30 Kasım 2004
<B>BU </B>köşenin okurları gayet iyi hatırlayacaklardır. 1998 yılından beri Milas-Bodrum Havalimanı Dış Hatlar Terminali ile uğraşıyorum. DHMİ içinde <B>‘birileri’,</B> bu havalimanını <B>‘birilerine’</B> peşkeş çekmeye çalışıyor. Oysa devlet, kendi rakamlarıyla buraya 1998 yılında 250 milyon dolardan fazla para harcadı. Halihazırda kapasitesi yeterli ve geçen yıl 30 milyon dolar kazandı. Bu yıl daha da fazla kazanıp devlete gelir getirecek.
Ama 1998’den beri DHMİ içinde bir grup, terminalin ‘kapasitesinin yetersiz’ olduğu yalanıyla burayı ‘atıl’ hale getirip, yeni bir terminali yap-işlet-devret modeliyle yaptırarak birilerini zengin etmeye çalışıyor.
1998 yılında bu terminalin yap-işlet-devret modeli ve yıllık 1 milyon yolcu garantisiyle ihaleye çıkması söz konusu olunca, aynen bugün yazdığım gibi karşı çıktım. Biz yazınca teftiş kurulu rapor hazırladı ve yeni terminalin gereksiz olduğunu rakamlarla ortaya koydu. İhale de iptal edildi. Ancak DHMİ içindeki grup, her bakan değişiminde bunu gündeme getirip ‘malı götürmek ve götürtmek’ istedi.
Şimdi yeni hükümete de bu yönde baskı yapıyorlar.
Eğer ben karşı çıkmasam, 1998’de 1 milyon yolcu garantisiyle bu ihale yapılacaktı.
Ve devlet müthiş zarara girecekti. Ne kadar mı?
Hesaplayalım.
3 milyon yolcu kapasiteli 2001 yılında 572 bin yolcu gelmiş. 2002’de 683 bin, 2003’te 655 bin, 2004’te 820 bin. Garanti yolcu sayısına ulaşılamadığı için devlet 1 milyon 270 bin ‘gelmeyen’ yolcunun parasını işletmeciye ödemek zorunda kalacaktı. Bu da yaklaşık 28.5 trilyon lira edecekti.
Oysa devlet bırakın üste para ödemeyi, son iki yılda bu havalimanından 80 trilyon liraya yakın kár etti.
Yani birilerinin cebine 28.5 trilyon lira koyulacağına, devletin cebine 80 trilyon lira girdi. Cebinde kalanla beraber devletin bu işten 108 trilyon lira kazancı var.
Üstelik, yeni terminal yapılsa bile burası açık duracak. 300 personelin maaşları ve terminalin bakım giderleri de devletin cebinden çıkmaya devam edecek.
İşin ‘acısı’, 1998 yılında da ‘terminal kapasitesi yetersiz’ raporu vardı, bugün de ‘aynı rapor’ mevcut. Önce yalandan bir ihtiyaç yarat, sonra o aslında olmayan ihtiyacı karşılamak için birilerini zengin et. DHMİ ile ilgili yazılarımız sürecek. Çünkü Türkiye’de en büyük vurgunlardan birisi burası için konuşuluyor.
Ucuz enerjiden kim korkuyor?
TÜRKİYE Elektrik İletim AŞ, Türkiye’nin 15 yıllık enerji projeksiyonunu hazırlayıp yayınladı.
Buna göre Türkiye’nin bugünkü elektrik üretimi, yıllık 140 milyar kilovatsaat (kwh). Kişi başı elektrik tüketimi ise yıllık 2000 kilovatsaat. Bu gelişmiş ülke ortalamalarının hayli altında. AB ortalaması, kişi başı 8000 kilovatsaat. OECD ortalaması ise kişi başı 5000 kilovatsaat.
TEİAŞ’nin projeksiyonuna göre, Türkiye’nin 2020 yılındaki enerji gereksinimi minimum 400 milyar kwh, maksimum 500 milyar kwh olacak.
Ve yine projeksiyona göre Türkiye bunun 200 milyar kwh’sini kendi kaynaklarından üretecek, kalanı için dışa bağımlı olacak.
Raporu inceledim. Raporda gözüme çarpan unsur, Türkiye’nin enerji üretim politikasında üye olmaya çalıştığı AB’nin tam tersi bir yol izlediği.
AB ülkeleri, ‘yenilenebilir’ enerji kaynaklarının kullanımına ağırlık vermek için projeler oluştururken, Türkiye tam tersi bir yolda.
Yenilenebilir enerji demek, çevreye zarar vermeyen, enerji üretiminde kullanıldıktan sonra hiçbir zararlı atık bırakmayan çevre dostu enerji kaynakları demek.
Bunlar su, rüzgár ve jeotermal enerji kaynakları.
Bugün Norveç, enerji üretiminin yüzde 98’ini, Almanya yüzde 30’a yakınını bu kaynaklardan üretiyor. Türkiye’de ise bu oran artacağına giderek düşüyor. Üstelik de bu kaynaklar, en ucuz kaynaklar. Dünyada elektriğin en ucuz olduğu yer Norveç; çünkü yenilenebilir kaynakları kullanıyor. En pahalı olduğu yer ise Türkiye; çünkü ağırlık doğalgazda.
Türkiye bugün hidroelektrik üretim kapasitesinin sadece yüzde 30’unu kullanıyor.
Rüzgárda ve jeotermalde ise hemen hemen sıfırını. Bu enerji tiplerinde birim maliyet kwh başına 1 sent veya altında.
Ama Türkiye geçen yıl enerji üretiminin yüzde 60’ından fazlasını doğalgazdan gerçekleştirdi. Burada maliyet 10 sente yakın.
Ancak her nedense, ‘Yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik enerjisi üretimi amaçlı kullanımına ilişkin kanun tasarısı’ bir türlü Meclis gündemine getirilmiyor.
Acaba neden?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kurumlar, kendilerine kimlik kazandıranlara sahip çıktıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2004
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>haftalarda Bodrum-Milas Havalimanı’na yap-işlet-devret modeliyle yeni bir dış hatlar terminali planlandığını, bunun yıllık 1.5 milyon yolcu garantisiyle <B>‘birilerine’</B> verileceğini yazmıştım. Ardından DHMİ Genel Müdürü arayıp, böyle bir şeyin olmadığını ama havalimanının kapasitesinin yetersiz olduğunu gösteren bir rapora sahip olduklarını söylemişti.
Ben de kendisine ‘soygun’ için önce sahte rapor hazırlanabileceğini, havalimanına gidip durumu birlikte tespit etmemizin uygun olacağını söylemiştim.
Genel Müdür’den bir daha ses seda çıkmadı. Beni ‘saf’ gazetecilerden zannetmiş olmalı. Ama ben bir işin peşine düştüm mü bırakmam. Bunu herhalde duymamış, öğrenememiş.
Ben o günden beri Bodrum Milas Havalimanı Dış Hatlar Terminali’ni takibe aldım.
Bakın raporlara göre ‘yetersiz’ havalimanından günde kaç kişi geçiyor.
9 Kasım günü 62 yolcu, 10 Kasım günü 39 yolcu, 14 Kasım günü 40 yolcu. Son olarak geçen perşembe havalimanını aradım. O gün hiç geçen yolcu yoktu. Yani 0 yolcu.
Genel Müdür diyebilir ki: ‘Ama yüksek sezonda yetmiyor.’
Bunu derse o da doğru değil. Çünkü havalimanının hizmete alındığı 1998 yılından bu yana henüz ihtiyaç duyulmadığı için açılmamış, yani hiç kullanılmamış check in kontuarı ve kontrol noktası var.
Zaten havalimanının kapasitesini henüz doldurmadığını DHMİ’nin kendi internet sitesi de yazıyor.
Havalimanı 3 milyon yolcu kapasiteli. Ve 2020 yılına kadar yeterli.
Bunu ben söylemiyorum, rakamlar söylüyor.
Çünkü havalimanına 2001 yılında 572 bin yolcu gelmiş. 2002’de bu rakam 683 bine çıkmış. 2003’te sayı 655 bin olmuş ve rekor artışın yaşandığı bu yıl yolcu sayısı 819 bin. Yani hemen hemen kapasitenin üçte biri.
Buna rağmen, üstelik de ortada Bakanlık Teftiş Kurulu’nun ‘Gerek yoktur’ raporu varken ‘birileri’ yıllardır burayı yap-işlet-devret modeliyle ‘birilerine’ peşkeş çekmek istiyor.
Nedenlerini yarın aktaralım.
Komplekssiz bir kadın Deniz Akkaya
GAZETECİLİĞE hevesli Deniz Akkaya, Büyük İskender’in hayatını konu alan filmin oyuncularıyla röportaj yapma şansını yakaladı.
Yaptı da.
Ama gazeteci olmadığı için büyük bir haberi kaçırdı.
Akkaya’nın konuştuğu Val Kilmer, Akkaya’ya, ‘Hani şu bir ada var Türkiye’den bağımsız olmak isteyen. O adada yaşayan bir Türk vardı. Adı neydi. Hay Allah hani İlgiltere’den kaçmıştı. Bir ara onun eski eşiyle çıkmıştım. Bir gün onun evine gittim. Hayatımda hiç bu kadar makineli tüfekli adamı bir arada görmemiştim. Ondan çok güzel Roma dönemi eserleri aldım’ diyor.
Kilmer’in anlattığı kişi kaçak durumdaki Ayşegül Nadir.
Ama Deniz Akkaya konuyu anlamıyor bile. Ne Asil Nadir’i biliyor, ne Kıbrıs’ı, ne de olayları. Öyle dinliyor. Ve bu konuyu deşeceği yerde bunları anlatan Kilmer’in sözünü kesip ‘Şimdi gelelim benim sorularıma’ deyip, filmle ilgili sorular sormaya başlıyor.
Türkiye’de tarihi eser kaçakçılığı ile ilgili çok önemli bilgiler uçup gidiyor.
Biz bu durumu geçen hafta Kanal D Ana Haber’de eleştirel bir bakışla yayınladık.
Bu haberden sonra Deniz Akkaya’nın yorumu, benim bu kıza saygı duymama neden oldu.
Akkaya, kimseyi suçlamadan, çamura yatmadan, ‘Ne yapayım. Ben gazeteci değilim. Bu kadarını becerebildim’ dedi.
O böyle deyince, bize onun bu komplekssiz, doğru tavrına şapka çıkarmaktan başka hiçbir şey kalmadı.
En önemli erdem kendini bilmekmiş. Akkaya’da en azından bu var.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Devleti yönetenler kendilerinden çok torunlarını düşündüğü zaman.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2004
<B>SOSYOLOG </B>bir okurum, futbol terörüyle ilgili bir değerlendirme yollamış. Paylaşmak istedim: ‘Sosyolojinin bir alt dalında sosyal gruplar incelenir. Grupların oluşmasında kan bağının dışında iki temel öğe vardır. ‘Çıkar’ (ekonomik) ilişkisi ve ‘güvenlik’ kaygısı. Dünyadaki bütün örgütler de bu kavramdan doğmuştur. Avrupa Birliği, ekonomik bir organizasyondur. NATO ise güvenlik kaygısıyla ortaya çıkmıştır. İnsan, doğası gereği karnını doyurmak ve hayatta kalabilmek güdüsüyle yaşar. Dinler, mezhepler hatta ülkeler bu güdülerle ortaya çıkmıştır. İnsanlar karnını doyurup güvenliğini sağlamak gibi yaşamsal ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra sıra psikolojik ihtiyaçlara gelir. Kültür etkinlikleri ve spor, insanların psikolojik ihtiyaçlarını besleyen organizasyonlardır.
Gülmek, ağlamak, heyecanlanmak, kızmak, rahatlamak psikolojik bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçları film seyrederek veya spor müsabakası izleyerek yaratılan suni dürtülerle gideririz. Yani spor, sanal dürtüler yaratır.
Sanal dünyanın dürtülerini gerçek dünyanın dürtüleriyle karıştırmamak gerekir.
Bir ülkenin geleceği için bir başka ülkeyle savaş yapılabilir. Dinler arasında da savaş vardır. Tarihi oluşturan zaten bunlardır. Bunlar gerçek dünyanın yansımalarıdır.
Ama sanal dünyayı gerçek dünyanın yerine koyarsanız, spor kulüpleri arasındaki çatışmaları makul karşılamak zorunda kalırsınız. O zaman bir takımın bir başka takımın taraftarını bıçaklaması ‘normal’ hale gelir.
Daha vahimi ise gerçek dünyanın aktörlerinin sanal dünya ile yakınlaşmasıdır. Bir başbakanın, bir genelkurmay başkanının, bir emniyet müdürünün takımını açıklaması, başlangıçta sevimli görülebilir. Ama bu tip deklarasyonlar, gerçek dünyanın aktörlerini aynı zamanda sanal dünyanın aktörü durumuna getirir. İşte asıl tehlike o zaman başlar. Bir takımın başkanı olan müteahhidin, devlet ihalelerini daha kolay alması gibi durumlar da bu iki dünya arasındaki sınırı kaldırır. Zaten spordaki şiddet öğesinin ortaya çıkması, bu iki ayrı dünya arasındaki yakınlaşma sürecinin hızlanmasıyla doğru orantılıdır.
Sizin, ‘Şiddet devam ettiği sürece maçlara gitmeyelim’ çağrınız, gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki sınırı hatırlatmak açısından son derece faydalıdır.
Elma ile armudu karıştırmayan her aydın bu çağrıyı desteklemelidir.
Polis istemeyen kulüp başkanları var
TÜRKİYE’nin ismini iyi bildiği, sporla da çok yakın bir İl Emniyet Müdürü aradı.
‘Sevgili Altaylı, herkes 1. Lig’deki şiddete odaklandı. Ama 2. Lig’deki sorunlar daha da vahim’ dedi.
‘Biliyorum’ dedim. ‘Bildiğin gibi değil’ dedi ve anlattı:
‘Bazı maçlardan önce kulüp başkanları, il emniyet müdürlerini arıyor ve ‘Bu maçta fazla güvenlik önlemi almayın’ diyorlar. Nedenini sorduğumuz zaman ise ‘Rakip kendini güvende hissetmezse oynayamaz. Yenmeye korkar. Sahada az polis olsun’ diye cevaplıyorlar. Emniyet müdürü bunu dinlemeyince partiler, il başkanları, milletvekilleri devreye giriyor. Rezalet bildiğin gibi değil. Ama dediğin gibi, terörün kaynağı yönetimler.’
Fas Telekom 7 milyar Euro ise bizimki kaç eder?
TÜRK Telekom, 1994 yılında yaklaşık 20 milyar doların üzerinde bir fiyatla satılmak üzereyken, başını Mümtaz Soysal’ın çektiği, ANAP’lı, DYP’li ve SHP’li bir grup bunu engelledi.
O gün Telekom’un satış bedeli, Türkiye’nin dış borcunu sıfıra yakın bir düzeye indiriyordu.
Aradan geçen sürede kimileri şimdi Yüce Divan’da hesap veren bazı bakanların da ‘kıyaklarıyla’ GSM şebekeleri, bedelini ödemeden güçlendi ve Türk Telekom’un değeri düştü.
Telekom’u ucuza kapatmak isteyen firmalar da bunu iyiden iyiye ölmüş eşek fiyatına kapatmak için türlü yaygarayla bu fiyatı iyice düşük göstermeye çalıştılar.
Avrupa’da satılacak fazlaca Telekom şirketi de olmadığı için ‘rayiç bedel’ üzerinde kimse bir fikir birliğine varamadı.
Ama şimdi ‘rayiç’ oluşturabilecek bir örnek var.
Fas’ın Telekom şirketi Maroc Telekom’un yüzde 16 hissesi satılıyor.
Alıcı Fransız kökenli Vivendi-Universal, Maroc Telekom’un yüzde 16 hissesi için yaklaşık 1.1 milyar Euro ödeyecek. Buna göre şirketin tamamının değeri 6 milyar 875 milyon Euro’yu bulacak.
Maroc Telekom’un abone sayısı, 21 milyon aboneli Türk Telekom’un yarısının altında.
Fas’ın nüfusu da 30 milyon civarında.
Yani Türkiye’nin yarısı. Gelişmişlik düzeyi de göz önüne alınırsa, Türk Telekom, Maroc Telekom’dan çok çok daha iyi bir şirket.
Maroc Telekom 7 milyar Euro’ya yakın bir değere ulaştığına göre, Türk Telekom’u kimilerinin telaffuz etmekten pek hoşlandığı 3 ile 5 milyar dolar arasında bir fiyata satmak insafsızlık olacaktır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Belediyeler, felaket habercisi gibi davranarak topu taca atmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2004
<B>SETBİR </B>Başkanı, çocukluk arkadaşım <B>Erdal Bahçıvan </B>geldi. Süt ve etteki <B>‘tehlikeye’</B> dikkat çeken yazılarımla ilgili konuştuk. ‘<B>Haksızsın diyemeyeceğim’</B> dedi.‘Türkiye hem pahalı, hem de kalitesiz süt içiyor’ diyerek durumu anlattı.
Genç nüfusun son derece kalabalık olduğu Türkiye’de bu gençliğin ‘sağlıklı’ gelişimini sağlayacak et ve süt ürünleri Türkiye’de müthiş pahalı.
Bahçıvan çeşitli rakamlar verdi. Buna göre Türkiye’de sütün litresi yaklaşık 40 sent.
Bu fiyat ABD’de 30 sent, AB’de 20 sent civarında. Fiyat Avustralya’da 12 sente, Güney Amerika’da 10 sente kadar düşüyor.
Bunun iki nedeni var: Biri girdi maliyetlerindeki yükseklik, diğeri üretim kapasitesi.
Bahçıvan, ‘Türkiye’de süt inekçiliği değil, süs inekçiliği yapılıyor’ deyince şaşırdım. Evde bir tane köpek besler gibi, 1 tane, 2 tane inek besleyip bundan geçinen aileler var. Bu da maliyetleri artırıyor dedi.
Türkiye’de süt üretiminin yüzde 98’i, bir veya iki inekli ahırlarda, köy koşullarında yapılıyormuş.
Bu, üreticinin sütü pahalıya mal etmesine neden olurken, ‘lojistik’ maliyeti de artırıyormuş. ‘Amerika’da bir çiftlikten bir tanker süt doldurup gidiyorsunuz. Burada bir tanker doldurmak için 30 köy dolaşıyorsunuz’ diyor Erdal Bahçıvan.
Büyük çaplı üretim yapan çiftliklerde doğal ve ucuz yem kullanılırken, tek ineklik ahırlarda pahalı fabrika yemi kullanıldığına da dikkat çekiyor Setbir Başkanı.
‘Sütü ucuzlatmanın yolu, büyük ölçekli üretimden geçiyor’ diyor.
‘Peki ya sağlık koşulları. Antibiyotik, hormon’ diyorum.
‘Üretim dağınık olunca denetim olmuyor. Üretici de bilinçli olmuyor’ diyor ve anlatıyor:
‘Tarım Bakanlığı olsun, Sağlık Bakanlığı olsun, belediyeler olsun büyük üretim tesislerini denetliyor. Ama bizim üretimimiz fabrikada başlamıyor ki. Fabrika, üretimin son noktası. Başlangıç ahır. Köylerde ahır koşullarını denetleyen yok. Oysa bizim üretim, ineğin memesinde. Meme pisse, ineğin yaşadığı ortam hijyenik değilse biz ne yapsak boş’ diyor.
Büyük üreticilerin alım yaptıkları ahırları denetlediğini ve büyük ölçekli üreticilerden alım yaptıklarını söylüyor, ‘Ama Türkiye’de paketli sütün toplam satışlara oranı yüzde 10. Gerisi Allah kerim’ diyor.
‘Peki paketli sütlere güvenebilir miyiz?’ diyorum.
‘Genelde güvenebilirsiniz. Ama sonuçta sütü topluyoruz. Küçük ahırlarda birkaç inekle sütçülük, besicilik yapan adamın riski ve denetlenme olasılığı az. Onlar her şeyi yapar. Antibiyotik de verir, hormon da. Büyük üretici bu riske girmez’ diye anlatıyor.
‘Ama bazen süt darlığı olur. Özellikle de eylül-ekim aylarında arz düşer, talep artar. İşte o zaman herkes ne bulsa alır. Bu da riski artırır’ diyor.
Erdal Bahçıvan çözüm önerilerini de yapıyor.
Ama onları da bir başka gün yazalım.
NOT: Bu yazı yer yokluğundan bir haftadır yayınlanamıyordu.
Bana kötü diyenler, bugün ne diyor
SPOR yazarı ve yorumcusu dostlarımızın tribün terörüyle ilgili olarak yazdıklarını ve yorumlarını günlerdir ‘gülerek’ okuyorum.
‘Kabahat yönetimlerde. Bedava bilet verilirse böyle olur’ diyorlar. Benim yıllardır söylediğimi tekrarlamaya başladılar; ama bunlara hiç hakları yok.
Hatırlar mısınız bilmem, Star Televizyonu Cem Uzan’ınken, oradaki spor programlarında benim Ali Sami Yen Stadyumu önünde, bir grup taraftarla tartışırken görüntülerim yayınlanıyordu.
Ve şimdilerde ekranda bu konuyla ilgili yorum yapan Ahmet Çakar başta olmak üzere bütün spor yazarları, bu tartışmayı benim aleyhime delil olarak kullanıyorlardı.
‘Kendi taraftarıyla bile kavga ediyor. Kendi taraftarının bile istemediği adamın burada ne işi var’ diyorlardı.
Aslında hepsi benim ‘kendi takımımın taraftarı’ ile niye kavga ettiğimi biliyorlardı.
Galatasaray 2. Başkanı Fatih Altaylı, yönetimde bulunduğu dönemde ‘bazı’ taraftarlara bedava bilet verilmesini engellemişti. Bunun tribün terörünü tırmandırdığını söylemiş ve bu durumun bir rant kapısı haline geldiğini yönetime anlatıp, ‘Tribünde düzeni sağlamak açısından birkaç kişi gerekiyorsa bunlara kart verelim ve kimseye satamasınlar. Yerleri de belli olsun. Takip edelim’ demişti.
Bugün gelinen noktayı yıllar öncesinden gören Altaylı, işte bu yüzden kendi taraftarıyla kavga ediyor, bu yüzden Galatasaray’ın kapalı tribününde kendi 2. başkanları aleyhine bildiriler dağıtılıyordu.
O gün, bugünlere gelinmesin diye kavga eden Fatih Altaylı’ya ‘kötü’ diyenler, bugün tam tersini söylüyorlar.
Siz bunlarla Türk futbolunun adam olacağını düşünüyor musunuz?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Tribün terörüne takım gözlüğü takmadan bakabildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2004
<B>AB’</B>ye uyum çerçevesinde Milli Güvenlik Kurulu da sivilleşmeye başladı, biliyorsunuz. İlk adım olarak kurulduğu günden bu yana <B>‘asker’</B> görevi olan ve bir general tarafından yürütülen Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bir sivile devredildi. İlk sivil MGK Genel Sekreteri de Dışişleri’nin en yetenekli ve en kendine güvenli isimlerinden biri, Büyükelçi Yiğit Alpogan oldu.
Önceki gün Yiğit Alpogan’ı ziyarete gittim. MGK’nın yeni yapısı hakkında konuştuk.
Alpogan, MGK’yı bir think tank haline getirmek istiyor.
Göreve başlayınca altında gençlerden oluşan, müthiş birikimli bir ekip bulmuş. Bu ekibi değerlendirip, MGK’yı politika ve strateji üreten ve ‘müşterilerine’ yani üyelerine servis yapan bir kurum haline getirmek istiyor.
Bu genç ekibi çalıştırmak için de, Dışişleri’nden tanıdığım başarılı pek çok ismi buraya getirmiş.
Doğruyu söylemek gerekirse, sivil genel sekretere rağmen MGK’nın hálá ‘asker’ bir görüntüsü yok değil. 50’ye yakını emekli, 10’u hálá görevli 60’a yakın asker kurumda mevcut ama kurumun görevi gereği bu da normal.
MGK Genel Sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan şimdi Türkiye açısından ‘sır’ bir kurum olan ve hepimiz için bir tür ‘tabu’ sayılan MGK’yı bir miktar halka açıyor.
30 Kasım günü, MGK tarihinde ilk kez bir ‘Basınla tanışma’ toplantısı düzenlenecek.
Gazetelerin ve televizyonların üst düzey yöneticileri, yabancı yayınların Türkiye’deki temsilcileri MGK’ya davet edilecek, MGK’da ağırlanacak ve bu ‘sır’ kurumun içine girip havasını soluyacak.
Alpogan bu toplantıları ‘geleneksel’ hale getirmek de istiyor.
Yılda iki kez basına kurumun ‘gizli’ olmayan çalışmaları hakkında bilgilendirme toplantıları yapılacak. Alpogan, ‘Bununla yapılan değişimin gerçek olduğunu da göstermiş olacağız’ diyor.
Zincir değil, kar lastiği
TRAFİK polisleri de işi bilmiyor.
İstanbul’da kar alarmı var ya, yollarda ‘basın zorlamasıyla’ da olsa, ‘zincir denetimi’ yapıyorlar.
Zinciri olmayana ceza yazıyorlar.
Polis bir vatandaşı durdurmuş, soruyor: ‘Zinciriniz var mı?’
Vatandaş ‘Yok’ diyor.
Polis cezayı yazmaya başlıyor.
Vatandaş lastiklerini gösteriyor: ‘Memur bey, zincir yok ama bakın kar lastiğim var.’
Polisin umuru değil. Ona zinciri olmayana ceza yaz denilmiş. Kameralar da çekiyor ya, ceza yazılacak.
O polis memuru bilmiyor ki, dünyanın hiçbir medeni ülkesinde şehir içinde zincir takılmıyor.
Hatta takana ceza yazılıyor. Asıl olan kar lastiği. Kar lastiği olmayana ceza yaz yazacaksan.
Ama bırakın bunu yapmayı, kar lastiği olana zincir yok diye ceza yazılıyor.
Oysa tanıdığım en bilgili, en medeni polislerden biri İstanbul trafiğinin başında.
Onun ekibi bunu yapıyorsa, başkaları ne yapmaz!
Ya adam gibi seyirci, ya serseriler
KÖŞE yazarları iyi yazar da, bazıları okuduğunu anlamadan, kavrayamadan yazar.
Bir köşe yazarı benim ‘Maça gitmeyeceğim. Siz de çocuklarınızı yollamayın’ dememi ele alıp eleştirmiş.
Diyor ki: ‘Böyle yaparsanız futbol ölür.’
Ben de aynen bunun için yazdım zaten.
Spor kulübü yönetimleri bir tercih yapsın. Tribünlerinde adam gibi maç seyretmek isteyenleri mi görmek istiyorlar, yoksa biletini kulüpten alan ‘serserileri’ mi?
Yönetimler tetikçi serseri besleyecek diye, adam gibi adamlar tribünde dayak yiyecek, taciz edilecek, yerine oturamayacak ve hatta öldürülecek. Adam gibi adamın parasıyla ayakta duran kulüpler, serserileri besleyip adam gibi adamların rahatını kaçıracak.
Ben bu işte yokum.
Futbol bir eğlence, bir gösteri.
Ya bunu böyle kabul edenlerle devam edecekler ya da bunu savaş alanı zanneden serserilerle.
Kulüpleri buna zorlamanın tek yolu ise protesto.
Ben gitmemeye kararlıyım. Siz de gitmeyin.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Taktik dostlarla stratejik dostlar arasında ayrım yapabildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2004
<B>FEDERASYON </B>bekleneni yaptı. Beşiktaş’a 3 maç ceza. Maçlarını seyircisiz oynayacak. Bu ceza anlayışıyla hiçbir yere varılmaz. <br><br>Çünkü şimdi bu ceza Tahkim’e gidecek, orada bir maça indirilecek ve konu kapanacak. Çünkü Türkiye’de futbolun hukuku yok. Tahkim Kurulu bile kişiliğini kaybetmiş. UEFA’da, FIFA’da ve yıllardır Türkiye’de televizyon görüntülerinden ceza verilirken, Tahkim Emre’ye verilen cezayı ‘Televizyon görüntüsünden yola çıkılarak ceza verilirse eline kamerayı alan cezalık görüntü ile karşımıza çıkar’ diyerek kaldırıyor. Aslında Tahkim baskı altında kalmış ve ürküyor. Şimdi bu yetersiz ceza, işte bu tahkime gidecek. Aslında Tahkim’in cezayı yetersiz bulup artırma yetkisi de var ama nerede o kişilikte tahkim!
Federasyon farklı mı?
Onlar da öyle. İdare-i maslahattan öte bir icraat yok.
Tribünde adam öldürülüyor. 3 maç seyircisiz oynama.
Daha ağır bir ceza için tribünde 10 adam mı ölmesi gerekiyor.
Üstelik yeni çıkan sporda şiddetin önlenmesine yönelik yasa tribüne kapasite fazlası adam alınmasına da ağır cezalar getirilmesini istiyor ama federasyon bu gerçeği de görmezden geliyor. Oysa bu maç belki de bir dönüm noktası. Öyle bir hareket yapacaksın ki, örnek olacak. Herkesin aklını başına almasını sağlayacak. Yönetici de, taraftar da kıpırdamaya korkacak.
Federasyon, Türk Futbol Federasyonu olduğunu hatırlatmak istercesine, bu dönüm noktasını ıskalıyor.
Bir dahaki sefere 10 kişi ölünceye kadar...
Avrupa maçlarında niye olay yok
GENÇ bir muhabir sordu: ‘Terörü önlemek için kulüp yönetimleri ne yapabilir?’ Güldüm. Kulüp yönetimlerinin yapması değil, yapmaması gerekenler var.
Her maç binlerce bilet tribündeki ‘terörist’ gruplara dağıtılıyor. Çünkü bunlar yönetimlerin askerleri. Günü gelince istenmeyen futbolcu için bağırılacak, seçim zamanı kullanılacak, rakip yönetimlere sövdürülecek.
Galatasaray’dan Fenerbahçe’ye transfer olan amigolar var. Kimi işsiz güçsüz tribün liderlerinin altında, başkanlar tarafından alınmış Mercedes’ler, BMW’ler var.
Her maç 3000 bilet dağıtanlar var. Tribün teröristleri bunlarla içeri girmiyor. Kapılar zaten onların kontrolünde olduğu için bilete ihtiyaçları yok. Bu biletleri satıyorlar. Ortalama 10 dolardan satsalar, yılda 20 maç eder, 600 bin dolar. Neredeyse 1 trilyon.
İşin vahimi bu biletler kayıt dışı. Yönetimler bu biletleri ekstradan bastırıyor.
Yani ortada bir de vergi kaçağı var.
Hiçbir yönetim kalkıp da, ‘Biz tribüne hákim değiliz’ demesin. Bir Özhan Canaydın değildi, şimdi o da hákim.
Avrupa maçlarında ceza korkusundan tek bir olaya sahne olmayan tribünler, lig maçlarında kuduruyor! Taraftar aynı taraftar, amigo aynı amigo.
Demek ki, yönetim istemeyince olmuyor.
Çözüm UEFA tipi ağır cezada. Tabii bir de bunu verecek yürekte federasyonda.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Anı kurtarmanın, geleceği kurtarmayı zorlaştırdığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2004
<B>TRİBÜN </B>terörünü körükleyen yönetici tipi mi arıyorsunuz? İşte <B>Kıvanç Oktay.</B> Önceki gece İnönü Stadı’nda, tribünde gencecik bir çocuk öldürülmüş.<br><br><B>Kıvanç Oktay </B>kameraların karşısına çıkmış ve <B>‘Münferit bir olaydır. Beşiktaş camiasına mal edilemez’ </B>diyor. Tipik Türk spor yöneticisi.
Kıvanç Oktay taze bir örnek. Ama hepsi böyle. Yöneticisi de, eski yöneticisi de, yönetici adayı da. Tribünlerdeki üç beş ‘serseriye’ şirin görünme adına ürperten açıklamalar.
Allah korusun, bu olayda öldürülen kendi çocuğu da olsaydı ‘münferit bir olay’ olarak mı değerlendirecekti bunu Kıvanç Bey?
Beşiktaş’a mal edilemezmiş? Peki bunu kime mal edeceğiz. İzmirspor’a mı, yoksa Boca Juniors’a mı?
Yıllardır yazıyorum, söylüyorum tam da bu olan olaydaki durumu örnek verip, ‘Hangi maç, hangi skor, hangi şampiyonluk 15-16 yaşındaki bir çocuğun hayatından daha önemli olabilir’ diyerek.
Kimsenin umurunda değil. Stat kapatamayan, ceza veremeyen eyyamcı federasyonların da, valiliklerin de, hükümetlerin de...
Kıvanç Oktay’a ve benzer demeçleri her olaydan sonra veren sorumsuz spor yöneticilerine sorarım:
‘Analar babalar, çocuklarını nasıl maça yollayacaklar? Niye yollayacaklar? Gerçek taraftar olmazsa, tribünde beslediklerinizle nasıl kulübünüzü yaşatacaksınız? Her hafta bilet ve para verdiğiniz iddia edilen tribün teröristleriyle ilişki kurmak size yakışıyor mu? Toplumdaki statünüz ile bu ilişkileri nasıl bağdaştırıyorsunuz?’
Şimdi Federasyon’dan ‘adam gibi’ bir ceza bekliyorum.
Ama bu rezaleti ben de kendi adıma cezalandıracağım.
Kan bulaşmış bu ligi izlemek istemiyorum.
Artık maça falan gitmeyeceğim. Aklı başında kimse de gitmesin.
Analar babalar da çocuklarını maça yollamasın.
Çünkü bu kafadaki kulüp yöneticilerine ben çocuğumu emanet etmem.
Sedat Peker’den mektup (2)
SEDAT Peker mektubuna kaldığımız yerden devam edelim. ‘İsterseniz Türkiye’nin en büyük gazetecisi olunuz, vicdani muhakemeden yoksun olduğunuzu biliyorum. Size arkadaşınız vasıtasıyla tehdit yollamayacağımı da biliyorsunuz. Bunu ancak aptallar yapar. Gençliğimin ilk yıllarında yaşadığım şiddet unsuru içeren hayatı istemeyişimin, yani şu an organize suç lideri olmamamın en büyük delili, bana karşı yaptığınız haksızlıklara bile şiddetle mukabele etmememdir. Bir de gözaltındayken gülmem ile bir yazı yazdınız. Gülmemin sebebi, bu dünyada gülebilecek çok şeyler bulduğum değildir. Sadece istemediğim şeyleri yapmama neden olan hayata gıcıklık olsun diyedir. Cehenneme gittiğimde oradaki zebanilere de gülümseyeceğim. Bütün herkesin özgürce slogan atmasına göz yumulurken, ben sadece komplo yapılıyor dediğimde yaşadıklarımı, yani fiziksel eziyete uğramamı keyifle yazmışsınız. Teröristlerin istediği sloganı atma hakkı var ama henüz hakkındaki iddialar kanıtlanmamış olan benim komplo yapılıyor deme hakkım yok değil mi?
Adalet duygunuzu çok takdir ettim. Nöbetçi hákimin sabah 4’e kadar dosyaları sabırla okuyup bizi neden tahliye ettiğini hiç merak etmediniz mi? Serbest bırakıldıktan sonra, polisin yurtdışına kaçtı iddialarına karşın gelip teslim olmadım mı? Tutuksuz yargılanabilir, kaçmak diye düşünen hákimi doğrulamak için ne fiziksel, ne ruhsal durumum uygun olmadığı halde adliyeye gelmedim mi? Savcının buraya gelsin sözü üzerine DGM’ye gittim. Polislerce fiziksel saldırıya maruz kalarak adliyenin kapısından çıkarıldım. Savcının talebi üzerine geri getirildim ve durumu gören savcının sevk etmesiyle Adil Tıp’tan 7 günlük rapor aldım. Savunma hakkımın, yani avukatımın durumu benden kötüydü. Eli kırılmış. İşkence ve kötü muamele yapmaktan dolayı Organize Suç Şubesi yetkilileri hakkında tahkikat başlatılmıştır.
4 ay evvel Fatih Savcılığı’na 3 şikáyette bulundum. Bir yakınıma yapılan işkenceden dolayı yaptığımız başvuruyla açılan davayı geri çekmemiz için şube yetkilileri baskı yapıyorlar. İkincisi, şahsıma komplo kurmak için yalancı gizli tanık beyanlarına dayanarak suçlar oluşturuyorlar. Üçüncüsü ise ismimi kullanmak suretiyle birçok kişiden zorla para alan Yusuf Altay isimli kişiyle şahsımdan 5 milyon dolar istiyorlar. İyi bir vatandaş olmak adına gözaltına alınmadan 4-5 ay evvel şikáyetlerde bulundum. Fatih Cumhuriyet Savcılığı, 2003/6045 numara ile Organize Şube üst düzey yetkilileri ile ilgili işkenceden dava açmıştır. İkinci şikáyetim olan suç oluşturmak kastıyla komplo hazırlandığı iddiam ise savcılık tarafından deliller yeterli görülerek dava açılmıştır. Yani sizin anlayacağınız, tutuklu olduğum dosya ile ilgili komplo kurmaktan Organize Şube’nin üst derece yetkilileri hakkında dava açılmıştır. Komplo diye bağırmamın sebebi buydu. İyi bir gazetecinin görevi, bu adam niye bağırıyor diye araştırmaktır. Oh iyi oldu demek değildir.
Bunları yayınlamayacağınızı biliyorum. Dediğim gibi, göreviniz gereği aleyhimde haber yapınız ama mezhebi geniş insanların birileri ile diyalog kurma adına yapmış oldukları şeyleri benim tarzımmış gibi yazmayınız.’
Sevgili okurlar, bu mektubu yayınladım. Doğrusu Sedat Peker hakkında olumlu düşüncelere sahip değilim. Ama onun da belirttiği gibi ‘Oh iyi oldu’ diye içimden geçirdim.
Bunu içimden bile geçirmemem gerekirdi. Organize suç örgütü kurmakla suçlansa da, bu kanıtlansa da, kimseye kötü muamele ve işkence yapılması kabul edilemez.
Türkiye’de yıllardır suçlulara hesap sorulamamasının kızgınlığını, Peker’e veya bir başkasına yapılan kötü muameleyi ‘İyi oldu’ diyerek çıkaramayız.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sporun anlamını bilmeyenler, spor yöneticiliği yapmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2004
<B>CEM Uzan’</B>ı kamu tarafından el konulmuş mülke silahlı adamlarıyla baskın yapan bir çete lideri gibi değil de, sanki saygın bir kişiymiş gibi karşılayıp uğurlayan <B>‘Jandarma komutanı’ </B>ve aynı kişiyi sanki hiçbir suç işlememiş gibi salıveren <B>‘Savcı’ </B>ile ilgili sorularıma ne İçişleri Bakanlığı, ne de Adalet Bakanlığı’ndan bir yanıt gelmedi. Bekliyorum.
Bu arada sokakta karşılaştığım vatandaşların sorduğu bir soruya yanıt vermekte zorlanıyorum.
Herkes, ‘Fatih Bey, bu Cem Uzan’ın babası, kardeşi aranıyor. Peki bu Cem Uzan nasıl oluyor da elini kolunu sallayarak geziyor. TMSF Başkanı’nın yanına silahla gidiyor. Oraya buraya baskın yapıyor. Bu devlet bu kadar aciz mi?’
Sevgili okurlar, bu sorunun yanıtını ben de bilmiyorum!
Cem Uzan girdiği seçimlerde seçilip dokunulmazlık kazanamadı ama belli ki bir dokunulmazlığı var.
Yıllarca ‘illegalite’ yani kanun tanımazlık üzerine kurulmuş bir ‘suç imparatorluğunu’ yönetince herhalde çok kilit noktalarda çok önemli ‘bağlantılar’ edinmiş oluyorsunuz.
Ve bu bağlantılar kendi pisliklerini de örtbas etme uğruna Cem Uzan’ı korumaya ve kollamaya devam ediyorlar.
Ben bunun başka bir açıklamasını bulamıyorum.
Peker’den mektup var (1)
SEDAT Peker, cezaevinden uzun bir mektup göndermiş. Aslında tamamını yayınlamak isterdim ama bir miktar özetleyeceğim.
Herkesin bir sözü, herkesin bir yanıtı olabileceğini düşündüğüm için aktarıyorum:
‘Yapmış olduğunuz işinizden dolayı şahsımla ilgili olumsuz haberler yapmanız belli bir noktaya kadar anlam verebileceğim bir konudur. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, ben Fenerbahçeli değilim. Çocukluğum ve gençliğimin ilk yılları Anadolu yakasında geçtiği için bütün arkadaşlarım Fenerbahçeli idi. Bu vesile ile bu camiada taraftardan kulüp başkanına kadar pek çok tanıdığım vardır. Şahsımın futbola karşı özel bir ilgisi yoktur. Fenerbahçe değil, hiçbir kulübün maçına gitmedim. Hangi yüksek akıllının size söylemesiyle sizi darp eden kişilerin benim adamım veya yakınım olduğuna inandığınızı bilmiyorum. Bahsi geçen kişilerle ne sizin darp olayınız öncesi, ne de sonrası hatır sormak amacıyla dahi görüşmemiz olsaydı bile, ki on senedir telefonlarım sürekli dinlenir, haklarında birçok konuda şikayet edip dava açılmasına sebep olduğum yetkililer tarafından mutlaka size ulaştırılırdı. (....)
Hakkımda şike söylentileri diye yayınlanan iki konuşmam var. Bir tanesi Atilla Yıldırım isminde bir tanıdığımın Ankara’ya gideceğini söylediğinde benim federasyon seçimleri var. Daha sonra gitsen iyi olur. Yine benim ismimi karıştırırlar. İkincisi kardeşimle evliliğinden dolayı akrabam olan Mecnur Otyakmaz ile görüşmemde federasyon başkanlığı için oy kullanacaksan benim hiç kimseyi desteklemediğimi söyle. Ben bu konunun içinde değilim. Abim Vedat Peker’in küfürlü konuşmaları beni ne kadar bağlar. Benden 10 yaş büyüktür. Rizespor’un başkanıdır. Çevremdeki herkes bilir ki, abimle olan ilişkilerim son derece mesafeli ve soğuktur. Menajer Olgun Aydın Peker’in konuşmalarında şike varsa kendisini bağlar. Kendisinin ortağı değilim....
Anlatıklarıma inanmayabilirsiniz. Düşüncelerinizi haber yapabilirsiniz. Buraya kadar her şey normal. Ama köşenizde veya konuk olduğunuz televizyon programınızda söylediğiniz iki söz var. Bu olmaz. Hareketlerimden ve tavırlarımdan benden hoşlanmayabilirsiniz. Ama Kutluhan Arslan isimli beni tanıyan birinin bir kadın satıcısı ile yaptığı bir konuşmayı Sedat Peker’in adamı bir bürokrata kadın sipariş etti diyemezsiniz. (...) Eğer bir gün suç örgütü kurup bunun lideri olmaya karar verirsem, yazmış olduğunuz şeyi bütün dünyanın sahibi olmak adına bile yapmam, yapılmasına müsaade etmem. Kutluhan Arslan benim adamım olsaydı şu an cezaevinde olurdu.
... Benim hakkımda ilk yazılar yazmaya başladığınızda elime bazı belgeler geldi. Sizinle ilgiliydi. Bakıldığında montaj olduğu anlaşılmıyordu. Profesyonel bir elden çıktığı belliydi. Herkes bunlardan milyonlarca bastırıp dağıtmak fikrindeydi. O sırada orada bulunan herkese göre bunlar gerçekti ama ben biliyordum ki gerçek değildi. İşte sizinle aramızdaki fark bu...’
Mektubun bu bölümünde Peker’in yazdıkları bunlar.
Daha çok bir savunma, bir kendini anlatma ihtiyacı.
Yarın yayınlayacağım bölüm ise daha önemli. Gazetecilik açısından ‘organize suç örgütü lideri’ olduğuna inandığımız bir kişiyle ilgili haber yaparken bile ilkelerimizden taviz vermememiz gerektiğini, haklı olabilecekken, haksız hale düşmememiz gerektiğini hatırlatan bölümleri var.
Bekleyin...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Herkesin herkesten öğrenecek bir şeyi olduğunu kabul ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku