Fatih Altaylı

Gıdaları bari aracılar denetlesin

2 Mayıs 2002
<B>HORMONLU </B>ve zehirli gıdalarla ilgili olarak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'ndaki <B>‘‘sessizlik’’ </B>sürüyor. Ben ise boş durmuyor ve uzmanlardan bilgi topluyorum.

Ortaya çıkan en acı gerçek, ‘‘tarım ilaçlı’’ gıdaların ‘‘hormonlu gıdalar’’dan daha tehlikeli olduğu.

Çünkü toksik etkilerini anında gösteriyorlar.

Aslında ‘‘zararsız’’ tarım ilaçları da var.

Ancak Türkiye'deki üreticiler ‘‘ekonomik’’ nedenlerle bu ilaçları kullanamıyorlar.

Çünkü ‘‘zararsız’’ ilaçlar ‘‘pahalı’’.

Zaten para kazanamayan üretici, ‘‘pahalı zararsız’’ yerine, ‘‘ucuz zararlı’’ ilacı tercih ediyor.

Bu ilaçların ne kullanımında, ne üretiminde ne de ithalatında herhangi bir denetim yok.

Hepsi piyasada serbestçe satılıyor.

Üstelik de bu ilaçların büyük bölümü bitkinin öz suyuna kadar girdiği için, yıkamakla falan da çıkmıyor.

İlaçlar ve ilaçlamada denetim olmadığı gibi, üründe de bir denetim yok.

Bu nedenle tam anlamıyla ‘‘Allah'a emanet’’ bir durum var.

Dünyanın her ülkesinde bu denetim işini kamu kurumları yapıyor.

Türkiye'de de öyle olması bekleniyor ama bu denetim yok.

Tüketici çaresiz.

Çözüm ‘‘devlet kendine çekin düzen verene kadar’’ aracıda.

Özellikle de, büyük miktarlarda alım yapan dev zincirlerde.

Migros, Gima, Carrefour, Metro, Tansaş gibi devler alım yaparken mutlaka ürünleri ‘‘toksin analizinden’’ geçirmeli ve bu konuda bir garanti vermeli.

Sezbe ve meyve hallerinde de bu denetim başlatılmalı.

Aski takdirde başlangıçta suçlu bile olsa aslında düzenin de kurbanı olan üretici darbe yiyecek.

Zaten zor nefes alan Türk tarımı iyice ölecek.

Türk ordusu hálá özür bekliyor


AVUKAT Eren Keskin, şerefli Türk ordusunu tecavüzcü gibi göstermeye kalkışınca, benim verdiğim sert yanıtı hazmetmekte güçlük çekenler var.

Oysa ben çağrımı yineliyorum.

‘‘Eren Keskin Türk ordusu hakkında söylediği yalanlardan dolayı özür dilesin, ben de kendisinden özür dileyeyim.’’

Çünkü Eren Keskin ‘‘doğruları söylemiyor’’ ve Türk askerini karalıyor.

Keskin ‘‘Türk askerleri Doğu ve Güneydoğu'da kadınlara tecavüz ettiler’’ diyor.

Benden cevabı alınca ‘‘Dosyalar var’’ diyor.

Sallıyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden sordum.

Türk askerinin tecavüzüyle ilgili tek bir dosya var.

O da 1994 yılında açılmış bir dava.

15 yıl boyunca bir ordu bir bölgede savaşmış. En az 1, 1.5 milyon asker gelip geçmiş.

Tek bir tecavüz vakası.

Ve Türk ordusu tecavüzcü.

Bosna'da BM Barışgücü'nün yaptıkları ortada.

Japonya'da Amerikan askerlerinin yaptıkları ortada.

Ama Eren Keskin'e göre Türk ordusu tecavüzcü.

Türk ordusundan özür dile avukat Eren Keskin Hanımefendi.

Dile ki, ben de senden dileyeyim.

Canaydın'dan üç kuş


GALATASARAY'da Özhan Canaydın'ın Fatih Terim'i göreve getirme teşebbüsü, Canaydın açısından son derece akıllı bir manevra.

Bir taşla üç kuş.

Futbolun bütün sorumluluğundan kurtuluyor.

Şampiyon olunursa Canaydın ‘‘Terim'i kimse getiremedi ben getirdim ve takımı şampiyon yaptım’’ diyecek.

Şampiyon olunamazsa, ‘‘Herkesin istediği Terim'i getirdim. Takımı şampiyon yapamadıysa ben ne yapayım’’ diyecek.

Ve bu arada şu veya bu şekilde futbol takımının üzerinde iki yıldır duran Fatih Terim gölgesinden de kurtulacak.

Son derece akıllıca, iyi bir plan.

Terim'e gelince, iki yıl önce Galatasaray'dan ayrıldığı gün yaptığımız konuşmada Canaydın'dan sevgiyle bahsetmiş ve en iyi çalıştığı yönetici olarak onun adını anmıştı.

Ama o zaman Canaydın başkan değildi ve Başkan Süren'le oluşan sorunlarda arabulucuydu.

Şimdi durum biraz farklı. Bana gelen bilgiler, Canaydın'la Terim'in işi pişirdiği yolunda.

İnşallah ikisine de hayırlı olur.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Ana babalar, akşam saatlerinde televizyonlarda çocuklarına izletecek program bulabildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu gıdalar bizi öldürecek mi?

1 Mayıs 2002
<B>TARIM </B>ve Köyişleri Bakanlığı'ndan ses seda yok. Herhalde Bakan ve şürekası Bakan Bey'in köyüne yapılmakta olan <B>‘‘dört şeritli otoyol’’</B>un açılışına gittiler. Şaka bir yana, insanları zehirleyecek kadar toksin içeren sebzelerin ihracının yarattığı sorunlar Türkiye'ye pahalıya mal olacak ama bakanlık konuyu hálá birtakım ‘‘oyunlar’’a ve ‘‘Türk düşmanlarına’’ bağlıyor.

Sağlıklı bir denetim mekanizması kurmak zahmetli ama işi Türk düşmanlığına bağlayıp çıkmak kolay.

Diğer taraftan bir de ‘‘hormonlu’’ gıdalar meselesi var.

Manavdan aldığım domatesin üzerinde, ‘‘İhraç içindir’’ yazıyordu.

Manava sordum, ‘‘Abi ihraç için olduğundan bunlar hormonsuz. Daha lezzetli ve zararsız’’ dedi.

Haydaaa!

İç piyasa için hormonlu, ihraç için olan hormonsuz. Peki bu hormonlar zararlı mı, zararsız mı?

Bilemiyoruz. Çünkü ‘‘güvenilir’’ bir açıklama yok. Benim Pötürgeli ilkokul mezunu manava göre ‘‘Eh, azıcık zararlıdır herhalde’’.

Resmi açıklama ise yok. Bilgilendiren veya denetleyen de yok.

Dışı kırmızı içi beyaz domateslere alışmıştık ama karpuz büyüklüğüne yaklaşan çilekler hepimizi işkillendiriyor.

Acaba zararlı mı?

Kabzımallığına futbol yorumculuğundan daha fazla güvendiğim Erman Toroğlu bağırıyor, ‘‘Bunlar zararlı. Niye kimse ilgilenmiyor?’’ diye.

Ses seda yok. Toroğlu ‘‘Bu penaltı değil’’ deyince günlerce tartışanlar, aynı adam ‘‘Bunlar hormonlu ve zararlı’’ deyince dönüp bakmıyorlar bile.

Ve hormonlu gıdalar kim bilir belki de, canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızın geleceğini karartıyor, umursamıyoruz.

Türkiye'de tarımsal gıda alanında ciddi bir sorumsuzluk ve denetimsizlik yaşanıyor.

Ama ilgilenen yok.

Tarım Bakanı mı? Orada bir köy var uzakta, onun köyü ya, oraya gitti.

Mucize ruhun geri dönüşü


GALATASARAY'da bu yıl alınan şampiyonluğun, geçen yıllarda alınan dört şampiyonluktan farkını anlatacağım demiştim.

Aslında galiba gerek yok.

İzleyen göz görüyor.

Şampiyonluğun kazanıldığı gece Galatasaray'ın Florya Tesisleri'nden yapılan yayın her şeyi gösteriyordu.

Geçmiş şampiyonluklarda sessiz ve karanlık olan Florya bu kez öyle olmadı.

Kutlamalarda Galatasaraylı oyunculardaki coşkuyu gördünüz değil mi?

Takıma bu yıl katılan Perez, Victoria, Mondragon bile büyük bir keyif içindeydiler.

Hasan Şaş tesislerin kapısında omuzlardaydı. Tüm takım saatlerce gırtlakları patlarcasına tezahürat yapıyor, marşlar söylüyordu.

Ve şampiyonluk coşkuyla kutlanıyordu.

UEFA şampiyonluğunu bile kutlamaktan aciz bırakılan takım, sevinçten uçuyordu.

İçerde de durum farklı değildi.

Tesisin içinde yöneticilerle futbolcular omuz omuza zıplayarak tezahürat yapıyor, coşuyordu.

Galatasaray, hem mali olarak hem de kadro olarak en zorlandığı yılda bu nedenle şampiyondu. Galatasaray'ın kapısından içeri ‘‘Galatasaray ruhu’’ yeniden girmişti. Daha önce ‘‘makineleşen ve maddi unsurlarla’’ yönetilen takım, yeniden Galatasaray ruhunu yakalamıştı.

Yönetim, takım, taraftar, camia tekrar bütündü. Florya kapısına şampiyonluk kutlamaya gelen taraftarlar, takımı göremeden kös kös dönmek zorunda kalmamıştı.

Bu ruhun Galatasaray'a geri gelmesinde eski Başkan Cansun'un ‘‘yumuşacık insani tarafının’’, Abdurrahim Albayrak'ın ‘‘özverisinin’’, Özer Saraçoğlu'nun ‘‘saf Galatasaraylılığının’’, Galatasaray seçimlerindeki ‘‘vakarın’’, yeni başkan Canaydın'ın ‘‘söz tutarlılığının’’ etkisi vardı.

Galatasaray'ın robotlaştırılmak istenen ruhu yeniden dirilmişti.

Ve bu serbest kalışla Hasan Şaş sezon ortasında gelen akıl almaz tekliflere ‘‘Hayır’’ demiş, Ergün serbest kalıp takımdan kaçabileceği bir sezonda önüne konan mukaveleye ‘‘gözü kapalı’’ imza atmıştı.

Galatasaray ruhu dönünce, ‘‘Sezonu bitirip Avrupa'ya kaçayım’’ anlayışı kaçıp gitmişti.

Mucize bu ruhtu.

Ve artık Lucescu'nun yüzünden bile bu ruh yansıyordu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Doğduğumuza günde on kere pişman edilmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Fatih Altaylı: AB olmasaydı biz zehirlenmiştik

30 Nisan 2002
<B>TARIM </B>Bakanı <B>Hüsnü Yusuf Gökalp </B>Beyefendi, <B>‘‘standart dışı ilaçlı’’ </B>biberlerimizin Avrupa Birliği'nden dönmesini de, kendine yakışan bir tavırla, <B>‘‘Türk düşmanlığına’’ </B>ve <B>‘‘Türkiye karşıtı lobilere’’ </B>bağladı. Aslında böyle yapmak zorundaydı. Çünkü aksi takdirde, ‘‘Ben ve bana bağlı bakanlık görevini yapmadığı için Türkiye tarım dış satımında büyük bir sıkıntıya girmiştir’’ demesi gerekecekti.

Bilinçsiz bir üreticinin hatası, Tarım Bakanlığı'nın ‘‘denetimsizliği’’ ile birleşince ortaya bu rezalet çıktı.

Büyük bölümü son derece bilinçli olan ve ‘‘doğru’’ ilaçları kullanan üreticiler de, bunların üretimlerini yurtdışına pazarlayan firmalar da büyük darbe yediler.

AB ülkeleri eskiden güvenip ‘‘gözü kapalı’’ aldıkları ürünleri bile artık ‘‘analiz etmeden’’ almıyorlar.

Bunun sonucunda ihracata hazırlanan on binlerce ton sebze ve meyve şu anda depolarda bekletiliyor.

Bunların ‘‘bekleyebilme’’ süresi de kısıtlı olduğu için, belki de büyük bölümü bozulup atılacak.

Oysa Tarım Bakanlığı, Hüsnü Yusuf Gökalp'in doğduğu yerleri koruma ve güzelleştirme bakanlığı haline getirilmemiş olsa ve ‘‘Tarım Bakanlığı’’ gibi iş görseydi bunların hiçbiri olmayacaktı.

Bu olayın dış satım yanı.

İşin bir de içerde vatandaşın korunması tarafı var.

Öyle ya, Avrupa'ın ‘‘üzerindeki ilaç zehirli’’ diye geri çevirdiği mal, Türkiye'de olsa şimdi pazarlardaydı ve biz o ‘‘zehirli’’ ürünleri yiyor olacaktık.

Çünkü bizim Tarım Bakanlığı bu malları denetlemiyor olacaktı.

Şimdi sakın kalkıp da bana ‘‘İçerde satılacak olsaydı. O zaman denetlerdik’’ demesinler.

Bu hem yalan olur, hem de insanlık dışı bir sorumsuzluk örneği.

Aracıyla teknik direktör ikna edilir mi?


GAZETELERDEN okuduğum bir haber beni ‘‘dehşete’’ düşürdü. Mehmet Ağar, ‘‘Galatasaray yönetimi, Fatih Terim'i ikna etmek için benim aracılılığımla manevi baskı yapıyor’’ demiş.

Ben hayatımda böyle bir şey duymadım da, görmedim de.

Adı hiç önemli değil, bir teknik direktör Galatasaray yönetimini ‘‘adam yerine koymayacak ve kaale almayacak’’ ve Galatasaray yönetimi de kendini ‘‘adam yerine koydurmak için’’ bir aracıdan ‘‘yardım isteyecek’’.

Olacak iş değil.

Bir yönetim en fazla, bir ‘‘yoklama’’ için yardım isteyebilir.

Ötesindeki her şey Galatasaray yönetiminin kendini küçük düşürmesinden başka bir anlam ifade etmez.

Benim 20 küsur yıldır, üstelik de yakından tanıdığım Özhan Canaydın ise Galatasaray'ı küçük düşürecek en son kişidir.

Ben inanmak istemediğim bu haberde, tam tersi bir hava seziyorum.

Yani Ağar'ın işlevi tam tersi istikamette.

Bildiğimden değil, sadece hissiyat.

Ama açıkçası pek ender yanılırım.

Müzeler Türklere haram


23 Nisan günü milli sarayların ve müzelerin kapılarında büyük bir ‘‘utanç’’ yaşandı.

Tatilden faydalanıp çocuklarına Türk tarihini, Türklerin geçmişini göstermek isteyen anne ve babalar müze kapılarından büyük bir utançla döndüler.

Çünkü fahiş fiyatlar ana ve babaların çocuklarıyla birlikte müze gezmelerinin önünde büyük bir engeldi.

Kapıya gelenlerin pek çoğu fahiş fiyatları görünce geri dönmek zorunda kaldılar.

Bakanlık kendince bir uygulama yapıp çocuklar için bir indirim yapmıştı ama çocuklar müzeyi yalnız başlarına nasıl gezebilirdi ki?

Kimileri çevre illerden, binbir zahmetle gelmiş çocuklar ve büyükleri müzeleri gezemeden evlerine döndüler.

Çünkü 4 kişilik bir ailenin tek bir müze ziyareti yarım asgari ücretti.

İki müze bir asgari ücreti götürüyordu.

Ana babalar hem çocuklarına yeni bir şeyler gösterememenin hayal kırıklığı, hem de parasızlık yüzünden kapıdan dönmenin utancını yaşadılar.

Umarım Kültür Bakanlığı bu konuda bir aile tarifesi oluşturur ve ana-baba-çocuk grupları için makul bir fiyat belirler.

Yoksa ülkemizin tarihini oluşturan bu anıt eserleri, yabancılardan sorarak öğrenebileceğiz.

Ameliyat işi tamam


BU köşede dün yayınlanan bir haberde, işsiz kaldığı için eşinin göz ameliyatını yaptıramayan bir sabakalıdan söz etmiştim.

Sabah erken saatlerde Dünya Göz Hastanesi'nden aradılar ve bu okurumun eşinin ameliyatını derhal ve ücretsiz yapacaklarını bildirdiler.

Gerekli teması sağladık.

Dünya Göz Hastanesi'ne teşekkür ediyorum.

Okurumun eşine de acil şifalar diliyorum.

Şampiyonluk öyküsü yarın


GALATASARAY'ın bazılarınca mucize olarak nitelenen şampiyonluğunun nasıl geldiğini ve bu şampiyonluğun daha önceki yıllarda alınmış 4 şampiyonluktan neden farklı olduğunu yarın sizlere aktaracağım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Başarıların üzerine ihanet bina etmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

İsrail suyu alacak

29 Nisan 2002
<B>İSRAİL'</B>in İstanbul Konsolosu <B>Amira Arnon </B>Hürriyet'teki büroma geldi. Tank ihalesi, off set anlaşması, İsrail'in Türkiye'den su alımı, Ayrıcalıklı Teknoloji Bölgeleri ve Ortadoğu'daki durum üzerine epey konuştuk.

Bayan Arnon'a öncelikle tank ihalesindeki off set bölümündeki sorunun ne olduğunu sordum.

Çünkü bu ihalede Türkiye ödemeyi ‘‘su ile’’ yapacaktı ve tankların modernizasyonu neredeyse ‘‘bedava’’ya gelecekti.

Ancak son anda ‘‘su işi yatmıştı’’ ve yerine neyin konacağı belli değildi.

Amira Arnon su işinin ‘‘yatmadığını’’ söyledi.

İsrail Türkiye'den su alma konusunda kararlıydı.

İsrail bölgedeki dengeler açısından da Türkiye'den su almayı ‘‘doğru’’ buluyordu.

Bunu ‘‘stratejik’’ bir karar olarak almışlardı.

Deniz suyunu arıtmak veya Türkiye'den su almak arasında, Türk suyu tercih edilmişti.

Ancak sorun vardı. Ve sorunun adı ‘‘taşımaydı’’.

Alınacak su nasıl taşınacaktı?

Boru hattı fizibıl olmuyordu.

Tankerle taşımak suyun maliyetini fazla yükseltiyordu.

Konsolos Amira Arnon, Başbakan Şaron'un bu konuda yeni bir talimat verrdiğini ve ‘‘Bu sorunu aşın. Bu suyu bir an önce taşımaya başlamalıyız’’ dediğini aktardı.

Bu teknik sorun aşılır aşılmaz yılda 300 milyon dolarlık suyun Türkiye'den İsrail'e satılması önünde bir engel olmadığını söyleyen Arnon, tank modernizasyon anlaşmasının aciliyeti nedeniyle ‘‘su meselesi’’ni beklemediği ama eninde sonunda İsrail'in Türkiye'den bu suyu alacağını söyledi. Arnon'la yaptığımız sohbetten başka bölümleri de önümüzdeki günlerde aktarmaya devam edeceğim.

Sabıkalı ne yapsın?


GEÇMİŞTE bir suçtan dolayı cezaevinde yatmış ‘‘sabıkalı’’ bir okurumun bana sorduğu bir soruyu sizlerle paylaşmak istedim:

‘‘Cezaevinden çıktıktan sonra yıllarca namusumla bir işyerinde sigortalı olarak çalıştım. Bu sırada eşim gözlerinden rahatsızlandı. Sigortalı olduğum için Okmeydanı SSK Hastanesi'ne gittik. Doktorlar lazerle tedavi iyi olur dediler ama bugün yarın diyerek bizi iki yıl oyaladılar.

Bu arada ben de işten çıkarıldım. Sabıkasızların bile iş bulamadığı bir ortamda, ben nasıl bulacaktım. İşşiz kaldım. Şimdi SSK'lı olmadığım için eşim hastanede tedavi olamıyor. Üstelik şimdi öğreniyorum ki, SSK Okmeydanı Hastanesi'nde bir lazer cihazı da yokmuş. Bizi iki yıl boşu boşuna gel git oyalamışlar. Keyifleri olunca sevk yapacaklarmış ama onların keyfi olmadan biz işsiz kalınca eşimin ameliyatı da kaldı.

Şimdi sigorta da yok, iş de yok, para da yok.

Ne yapacağım.

Gidip eski arkadaşları toplayıp, elimize silah alıp nereden inceldiyse oradan kopsun diyerek bir eylem mi yapalım?

Yapacağımızdan değil, ama çaresizlik insana her şeyi düşündürüyor.

Suç işleyenler benim durumumda iseler, istersen yüz kere af yap ne yazar!

Senin de tuzun kuru abi. İstediğine yazıyorsun. Bu dertleri de bir yazsan ne olur?’’

Yazmasına yazalım da, bu ülkeyi yönetenler bunun böyle olduğunu benim kadar, bu mektubu yazan kadar bilmiyorlar mı?

Boşuna mı her gün bir banka soyulur oldu!

Olimpiyat stadı Galatasaray'a kazıktır!


GALATASARAY'ın Olimpiyat Stadı'nı kullanması olasılığını Galatasaray'a bir ‘‘kıyak’’ yapılıyormuş havasına sokmak isteyenler var. Oysa ‘‘kazın ayağı’’ öyle değil. Eğer Olimpiyat Stadı'nı kullanmayı kabul ederse, Galatasaray büyük bir ‘‘kıyak yapmış olacak’’. Çünkü bu stat Galatasaray'a iyilik değil, tam aksine büyük yük. Birincisi ‘‘uzak’’. Fenerlisi, Beşiktaşlısı evden çıktıktan 15 dakika sonra statlarında olacaklar, Galatasaraylı 40 kilometre yol gidecek. İkincisi stadın sahası rüzgára, kara yağmura açık ve sürekli bir tipi altında. Üçüncüsü bu dev stadın bakım maliyetleri korkunç yüksek. Dördüncüsü stadın kapalısı bile korumalı değil Beşincisi yolu olmadığı gibi, yolu yapılsa bile toplu taşıma araçlarının güzergáhı üzerinde değil. Altıncısı tribünler ile saha birbirinden o kadar uzak ki, Ali Sami Yen'de yaratılan atmosferin yarısı bile orada olmaz. Yani bu stat Galatasaray'a hiç ama hiç uygun değil Galatasaray eğer bu stadı alırsa, bilin ki, Türkiye'ye büyük bir iyilik yapmış olacak ve bu dev tesisin 115 milyon dolarlık ‘‘mezbelelik’’ haline gelmesini önleyecek.

Ben bir taraftar olarak bu stadın alınmasından yana değilim.

Onu da söyleyeyim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yükselmek için omuz omuza tırmanmak gerektiğini gördüğümüz zaman.
Yazının Devamını Oku

Kuran'lı karşılama İslam'a uygun mu?

27 Nisan 2002
<B>YAZAR İsmail Nacar,</B> DTP'nin genel başkan adayı <B>Mehmet Ali Bayar'</B>a memlekete girişinde Kuran hediye edilmesini bir miktar yadırgamış.Nacar'ın yadırgayışı benimki gibi ‘‘siyasi’’ değil, ‘‘İslami’’ nedenle.

Nacar şöyle diyor:

‘‘Sayın Bayar'a karşılama töreninde Kuran verilmesi politik çıkar için din istismarının yeni bir başlangıcı olmanın yanı sıra, İslam muaşeretine de son derece aykırıdır.

Eğer cumhurun önünde birisine Kuran hediye edilmesi gerekiyorsa, bu kişinin yeni Müslüman olmuş olması lazımdır. Ya da gayrimüslim bir önder veya makama Müslümanların dünya görüşünü anlatan kitap hediye edilebilir.

Sayın Bayar halkı Müslüman olan bir ülkenin evladı olduğuna ve İslamiyet'i de iyi bildiğine göre bu tarz bir karşılamının anlamı nedir?’’

İsmail Nacar ‘‘anlam’’
soruyor.

Aslında Nacar da, ben de, siz de, hepimiz ‘‘anlamı’’ biliyoruz.

Bildiğimiz için de hoşumuza gitmiyor.

Çünkü siyasette bir kez ‘‘dini’’ kriter almaya başladınız mı, ‘‘din bayrağını’’ kimin nereye kadar götüreceğini bilemezsiniz.

Üstelik Türkiye bu acı tecrübeyi yaşadı.

Mehmet Ali Bayar gibi ‘‘çağdaş görünümlü’’ ‘‘yeni’’ bir lider adayının, bu hatadan ‘‘acilen’’ dönmesi gerekiyor.

Bu yazıları Bayar'ın yolunu ‘‘baştan kesmek’’ için değil, ‘‘doğru bir yolda’’ ilerlemesini sağlamak için yazdığımın da bilinmesini istiyorum.

Önce o özür dilesin


BU ülkede kadın haklarını en çok koruyan yazar olan bana, kadınların cinsel açıdan istismarına en fazla karşı çıkan köşe yazarı Fatih Altaylı'ya karşı ‘‘alçak’’ bir kampanya yürütülüyor. Kampanyanın mimarı ise İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin. Sözde radyo programında kendisine ‘‘tecavüz edeceğimi’’ söylemişim.

Program bantları elimde ve böyle bir ifade yok.

Eren Keskin Almanya'da katıldığı bir toplantıda Türk ordusunu ‘‘tecavüzcülükle’’ suçlayıp ‘‘Türk askerleri Doğu ve Güneydoğu'da kadınlara tecavüz ettiler’’ deyince, ben de radyodaki konuşmamda kendisini sertçe eleştirmişim. Çünkü Türk askeri yıllarca kaldığı Doğu ve Güneydoğu'da insanlara ‘‘bok’’ yedirmekten bile yargılanmıştı ama tek bir tecavüz davası yoktu. AİHM'de görülen davalarda da böyle bir suça rastlanmamıştı Türk askerinde.

Ama Eren Keskin, ‘‘İnsan hakları savunucusu maskesi ardına saklanıp’’ iftirayı atıyor, Türk askerine ‘‘tecavüzcü’’ diyordu.

Üstelik de bu yalanı Avrupa'da Türkiye aleyhine konuşurken söylüyordu.

Ben de bunu ‘‘çok sert’’ bir biçimde eleştirmiştim ama ağzımdan ‘‘tecavüz’’ kelimesi çıkmamıştı.

Şimdi Eren Keskin ve yandaşları, Keskin'in Türk ordusu hakkındaki iftiralarını hiç hatırlatmadan benim aleyhime bir kampanya yürütüyor.

Sanki ben Keskin'i durduk yerde eleştirmişim gibi. Ona uyan bazıları da benim Eren Keskin'den ‘‘özür dilemem’’ gerektiğini savunuyorlar.

Olur dilerim.

Ama bir şartla.

Önce o konuşmuştu.

Yine önce o çıkacak.

Türk askerine attığı iftira için, Türk askerine tecavüzcü dediği için Türk askerinden, Türk ordusundan ‘‘özür dileyecek’’, sonra da ben Eren Keskin'den.

Ben hazırım.

Eren Keskin de hazır mı?

NOT: Eren Keskin Türk askerine ‘‘Tecavüzcüler’’ derken sesini çıkarmayanlar, ben Eren Keskin'i eleştirince birdenbire ‘‘hak arar’’ oldular. Cumhuriyet'te Oral Çalışlar kendince beni kınıyor ama benim Eren Keskin'e ‘‘niçin çattığımı’’ hiç yazmıyor. Sonra da kendinde beni kınama hakkını buluyor. Helal olsun hepinize.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Sözde insan hakkı savunucuları, hakkı herkes için istedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

AKP olur Tayyip Erdoğan olmaz

26 Nisan 2002
<B>SON </B>kasedi ile <B>‘‘Top 10’’</B>un zirvesine yerleşen <B>Tayyip Erdoğan </B>bir yandan Genelkurmay Başkanı'na çatarken, bir yandan da müjdeyi veriyor: <B>‘‘Daha çoook kaset çıkarırlar.’’</B> Çünkü kendini biliyor.

Kim bilir daha neler var derinlerde çıkmayı bekleyen...

Bir de ‘‘Onlar eski’’ diyor.

Adam öldürmüş, yakalanmış, ‘‘Yahu onu ben eskiden öldürdüm. Şimdi kimseyi öldürmüyorum ki’’ diyen suçludan ne farkı var anlamıyorum.

Neyse cezasını çekecek elbet.

Bu arada Genelkurmay Başkanı'na ‘‘demokrasi dersi’’ veriyor sıkılmadan. Hangi demokratik ülkede bir partinin ilk başkanı çıkıp orduya küfredip, ‘‘Cellat’’ demiş onun hesabını yapmadan.

Tabii Tayyip Erdoğan'ın faturasını AKP'ye kesmek de doğru değil. Doğru düzgün politikacı, AKP'li Ertuğrul Yalçınbayır da öyle diyor zaten:

‘‘Suç varsa bireyseldir.’’

Zaten Tayyip Erdoğan da ‘‘huzur arayan’’ Türk siyasetine uymuyor. Yakışmıyor. Sadece ‘‘kirli’’ geçmişiyle değil, ‘‘yetersizlikleriyle’’ de yakışmıyor. Görülüyor ki, yeni dönemde artık ‘‘Tayyip'lere’’ yer yok.

Ben AKP'nin ‘‘Tayyip ısrarı’’nı da anlamıyorum.

Bilgisi zayıf, deneyimi eksik, eğitimi yetersiz, yabancı dil bilmez bir adam. Polemikçilik, demagogluk lider olmaya yetiyorsa amenna. 21. yüzyılın dünyasında dünya siyasetinde var olmak isteyen bir Türkiye'nin önderi olacak adam değil çok belli.

Bırakın onu Türkiye'yi yönetecek çapta dahi değil.

Oysa AKP'de bir Abdullah Gül'ü silkeleseniz 20 Tayyip Erdoğan döker. Ertuğrul Yalçınbayır sesiz sakin ama bilgili haliyle bir o kadar Tayyip Erdoğan'ı cebinden çıkarır.

AKP Türkiye siyasetinde yer almak istiyorsa alabilir. Ama başında Tayyip Erdoğan'la değil.

Bu çok net.

Biraz objektif bakan herkes de bunu görüyor zaten.

Büyükanıt'a sarı kırmızı şehitlerden sitem var

MİLLİYET'te önceki gün yayınlanan bir habere göre, koyu Fenerbahçeli Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Büyükanıt komutanların Fenerbahçeli olmasına gerekçe olarak Fenerbahçe'nin işgal kuvvetlerine karşı destek vermesini göstermiş.

Fenerbahçeliler işgal kuvvetleri ile yaptıkları maçtan 2-0'lık bir zaferle ayrılmışlar.

Bu yüzden askerler Fenerbahçelileri severmiş.

Genelkurmay 2. Başkanı'nı bu ‘‘müthiş tarih bilgisi’’nden ötürü kutluyorum.

Ve kendisini benimle birlikte Çanakkale'ye davet ediyorum.

Gelsin ve diğer yocular gibi ‘‘Dursun’’, o sessiz yığının altındaki Galatasaraylıların seslerini dinlesin.

Kimlerin mi?

Vecdi Beyin, Galatasaray Kulübü'nün bulunduğu sokağa adını veren Hasnun Galip Beyin, Mehmet Ali Beyin, ilk hava şehidimiz İbrahim Orhan Beyin, Aziz Ulvi Beyin, Dr. Agop Elmasyan'ın, İbrahim Orhan Beyin, Said Fuat Beyin (Keşşaf Said) ve Neşet Beyin seslerini.

Bunlar sadece Çanakkale'de şehit olan Galatasaraylılar.

Diğer cephelerde de canını bu vatan için vermiş onlarca Galatasaraylı var.

Üstelik de, bu gençlerin tamamı öğrenci olmaları nedeniyle tecil hakları olmasına rağmen ‘‘gönüllü’’ olarak ülkeleri için savaşmaya koşmuş ‘‘delikanlılar’’.

Bunlardan Çanakkale'ye giden grubun oradan yolladığı üzeri ‘‘kanlarıyla imzalı’’ bayrak ise Galatasaray'ın müzesinde kupalarla yan yana bir ‘‘onur abidesi’’ olarak duruyor.

Şehitlerimizin yanı sıra bir de meşhur sahte para hikáyesi vardır ki, Genelkurmay İkinci Başkanı'na onu da hatırlatmak gerekir.

Çanakkale'de savaşırken, lastik almak için İstanbul'a gönderilen ve para olmadığı için kendi yaptığı sahte parayla lastik alıp Çanakkale'ye dönen Mehmet Muzaffer'in hikáyesini. Mehmet Muzaffer de daha sonra top oynarken değil, Gazze'de düşman kurşunuyla şehit olmuştur.

Ve bazen hafızaları tazelemekte fayda vardır.

Vatan için bazen ‘‘top oynamak’’ gerekir, bazen ‘‘şehit düşmek’’.

Ancak birini hatırlarken, diğerini hatırlamamak hepsinin ‘‘kemiklerini sızlatır’’.

NOT: Atatürk'ün Fenerbahçe'yi ziyaretini Ulu Önder'in Fenerbahçeli olmasına yoranlar var. Oysa benim masamda da Atatürk'ün ‘‘Galatasaray'a’’ diye imzaladığı bir fotoğraf var. Ve Galatasaray'ı ziyaretinde içtiği kahvenin fincanı ve suyun bardağı da onun dudak izleriyle müzemizde duruyor.

Eskiden de kılarmış

ZAMAN Gazetesi'nden Nedim Yalçın bir küçük not yollamış.

Mehmet Ali Bayar'ın cuma namazını siyasi malzeme yapmasını yadırgadığını belirtiyor ve ekliyor: ‘‘Ancak şunu da bildirmek isterim ki, 1992-95 yılları arasında Bakü'de Zaman Gazetesi'nin temsilciliğini yaptığım sırada Türklerin namaz kılmak için gittiği Şehitlik Camii'ne her cuma Türk büyükelçiliğinden iki kişi namaz kılmaya gelirdi, bunlardan biri Din Hizmetleri Müşaviri Abdülkadir Sezgin, diğeri ise Mehmet Ali Bayar'dı.’’

Allah kabul etsin de, yine de bunu siyasette kullanmasın!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sevdiklerimize ayırmadığımız zamanı satın alamayacağımızı unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Siyasete namazlı giriş

25 Nisan 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin siyasetteki <B>‘‘yeni yüz’’</B>ü <B>Mehmet Ali Bayar </B>yurda geldi. Ben <B>Bayar'</B>ın gelişinden rahatsız olanlardan değilim. Yenilikte fayda vardır.

Yeter ki iyice bir tanıyalım, bilelim.

Kimileri ‘‘ithal’’ diyor. Hiç katılmıyorum.

Devlet göreviyle yurtdışında bulunmak ayıp değil. Tam aksine eğer bihakkın gidildiyse liyakat gösterir.

Fakat Mehmet Ali Bayar'la ilgili ‘‘şüphelerim’’ oluştu.

Bunun nedeni ise bizzat Bayar'ın kendi sözleri.

Bayar'ın, Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide vurguladığı bir eylemi beni rahatsız etti.

Bayar konuşmanın bir yerinde, ‘‘Cuma namazını Adapazarı'nda kılacağım’’ vurgusu yapıyor.

Bu beni çok ama çok rahatsız etti.

Yanlış anlamayın namaz kılması değil. İnanmış bir Müslümanın namaz kılmasında bir ayıp yok.

Bunu ‘‘duyurması’’ ve ‘‘siyasi programının bir parçası’’ olarak görüp göstermesi hoş değil. En azından ‘‘yeni’’ değil.

Bu Türkiye'de bildik bir siyasetin yeni ve genç bir yüzle kaldığı yerden devam etmesi anlamına mı geliyor bilmiyorum.

Ama ‘‘rahatsız’’ oldum.

Hem ‘‘namaz’’ duyurusundan, hem de havaalanındaki uzun kuyruklu el etek öpecek karşılama ekibinden.

İsim yeni, ad yeni, hamam eski tas eski olacak diye ürküyorum..

Ha tabii bir de, merak ediyorum; siyasi hayatına ‘‘Adapazarı'nda namazla’’ başlayacak olan Bayar, acaba şimdiye dek hep namaz kılar mıydı?

Namaz siyasetle birlikte mi başlıyor, yoksa Washington Merkez Camii'nde de kılınmakta mıydı?

Kayıp aganigiciler bakan heyetinde


GEÇEN hafta Hürriyet'teki bir haberde Fındık Kralı'nın 5 bankaya 40 milyon dolar borç takarak kayıplara karıştığı iddiası yer aldı. Türkiye'nin fındık ihracatının yüzde 40'ını gerçekleştiren Cevat ve Ayhan Başkan kardeşler sırra kadem basmıştı ve bankalar peşlerindeydi.

Bu haber 13 Nisan günü Hürriyet'te yer aldı.

19 Nisan Cuma günü yayınlanan Dünya Gazetesi'nde ise Başkan kardeşler birdenbire ortaya çıkıyordu. 40 milyon dolar alacaklı bankaların bulamadığı Başkan kardeşler, Devlet Bakanı Tunca Toskay ile birlikte Çin'e giden heyetteydiler. Acaba bankaların aklına Bakan Toskay'ın yakınına bakmak mı gelmemişti, yoksa işin içinde başka işler mi vardı?

Erdoğan davasında zamanaşımı yakın


TAYYİP Erdoğan'a son ortaya çıkan konuşmadan ötürü dava açmaya hazırlananlar var.

Haklılar da. Erdoğan'ın sözleri, bugünlük dönmüş olsa da, yenilir yutulur gibi değil.

Bilgisiz demagog şimdi kıvırmaya çalışsa da, ‘‘Suç ağızdan çıkmış’’.

Gereği yapılacak.

Ancak çok dikkatli olmak gerek.Tayyip Erdoğan'a dava açmaya hazırlananlar TCK'nın farklı farklı maddelerinden dava açmak niyetindeler.

Bunların bazılarında zamanaşımı süresi 10 yıl, bazılarında ise 20 yıl.

10 yıllık zamanaşımı ise mayıs ayı sonuna gelmeden doluyor.

Yani eğer zamanaşımı süresi 20 yıl olan maddeden dava açılır ve Erdoğanbu maddeye göre ceza almazsa, 10 yıllık zamanaşımı süresi dolmuş olacağı için diğer maddelerden dava açılamayacak.

Bu nedenle zamanaşımı süresi 10 yıl olan maddelerden de, vakit geçmeden dava açılmalı...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Partiler için sakıncalı olan, ülke için sakıncalıymış gibi gösterilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Dışişleri'nden basit yanıt

24 Nisan 2002
<B>DIŞİŞLERİ </B>Bakanlığı sözcüsü <B>Hüseyin Diriöz </B>İspanya'dan arayarak <B>‘‘basit’’ </B>soruma, <B>‘‘basit’’ </B>bir yanıt verdi. ‘‘Evet, Naci Koru başarılı bir hariciyecidir. Atandığı göreve liyakatla atanmıştır.’’

Naci Koru'
nun merkezde ve dış görevlerde son derece başarılı çalışmalar yürüttüğünü belirten Diriöz, bakanlığın bilgi işlem ve otomasyona geçişinde Koru'nun büyük hizmeti olduğunu, bakanlıkta kullanılan sistemi çağın çok ötesine taşıyan bir hamleyi başlattığını, Mainz gibi önemli bir Batı Avrupa kentinde başarılı bir başkonsolosluk görevi yaptığını, yurtdışına 4. kez çıktığını ve bunun önemli bir kıdem olduğunu, neredeyse büyükelçi olacak noktaya geldiğini, bakanlığın başarılı ve kıymetli bir mensubu olduğunu söyledi.

Diriöz, Naci Koru'nun atanmasında herhangi bir torpil olmadığını, dışarıdan bir müdahale yapılmadığını da ekledi.

Naci Koru'nun ağabeyi Fehmi Koru'nun İsmail Cem ile görüşüp görüşmediğini bilmediğini, Fehmi Koru'nun Bakan'la belki bir gazeteci olarak konuşmuş olabileceğini ama Naci Koru'nun bir torpile ihtiyacı olmadığını da ekledi.

Basit yanıta teşekkür ettim.

Biz kafamıza takılanları soracağız.

Cevabı olanlar da verecek.

Nereden tutsam palavra


UMUR Talu salladıkça sallıyor. Zannedersin ki Star'da çalışıp, her gün grubunun rezaletlerini yazıyor.

Şimdiye kadar ne SPK'nın Uzanlar'la ilgili suç duyuruları hakkında tek kelime yazmış, ne de Motorola'nın bas bas bağırdığı ‘‘Dolandırıldım’’ iddiaları karşısında kalemini oynatmış.

O çok sevdiği saygın gazeteler bu konuyu çarşaf çarşaf yazarken Umur Bey kafasını başka tarafa çevirmiş.

Gırtlağa kadar pislikte olduğu görünmesin diye bağırıyor.

Ama ha bire de ‘‘sallıyor’’ ya da rahatsızlandı, ‘‘hayal áleminde’’ yaşıyor.

Milliyet'ten ayrılma hikáyesini okuyup güldüm.

Almış Mehmet Yılmaz'ı karşısına şunu demiş bunu demiş.

Tam palavra.

Aslı şu.

Mehmet Yılmaz o gün üç kişiye işten çıkarıldıklarını tebliğ edecektir. Doğan Heper, Yalçın Doğan ve Umur Talu.

İlk ikisiyle konuşan Yılmaz, Umur'u bulamaz. Çünkü Umur gazeteye gelmemiştir.

Daha sonra Umur Talu, Mehmet Yılmaz'ı arar.

‘‘Beni arama sebebin, Yalçın'a söylediğini söylemek mi?’’ diye sorar.

Mehmet Yılmaz ‘‘Evet’’ deyince, ‘‘Bana Milliyet'te bir yer yok muydu?’’ der.

Mehmet Yılmaz ‘‘Bu yer meselesi değil, Yeni yapılanmada düşünülmüyorsun’’ deyince hiçbir şey söylemeden telefonu kapar. Bunu bile bir ‘‘kahramanlık destanı’’ gibi aktaran birisine en iyisi bir okurdan gelen faksı aktarmak:

‘‘Sn. Altaylı, bugün yazınızın iki bölümü de aynı. Umur Talu diye birine ayrılmış. İnsaf be kardeşim, bu Umur Talu dediğiniz adam sizden başka kimin umurunda sanki.’’

NOT:
Umur Talu bir ara okurlarına, tabii varsa, benim hakkımdaki yazısının internet ve gazete versiyonlarının niye farklı olduğunu da anlatıversin lütfen. Tabii inandırıcı bir şekilde.

Adam olana yakışır mı?



İNSANLAR nasıl küçülüp ufalabiliyor, nasıl kendilerini rezil edebiliyorlar...

Günlerdir gazetelerde bir ‘‘rezillik’’ izliyorum. Ebru Şallı adlı ‘‘yapma bebek’’le ‘‘televole kameraları’’ önünde şiirler okuyan, Ebru Şallı'ya ‘‘spor salonları, pırlantalı nişan hediyeleri’’ alan Harun Tan isimli bir ‘‘gariban’’, eski eşi ve çocuğuna ‘‘ekonomik kriz nedeniyle’’ nafaka ödeyemiyormuş. Ayıp ki, ne ayıp.

Anladığım kadarıyla ‘‘Yeni Karamürsel'in veliahtı’’ olduğu söylenen bu ‘‘adam’’ın iki cebi var.

Biri çocuğunun harcamaları için, diğeri ise sevgilisi Ebru Şallı'nın harcamaları için. Ve ekonomik kriz Harun Tan'ın sadece çocuğuna ayırdığı cebini etkilemiş. Çocuğuna verecek parası yok ama Ebru Şallı'ya verecek parası çoook! Ayrıldığı eşine bıraktığı çocuğu için nafaka ağır geliyor ama birkaç yüz milyarlık Porsche ile yanında Ebru Şallı olduğu halde fink atıp, İstanbul gecelerini aşındırırken anlaşılan hafifliyor. Ayıp ki, bin kere ayıp. Daha ayıp olan ise çocuğunun annesi olan kadını kamuoyu önünde küçük düşürmeye çalışması. Çevresindeki bir grup ‘‘magazin gazetecisine’’ eski eşi hakkında beyanatlar veriyor. Eşinin gençlik fotoğraflarını dağıtıyor ki, kadıncağız toplum gözünde küçük düşsün.

Ne olacak, bunları alacak mahkemede delil yapacak ve kendi hesabına göre bu sayede ‘‘nafakayı düşürecek’’.

Yuh olsun!

Yakışıyor mu?

Adam olan, erkek olan çocuğunun anasına bunu yapar mı?

Ebru Şallı ile birlikte ‘‘ezecek’’ bin dolarım daha olsun diye bu yapılır mı? Ayıp değil mi?

Harun Tan, bir aynaya baksın.

Bir ailesini, geldiği yeri düşünsün, bir de yaptıklarını.

Hiçbir şey bilmiyorsa, bir işadamı olarak hesap yapsın.

Çocuğunun nafakasını Ebru Şallı gibilerle yiyen bir adamın mağazasından, analar alışveriş yapar mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Deprem uzmanları, asap bozma ve ortalığı karıştırma uzmanı haline gelmediği zaman.
Yazının Devamını Oku