Fatih Altaylı

Erdoğan sayesinde her şey çok güzel oldu

18 Aralık 2004
<B>HAFTALARDIR </B>bu köşede <B>‘Türkiye, AB’den tarih alacak. Bu tarih Ekim 2005 olacak’</B> diye yazdım. Oldu. Tam dediğim gibi oldu,

Biraz zor oldu, önceki gece eşeğimizi kaybettik; ama sonra tekrar bulduk. Ve böyle olunca daha çok sevindik. Çünkü bu süreçte, kendimizi, Türkiye’nin gücünü ve Başbakan Erdoğan’ın kapasitesini test etmiş, bu testten başarıyla çıkmış olduk.

Gelin size, bu müthiş 24 saatin hikáyesini kimsenin bilmediği kadar ‘içeriden’ yazayım.

BERLUSCONI’NİN AÇIKLAMASI

Türkiye’nin moralini bozan açıklama ‘Dostumuz’ Berlusconi’den geldi. Liderlerin çalışma yemeğinden dönen Berlusconi, ‘Karar alındı. Kıbrıs’ı tanımadan Türkiye müzakerelere başlayamayacak’ deyince, herkes yıkıldı. Berlusconi bu açıklamayı yaptığı sırada yanımda Avrupa Birliği-Türkiye Ortak Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk vardı.

‘Paniğe kapılmayın, her şey bitmiş değil. Yarın öğlene kadar daha çok pazarlık süresi var’ diyordu; ama Türk tarafında moraller sıfırdı.

Bu arada yemekte olmayan Erdoğan yemeğe davet edilmiş ve ‘çalışma metni’ kendisine gösterilmişti. Başbakan ve çevresi durumdan memnun değildi.

Başbakan gece yarısını iki saat kadar geçerken konsey binasından çıkıp otele geldi.

Bu arada ben de kendisini otelin önünde ‘morali sıfıra’ inmiş AKP’li milletvekilleriyle birlikte bekliyordum.

Başbakan geldi, otomobilinden indi. Yanına gittim. ‘Kaybedilmiş bir şey yok. Bence iyi durumdayız. Oyun daha yeni başlıyor. Yarın bu iş hallolacak’ dedi.

Yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Diğer yanında yürüyen Ömer Çelik’i işaret ederek, ‘Böyle düşünen bir sen, bir ben, bir de Ömer var’ dedi.

Daha sonra yukarı çıkıp kurmaylarıyla değerlendirme toplantısı yaptı. Saat 04.00 gibi Ömer Çelik aşağı inip yanımıza geldi. Birlikte bir durum değerlendirmesi yaptık. Çelik umutluydu.

SABAH 07.00’DE GİZLİ HEYET

Ekip sabaha karşı 05.00 sıralarında yatağa girdi ve 2 saat sonra AB kurmaylarımızdan oluşan ekip, otelin önünde hazırdı. Herkes yataklarındayken, bu ekip konsey binasına giderek Türkiye’nin önerilerini tartışılmak üzere götürdü.

Bundan yaklaşık 1 saat sonra da Başbakan Erdoğan, liderlerle buluşmak üzere yola çıktı.

Gelen ilk haberler ‘olumsuz’du. Rum baskısı altındaki liderler, ‘Nuh diyor peygamber demiyor’, Türkiye’nin istediği en küçük değişikliklere bile yanaşmıyorlardı. Ortam giderek gerildi. İkinci saatin sonunda Başbakan Erdoğan, yanındaki Abdullah Gül’e döndü ve ‘Abdullah Bey, siz isterseniz devam edin. Ben artık gidiyorum. Bu iş böyle olmayacak’ dedi ve kalktı. Salonda tam bir şok vardı. Erdoğan kapıya doğru yöneldi.

ERDOĞAN KALKTI AB LİDERLERİ ŞOKTA

Erdoğan
ciddi ciddi toplantıyı terk ediyordu. Salonda ani bir panik başladı. İlk atılan Blair oldu. Daha önce benzer bir kriz, AGSP protokolünün imzalanması sırasında yaşanmış ve o krizi de Blair önlemişti. Bu kez de Blair devreye girdi.

Erdoğan’a geldi. Erdoğan, ‘70 milyonluk Türkiye’yi ve daha da ötesi Avrupa Birliği’nin geleceğini, 800 bin nüfuslu bir adaya feda ediyorsunuz. Siz bilirsiniz’ dedi.

Salondaki şok sürüyordu. Blair, Erdoğan’ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Yardımına Almanya Başbakanı Schröder geldi. Erdoğan’a ‘Gitme. Gel bir yol bulacağız’ diye baskı yapmaya başladılar. Ancak Erdoğan direniyordu. Gerçekten bozuktu. Sonunda masaya oturmaya ikna edildi. İşler yoluna girerken Berlusconi de ‘Çözeriz çözeriz’ diyerek geldi. 5’li bir zirve başladı. Almanya, İtalya, İngiltere, Hollanda ve Türkiye liderleri masaya oturdular.

Erdoğan ‘Madem masaya tekrar oturduk. Şu 19. maddeden başlayalım’ dedi.

19. madde, Kıbrıs maddesiydi. Başlandı ve kısa bir ara verildi. Bu madde yeniden yazılacaktı. Hemen teknokratlar devreye girdi. Madde Türkiye’nin istediği şekilde yeniden kaleme alındı.

VE TÜRKİYE NE DİYORSA O

Ardından Türkiye’nin itirazı olan diğer maddelere geçildi. Hepsinde değişiklikler peş peşe yapıldı. Kalıcı kısıtlamaların üzeri çizildi. Yerine ‘Gerek duyulursa kısıtlamalar yapılabilir’ denildi.

Kıbrıs’la ilgili olarak tanıma şartı kaldırıldı. Rumların şımarıkça talep ettiği tanınma ve bunun Başbakan Erdoğan tarafından imzalanması isteği yok edildi. Türkiye’nin niyet beyanı yeterli sayıldı.

Ve metin, Dönem Başkanı Hollanda Başbakanı tarafından imzalandı.

Ardından 25 ülke liderlerinin önüne koyuldu. Rum lider Papadopulos şoktaydı. Ama itiraz edecek hali yoktu.

Herkes metni imzalamaya başladı.

Başbakan imzayı atmaya hazırlanırken, hemen yanında bulunan bir dostumuz aradı, ‘Başbakan şu an imzayı atıyor. Bu ana uzaktan da olsa ortak olmanızı istiyoruz’ dedi.

Ve saat yaklaşık 17.30 civarında Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlamasının önünü açan imza atıldı.

Bu tarihi anı, çocuklarımızın geleceği için büyük önem taşıyan anı Brüksel’de gözyaşlarıyla yaşadık.

İmzanın mürekkebi kurumadan bu büyük haberi Türkiye’ye ilk duyuran Kanal D Haber oldu.

Beni ilk arayan ise Ayten Gökçer’di. O da ağlıyordu.

Erdoğan’ın restinin öyküsü

KİLİTLENEN
görüşmeleri Başbakan Erdoğan’ın ‘Resti’ çözdü. Gelin size bu anın öyküsünü anlatayım. Görüşmelerde AB tarafı nuh diyor peygamber demiyordu. Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot, son sözü söylemek istedi.

Başbakan Erdoğan’a, ‘Bakın bizim verebileceklerimizin limiti bu. Bunu imzalayın. Uzatmayalım’ dedi.

Başbakan Erdoğan’ın suratı bir anda kıpkırmızı oldu. Bot’un elini tuttu. Diğer eliyle Bot’un elinin üzerine iki kez vurdu.

‘Siz bizi bu kadar güçsüz bir ülke mi zannediyorsunuz. Siz öyle görebilirsiniz ama değiliz. Bu görüşme burada bitmiştir. Biz şimdi buradan çıkıyoruz ve Türkiye’ye dönüyoruz. Bunca zaman sizi uğraştırdığımız için kusura bakmayın. Buraya kadarmış’ dedi.

Herkesin şaşkın bakışları arasında Türk heyeti salondan çıktı ve Konsey binasında bir üst katta kendilerine ayrılan dinlenme odasına gitti.

Tayyip Erdoğan sinirliydi. Önüne geleni fırçalayarak odaya kadar yürüdü.

Odaya girip oturdular, yorgunlardı.

Bir kaç dakika geçmemişti ki, kapı açıldı. İçeriye alı al moru mor Blair girdi.

‘Ne yapıyorsunuz. Hadi hemen toparlanın aşağı inip devam edelim’ diye Erdoğan’n koluna girdi.

Erdoğan ‘Gelmiyoruz. Çünkü geldiğimiz zaman sürekli bizi aşağılamaya çalışan bir grupla karşılaşıyoruz. Ya bizi yanlış tanıyorlar, ya da tanımıyorlar. Gelmiyorum. Bu iş gerçekten burada bitti’ dedi.

Blair oradaki bir koltuğa oturdu. Ellerini başının arasına aldı. Başını önüne eğdi. Tam o sırada içeri Schröder girdi. ‘Hata yapmanın zamanı değil. Hadi gelin başlayalım. Bu işi biz çözeceğiz başkası değil.’ Derken hemen ardından odaya Berlusconi daldı.

Blair’in yanına oturdu. Ayaklarını sehpaya uzattı. Dikkatle çoraplarını çekti.

‘Avrupa ayağına geldi sen gelmiyorsun. Hadi kalk aşağı iniyoruz’ dedi. Erdoğan’ın bir koluna o, bir koluna Blair girdi. Aşağıya toplantı salonuna döndüler. O sırada ABD Dışişleri Bakanı Powell aradı ve sakin olunmasını istedi.

Salona girince, Yunanlı lider yanlarına geldi. ‘Merak etmeyin. Biz Kıbrıs’a baskı kurarız. Bu işi çözmeden buradan çıkmayalım’ dedi.

Masaya tekrar oturuldu. Şok atlatılmış, Erdoğan’ın keyfi yerine gelmişti.

‘Madem geri geldik. Açın şu 19. maddeyi oradan başlayalım’ dedi.

Erdoğan’ın resti sonrasında metinden bütün rahatsız edici maddeler temizlendi.

Kala kala Avusturya’nın süreç sonunda referanduma gitme talebi kaldı.

O güne de daha 10 yıl var.

Yani o güne kadar Tuna’daki köprülerin altından çook sular akacak..
Yazının Devamını Oku

Sonuç ne olursa olsun Erdoğan kahraman olacak

17 Aralık 2004
<B>BEN </B>bu satırları yazarken AB ile hangi noktada olacağımız henüz kesinleşmemişti. Ya tamam diyecektik, ya devam. Başbakan <B>Erdoğan </B>bu akşam Türkiye’ye dönecek. Ve sonuç ne olursa olsun, bir ‘ulusal kahraman’ olarak dönecek. Çünkü her iki seçenek de onu ‘kahramanlaştıracak’.

İlk seçenek olumlu.

Erdoğan, Avrupalı liderleri ikna edecek, Türkiye’nin önceliklerine ve hassasiyetlerine saygı gösterilecek ve 2005 yılı içinde bir tarih verilecek.

Erdoğan, çok önemli değişiklikleri iki yıldan kısa sürede yapan ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıyan siyasetçi olarak ‘ulusal kahraman’ olacak ve tarihe geçecek.

İkinci seçenek ise olumsuz.

AB liderleri ikna olmayacak, Fransa’nın başını çektiği lobi etkili olacak ve masaya Türkiye’nin kabul edemeyeceği şartlar konulacak.

Bunun üzerine Erdoğan, ‘Bunlar kabul edilemez. Ben artık bu masada yokum’ diyecek ve Türkiye’ye dönecek.

Bu durumda da gelişmeler Erdoğan’ın lehine olacak.

Türkiye’yi büyük bir değişim sürecine sokan; ama ulusal onuru her şeyin önüne koyduğu için kendisine çok önemli puanlar kazandıracak olan AB ile müzakere tarihi alma olayını elinin tersiyle iten lider olacak.

Erdoğan, uluslararası politikada ‘win win’, yani ‘kazan kazan’ ikilemini çok seviyor.

Bugün geldiği noktada kendisi de ‘kazan kazan’ durumunda.

Sonuç ne olursa olsun...

Erdoğan’a yarayacak.

Gül: Keşke Derviş bizim partide olsa

BRÜKSEL’
de Türk heyetiyle aynı oteldeyiz. Berlusconi ve Chirac da bizim otelde kalıyorlar.

Otel lobisi, uluslararası gazeteciler cemiyeti salonu gibi.

Ancak siyasileri yakalamak çok güç. Herkes müthiş bir acele içinde koşuşturup duruyor.

Türk gazeteciler biraz daha girişken olduğu için, yabancı gazeteciler Türklerin peşinde, ‘Kim ne dedi?’ diye öğrenmeye çalışıyorlar.

Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan, dün sabah gazetecilerle bir sohbet toplantısı yaptılar.

‘Ne dendi?’ diye sorarsanız, yanıtım ‘Hiçbir şey’ olacak.

Bazı meslektaşlarımız, yanıtını Avrupalı liderlerin bile güç vereceği gelecekle ilgili ‘abuk’ sorular sordular ve haliyle yanıt alamadılar.

Kayda değer tek değerlendirme, Başbakan Erdoğan’ın, ‘Bu sabah, dün sabaha göre daha iyi bir noktadayız’ demesiydi.

Erdoğan, Chirac’ın önceki akşam TF 1’de yaptığı konuşmayı da ‘Olumlu yönde bir gelişme’ olarak değerlendirmiş. Chirac’ın televizyon konuşmasından önce Belçika Başbakanı ile bir araya geldiği ve Belçika Başbakanı’nın Türkiye’nin mesajlarını ilettiği biliniyor.

Erdoğan mesajların yerine ulaştığını ve ‘anlaşıldığını’ düşünüyor. Basın sohbetinden sonra, otelde aynı katı paylaştığımız Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile kısa süre ikili görüşme fırsatını buldum. Benim son iki günde yazdıklarımla ilgili görüşlerini hemen aktarmak istedi.

Öncelikle ‘kırmızı çizgiler’ meselesine değindik.

‘Yüzde yüz doğru yazmışsınız. Ben de kırmızı çizgi lafına karşıyım. Dünya çok dinamik bir süreçte. Burada sürekli olarak kırmızı çizgiden bahsedemezsiniz. Bugün kırmızı çizgi dediğiniz şey, yarın sizin istediğiniz bir şey haline gelebilir. Ya da öncelikler değişebilir. Ama dikkat ederseniz ben hiç kırmızı çizgi demiyorum. Biz bundan özellikle uzak duruyoruz. Ama uyarınız yerinde, bu söylemden herkesin kaçınması lazım’ dedi.

Gül, Kemal Derviş konusunda da çok net.

‘Kemal Bey’i bizim partide görmek istediğimi hep söylüyorum. Keşke gelse’ dedi.

Ben de ‘Herkes Kemal Bey’i partisinde görmek ister’ dedim. Güldü, ‘Emin misiniz?’ diye sordu.

Ben kahkahayı patlattım ve düzelttim. ‘Aklı olan herkes’ dedim.

Gül, Derviş’le ilgili görüşlerini anlattı:

‘Kemal Bey biliyorsunuz bir süredir Avrupa’yı gezip temaslar yapıyor. Biz de Dışişleri olarak bunlara destek veriyoruz. Çok da faydalı oluyor. Etkili bir isim.’

Ben de ilave ettim: ‘Etkili ve etkileyici.’

‘Doğru’
dedi Gül.

‘Peki, CHP’de de olsa müzakere heyetinde yer almasını istemez misiniz?’

Gül
şöyle bir düşündü. Kararsız kaldı. Samimi yanıt ile siyasi yanıt arasında gidip geldiğini hissettim. Ama Gül’ü Gül yapan özellik ağır bastı ve samimi bir yanıt verdi:

‘İsterim. Aslında düşünmek lazım. Yapabilirsek önemli bir demokratik olgunluk gösterisi de olur.’

‘Yapar mısınız?’
diye ısrar ettim.

O şirin tebessümüyle cevap verdi.

Vedalaştık.

Siyaset zor iş. Bazen doğru bildiğinizi yapmak bile çok zor oluyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Gazeteciler, sorularını ne kadar çok şey bildiklerini göstermek için değil, bir şey daha öğrenmek için sordukları zaman.
Yazının Devamını Oku

Kırmızı çizgi

16 Aralık 2004
<B>BRÜKSEL</B> <br><B>TÜRKİYE ’</B>de siyasetçilerin de, basının da çok sevdiği bir sözcük var: Kırmızı çizgi.<br><br>Her konuda, herkesin ağzında bir kırmızı çizgi lafı.Abdullah Gül’ün başbakanlığı döneminde yayın yönetmenleriyle yaptığı bir toplantı vardı.

Irak’ta savaş hızla yaklaşırken, Gül hepimizi toplamış ve bu konuda Türkiye’nin izleyeceği politikayı anlatmıştı.

Orada da bol bol ‘kırmızı çizgi’ sozcüğü kullanılmıştı.

Türkiye’nin oradaki kırmızı çizgileri, Kuzey Irak ve oradaki Kürt gruplar ile ilgiliydi.

Savaş başladı bitti. Türkiye’nin kırmızı çizgileri birer birer aşıldı.

Hatta ben de oturup ‘pembeleşen kırmızı çizgiler’ diye yazdım.

Şimdi AB ile yapılan pazarlıklar sırasında yine aynı kırmızı çizgiler ağızlara sakız oldu.

Türkiye’nin kırmızı çizgileri şunlardır, bunlardır.

Ben açıkçası bu kırmızı çizgi lafından pek hoşlanmıyorum.

Çünkü boş yere kendimizi bağlıyor, sonra da sıkıntıya düşüyoruz.

Uluslararası politikada elinizdeki kırmızı mürekkep miktarı ya gücünüzle orantılıdır ya da ‘dayanma gücünüzle’.

Öyle bol keseden sağı solu ‘çizemezsiniz’.

Ya da çizerseniz, sonuçlara katlanacak güce veya dayanıklılığa sahipsinizdir.

Bu gece hayırlısı ile Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alıyoruz.

Şimdi zorlu bir müzakere süreci başlıyor. Bu süreçte masaya otururken kırmızı çizgi edebiyatı yapmanın alemi yok.

Elbette her ulusun kendine has birtakım beklentileri ve kabul edilemezleri var.

Ama bunları kırmızı çizgi diye adlandırıp açıklamak doğru değil.

Bunlar masada konuşulacak ve karşılıklı pazarlıkla sonuçlandırılacak meseleler.

25, hatta 27 kişilik bir müzakere masasına herkes kırmızı çizgileriyle oturursa, ortada kırmızıya boyanmış bir metinden başka bir şey kalmaz.

Benim tavsiyem artık bu lafın kullanılmaması.

Kırmızı çizgiler duruma göre bazen pembe olur, bazen nar çiçeği, bazen mor.

Bunu günün şartları belirler. Başka bir şey değil.

10 yılda kim bilir neler olacak

GEÇEN cuma Brüksel’den döndük, bu çarşamba yine Brüksel’deyiz. Gören de ‘lahana düşkünü’ olduğumuzu zannedecek.

Ancak Türkiye’nin kalbi burada atınca, uzakta olamazdık.

Öğle yemeğini minik, tarzı olan bir bistroda yedik.

Bizden başka Türk yoktu ama neredeyse bütün masalarda konu Türkiye’ydi.

Konu sokağa kadar inmiş ve anlaşılıyor ki, bu zirveye de Türkiye damgasını vuracak.

Tayyip Erdoğan, Jacques Chirac ve Berlusconi ile aynı oteldeyiz.

Anlayacağınız tam bir ıstırap içinde.

Lobide yakında Aşkabat’a gidecek olan mektepten abim Büyükelçi Hakkı Akil’le karşılaştık.

Herkesin birbirine sorduğu soruyu sordum: ‘Ne olur yarın?’

Herkes gibi onun da kuşkusu yoktu. ‘Tarihi alırız.’

Aylardır yazıyorum, tarihi verecekler. Haftalardır yazıyorum, 2005 sonbahar...

Aksini kimse düşünmüyor.

Ama herkes tuluat peşinde.

NTV muhabiri Güldener Sonumut dostum yemekte Yunanistan’dan Karamanlis’in çok yakınından bir siyasetçiyle konuşuyor. Yunanlıları sıkıştıran tek Kıbrıs var ama Yunanistan Türkiye’ye hayır diyecek durumda değil.

Ak, kara bu gece belli olacak ama asıl önemli süreç şimdi başlıyor.

Ve bu sürecin ucunun açık veya kapalı olması hiç önemli değil.

Çünkü dünya politikasında nelerin değişeceğini bugünden tahmin etmek mümkün değil.

Belki öyle bir değişiklik olacak ki, AB ülkeleri üç sene sonra kapımıza dayanıp ‘10 yıl dedik ama beklemeye gerek yok yarın üye olun’ diyecekler.

Belki biz ‘Yahu biz vazgeçtik. Daha iyi imkanlar bulduk’ diyeceğiz.

Ya da öyle gelişmeler olacak ki, Avrupa Birliği, ‘Kusura bakmayın buraya kadarmış’ deyip defteri kapatacak. En zayıf ihtimal bu sonuncusu olsa da hepsi mümkün.

Burada ne olursa olsun, hepsinden daha önemlisi Türkiye’de istikrarın ve doğru düzgün bir yönetimin sürmesi. Gerisi boş...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Klavye kullanan boş tenekeler kendini yazar zannetmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

O okul seni aşar Aziz Yıldırım

15 Aralık 2004
<B>TAKIMININ </B>kaybettiği her derbi maçtan sonra gündemi değiştirmek için olmadık işler yapan <B>Aziz Yıldırım,</B> bu kez de aynı yolu tuttu. Daha da ötesine geçerek tehditler savurmaya, kendi evlerinde yapacakları maçta çıkacak olaylardan sorumlu olmayacaklarına dair mesajlar verip, futbol terörüne zemin hazırlamaya da başladı.

Federasyon ne yapacak bilmiyorum. Aziz Yıldırım’ın seçimlerde verdiği desteğin altında ezilecekler mi, yoksa gereğini yapacaklar mı merak ediyorum.

Aziz Yıldırım’ın, ‘Şerefsiz, terörist, satılmış’ diye nitelediği ama nedense bu yakıştırmalara hiç sesini çıkarmayan spor medyası ise ‘suskun’.

Ben konunun bu tarafına girmeyeceğim.

Benim derdim başka. Fenerbahçe’nin başkanı Yıldırım, tribünlerden kendisine edildiğini iddia ettiği küfürlerden ötürü Mektebi Sultani’yi, yani Galatasaray Lisesi’ni suçluyor.

İşte bu nokta Aziz Yıldırım’ı aşar. Hangi okulu bitirdiğini, hatta bir okul bitirip bitirmediğini bilmiyorum.

Ama kim olursan ol, bu ülkenin 140 yıla yakın zamandır kültür öncülüğünü yapmış bir okula dil uzatamazsın. Bu ülkeye sanatçılar, başbakanlar, bakanlar yetiştirmiş, bu ülkenin kurumlarının temelinde harcı olan insanları eğitmiş bir okula hakaret edemezsin.

Hasbelkader başında bulunduğun kulübün kuruluşunda bile o okuldan insanların emeği var.
Bu kurumu, Türk futbolunu getirdiğin düzeye çekmeye çalışma.

Ve dün de dediğim gibi, Türkiye’nin bütün statlarında sana sövülüyor. Sen önce bunun nedenini düşün. Ali Şen’e bile sempatiyle yaklaşabilen tribünler, neden senden bu kadar nefret ediyor, bunu bir çöz.

6 kişi tutuklandı Cem Uzan serbest

CEM Uzan’
ın gözaltına alındığı haberi haber televizyonlarına iyi malzeme oldu. Fakat CNN Türk’ün Cem Uzan için kullandığı ‘unvan’ beni şaşırttı.

‘Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan gözaltına alındı’ diyorlar.

Kardeşim, Cem Uzan’ın gözaltına alınmasının parti genel başkanlığı ile bir ilgisi yok ki! Adam Türkiye’yi 10 küsur katrilyon lira zarara uğratmış, hatta soyduğu iddia edilen bir grubun mensubu ve yöneticisi olmak sıfatıyla gözaltında.

Ona ‘parti genel başkanı’ demek, Uzan’ın bu işi siyasileştirmek ve mazlumu oynamak gayesine hizmet eder. Başka bir şeye değil.

Cem Uzan’ın savcının ‘tutuklama’ talebine rağmen serbest bırakılması ise ilginç.

Elbette mahkeme delilleri ‘yetersiz’ bulup tutuklama isteğini reddedebilir.

Ancak aynı delillerle mahkemeye sevk edilen sanıklardan altısı tutuklanıyor.

Derviş de müzakere heyetinde yer almalı

BAŞBAKAN Erdoğan’ın ve AKP’nin ‘akil adamları’, CHP’li Kemal Derviş’i AKP saflarında görmek istiyorlar. Bu seslendirilmese de bilinen bir gerçek.

Derviş Türkiye’de çok önemsenmiyor belki ama dünya ve özellikle de ‘entelektüel Avrupa’ Derviş’e ‘aşık’.

4 dili ana dili gibi konuşan, birikimli, rahat, müthiş bir adam.

Aylardır sivil bir inisiyatifin organizasyonuyla AB ülkelerini dolaşıyor ve konuştuğu herkesi müthiş etkiliyor.

AKP de Derviş’in bu özelliklerinden faydalanmak istiyor.

Başbakan Erdoğan, kompleksiz tavrıyla Türkiye’de birçok ilke imza attı. Farklı bir politikacı olduğunu gösterdi.

Acaba burada da bir farklılık ortaya koyabilir mi? Yani kendi partisinden olmasa bile ‘saygın ve hakim’ bir Kemal Derviş’i, AB ile müzakerelere gidecek ekibe dahil edebilir mi?

Böylelikle, hem AB ile müzakerelerin bir parti değil, bir ülke meselesi olduğunu net bir şekilde ortaya koyar, hem de muhalefete de zeytin dalı uzatır. Ve bu zeytin dalının meyvesini de kendisi yer.

Bu konuda tek engel, ‘Bizim partimizde yeterince adam yok mu?’ diyecek olan AKP’liler ve belki Dışişleri Bakanı Abdullah Gül olabilir.

Ama onların da buna uzun boylu muhalefet edeceklerini zannetmiyorum.

Ortada büyük bir sorun yok

AB
ile 41 yıl önce ‘söz kesen’ Türkiye’nin ‘nişan günü’ yaklaştıkça tartışmalar iyice alevlendi.

Müzakerelerin başlaması ile ilgili tartışmalarla, müzakereler sırasında ortaya çıkacak tartışmalar birbirine girdi.

Bugünkü tabloya bakılınca, ‘müzakere tarihi almak’ açısından ortada önemli bir sorun yok. Burada Fransa bile kayda değer bir itiraz sergilemiyor. Sadece Rum Kesimi ‘Bu hengamede ne koparsak kárdır’ yaklaşımı içinde.

Asıl tartışma, müzakere süreciyle ilgili. Talepler, istekler, metinlere eklenmek istenen maddeler hep o süreç için.

Türkiye de müzakerelere maçtan önce yenilmiş bir golle başlamamak için direniyor. Doğru da yapıyor.

Aylar önce yazdığım gibi, müzakere sürecinde ‘en abuk’ taleplerle bile karşılaşacağız. Bunları çelik gibi sinirlerle ve ortalığı velveleye vermeden göğüslememiz gerekiyor.

Türkiye bu sürece umulandan çok daha fazla hazır. Gümrük Birliği yıllar önce hallolduğu için ekonomik konuları çok rahat aşacağız. Ermeni soykırımı gibi ‘salaklıklar’ yıllardan beri olduğu gibi gündeme gelecek ve gidecek.

En önemli sorun gibi görünen Ege ve Kıbrıs ise o kadar büyük sorun yaratmayacak. Hele Ege meselesinde Türkiye’nin eli çok rahat. Helsinki’de öngörüldüğü gibi, çözümsüzlük halinde Türkiye Lahey Adalet Divanı’na gitmeye hazır. Ancak tüm Ege sorunlarını toptan Lahey’e götürmek istiyoruz. Burada zorda kalan Yunanistan. Onlar da sadece kıta sahanlığı sorununu götürüp, gerisini götürmemek istiyorlar.

Kimse umutsuzluğa kapılmasın. İşler iyi gidiyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Komplekslerini aşmış siyasetçilere devlet adamı dendiğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Buna adalet denir Cem Uzan

14 Aralık 2004
<B>CEM Uzan’</B>ın İmar Bankası soygunuyla ilişkisi en sonunda <B>‘kanıtlanabilir’</B> hale gelmiş olmalı ki, polis tarafından gözaltına alındı. Görüntülere bakınca, ‘Etme bulma dünyası’ diye düşündüm.

Uzan Grubu ile ilgili yazılarımdan dolayı, çoğu şimdi kaçak durumda olan bu aile tarafından hakkımda 2 binin üzerinde dava açılmıştı. (2 bini aşkınından da beraat ettim. Bazıları hálá sürüyor.)

Her dosya için mahkemeye gidip ifade veriyordum. Her mahkemeye gidişim ciddi bir ‘işkence’ gibiydi. Uzanlar’ın gazete ve televizyonlarından onlarca muhabir Şişli Adliyesi’nin kapısına yığılıyor, girip çıkarken, otomobile binerken sürekli görüntü alıyordu.

Bu arada kamera pilleri ile sağıma soluma vuruluyor, abuk sabuk sorular sorularak aşağılanmaya çalışılıyordum.

Bütün ‘terbiye özürlü’ sorularına, ‘Türkiye’yi soyup soğana çeviren bir çeteyle ilgili yazılarımdan dolayı ifade vermeye geldim’ diye yanıt veriyordum.

Bir gün bir kameraman, kamerasını enseme indirince canım yandı. Dönüp ters ters baktım. Çocuk utandı. ‘Fatih Abi kusura bakma. Biz de buraya gelme meraklısı değiliz; ama ne yapalım’ dedi.

Sırtına vurdum. ‘Tamam tamam, önemli değil’ dedim.

Zaman geçti ve benim haklılığım ortaya çıktı.

Ve dün ekranda Cem Uzan’ı görünce, o günler aklıma geldi.

Bu kez Cem Uzan’ın karşısında aynı kameralar vardı. Ama o benim gibi bir soygunu haber veren yazılarından dolayı değil, soygunun suç ortaklarından biri olduğu iddiasıyla kameraların hedefi olmuştu.

Görüntüleri izledim ve ‘Allahım çok büyüksün’ dedim.

Bu gibilerin ‘ipliğini pazara çıkarmak’ uğruna daha binlerce kez mahkeme kapılarına gitmeye hazırım.

Çünkü ben şerefli bir nedenle orada oluyorum.

Kazandık, aman sevindirmeyin

GALATASARAY-Fenerbahçe maçı oynandı. Galatasaray kazanınca her zaman olduğu gibi ‘farklı gündemler’ oluşturulmaya çalışılıyor.

Aziz Yıldırım, küfürden şikáyet etmiş. Fenerbahçe tribünlerinde ‘bedava biletçiler’ bana 45 dakika söverken niye hiç şikáyet etmiyordu. Üstelik organize bir küfür yoktu. Ayrıca Türkiye’de bütün tribünler Aziz Yıldırım’a küfreder olduysa, ‘Nerede yanlış yapıyorum’ diye bir kendine sorsun.

Maç, ‘Tribün çıkışlarında ve koridorlarda seyirci var’ diye 10 dakika geç başladı.

Oysa oralarda bulunanların büyük bölümü polisti. Üstelik UEFA da bu konuda çok hassas; ama maçları geç başlatmıyor. Dayıyor ‘ağır cezayı’, sıkıysa kulüp yönetimleri çıkış ve merdivenleri boşaltmasın.

Herkes hakem Cem Papila’yı eleştiriyor. Ben de eleştiriyorum.

Ancak ‘Anti Galatasaray’ Erman Toroğlu başta olmak üzere kimse ‘gerçekleri’ görmüyor.

Orhan Ak’ın sarı kart gördüğü pozisyonda Orhan’a ilk tekmeyi yerde savuranın Mehmet Yozgatlı olduğunu kimse yazamıyor. Onun da sarı kart görmesi gerekmez miydi?

Tuncay’a yapılan penaltıymış. Doğru penaltı. Ama Hakan’a yapılan da penaltı. Toroğlu, Tuncay’a penaltı yapıldığını ısrarla yazmış. Ama aynı Toroğlu birkaç hafta önce, bire bir aynı pozisyonda, galiba Fenerbahçe savunmasının rakip futbolcuyu formasından çekerek indirmesinin, ‘Bu sırada top oyunda değil. Top oyuna girdiği anda bırakıyor’ diyerek penaltı olmadığını savunuyordu.

Sonuçta Galatasaray, rakibini ‘eze eze’ bir maç kazandı. 6-0’ın rövanşının alınmasını Rüştü önledi. Buna rağmen anti Galatasaray medya, Galatasaraylıların bu galibiyetin keyfini sürmesini engellemeye çalışıyor.

Nedense kimse Galatasaray’ın, Manchester’ın B takımı olmadığını görmek istemiyor.

Domuz çiftlikleri ve Türkiye reklamları

ABD’
nin en büyük gazetelerinden birinin Türkiye temsilcisi aradı geçtiğimiz günlerde.

‘Fatih Bey, Türkiye başta bizim gazeteler olmak üzere yabancı gazetelere bu yıl 300 milyon dolarlık tanıtım reklamı verdi. Ama en iyi tanıtım da, en kötü tanıtım da haberle olur. Haber olacak öyle aptalca işler yapılıyor ki, bunlar gazeteye yazılsa bir anda Türkiye’nin imajına büyük zarar verir’ dedi.

Sonra da konuyu anlattı. Tekirdağ civarındaki iki domuz çiftliği, ilgili belediyeler tarafından kapatılmış, hayvanları kesilmiş, çiftlikler de yerle bir edilmişti.

‘Bu haber Türkiye’nin imajına büyük zarar verir. Bunun farkında değiller mi?’ diye sordu.

Ben de kendisine, bana birkaç gün izin vermesini, konuyu araştırıp haber yapacağımı ve Türkiye’nin bu ayıptan döneceğini söyledim.

Hemen arkadaşlarımı Tekirdağ’a yolladım. Olay doğruydu. Ama yıkılan çiftlik sayısı 2 değil 7’ydi.

Yetkililer, ‘Yönetmeliklere uygun olmadıkları için yıkım yaptıklarını’ söylüyorlardı.

Çiftliklerde bulunan 7 bin domuz kesilip satılmıştı.

Uyulmayan yönetmelikler, geçen mart ayında çıkarılmıştı. Çiftlik sahipleri ise yönetmeliklere uymak için yeterli süre tanınmadığını söylüyorlardı.

İyi niyetli olmayan herhangi bir yabancı muhabir için bu durum, ‘İslamcı iktidarın, domuz çiftliklerine bile tahammül edemediği’ şeklinde haberleştirilebilirdi.

Bu haber Türkiye imajı açısından iyi olur muydu?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Rüyalarımızı gerçekleştirebilmenin ilk şartının uykudan uyanmak olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

AB’yi bilmezler, AB yazarlar

13 Aralık 2004
<B>AB </B>ile ilgili hiçbir fikri olmayanlar, hayatında AB ile ilgili tek bir belge okumamış olanlar, AB ile gelinen noktayı eleştiriyorlar. Türkiye’nin AB’ye üye olmak uğruna çok tavizler verdiğini, müzakere sürecinde daha da çok taviz verileceğini iddia ediyorlar.

Her şeyden önce Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmesine taviz gözüyle bakmak, en basit ifadesiyle çağdışılık, cehalet. Kopenhag Kriterleri, Atatürk’ün hedefi olan çağdaş medeniyetin gereklilikleri. Burada taviz verildiyse Türk halkına verildi, başkasına değil.

Müzakere sürecinde çeşitli tavizler istenecek diyorlar. Doğru istenecek. Ama istenmesi verilmesi anlamına gelmez. AB ülkeleri şu an bile birbirlerinden bir şeyler koparmaya çalışıyorlar. Birliğin 25 üyesi de kendi lehine olacak düzenlemeler yapmak ve diğerinden daha fazla pay almak istiyor.

Bu sadece müzakere sürecinde değil, üyelik esnasında da süregiden bir durum.

Bizden de müzakere sürecinde her şey istenebilir. Ama vermek zorunda değiliz. Ya ikna ederiz, ya ikna oluruz ya da canımız çektiği anda masadan kalkarız.

Müzakerelere başlamak, masada istenilen her şeyi kayıtsız şartsız vermek anlamına gelmiyor. Ama bir yanda AB’nin ne ifade ettiğini bilmeyenler, diğer yanda ise AB’yi hálá bir kömür çelik birliği zannedenler.

Her nedense ‘önemsenen’ isimlerinin ardına sığınıp lehte veya aleyhte saçmalayıp duruyorlar.

En ucuz iş kurmak kaç para

TÜRKİYE’
nin en büyük sıkıntılarından biri istihdam.

Bakın BM Kalkınma Programı Danışmanı Dr. Üner Kırdar tarafından hazırlanan küreselleşme raporunun istihdama ilişkin bölümü ne diyor.

Rapora göre, istihdam yaratma maliyetleri belli.

Tarımda bir kişilik istihdam yaratmak için 45 bin dolar gerekiyor. Bu miktar sanayi iş kolunda 65 bin, hizmet iş kolunda ise 50 bin dolar.

Ancak bir sektör var ki, çok farklı. Onun adı ‘bilişim’.

Bu sektörde bir kişiye iş yaratmak için yapılması gereken yatırım 5 bin dolar. Yani tarımın 10’da biri. Sanayinin 13’te biri.

Peki ya sektörlerin yarattığı katma değer.

Tarımınki 6 bin dolar. Sanayininki 13 bin dolar. Bilişiminki ise 32 bin dolar. Bu yatırımın da hızla geri dönüşümü demek.

