Fatih Altaylı

Sabıkalıları Kardak’a yerleştirelim

9 Kasım 2004
<B>ALANYA </B>Belediyesi, öldürülen Alman kızı <B>Lisa </B>olayından sonra sabıkalıların işyeri açmasını engelleme yoluna gitti. Türk basını da bu <B>‘ayıp’</B> kararı alkışlamaya ve ucuz popülizm yapmaya başladı. Hatta neredeyse uygulamanın yaygınlaştırılması için kampanya bile başlatıldı. Bir sabıkalı yeniden suç işlemişti ve her zamanki gibi ‘kolay’ yol seçilmek isteniyordu. Oysa Türkiye’de İş Kanunu’nda bile sabıkalıları iş verilmesini öngören maddeler vardı. Suç işleyen birini, cezasını çektikten sonra topluma yeniden kazandırmak son derece insani bir yaklaşımdı. Ama bir belediye bunun tam ‘zıttı’ bir yol seçiyor ve sabıkalıları ‘toplum dışına’ itmek için elinden geleni yapıyordu. Daha da vahimi, Türk basını bu ‘ayıp’a alkış tutuyordu.

Elbette toplumun güvenliği için bazı önlemler alınabilir.

Bazı potansiyel suçlular daha yakından izlenebilir, bazı iş kollarında veya bazı alanlarda çalışmalarının önüne engeller konulabilir. Ama geçmişinde suç işleyen birine yeniden suç işlemekten başka seçenek bırakmayacak yöntemler geliştirmek insanlık dışıdır. Bundan 200 yıl önce Avrupa’da da benzer fikirler ortaya çıkmış, sabıkalılar Amerika’ya, Avustralya’ya sürgüne gönderilmişti. O zaman biz de bugün sabıkalıları meskûn olmayan adalara, hatta Kardak’a mı yollayacak, Avrupa’nın birkaç yüz yıl gerisinde olduğumuzu somut bir biçimde kabullenecek miyiz?

Alanya Belediyesi’nin sabıkalılara işyeri açma izni vermemesi, 21. yüzyılda işlenmiş büyük bir insanlık suçudur. Buna alkış tutanlar da ‘suç ortağıdır’.

Kapkaççılar, insan ticaretinin eseri

POLİSİYE tedbirlerle kapkaçı önlemeye çalışmak pek mümkün değil. Çünkü kapkaç çeteleri aynı zamanda Türkiye’de bir süreden beri yapılan ‘insan ticaretinin’ de sembolü. Siz kapkaççıları suça bulaşmış çocuklar zannediyorsunuz değil mi?

Hayır değil.

Onlar organize suç işlemek üzere ‘satın alınmış’ zavallılar.

Büyük bölümü Doğu ve Güneydoğulu. Kapkaç çeteleri tarafından ana babalarından ‘para karşılığı’ alınıp İstanbul’a ve diğer büyük kentlere getiriliyor ve kapkaç yapmak üzere eğitiliyorlar.

Pek büyük bölümü madde bağımlısı haline getiriliyor ve ardından sokaklara salınıyor.

İşin arkasında ailelerin ekonomik sorunları yatıyor. Çocuğunu okula yollayamayan geçim sıkıntısı içindeki ailelerin, çocukları bu çetelerin eline düşüyor ve birer suç makinesi haline getiriliyor. Yakaladığınız her kapkaççıyı ‘assanız’ bile bu çocukların buralara getirilmesine neden olan ekonomik sorunu çözmedikçe sorunu çözemezsiniz.

Raporda dolu, gerçekte boş havalimanı

DEVLET Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürü Mahmut Tekin aradı. DHMİ’nin bazı işlerini eleştiren yazılarımla ilgili konuştuk.

Daha sonra bir de yazılı yanıt gönderdi. İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nın, devlete yüz milyonlarca dolar borçlu VE DHMİ ile mahkemelik durumda olan Bayındır’a verilmesine yönelik eleştirime genel müdürün yanıtı şöyle:

‘Söz konusu grup, bir başka grupla ortak olarak Adnan Menderes Havalimanı ihalemize katılmıştır. Ancak belirttiğiniz kuruluşla ilgili kamunun koyduğu bir yasak ve bir sınırlama olmadığı için bizim ihale dışı tutmamız söz konusu olamaz.’

Doğru söz. Zaten o yazının hedefi DHMİ değildi. Siyasi otoriteydi.

Milas-Bodrum Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nin Yap-İşlet-Devret modeliyle yapılması ile ilgili uzun uzun konuştuk.

Genel Müdür Tekin, bu havalimanıyla ilgili raporlar olduğunu söyledi. Ben de ‘Gelin gidelim ve o havalimanının durumunu beraber görelim. Boş mu, yoksa kapasitesinin üzerinde dolu mu birlikte tespit edelim’ dedim.

Devletin 1998 yılında işletmeye açtığı, tüm geliri devlete kalan ve sıfır riskli bir havalimanı daha kapasitesini doldurmamışken, YİD ile yenisi yapılacak, devletin 60 milyon dolarlık yatırımı ‘atıl’ hale gelecek ve yolcu garantileri nedeniyle devlet gelirinden olurken, bir de üste para ödeyecek.

Bunu genel müdüre anlattım.

‘Daha kesinleşmiş bir şey yok. İnceliyoruz. Ama buranın sanki Bayındır’a verilmesi kesinmiş gibi bir hava yaratmışsınız. Bu doğru değil’ dedi. Ben de bu köşede yazılanların genelde sonunda doğru çıktığını hatırlattım. Gelişmeleri tekrar konuşmak üzere ‘şimdilik’ bu konuya ara verdiğimi söyledim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Başarısız kişiler görmezden gelinip, başarılı insanların üzerine yüklenilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

TMSF, Tatlıses Show’a ‘Dur’ dedi

8 Kasım 2004
<B>GEÇEN </B>hafta cuma günü bu köşede bir okur eleştirisi yayınlandı. Ben bir gün önce Türkiye’de gençlere örnek olan bir dizide mafyanın yüceltildiğini yazıp eleştirince, bazı okurlar da İbrahim Tatlıses’e devlet televizyonu sayılabilecek bir televizyonda, Star TV’de program yaptırılmasını eleştirmişlerdi.

Çünkü Tatlıses’in yaklaşımları gençlere ‘pozitif’ örnek olacak türden değildi.

Üstelik de, duyumlara göre Tatlıses bu program için Star TV’den bölüm başına 30 bin dolar alacaktı.

Benim bu eleştiri yazım TMSF’den hemen yankı buldu.

Cuma günü öğle saatlerinde TMSF’den arayan bir yetkili, konuyu Star TV’nin başındaki Adem Gürses’le görüştüklerini söyledi.

Gürses, Tatlıses’e yapılacak ödemenin benim iddia ettiğim miktarda olmadığını söylemiş.

Ben de TMSF yetkilisine asıl sorunun para değil, Tatlıses’in kişiliği olduğunu belirttim.

O da benimle aynı fikri paylaştığını söyledi.

Ve anlattı:

‘Star TV’nin nasıl yönetileceği konusunda biz bir söz söylemiyoruz. Ancak yasal durumdan ötürü, Star TV’nin bütün gelirlerinde bizim tarafımızdan koyulmuş bir tedbir var.

Bu nedenle Star TV yönetimi ödeme yapabilmek için bizden para almak zorunda. Biz de kendilerine İbrahim Tatlıses’in program yapması halinde tek kuruş ödeme yapmayacağımızı bildirdim. Kamunun parasıyla Tatlıses’e program yapılması söz konusu değildir. Eğer mesajı almışlarsa Tatlıses’e program yaptırmazlar.’

‘Peki ya yaptırırlarsa?’
diye sordum.

‘İbrahim Tatlıses’e beş kuruş ödeme yapamazlar. Tatlıses bedava program yapar mı bilmem. Ama bana sorarsanız yaptırmayacaklar’ dedi.

Ben de duyarlı davranışından ötürü TMSF yönetimine teşekkürlerimi iletmelerini rica ettim.
Hagi’de akıl var ama yürek yok

GALATASARAY Diyarbakır’da üç puan kaybetti.

Kaybetmek önemli değil ama ortaya koyduğu futbol berbat. İşin bu noktaya geleceği, Akçaabat Sebatspor maçında belliydi.

Çünkü Hagi aklının değil, duygularının ve bazı oyuncularının esiri olmuş.

Hakan Şükür haftalardır sahada yok. Bazıları ramazandan dolayı diyor. Bilemem.

Ama yok.

Buna rağmen sahada.

Ümit Karan, sonradan girdiği oyunda bir atıyor, bir attırıyor ama Hagi bunu görmüyor. Görüyorsa da gereğini yapamıyor. Ersun Yanal’ın şu veya bu nedenle gösterdiği cesareti Hagi gösteremiyor.

Bırakın bu cesareti göstermeyi, oyuna kurtarıcı diye Arif’i, yani Hakan’ın ‘iftar ve sahur’ arkadaşını alıyor.

Ligin en iyi futbol oynayan büyüğü Galatasaray, giderek kötü oynamaya başlıyor.

Galatasaray hálá ‘eski günleri’ yaşamaya çalışıyor.

Sahadaki kadro da öyle.

Takımın bel kemiği taraftarın artık seyretmekten bıktığı bir kadro. Zaten o kadro da oynamaktan bıkmış. Bakınca görüyorsunuz.

Ama Hagi görmüyor.

Galatasaray’daki gidiş iyiye değil. Bunu herkes bilsin.

Atatürk’ten Türkiyelilik tanımı

AZINLIK
Raporu tartışması sürüyor.

Üstelik de kavga dövüş sürüyor.

Raporu birkaç kez okudum. ‘Kötü’ bir rapor değil, ancak ‘hatalı’ ifadeler içeriyor.

Kabul görmesi muhtemel doğrular da bu ifadelerin kurbanı oluyor.

Ancak bu bir rapor. Ne yasa, ne de anayasa.

Hazırlayanın imzasını taşıyan bir yaklaşım.

Tartışılması da son derece gerekli.

Baskın Oran, TESEV için hazırladığı raporu, biraz rötuşlayarak Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’na sunmuş.

Rapor Lozan Anlaşması’nın ‘tam’ olarak uygulanmasını isterken, bir yandan da Lozan’da çözülmüş konuları ‘çözümsüz’ hale getirmek gibi bir hatanın içine düşüyor.

Bu arada en çok tartışılan konulardan bir tanesi de ‘Türkiyelilik’ kavramı.

Bu kavram pek çok kişiyi rahatsız ediyor.

Oysa bugün bazılarının ‘suçlamayı’ ve ideolojisini karalamayı marifet haline getirdiği Atatürk, Türkiyelilik kavramını çoktan aşmış ve yerleştirmiş bile.

Atatürk’ün sağlığında, 1931 yılında yayınlanan ‘Medeni Bilgiler’ yani ‘Yurttaşlık Bilgisi’ kitabında Atatürk’ün kendi elyazısıyla hazırlayıp kitabı hazırlayanlara verdiği bir tanım var.

Aynen aktarıyorum:

‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.’

Sizce bu çağın çok çok ötesinde filozof bir devlet adamı tarafından yapılmış müthiş bir ‘anayasal yurttaşlık’ tanımı değil mi?

Bunun ötesinde söylenecek bir söz, bir tanım var mı?

Ne bir ırk, ne bir din yaklaşımı içermeyen bu ifade, bence Türkiyelilik kavramının da ötesinde bir anlam içeriyor.

Atatürk’ün ardından yapılan hataların faturasını Atatürk’e çıkarmaya kalkanların, o adamın her bir sözünden, her bir nefes alışından alması gereken çok ders var.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İnsanca davranışlar bizi şaşırtmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Fatih Altaylı

6 Kasım 2004
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Teyidin adına tekzip denmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Antibiyotiğe para vermeyin, tavuk yiyin

5 Kasım 2004
<B>BİRKAÇ </B>gün önce tavukların hormon değil, antibiyotik deposu olduğunu ve sağlık için zararlı olduğunu yazdım. <br><br>Okurlar <B>‘Ne yapalım’</B> diye aradılar. Bilmiyorum. Ya evde tavuk besleyeceğiz, ya da ‘Tanrı Türk’ü korur’ deyip yiyeceğiz.

Ancak biraz daha detaylı bilgi vererek ‘korkularınızı’ körüklemek istiyorum.

Evimizde kırmızı etten daha faydalı diyerek tükettiğimiz tavuk etleri aslında tam anlamıyla bir ‘ecza deposu’.

Tavuklar hem hızlı büyümeleri, hem de hastalıklardan korunmaları için sürekli ilaçlanıyorlar.

Sıradan bir pilice, 45 günlük oluncaya kadar yaklaşık ‘94’ çeşit ilaç veriliyor (isimleri bende mevcut).

Bunun yanı sıra ‘büyütme faktörü’ olarak da piliçler sürekli olarak ‘Anticocsidial’ ilaçlarla takviye ediliyorlar.

Aslına bakarsanız, bu ilaçların pek çoğu dünyanın her yerinde tavuk yetiştiricileri tarafından kullanılan ilaçlar.

Ancak genel olarak kesimden 1 hafta kadar önce bu ilaçların kesilmesi ve tavuğun metabolizmasının ‘arınmasının’ sağlanması gerekiyor.

Fakat tavuğu son güne kadar büyütüp daha fazla kazanç elde etmek isteyen üreticiler kesime kadar tavuğa ‘büyütme faktörü’ vermeye devam ediyorlar.

Ve tavuk kesildiğinde bu ilaçlar etinde mevcut oluyor.

Biz de afiyetle yiyerek bu ilaçları ‘bedavadan’ almış oluyoruz.

Asıl büyük tehlike ise tavukların ayrı satılan ciğerlerinde.

Tavuklar, bu ilaçları karaciğerlerinde biriktirdikleri için, tavuk sakatatındaki ‘zararlı’ ilaç miktarı çok çok daha fazla.

Rekabetten ötürü, kurallara uymayan üretici sayısı artıyor, Köytür gibi kurallara uyanlar ise batıyor.

Kümes kapasitesi yetersiz olduğu için, iki nesil piliç arasında 15 gün havalandırılıp temizlenmesi gereken kümesler ardı ardına dolduruluyor.

Bunun yarattığı hastalık riskine karşılık hayvanlara ilaç yüklemesi yapılıyor.

Tarım Bakanlığı’nın denetimleri yeterli olmadığı için de, sonuçta olan size, bize, çocuklarımıza oluyor.

TMSF’den Tatlıses’e ayda 195 milyar

DÜN ‘Mafyayı özendiren dizi’ diyerek Kurtlar Vadisi’ni eleştirmiştim.

Bir grup okurdan fakslar ve e.postalar geldi. Bakın ne diyorlar:

‘Şu sıralar bir devlet televizyonu konumunda olan Star TV’de İbrahim Tatlıses Show’un başlayacağını şaşkınlıkla öğrendik. Yıllardır yükselişini ve etki alanını her yönde genişletmesini dehşetle izlediğimiz, işlerini mafyavari yöntemlerle halleden, kendisini onaylamayanlara her an korku salmaya hazır ama nedense her olaydan mucizevi bir şekilde sıyrılabilen bu kişinin bizim vergilerimizle finanse edilen TMSF’nin kanalında işi ne? Bu durumu protesto etmek için hangi devlet görevlisine ulaşmamız gerekiyor?’

Ertuğrul Özkök
devleti göreve çağırıyor ve ‘Yok mu bu adama bir dur diyecek’ diye soruyor.

Devlet ise bu adama dur değil, geç diyor. Tam aksine program başına 30 bin dolardan ayda ortalama 125 bin dolar para veriyor.

Okurlar ise ilgili devlet görevlisine ulaşmak için faks ve telefon numarası istiyorlar.

Ne dersiniz Ahmet Ertürk. Numaranızı vereyim mi?

Mafya-millet el ele

SEDAT Peker’
in ifadeleri ile bilgiler ve Peker çetesi ile çeşitli kişilerin yaptığı telefon görüşmelerinin içeriği zaman zaman basına sızıyor.

Ancak belge olmadığı için bu ‘çok önemli bilgileri’ yazamıyoruz.

Fakat duydukça, Türkiye’nin geleceğine ilişkin kaygılarımız artıyor.

Çok saygın olduğu düşünülen bir gazetecinin Sedat Peker’e ulaşmak için bir ‘Susurluk mensubunu’ araya koyup ‘Reis’le görüşmem lazım’ dediğini, ancak ‘Ben öyle birini tanımıyorum’ yanıtını aldığını öğreniyoruz.

Aynı gazetecinin bir başka yolla Peker’e ulaştığını ve Peker’den ‘nemalandığı’ yolundaki telefon konuşmalarını duyuyoruz.

Bir spor kulübü başkanının Peker’le bağlantıları hakkında önemli detaylardan söz ediliyor.
Çok önemli bir siyasetçinin yakın çevresinden bir akrabasının Sedat Peker’in bir yakınıyla yaptığı telefon konuşmasında bir 1. lig takımının kümede kalması için gereken her şeyin yapılmasını istediği yine telefon dinlemelerine takılıyor.

Mafyanın eli toplumun çeşitli kesimlerindeki ‘saygın’ zannedilen kişilere kadar uzanıyor ama daha vahimi bu kişilerin eli de ‘mafyaya’ doğru uzanmış.

Ben bütün bunları öğrendikçe, Peker soruşturmasından bir sonuç çıkacağına dair inancımı kaybetmeye başlıyorum.

Bu arada Sedat Peker’e yakın olduğunu söyleyen bazı şahıslar, bana yakın olduğunu düşündükleri bir kişiye telefon açarak ‘Fatih Bey’e söyleyin bu işleri yazmasın. İşin tadı kaçar’ diyerek üstü örtülü tehditler yolluyorlar.

İşin tadı kaçıyor. Kime güveneceğimizi bilemiyoruz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Temiz devletin mafyadan güçlü olduğunu kanıtlayabildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Mafyalığı özendiren dizi

4 Kasım 2004
<B>GALATASARAY’</B>da yönetici olduğum dönemde spor yazmamıştım. Nedeni, bu durumu etik bulmamamdı. Sahip olduğum köşeyi, bir başka şapkam için kullanmak, bu olanağa sahip olmayan diğer kulüp yöneticileri karşısında haksız rekabet yaratacaktı. Yönetimden ayrıldığım güne kadar futbol yazmadım. Kanal D Haber’e Genel Yayın Yönetmeni olduktan sonra da aynı özeni televizyon için göstermeye çalıştım. Ancak magazin programı adı altında yapılan rezilliklerle ilgili yazdım. Çünkü magazine taraftardım; ama rezilliğe karşı.

Şimdi yazacağım satırları da, televizyon yöneticisi şapkamla yazmıyorum. Sadece toplumun geleceğinden kaygı duyan bir ‘yazar’ kimliğimle kaleme alıyorum.

Show TV’de Kurtlar Vadisi diye bir dizi yayınlanıyor. Dizi ‘çeteciliğe’, ‘mafyaya’, ‘devlet içinde devlete’ övgü dizisi.

Karanlık dünyalara bir övgü.

Gençler üzerindeki etkisinden, geçmişte bir iki satır bahsetmiştim. Ama bu etki giderek artıyor; çünkü dizi ‘çok’ izleniyor.

Bu diziyi izleyen gençlerin etkilenmemesi mümkün değil. Çünkü diziden oyuncuları bile etkilenmiş. Oyuncuların çocukları bile kendilerini tanıtırken, babalarının dizideki adlarıyla ‘Bilmem kimin oğluyum’ diyorlar.

Türkiye, bir yandan Susurluk meselesini yıllar sonra hálá tartışıyor ve köklerini temizlemeye çalışıyor.

Bir yandan Sedat Peker gibi türedi mafyalarla uğraşıyor.

Diğer yandan da Kurtlar Vadisi ile geleceğin ‘mafyalarına’ örnek ve kaynak teşkil ediyor.

Basından okumuşsunuzdur, Kurtlar Vadisi dizisinin Show TV ile sorunları oldu.

Kanal D’ye transfer olmak istediler. Reyting açısından büyük bir başarı getirecekti. Çünkü tek başına Show TV’yi taşıyordu.

Transfer için istenilen ücret de fazla değildi. Dizinin iki bölüm reklam geliriyle halledilebilirdi.

Ancak ‘almadık’; Kanal D CEO’su Arzuhan Yalçındağ, ‘Burada toplumsal sorumluluklarımız var. İstemem’ dedi.

Kararı öğrenen Aydın Doğan da, ‘Çok iyi yapmışsınız. Bana sorsaydınız ben de almayın derdim. Bize yakışmaz’ dedi.

Bu tip yayıncı sorumluluğu ne yazık ki çok yaygın değil.

Kurtlar Vadisi, bugün bir kanala reyting getiriyor olabilir. Ama Türkiye’den neler götürdüğünü önümüzdeki 10 yıllarda göreceğiz.

Mafya rejimi

MAFYA ile devlet ilişkilerini gazetelerden okudukça ‘ödüm patlıyor’.

İlişkilere, fütursuzluğa bakar mısınız?

Mafya bağlantılı müteahhit, Yargıtay’ın en tepelerinden ricacı olma cüretini gösterebiliyor.

Yargıtay Başkanı ‘kapıyı kapatıyor’; ama kapıyı kapatmayanlar da var.

İşte Emniyet eski İstihbarat Daire Başkan Vekili. Üstelik de belediye başkan adayı. Seçim kampanyası için Sedat Peker’den para alıyor. Aracılığı yapan ise bir emekli albay. Düşünün, İstihbarat Daire Başkan Vekilliği yapmış bu kişi hepimizin en mahrem sırlarına sahip ve para kaynağı mafya babası.

Ya valiye ne demeli. Devletin valisi İstanbul’a geldiğinde mafya tarafından ağırlanıyor. Sedat Peker’in adamı, kadın pazarlamacısına ‘Vali bey aynı kadını istiyor. Çok memnun kalmış’ diye sipariş veriyor. Mafya, valiye kadın ayarlıyor.

Projektörlerin çevrildiği valinin savunması daha büyük rezalet:

‘Ben onun Sedat Peker’le bağlantısını bilmiyordum. İşadamı olarak tanıyordum.’

Sanki valilerin, işadamlarından kadın istemeleri ‘normalmiş’ gibi. Devletin en üst kademeleri, bir kadın ve üç kuruşluk menfaat uğruna mafyayla yatağa giriyorlar.

Ve bunların üzerine gitmeye başlandığı zaman birileri hemen ‘rejim’ çığlıkları atıyor.

Sanki bu millet ‘mafya rejimi’nde yaşamaktan çok memnunmuş gibi.

Muayene istasyonunda anlamsız talep

AVUKAT
bir okurum, geçen gün BMW 316 otomobilini ‘trafik muayene istasyonuna’ götürüyor.

Muayeneyi yapacak olan memur, ‘Vergi dairesinden temiz káğıdı getirmeniz gerek’ diyor.

Okurum talebi haklı buluyor ve vergi dairesine giderek otomobilin geçmiş dönemlere ait vergi borcu olmadığına dair belgeyi getiriyor.

Ancak yine de otomobilinin muayenesini yaptıramıyor.

Görevli memur, ‘Beyefendi, BMW’ler lüks otomobil sınıfına giriyor. Bu nedenle sadece otomobilin değil sizin de vergi borcunuz olmadığına dair bir belge gerek. Vergi dairenizden vergi borcunuz olmadığına dair bir belge getirmelisiniz’ diyor.

Okurum avukat olduğu için mevzuatı biliyor ve kavga dövüş işini yaptırıyor; ama talep ilginç.

Mevzuatta gerekli olmayan bir belge talep ediliyor.

Lüks otomobilden vergi kaçağı peşine düşmek iyi bir fikir; ama bunun yöntemi bu değil.

Gider bakarsın, kim yüzlerce milyar liralık otomobillerden almış.

Bu listeyi alırsın ve bu otomobillerin sahipleriyle ödedikleri vergiyi karşılaştırırsın, hiç geliri olmayan birileri yüzlerce milyarlık bir otomobile biniyorsa peşine düşersin.

Ama basit bir trafik muayene işi için, sıradan vatandaşa güçlük çıkaramazsın.

Hele hele mevzuatta yeri olmayan belgeleri isteyemezsin.

Ya da yasayı değiştirir, otomobillerin ön camına vergi levhası yapıştırılmasını zorunlu hale getirirsin.

Aksi tavır, dün yazdığım gibi ‘servet düşmanlığı’ demektir.

Bu da gelişmenin önündeki en büyük engeldir.

Servet iyi bir şeydir. Yeter ki, karanlık yollardan, vergisiz kazançla elde edilmesin.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Çocuklarımıza izlettirmeyeceğimiz bir şeyi başkalarının çocuklarına da izlettirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Maçlar mahkemede mi bitecek?

3 Kasım 2004
BEŞİKTAŞLI Emre’nin Nobre’nin poposunu ellemesi ‘müthiş bir olay’ olarak lanse ediliyor.Türk futbolu mafyanın kucağına oturmuş, rezaletin bini bir para, kulüp başkanları Sedat Peker’le iş bitiriyor, gıkı çıkmayanlar, Emre’nin yaptıklarını ‘müthiş olay’ gibi lanse etmeye çalışıyorlar.Futbol sahalarında, Emre’nin fotoğraf karelerine yansıyan hareketinin kat be katı her maçta yaşanıyor. Rakibin bırakın poposunu çimdiklemeyi, cinsel organına vuranlar, hatta tutup sıkanlar biliyorum. Ceza alanındaki mücadeleleri bir mercek altına alsanız, Emre’nin Nobre’nin poposunu ellemesi, masum bir hareket kalır. Yok mahkemeye gidermiş, yok TCK’ya göre suçmuş. Daha neler. TCK’ya göre karşındaki adama tekme atmak da suç. Her maçtan sonra 40 dava mı açılacak!Namusluysan iyi yaşamaMALİYE Bakanlığı eliyle ciddi bir servet düşmanlığı körükleniyor. ‘Parası olduğuna göre vergi kaçırıyordur. O zaman biz de harcadığı paradan vergi alalım’ mantığına ‘Türk Vergi Sistemi’ diyoruz. Çünkü durum tam anlamıyla bu. Böylelikle her zengin, ‘kara para sahibi’ olarak görülüyor.Bu mantık otomobillerin vergilendirilmesinde de ön plana çıkıyor. Lüks otomobil sahibi olanlar ‘düşman’ gibi görülüyor. Oysa Maliye için onlardan daha iyi dost yok. En çarpıcı örnekten yola çıkalım. Bugün bir Ferrari 360’ın bayi satış fiyatı yaklaşık 215 bin Euro. Peki bu Ferrari’nin gerçek değeri ne?Söyleyeyim de gülün. 85 bin Euro. Ferrari üretildiği İtalya’dan distribütöre 85 bin Euro’ya fatura ediliyor. Üzerine 5 bin Euro navlun koyuluyor ve gümrüğe geliyor. Otomobilin geliş fiyatı üzerinden önce yüzde 18 KDV ve onun üzerinden de yüzde 75 ÖTV koyuluyor. Oluyor mu otomobilin fiyatı 175 bin 525 Euro. Onun üzerine ‘garanti ve servis’ harcamaları için 10 bin Euro koyuluyor. Trafik tescil masrafları ve bayi kárı da eklenince oluyor 215 bin Euro.85 bin dolarlık bir Ferrari’den devlet 95 bin dolar kazanıyor.Diğer büyük motor hacimli araçlar için de durum farklı değil. Eğer siz bu otomobili vergilendirilmemiş kazancınızla alıyorsanız sorun yok. Alınan vergi oranı doğru. Ame vergili, ‘helal’ parayla alıyorsanız ‘kazık’ yiyorsunuz. Üstelik bir de ‘servet düşmanlarının hedefi’ oluyorsunuz. Ve şimdi Maliye bu kazığı daha da ‘büyütüyor’.Yani diyor ki: ‘Ey vatandaş namusluysan iyi yaşama. Namussuzsan iyi yaşayabilirsin.’Maliye Bakanı sevgili Kemal Unakıtan, piyasa adamısınız, bu işlerden anlarsınız. Sizce bu durum ‘hak’ mı? Süt ve tavukta antibiyotik tehlikesiERMAN Toroğlu, son derece faydalı bir tartışma başlattı. Tavukla ve hatta başka bazı hayvansal gıdalarla ilgili iddiaları uzun süredir ben de işitiyordum. Bununla ilgili başvurduğum kaynaklardan hep farklı farklı bilgiler aldığım için de, ‘sorumlu’ davranmak adına konuyu bir türlü yazamıyordum. Ancak Toroğlu, fazla ince düşünmeden ve belki de iyi yaparak tartışmayı başlattı. Tavuk etiyle ilgili pek çok iddia var. Bunların benim kulağıma gelen başlıcası tavukların hastalanmasını engellemek için çokça ‘antibiyotiklendiği’ ve bu tavukları yiyen insanlarda antibiyotiklere karşı bağışıklık oluştuğu ve antibiyotik tedavilerine yanıt vermedikleri yolundaydı. Bu nedenle uzun süreden beri ‘kızıma’ tavuk alırken ‘köy tavuğu’ ya da tavsiye edilen bir markayı almaya gayret ediyordum.Benzer iddiaları süt ürünleri üreten bir arkadaşım da ‘sütler’ için kulağıma fısıldamıştı. Tavuklar gibi ineklere de hastalıklara karşı bilinçsizce antibiyotik veriliyor ve bu antibiyotikler süte karışarak insanlar tarafından alınıyordu. Süt ürünleri üreticisi dostum ‘O kadar çok antibiyotik veriliyor ki, sütü mayalayıp peynir yapmakta güçlük çekiyoruz. Ancak denetlediğimiz üreticilerden süt alıyoruz’ demişti. Toroğlu tartışma başlattı. Umarım şimdi hem Tarım hem de Sağlık Bakanlıkları sıkı bir inceleme başlatırlar. Çünkü ucuz etin sağlık üzerindeki etkisi pahalıya mal olabilir. İthal otomobile karşı olan yerli otomobile binerTÜRKİYE bu yıl bir dünya rekoruna imza attı. Toplam otomobil satışları içinde ithal otomobilin payı bu yıl ekim ayı itibarıyla yüzde 71. Türkiye kadar otomobil üretim kapasitesi olup da, bu kadar yüksek oranda ithalat yapan başka bir ülke yok. Ancak burada tek suç ‘müşteri’de değil. Türkiye’de otomobil üretiminde ‘sınıf çeşitliliği’ yok. Paranız var, keyfinize düşkünsünüz, geniş büyük bir otomobile binmek istiyorsunuz. Türkiye’de üretilmiyor. Ne yapacaksınız?Renault Megane alıp oto sanayide boyunu mu uzatacaksınız, çıkma bir motor bulup motorunu mu büyüteceksiniz! Diyelim ki, spor otomobil almak istiyorsunuz. Keyfinizin kahyası mı var. Alırsınız. Var mı yerli spor otomobil. Bir zamanlar Anadol’un, bence muhteşem, STC’si vardı. Bugün o bile yok. Dünyanın her yerinde o ülkeyi yönetenler o ülkenin otomobiline binerler.İtalya’da Berlusconi Alfa 166’ya binerdi, şimdi Maserati yeni Quattroporte’den hediye etmiş, ona binecekmiş. Fransa’da Devlet Başkanı Peugeot 607’ye biniyor. İngiltere’de genelde Jaguar’a binerler, bazen de Rover’a. Almanların zaten derdi yok, Mercedes’i, BMW’si, Audi’si onlarda. Seç seç bin. Siz Türkiye’de yerli otomobile binen bakan, başbakan, cumhurbaşkanı gördünüz mü?‘Yerli mallar haftası yapalım’ diyen Cumhurbaşkanı bile Mercedes’ten aşağısına binmiyor.Ben bir Ecevit’i gördüm Renault 12’ye binen. Bir ara da Ford minibüse binmişti. Sonra Hyundai’nin Türkiye’de fabrikası var diyerek kandırıp Hyundai’nin lüks bir modeline bindirdiler adamı.Kendileri ‘vergisiz’ Mercedes’lere kurulan bakanlar, şimdi Türkiye’deki ithal otomobil furyasını durdurmak için yine vergileri artırdılar. İthal otomobilden ‘rahatsız’ olan yerli otomobile biner. O zaman Airbus’tan Maybach değil, Oyak’tan Megane istersin.Vergileri de ondan sonra artırırsın. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Suçu başkalarında aramadan önce vicdan aynasında kendimizi iyice bir gözden geçirdiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Almayın o Maybach’ı yakışmaz

2 Kasım 2004
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’</B>ın THY’nin uçak alımı sırasındaki pazarlıkları kullanıp, Başbakanlığa bir uçak almak istediğini aylar önce yazmıştım. Ancak pazarlıklar umulduğu gibi bitmeyince, Airbus, Başbakanlığa <B>‘açıktan’</B> bir uçak vermemiş. İşin kokusu Başbakan’ın son Almanya gezisinde ortaya çıkar gibi olmuştu.

Başbakan’ın ‘yakın’ danışmanları bir bayiye gidip Mercedes’in Rolls Royce ve Bentley’e rakip olarak yarattığı yeni marka Maybach’ını incelemişlerdi.

Maybach son derece lüks bir otomobil.

İki boyu var. Maybach 57 ve Maybach 62. Bunlar otomobilin boyunu gösteriyor. Küçüğü 5 metre 73 santim, büyüğü 6 metre 20 santim.

İkisinin motorları aynı. 5.5 litrelik motorlar 550 beygir güç üretiyor ve bu dev aracı 0 kilometreden yüz kilometreye sanki bir Ferrari gibiymiyçesine 5.4 saniyede ulaştırıyor.

Otomobilin Almanya satış fiyatı da 250 ila 400 bin Euro civarında.

Otomobil bu. Ancak Türkiye Başbakanı’nın bu otomobili kabul etmemesi gerekiyor.

Bunun bence iki nedeni var.

Birincisi ‘ahlaki’.

Osmanlı döneminde, Batı’daki Türk devlet adamı imajı ‘Bahşiş almadan iş yapmayan adam’ şeklindeydi.

Bu otomobilin kabulü de ‘bence’ aynı imajı güçlendirecek.

Uçak pazarlığı yaparken, fazladan bir uçak istemek başka şey, ‘Uçak veremedik ama gönlümüzden bir otomobil koptu’ diyenlere ‘Eh hadi bari buna razı olalım’ demek başka şey. Son derece ‘küçük düşürücü’ bir yaklaşım. Eğer bu ülkenin Başbakanı ille de Maybach’a binmek istiyorsa, bu millet ona alır. Merak etmesin; ama bizi küçük düşürmesin.

Gelelim ikinci nedene.

Maybach, bütün güzelliğine, lüksüne ve fiyatına rağmen ne yazık ki, ‘klas’ bir otomobil değil. Dünya otomobil piyasası bu aracı, en azından şimdilik, Uzakdoğulu ve Arap zenginler için üretilmiş bir ‘Gadget’ olarak görüyor.

Bu nedenle de Rolls Royce’un ve Bentley’in yeni piyasaya çıkan ve çıkmaya hazırlanan modellerinde sipariş listeleri oluşurken, Maybach’a yönelik ne Avrupa’da, ne de en önemli pazar olan ABD’de bir hareket var.

Bu iki nedenle ben ülkemin Başbakan’ına Maybach’ı ‘yakıştıramıyorum’.

Umarım o da yakıştırmaz.

Irak’ın bölünmesini niye istemiyoruz!

TÜRKİYE,
Irak’ın ikiye veya üçe bölünmesini istemiyor. Bunun arkasında basit bir ‘Kürt devletine hayır’ mantığı yatmıyor.

Türkiye’nin çok daha somut, çok daha stratejik nedenleri var.

Türkiye’nin politikalarına göre Ortadoğu’nun hassas dengeleri içinde İran ve Irak birbirlerini dengeleyen iki unsur.

Eğer Irak bölünürse, gücünden çok şey kaybedecek.

İran karşısında ‘denge’ unsuru olmaktan çıkacak.

Bu arada bölgede İran’ın gücü artarken, Suudi etkisi de yükselecek.

Böylece bölgede bir güç dengesizliği oluşacak.

Bu dengesizliğin ortadan kalkmaması, dünya barışını tehdit eder hale getirecek.

Bu nedenle İran’ın karşısında ‘yeni’ bir denge unsuru koyulması gerekecek.

Bölgeye bakıldığında bu dengeyi sağlayabilecek ülke olarak Türkiye görünüyor.

Ancak Türkiye haklı olarak İran karşısında ‘contre poids’ olmak istemiyor. Çünkü Türkiye’nin amacı denge unsuru değil, ‘bölgesel istikrar’ unsuru olmak, daha doğrusu olmayı sürdürmek.

Bunun için de ‘güçlü ve tek parça’ bir Irak’ın denge unsuru olmayı sürdürmesi gerek.

Mesele bu kadar basit.

İbo ile Asena’nınki kasetçi kavgası mı?

İBRAHİM Tatlıses’i de iyi tanıyan bir dostum aradı. ‘Hep beraber tuzağa düştünüz’ dedi.

‘Hayırdır’ diye sordum.

‘İbo ile Asena’nın atışmasına bakmayın. Bu oyunun bir parçası. Bak uzun süredir ne Asena’nın adı geçiyordu, ne de İbrahim Tatlıses’in. Şimdi ikisi birden bütün gazetelerde ve bütün televizyonlarda haber oldular. İbo ve Asena ikilisi sizden daha akıllı’ dedi.

İddiasına göre, Tatlıses ile Asena arasında bir sorun yoktu. Hatta Tatlıses, Asena’nın geçimini temin etmeyi sürdürüyordu.

Uzun süredir sergiledikleri bir oyunu, bir kez daha sahneye koymuş, basına malzeme vermişlerdi.

‘İyi de ne gerek var bütün bunlara’ dedim.

‘Önümüzdeki günlerde İbo’nun kasedi çıkıyor. Bundan daha iyi zamanlama olur mu?’ dedi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bilimsel tartışmalarda bilimsel veri kullanmayı akıl ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Son centilmenler savaşı New York’ta

1 Kasım 2004
<B>DIŞİŞLERİ’</B>nin genç ve başarılı diplomatlarından <B>Ömer Önhon,</B> bir süredir New York Başkonsolosluğu görevini yürütüyor. New York’un basın çevreleriyle iyi dostluklar kuran, Türkiye’nin tanıtımında başarılı çalışmalar yapan iyi bir ‘temsilci’.

Önhon
son olarak çok güzel bir iş daha yaptı.

Yönetmenliğini Kürşat Kızbaz’ın, müziklerini Tuluyhan Uğurlu’nun yaptığı ‘Son Centilmenler Savaşı: Çanakkale Destanı 1915’ isimli özel hazırlanmış bir belgeselin gösterimini sağladı.

Cumhuriyet’in 81. yılı etkinlikleri çerçevesinde bir ilk olan New York’taki belgesel gösterimi, 400 kişilik bir sinemada yarısından fazlası Amerikalı, İngiliz, Yeni Zelandalı ve Avustralyalı diplomatların katılımı ile gerçekleşti.

Belgeseli izleyici koltuklarından seyredenler arasında, savaşan milletlerin askerlerinin torunlarının da bulunması anlamlıydı ve hepsinin ortak mesajı barıştı.

Üstelik ilginç bir tesadüf Ömer Önhon da bir Çanakkele gazisi torunu.

Ömer Önhon’un dedesi Saim Önhon, Çanakkale Savaşı’nda Atatürk’ün yaverliğini yapıyordu. (Daha sonra korgeneralliğe kadar yükseldi.)

Savaşlardaki kahramanlıklarımızın sadece kendimize değil artık tüm dünyaya anlatılması da çok önemliydi ama daha önemlisi, orada savaşan tüm ulusların askerlerine karşı gösterilen saygı ve Çanakkele Savaşı’nın bir ‘Centilmenler Savaşı’ olarak aktarılmasıydı.

Sevgili Ömer Önhon New York’ta bu müthiş etkileyici gösteriyi hazırlarken, bizim de ‘karınca kararınca’ bir katkımız oldu.

Kanal D Haber olarak New York’taki gösteri sırasında verilen resepsiyonda gösterilmek üzere bir ‘Çanakkale Klibi’ hazırladık.

Türkiye’nin tanıtımı için gecesini gündüzüne katan bir ekibe minik bir katkı yapabildiysek mutlu oluruz.

Türkiye’yi uçaklar değil hırsızlık batırdı

NECATİ Doğru, Dışişleri Bakanı Gül’ün kiralık özel uçakla Avrupa turu yapmasını eleştiriyor.

Ve yapılanları Osmanlı’nın son dönemleri ile kıyaslayarak, devletin batık olmasından ve Osmanlı’nın borçlarını ödeyememesinden ötürü Padişah Abdülaziz’in intihar etmesine kadar götürüyor.

Doğru’ya göre Osmanlı’nın borçlarını ödeyemeyecek hale gelmesinden utanan Abdülaziz intihar etmiş.

Oysa benim bilgilerim öyle söylemiyor.

Abdülaziz intihar ettiği sırada ‘sultan’ değildi. Çünkü 30 Mayıs 1876 günü padişahlıktan azledilmiş ve yerine 5. Murad tahta geçirilmişti.

Azledilen Abdülaziz önce Topkapı Sarayı’na kapatılmış, oradan kendi arzusuyla Çırağan Sarayı’na nakledilmişti.

Abdülaziz, Çırağan Sarayı’nda sakal kesmekte kullandığı makasla intihar etmiş, bu durum çok sayıda doktor tarafından da teyit edilmişti.

Yani Abdülaziz’i intihara sürükleyen ‘borçlar’ değil, tahtı kaybetmiş olmasıydı.

Abdülaziz, şeyhülislam tarafından yüzüne okunan bir kararnameyle ‘azledilirken’, gerekçeler şöyle sıralanmıştı: ‘Akli durumundaki bozukluk, politik konulardaki cehaleti, devletin kaynaklarını savurganca harcaması ve topluma zarar vermesi.’

1856 yılında Osmanlı’nın yeni saraylara ve bu saraylar için Avrupa’dan alınan mobilyalara yaptığı harcama toplam devlet gelirlerinin yüzde 14.5’ine tekabül ediyordu. Abdülaziz döneminde bu harcamaların toplam devlet gelirlerine oranı yüzde 30’lara kadar çıkmıştı.

Bu arada imparatorluk yıllık yüzde 12 faizle borçlanıyor, toplam gelirlerinin yüzde 60’ı borç faiz ödemelerine gidiyordu.

Necati Doğru’nun yaptığı gibi o günlerle bu günler arasında pek çok benzerlik bulmak mümkün ama Türkiye Cumhuriyeti büyüklüğünde ve gücünde bir ülkenin bakanlarını ‘devlete ait’ özel uçaklarla gezilere yollamasını eleştirmek mantıklı değil.

Çünkü bugün çok net olarak biliniyor ki, bu tarz uçakların sağladığı avantajlar getirdiği maliyetin çok üzerinde.

Üstelik de, 8-10 kişinin üzerinde bir heyetin seyahati söz konusu ise özel uçağın maliyeti çok daha düşük. İlkel popülizm ve ‘kıtipiyoz’ yaklaşımlarla dünya devleti olmak mümkün değil.

Önemli olan hırsızlığı engellemek, üretimi ve katma değeri arttırmak.

Bunu Doğru da biliyor ama popülizm kolayına gidiyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendimizi haklı çıkarmak için tarihi çarpıtmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku