Benimle aynı mesleği icra ettiğini ‘iddia eden’ bazıları, yolsuzluklar konusunda çifte standart uyguluyorlar.
Yolsuzluğu yapan, hırsızlığı yapan, haksızlığı yapan sıradan bir işadamı veya siyasetçiyse bununla ilgili günlerce yazı yazıyor, neredeyse okurlarını bıktırıyorlar. Ama bu eylemleri yapan kişinin elinde medya gücü varsa her nedense ‘sus pus’ oluveriyorlar. Ben bu kişilerin böyle davranmalarını ‘Orada çalışmak zorunda kalabiliriz’ korkusuna bağladım hep.
Özkök de dün bu duruma veryansın ediyordu. Ama bunu yapan sadece gazeteciler mi? Siyasetçiler, siyasi partiler farklı mı?
TMSF Başkanı Ahmet Ertürk CHP’yi ziyaret etti. Bilgi verdi.
Şık bir hareket. Muhalefetin de bigilendirilmesi çok doğru.
Ama CHP muhalefet mi? Merak ediyorum, CHP BDDK ve TMSF’nin Karamehmet ile yaptığı anlaşmayla ilgili bir tek soru sordu mu?
Ya da Dinç Bilgin’in borçlarının ödenmesiyle ilgili tek bir rakam istedi mi? İstememiş, isteyememiştir.
Oysa hükümetin yumuşak karnı bunlar. Devleti soyanları ikiye ayırıyor. Medyası olanlar ve medyası olmayanlar. Ama CHP farklı mı?
Aynı ayrımı onlar da yapıyorlar.
Her konuda ‘araştırma-soruşturma önergesi’ verebiliyorlar ama söz konusu medyalı soyguncular olunca CHP de dut yemiş bülbüle dönüyor. Çünkü Allah muhafaza bunların elindeki gazetelerde hakkımızda olumsuz bir haber çıkar diye korkuyorlar.
Oysa Karamehmet ile yapılan anlaşma, gerçek bir muhalif parti için bulunmaz nimet.
Vur vurabildiğin kadar.
Ama CHP susuyor. Akşam ve Sabah, Show TV ve ATV aleyhlerine haber yapmayacak ya!
Ah, koca CHP ah. Sen bu hallere düşecek parti miydin?
Bundan böyle Atatürk’ün adını ağzınıza almayın lütfen. Bu ‘yürekle’ siz kim Atatürk’ün partisi olmak kim!
Irak’ta ABD’nin işi bitik
IRAK’ta Şii toplumunun önde gelen lideri Ayetullah Ali Sistani’dir. ABD’ye karşı ilk günlerde cılız bir ayaklanma başlatan ve bu ayaklanmayı bugün ciddi bir cephe haline getiren ise Şiiler arasında çok daha küçük bir gücü temsil eden El Sadr’dı. Bu ikiliyi daha önce bu köşede defalarca ele almış, haklarında yorumlar yapmıştık.
Sadr kurtuluş mücadelesi ve şiddet yanlısı, Sistani ise ABD’yle geçici işbirliğinden yana ılımlı bir liderdi. Yakın zamana kadar Sistani’nin borusu, Sadr’dan çok daha güçlü öterdi. Ancak Sadr’ın başlattığı direniş ve buna karşı ABD’nin verdiği tepkiyle artan Şii rüzgarı Sistani’yi zor durumda bıraktı.
Ayetullah Sistani olanlara sessiz kaldıkça Şiiler üzerindeki etkisini yitirdiğini ve özellikle Şii gençlerin Sadr’a doğru kaymaya başladığını gördü. ABD’nin yanlışları ılımlı lideri zayıflatırken, zayıf lideri güçlendiriyordu. Bu durum üzerine Sistani hızlı bir tavır değişikliğine yöneldi. Bütün Şiileri Hz. Ali türbesinde direnişe geçen Sadr yanlılarına desteğe ve Şiileri kutsal Necef kentine doğru yürümeye çağırdı. Bunun anlamı şu. Artık ABD’nin Irak’ta işi zor. Zordan öte imkansız. Türkiye, bundan sonraki politikalarını, ABD’nin Irak’ta tam bir batağa saplanması üzerine kurmak zorunda.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bin ayıbın, içten bir özürle örtülebileceğini anladığımız zaman.