Bunun için gereken tek şey ise eğitim. Bunu yapabilen ülkeler var mı?

Var elbet. İsveç, Finlandiya ve İrlanda Avrupa’daki örnekler.

En önemli örnek ise hiç kuşkusuz Hindistan.

Hindistan bilgi ve iletişim teknolojisinden 1990 yılında yılda 150 milyon dolar gelir elde ederken, bu miktarı 2000’de 5 milyar dolara, 2001’de ise 50 milyar dolara çıkarmış.

Hindistan’ın projeksiyonlarına göre 2008 yılında bilgi ve iletişim teknolojisinin dış satımından elde edilecek gelir dış satımın yüzde 30’unu teşkil edecek. Yani sıfıra yakın hammadde ile akıl üretip satacaklar. Tükenmeyen, çevre kirliliği yaratmayan ve düşük yatırım maliyetli bir kaynak.

Hindistan’da 1998 yılında 180 bin kişi bu sektörde çalışırken, 2008 yılında 2.5 milyon kişinin bu sektörden ekmek yemesi düşünülüyor.

Hindistan’a giren yabancı sermaye miktarı da 1991’den bugüne her yıl neredeyse yüzde yüz büyüyerek 10 milyar dolara ulaşmış.

Dünyada gelişmek için tek yatırım var artık: İnsan.

Zana’nın yaptığına çok mu şaşırdınız

HERALD
Tribune ve Le Monde’a verilen ilanlardan sonra Leyla Zana ve saz arkadaşlarına yönelik tepkileri izliyorum. Ve haliyle gülüyorum.

Çünkü bu kadın hapisten çıktığı anda televizyon ve gazetelerimiz kendisine ‘kucak açmışlar’, attığı adımı naklen yayınlar olmuşlardı.

Zana ve ‘dostlarının’ 1991 yılında Meclis kürsüsünde başlattıkları gerilimin, 1991-1995 arasında PKK’nın en kanlı tırmanışına kadar uzandığını nedense unutmuşlardı.

Bunların doğrudan doğruya terör örgütünün başkanından emir aldıklarını da nedense hatırlamamışlardı.

Özellikle ‘haber televizyonları’ işin cılkını çıkarınca bu köşeden kendilerini uyarmak zorunda kalmıştım.

Nitekim bu uyarı akılları bir nebze olsun başa getirmiş, geçmişi unutmayanları ekran başında ‘kudurtan’ görüntülere bir son verilmişti.

O gün bunları ‘özgürlük havarisi’ mertebesine çıkartanlar şimdi şaşkın.

Merak ediyorum ne umuyorlardı. Zana ve arkadaşlarının adam olduğunu mu?

İşin acısı, Zana ve arkadaşlarının Kürtlere yaptığı kötülüğü, Türkiye’de kimse yapmıyor.

Bilmem Kürt vatandaşlarımız bunun farkında mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Türkiye’nin geleceği için gerekli yasa tasarıları, lobilerin etkisiyle bir kenarda unutulmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Federasyon seçimleri

11 Aralık 2004
BUGÜN bazı federasyonlarda seçimler var. Çoğundaki durumu bilmediğim için bir söz söylemem mümkün değil.Ancak iki federasyonla ilgili söylemek istediklerim var. Bunlardan biri Motorsporları Federasyonu. Burada eski Başkan Mümtaz Tahincioğlu, son kez 4 yıl için seçilmek istiyor.Rakiplerinin aylardır sürdürdüğü ‘karalama’ ve ‘yalan yanlış ihbar’ kampanları ile yıpranan Tahincioğlu, Türkiye’yi motorsporlarında dünyanın en önemli ülkelerinden biri haline getirdi. İnanılmazı başararak Türkiye’ye Avrupa Ralli Şampiyonası’nı, Dünya Ralli Şampiyonası’nı, Dünya Kros Country Şampiyonası’nı getirdi. En sonunda da Formula 1’in Türkiye’de yapılmasını sağlayarak müthiş bir başarıya imza attı. Bu yarışların Türkiye ayaklarının ‘kurumsal ve kalıcı’ hale gelmesi için 4 yıl daha Mümtaz Tahincioğlu diyorum.Basketbolde ise Galatasaray’daki oyunculuk günlerinden beri tanıdığım iki isim çekişiyor. Turgay Demirel ve Lütfi Arıboğan. Turgay, Türk basketbolünü milli takım seviyesinde çok yerlere taşıdı; ama bir zamanlar salonlara sığmayan kulüp rekabetini bitirdi. Bugün kulüp basketbolü yerlerde sürünüyor. Milli takımı ise lejyoner oyuncularımız taşıyor. Öyle ki, geleceğin umudu olan gençlerimiz, daha genç takım seviyesinde yurtdışında takım aramaya başlıyorlar. Arıboğan ise bu duruma son vermek, kulüp basketbolünü canlandırmak ve salonları doldurmak üzere yola çıkıyor. Lütfi Arıboğan’ın önündeki tek engel, Turgay Demirel’in 2010 Dünya Şampiyonası finallerini Türkiye’ye getirmiş olması. Ama Demirel’in 2010’a kadar görevde kalması için iki dönem daha başkanlık yapması gerekiyor. 12 yıldır federasyon başkanı olan Demirel, bu hesapla 20 yıl başkanlık yapmış olacak. Bence Turgay bir dönem dinlensin. Bir sonraki seçimde getirdiği şampiyonayı düzenlemek için yine aday olsun veya organizasyonun başına geçsin. Ama kulüp basketbolü için Lütfi. Tabii bunlar benim fikirlerim. Sandıktan çıkacak olana saygımız sonsuz. Başbakan, başkanlık sistemine inanıyorÖNCEKİ akşam Teke Tek’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuğumdu. Münafık gazeteciler, ‘Başbakan hep Teke Tek’e çıkıyor’ diyorlar. Hayır çıkmıyor. Geçtiğimiz yaz başından beri ilk kez Teke Tek’te. Bu arada bazı programlara iki kez katıldı. Ama algılama farklı. Nedeni ise basit. Ben Başbakan’ı gündemin tırmandığı zamanlarda konuk ettiğim için dikkat çekici oluyor.Ancak bu bir kabahat değil. 17 Aralık zirvesi, aylar öncesinden belli. Ben de 9 Aralık için temmuz ayı başında davet yapıyorum. Yani ‘Aaa, bugünlerde önemli şeyler oluyor, yarın Başbakan’ı çağırayım’ demiyorum. Hal böyle olunca, Başbakan da önemli günler için aylar öncesinden bana sözü olduğundan başka yere değil, Teke Tek’e çıkıyor. Teke Tek’te pek çok şeyi konuştuk. AB konusunda son pazarlıklar yapıldığı için Türkiye’nin ‘elini gösterecek’ kadar derine inmedim. Ancak başkanlık sistemi konusunda Başbakan’ın fikirlerini sonuna kadar öğrenmeye çalıştım. ‘Tartışalım. Gerekirse Türkiye’de komple bir sistem değişimini de tartışalım. Tartışmak ille de yapmak anlamına gelmez’ dedi. Ancak aramızda 50 santim mesafe olunca, insan konuşulanların dışında algılamalar içine de giriyor. Benim gördüğüm Erdoğan, başkanlık sistemine inanıyor. Türkiye için gerekli olduğunu düşünüyor. Bu meseleyi er veya geç Türkiye’nin gündemine getirmek istiyor. Bu nedenle tartışmakta fayda var. Yumurta kapıya dayanınca kavga dövüş tartışmaktansa, şimdi salim kafayla konuşmakta yarar var. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Hainler, ihanet için en kritik günü beklemedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

İnsan yoksa gelişme de yok

10 Aralık 2004
<B>BİRKAÇ </B>gündür Türkiye’de insani gelişmenin sağlanamadığına değiniyorum. Oysa 21. yüzyılda ülkelerin motor gücü bu. Dünya Bankası geçtiğimiz 10 yıllarda sürekli olarak altyapı projelerine destek verdi ve ülkelerin gelişmesinde altyapı projelerinin önemli olduğunu düşündü. Ardından Birleşmiş Milletler öncülüğünde yeni bir dönem başladı. ‘Önemli olan insanın gelişmesidir’ şeklinde özetlenebilecek bu dönemin temelleri ise ilginçtir 1985 yılında Türkiye’de yapılan ‘Gelişme: İnsani Boyut’ başlıklı bir BM toplantısıyla atıldı.

Bunun yolu, insanı eğitmekten ve bilgi toplumu haline getirmekten geçiyor. Bunu yapan İrlanda, bugün Avrupa’nın en zengin ülkesi. Avrupa’daki PC’lerin üçte biri İrlanda’da üretiliyor. ABD’nin ülke dışı yatırımlarının yüzde 30’u bu ülkeye gidiyor. Ülkeye gelen yabancı yatırım miktarı, adam başına 3 bin dolar seviyesinde. Ekonominin yüzde 30’u, ihracatın ise yüzde 40’ı yabancı sermayeli şirketlere ait.

Buna bağlı olarak, İrlanda OECD ülkeleri arasında üretkenliği en hızlı artan ülke.

İrlanda’nın dış satımında yüksek teknoloji mallarının oranı da yüzde 48.

Yani katma değeri yüksek ürünler pazarlıyorlar. Ve sonuç: İrlanda sadece ‘insanını geliştirerek ve eğiterek’ 1988 yılında 7 bin 200 dolar olan kişi başı ulusal gelirini, 2001 yılı itibarıyla 32 bin 410 dolara çıkardı. Biz de 10 yıllık hedefimizi 8 bin dolar olarak açıkladık. Bir de nasıl yapacağımız konusunu açıklayabilsek!

Paranoyak olmaya gerek yok

MÜTHİŞ bir paranoya içinde AB’nin yaptıklarını izliyoruz. Gerçi AB üyelerinin bazıları, bizi paranoyak yapmak için ellerinden geleni artlarına koymuyor değiller; ama biz de fazla ‘alıngan’ davranıyoruz.

Konuştuğumuz AB uzmanları, Türkiye’nin Kıbrıs ve serbest dolaşımın süresiz kısıtlanması gibi konulardaki itirazlarının haklı olduğunu söylüyorlar.

Çünkü Kıbrıs, Türkiye açısından hiçbir zaman şart olmadı ve Kıbrıs’ın bu noktaya gelmesini AB’nin hatalı politikaları sağladı. Serbest dolaşımın süresiz kısıtlanması ise AB’nin kuruluş ruhuna ve amacına aykırı. Kurucu Anlaşma, bu isteği ‘gayri yasal’ hale getiriyor.

Ancak diğer müzakere şartları konusunda Türkiye’ye karşı özel bir ‘garez’ yok.

Türkiye’nin tüylerini diken diken eden ‘müzakerelerin kesilmesi, uygulama başlamadan müzakere edilen dosyanın kapatılmaması’ gibi şartlar sadece bizim için değil, müzakerelere başlayacak olan Hırvatistan ve bundan sonra üye olmak isteyecek olan bütün ülkeler için geçerli.

Yani bunlar Türkiye paragrafının özel koşulları değil.

Aşırı alıngan olmamak gerek. Daha önümüzde çok pazarlık süresi var.

Hagi ve gençler

BÜYÜK derbiye az kaldı. Birkaç hafta öncesine kadar favorim Galatasaray’dı. Çünkü bizimkiler takım gibiydi. Fenerbahçe ise ‘toplama kampı’. Ama son bir iki haftada işler değişti. Fenerbahçe takıma dönmeye başlarken, son maç hariç bizimkiler düşüşe geçti. Bence sonuç önemli değil. Kavgasız gürültüsüz olsun da, kim kazanırsa kazansın. Bu ne ilk maç, ne de sonuncusu.

Bu arada Galatasaray’ın gençleri çok konuşuluyor.

‘Hagi gençlere niye şans vermiyor’ diyenler fazla.

Bunu Ciga’ya sordum.

‘Bu nefes nefese yarışta gençleri nasıl aslanların önüne atarım. Çok meraklısı varsa atayım. Ama geçen yıl yaşananlar ortada. Elbette ki kendi bahçemle ilgileniyorum. Orada yetişen çiçekler çok değerli. Ama onları şimdi sahaya sürmek demek, ham yiyeceği sofraya koymak demek. Hem tadını alamazsınız, hem de kopardığınızla kalırsınız. Bu çocuklar bu stresi taşımaya hazır değil. En küçük bir sıkıntıda üstlerine yüklenilir ve kaybolup giderler’ dedi ve yaşlarının henüz çok küçük olduğunu ekledi.

Ben de ona ‘Rooney de küçük’ dedim.

‘Avrupa’da kaç tane Rooney var. Her yıl kaç tane Rooney çıkıyor?’ diye sordu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Büyüklüğün bir başarı sonucunda değil, bir duruş sonucunda ortaya çıktığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku