Fatih Altaylı

Umur'sanacak adam değilmişsin!

23 Nisan 2002
<B>UMUR Talu'</B>ya <B>‘‘yanıt’’ </B>vermeyip, uzun bir telefon konuşmasının kamuoyunu ilgilendirmesi olası bölümlerini aktarmıştım.Talu bir yandan bu konuşmanın içeğiyle ilgili kafaları bulandırmaya çalışan bir yanıt yazdı, bir yandan da bir internet sitesine beyanat verdi.

Ve aslında ‘‘kendi tutarsızlıklarını’’ sergilerken, ‘‘gerçekdışılığını’’ da sürdürdü.

İnternet sitesine verdiği beyanatta Talu benimle bundan böyle konuşmak istemediğini söylüyor.

Ama o röportajın yayınlanmasından bir gün önce bana telefon açıyor. Garip bir çelişki.

Kendi de bu çelişkiyi fark etmiş olacak ki, kendi köşesinde ‘‘Ben onu aramazdım ama araya hatırını kıramayacağım Galatasaraylı büyüklerim girdi. Ben de yazısını yazmasını bekledim ve sonra aradım’’ diyor.

Talu bir kez daha doğruları söylemiyor.

Çünkü Talu ile ben 18 Nisan Perşembe akşamı onun beni araması üzerine görüştüm. Talu o gün yazımı yazmış olduğumu düşündüğü için aradığını söylüyor ama sekreterimin bana ilettiği notlara baktığım zaman Talu'nun beni 16 Nisan Salı günü gazeteden aradığını görüyorum.

Yani benim Talu hakkındaki yazımın çıktığı gün beni arıyor ama internette ‘‘delikanlı’’ kesiliyor.

Telefonda yaptığımız görüşmenin içeriğini tahrif ettiğimi de ileri sürüyor Talu.

‘‘Çakal’’ gazetecilerden olmadığım için konuşmayı teybe almadım.

Ama yanımda korumam vardı ve ben de araç içinde hands free sistemi ile konuştuğumdan her kelimesine şahittir.

Kelime kelime aynı olmasa da, konuşmamızın içeriği yazdığım gibidir.

Ben de tutarsızlık da, palavra da yoktur.

Umur Talu'nun düştüğü durumdan dolayı üzüntüm ise gerçekten vardır.

Hem de çok.

Hasan Cemal'in maaşı Umur'u gerdi!


UMUR Talu röpotaj ve yazılarında çizdiği portre ile hiç de uyuşmayacak birisi.

Biraz anlatalım.

Umur Talu Babıali'de hep iyi fırsatlar yakalamış bir gazetecidir.

1987 yılında Söz Gazetesi'ni çıkaran ekibin başındaydı.

Birlikte aylarca çalışıp bir gazete hazırlamıştık.

Gazetenin ilk sayısının çıktığı gün, içerde yaşanan bazı sorunlar yüzünden Umur Talu ve ekibi istifa edip gittiler. Haklı olabilirlerdi.

Ama giderken bir büyük ‘‘haksızlık’’ yaptılar. Gazetenin bilgisayarlarında aylarca hep birlikte oluşturulmuş ‘‘dosyaları’’ silip gittiler.

Ertesi gün gazeteye gelen ‘‘kalanlar’’ ayların emeğinin yok olduğunu gördüler.

Talu kızmış ve onlarca kişinin emeğini bir tuşla uçurmuştu.

Sonra Milliyet'in başına geçti Umur Talu.

Aydın Doğan'ın en sevdiği gazetecilerden biriydi.

Káh yayın yönetmeni, káh yazar, káh yayın danışmanı gibi sıfatlarla 15 yıla yakın bir süre Milliyet'te çalıştı.

Bu arada Milliyet'in patronu Talu'ya Levent'te 3 katlı, milyon dolarlık bir köşk aldı.

Talu'nun her yıl 1 ay süren, hayli masraflı Paris tatillerini de Milliyet finanse etti. Kral gibiydi Talu.

Ancak geçen yıl Talu ile Milliyet'in arası ‘‘açıldı’’.

O bunu ‘‘kahraman’’ bir eda ile ‘‘RTÜK Yasası'na karşı takındığı tavra bağlıyor’’.

Ama biz nedenini biliyoruz.

Anlatayım, siz de bilin.

Hasan Cemal'in Milliyet'e gelmesi Umur Talu'nun hiç hoşuna gitmedi.

Mesele Hasan Cemal'in fikirleri veya yazdıkları değildi.

Umur Talu'nun derdi Hasan Cemal'in maaşıydı.

O Umur Talu'ydu ve nasıl olur da, Hasan Cemal ondan daha fazla maaş alabilirdi.

Bununla ilgili rahatsızlığını defalarca dile getirdi.

Küstü, gazeteye gelmedi.

Kızdı, bir süre yazı yazmadı.

Huzursuzluk çıkardı, kulis yaptı.

En sonunda da kovuldu.

Elbette ‘‘Hasan Cemal'in maaşından ötürü hır gür çıkardım. Sonunda dayanamayıp kovdular’’ diyemeyeceği için de kovuluşuna ‘‘şanlı’’ kılıflar uydurdu.

Kendisinin de itiraf ettiği gibi bir tek gün bile ne bir yazısına karışılmıştı, ne de bir baskı yüzünden istifa etmişti.

Aydın Doğan'ın aldığı milyon dolarlık villada oturup, ‘‘En yüksek maaşı ben almalıyım’’ şımarıklığına ‘‘medya etikçisi’’ maskesi takmak en güzel ve en şerefli çıkıştı. Umur Talu bunu yaptı.

Ben de bu ‘‘ikiyüzlülüğe’’ dayanamadığım için bu ‘‘pislikleri’’ yazıyorum.

Okurlardan da özür diliyorum.

NOT: Belki hepimizin zaman zaman ders alması gerekiyor. Ama bu dersi verecek kişi kesinlikle Umur Talu değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Türkiye'nin en büyük gazetesi her gün 1 sayfasını Türkiye'nin en büyük magandasına ayırmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Lara’da kamp rezaleti

22 Nisan 2002
<B>ANTALYA’</B>da yayınlanan Yeni İleri Gazetesi’nde benim yıllar önce yazıp, sonra <B>‘umutsuzluktan’ </B>rafa kaldırdığım bir konu ele alınmış. Görünce hatırladım ve desteklemek istedim.

Antalya’da Lara Plajı Antalya’nın en temiz, en güzel plajlarından biridir.

Kilometrelerce sahil şeridi, pırıl pırıl kumlarla Belek’e kadar uzar. Fakat bu sahilden Antalya halkının da, turizmin de ‘temiz ve nezih’ bir şekilde faydalanması imkánsızdır.

Çünkü bu sahil boyunca bir ‘Valilik Kampı, Belediye Kampı, PTT Kampı, Tarım Kampı, zart kampı, zurt kampı’ onlarca kamp ve oba sıralanır.

Bu kamplar aslında birer bakımsızlık abidesidir ve birer mezbeleliktir. Bunların arasındaki küçük boşluklara ise ‘yarı mafya’ büfeler ve ‘tesisçikler’ doluşmuştur.

‘Türk rivyerası’nın en güzel plajı bu ‘mezbeleliklerin’ işgali altındadır.

Arkası orman, önü deniz bu güzelim sahil Türk turizmine hiçbir fayda sağlamadan durur.

Antalya’da yıllarca ‘torpilli’ emekli valiler çalıştı.

Şimdi ise Antalya’nın genç, dinamik, başarılı ve hepsinden önemlisi ‘kafası bu işe çalışan’ bir valisi var.

‘Kamp’ adındaki bu pisliklerden Antalya’yı kurtarmanın tam zamanı. Türkiye eğer 50 milyar dolarlık turizm hedefinde ciddi ise bunu yapmak şart.

Biri şu kamyonları denetlese iyi olacak


TÜRKİYE’de trafik sorununun en önemli nedenlerinden biri kamyonlar.

Yolları yıpratıp, zemin kalitesini düşürenler onlar.

Fazla yükle tehlike yaratanlar onlar.

Aşırı yük nedeniyle gidemedikleri için şoförleri hatalı sollamaya iten onlar.

Çevreye zarar veren onlar.

Listeyi daha uzatmak mümkün ama ‘onlar’ bizim kamyonlarımız.

Bu ülkenin gerçeği.

Hata kamyonların değil.

Yanlış politikaların.

Fakat bazı şeyler var ki, çok kolay düzeltilebilir.

Türkiye’de kazaların büyük bir bölümü otomobillerin kamyonlara arkadan çarpması sonucu meydana geliyor.

Ve büyük can kaybı oluyor.

Bunun iki nedeni var.

Birincisi kamyonların arka tamponları yerden çok yüksek veya hiç yok. Bu nedenle sıradan araçlar bunların altına giriyor.

İkincisi ise ben daha Türkiye yollarında doğru düzgün bir ‘stop lambası’ olan kamyon görmedim.

Eski püskü kamyonlar, ya kandil gibi yanan ya da genelde hiç yanmayan arka lambalar.

Daha vahimi ise bu durumun hiçbir yetkilinin umurunda olmaması.

Bu lambalar için bir parlaklık alt sınırı olması ve buna göre bir denetim yapılması çok mu zor?

Trafik polislerinin, kamyonların arka lambalarını kontrol etmesi için ‘yasal düzenleme’ mi gerek?

Bunun yanı sıra kamyonların arkalarına otomobillerin alta girmesini engelleyecek türde alçak bir tampon koyulması imkánsız mı?

Bu iki basit önlem bile yüzlerce hayat kurtarmaz mı?

İmam Hatipli hariciyeciye liberal İslamist torpil


KULAĞIMA gelen bazı ‘bilgilere’ göre, ‘ünlü yazarlardan’, liberal İslamist Fehmi Koru’nın kıymetli ‘biraderi’ Naci Koru Chicago Başkonsolosluğu’na atanıyormuş.

İlginç bir gelişme.

Dışişleri koridorlarından bana ulaşan bilgilere göre, Naci Koru ‘sürekli olarak’ yaşı ve kıdemi ile uyuşmayacak ‘önemli’ görevlere atanıyormuş.

Ve her ne hikmetse bu atamalar öncesinde Naci Koru’nun ‘muhterem ağabeyi’ Fehmi Koru ile Dışişleri Bakanlığı’nın ‘en tepesi’ arasında sıkı bir trafik yaşanıyormuş.

Yani işin özeti, liberal İslamcı Fehmi Koru Bey konu ile ‘yakından ilgilenip’ ‘torpil’ için devreye giriyormuş.

Bildiğim kadarıyla Chicago’ya atanmak öyle ‘kolay’ değildir.

Hayli torpil, hayli liyakat ister.

Dışişleri Bakanımız Sevgili İsmail Cem’e sorum şudur:

‘İmam Hatip Lisesi mezunu Naci Koru, bu göreve atanacak çapta ve liyakatta mıdır? Bu liyakatta abisi Fehmi Koru’nun bir katkısı olmuş mudur?’

Basit bir soru.

Bakalım yanıtı da bu kadar basit olacak mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Spor yorumcuları milyon dolarları cebe indirmek için Türk sporunu arenaya çevirmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Mail'lerden seçmeler

20 Nisan 2002
<B>ZAMAN </B>zaman gelen <B>‘‘ilginç veya komik’’ </B>mail'leri yayınlıyorum. Çünkü okurların büyük bölümünün internette dolaşmadıklarını biliyorum.

İşte bir tane daha:

Erkekler sabah uyandıklarında akşam yatağa girdikleri gibi görünürler.

Kadınlar ise gece boyunca her nasıl oluyorsa çirkinleşirler.

Bir erkekle mutlu olmak için onu çok anlamak, az sevmek gerekir.

Bir kadınla mutlu olmak için ise onu çok sevmek ve hiç anlamaya çalışmamak gerekir.

Bir kadın bir erkekle değişeceğini umarak evlenir ama erkek hiç değişmez.

Bir erkek bir kadınla değişmeyeceğini umarak evlenir ama kadın değişir.

Kadın bir koca buluncaya kadar gelecekten endişe eder.

Erkek bir eş bulduktan sonra gelecekten endişe eder.

Erkeğin kadını anlamadığı sadece iki dönem vardır: Evlilik öncesi ve evlilik sonrası.

Evli erkekler hatalarını unutabilirler. Çünkü iki kişinin aynı şeyi hafızasında saklaması ekonomik değildir.


Umur Talu ile bir telefon görüşmesi


İKİ gündür Umur Talu'ya bir yanıt vereceğimi duyuruyordum bu köşede. Yazıyı hazırlamıştım ama sırasını bekliyordu.

Perşembe akşamı gazeteden çıkmış eve doğru giderken araç telefonum çaldı.

Tanıdık bir ses, ‘‘İyi akşamlar Fatih, ben Umur’’ dedi.

Arayan Umur Talu'ydu.

‘‘İyi akşamlar Umur Abi’’ dedim.

‘‘Bak bana hálá Umur Abi diyorsun. Bu düşmanlık niye?’’ diye sordu.

‘‘Benim sana bir düşmanlığım yok’’ dedim.

‘‘Peki o zaman niye bana ağır yazılar yazıyorsun’’ dedi.

‘‘Ben sana ağır yazılar yazmıyorum. Senin yazdığın ağır yazılara yanıt veriyorum’’ dedim.

‘‘Ben sana mı yazıyorum?’’ diye sordu.

‘‘Mesleğime yazıyorsun. Ayrıca artık bana da yazıyorsun’’ dedim.

‘‘Çok sinirlendim de ondan yazdım’’ dedi.

‘‘Abi sen çok sinirlenince doğruları yazmıyor musun? Allahaşkına söyle, beni bunca zamandır tanırsın, ben tetikçi bir piranha mıyım?’’ diye sordum.

‘‘Olur mu Fatih, benim kendime en yakın hissettiğim yazarlardan birisi sensin. Sinirlendim işte.’’

‘‘Peki Umur Abi, beni bırakalım. Doğan Grubu'nda çalışan herkese ağır ithamlarda bulunuyorsun. Sen bu grupta 12 yıl en üst düzeyde çalıştın. Milliyet'in yayın yönetmenliğini, 2 kez, yıllarca yaptın. Bu grupta çalışırken hiçbir baskı gördün mü, şunu yazma bunu yazma dediler mi?’’

‘‘Hayır asla demediler!’’

‘‘Yayın yönetmeniydin Umur Abi, bir kez olsun şunun yazısını koyma, bunun yazısını koy diye sana patron katından bir baskı geldi mi?’’

‘‘Yok Fatih...’’

‘‘Umur Abi, sen Aydın Doğan'ın evladı gibiydin. Her şeyinde en yakınındaydın. Bir gün senden illegal bir şey istedi mi? Gazetecilikle bağdaşmayacak bir talebi oldu mu?’’

‘‘Katiyen olmadı. Tek bir yazımda kendisini hedef almıyorum.’’

‘‘Peki Abi sence Doğan Grubu'nda çalışan bunca gazeteci şerefsiz, satılmış adamlar mı?’’

‘‘Olur mu Fatih?’’

‘‘O zaman ben mi şerefsiz satılmış bir adamım?’’

‘‘Yok Fatih... Sana böyle bir şey demem mümkün mü? Senin için de, hayatta en çok çatıştığım, en çok kızdığım Ertuğrul Özkök için de böyle bir şey söyleyemem.

‘‘Peki Abi, niye bizi toplum gözünde satılmış şerefsizler olarak göstermek istiyorsun?’’

‘‘Öyle bir şey yapmıyorum Fatih. Ben bu RTÜK Yasası'na tepkisiz kalmanıza kızıyorum. Bence çok önemli.’’

‘‘Umur Abi, sence önemli olan şeyleri yazmayanlar şerefsiz mi, satılmış mı? Her yazarın, her gazetecinin kendi önemlileri, kendi öncelikleri olamaz mı? Kim bilir belki de sen öyle yazdığın için biz de inatlaşıp yazmıyoruz. Ben tank ihalesini yazarken kimse yazmıyordu. Ben sana hakaret mi ettim. Aylar sonra sen de yazdın. Ayrıca yazmasan ne olurdu!’’

‘‘Fatih bu RTÜK çok önemli. O yüzden.’’

Umur Talu
ile uzun uzun konuştuk.

Yıllarca Milliyet'in tepesinde oturmuştu. Bu grubun en ‘‘kıymetli adamlarından biri’’ydi.

Kendisine yapılan bir baskıdan, bir talepten dolayı istifa edip giden biri de değildi. Yollar bir şekilde ayrılmıştı.

Ve o sadece ‘‘kızgındı’’.

Belki biraz da ‘‘kırgındı’’.

Yarın öbür gün belki biz de ‘‘kırgın ve kızgın’’ olabiliriz.

Ama kırgınlığımız ve kızgınlığımız bu mesleği onuruyla yapan insanları ‘‘tümden karalamamızı’’ gerektirmez.

Ben Umur Talu ile yaptığım bu sohbet sonrasında kendisine ‘‘yanıt’’ vermemeyi uygun buldum.

Umarım o da bu mesleğin onurlu insanlarını daha fazla haksız yere üzmemeyi uygun bulur.

NOT 1: Umur Abi, seninle yaptığım telefon konuşmasının ‘‘küçük bir bölümünü’’ okurlara aktarıyorum. Umarım alınmazsın. Ama ya sana ağır bir yanıt yazacaktım, ya da bunu okurlarımla paylaşacaktım. Ben bunu seçtim.

NOT 2: Umur Talu ile Cumhuriyet'te, Söz Gazetesi'nde ve Doğan Grubu'nda yıllarca birlikte çalıştığımız ve Galatasaray Lisesi'nde sınıf olarak büyüğüm olduğu için ona ‘‘Abi’’ derim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Her yerde önden buyur ettiğimiz kadınlara, trafikte de aynı nezaketle yaklaştığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Çin Başbakanı'nın açıklanmayan gündemi

19 Nisan 2002
<B>ÇİN </B>Başbakanı'nın Türkiye ziyareti Türkiye'de haber olurken pek çok açıdan ele alındı ama Çin'in bu ziyarete atfettiği önemle bizim atfettiğimiz önem arasında hayli açık farklar var. <br> Türkiye bu ziyarete bir miktar ‘‘lay lay lom’’ yaklaştı. Çinli turistler gelecekmiş, Çinle ticari ilişkilerimiz daha da gelişecekmiş falan filan.

Oysa Çin Başbakanı Zhu'nun Türkiye ziyareti, Uzakdoğu'da farklı bir içerikle yansıtılıyor.

Singapur'da yayınlanan ‘‘The Straits Times’’ gazetesinde yer alan bir yorumda bu ziyaret, Çin’in 11 Eylül sonrası ilk olarak ‘‘dünya siyasetine ağırlık koyma’’ girişiminin bir parçası olarak algılanıyor.

Dünya siyasetinde bir güç olarak sahnede etkin bir rol almak isteyen Çin, müthiş bir dış politika atağında.

Çinli liderler dünyayı turlarken, Başkan Zemin Almanya'ya gidiyor.

Çinli lderlerin İran ve Libya'ya yapacakları ziyaretler de ABD Başkanı'nın bu iki ülkeyi ‘‘şeytan aksı’’nın bir parçası olarak göstermesinin hemen sonrasına rastlıyor.

Çin'in Libya'ya 20 yıl aradan sonra yaptığı ilk resmi ziyaretin bu günlere rastlaması da pek bir ‘‘rastlantı’’ olarak algılanmıyor.

Başbakan Zhu'nun Türkiye'ye gelmesi ise Çin açısından ‘‘teröre destek veren ülkelere’’ yönelik bir girişim olarak gösteriliyor.

Ve bize aksetmeyen ama Başbakan Zhu'nun ‘‘çantasında’’ yer alan önemli bir dosyada Türkiye'nin Doğu Türkistan ve Sincan Uygur Özerk Cumhuriyeti'ndeki ayrılıkçı terörist faaliyetlere destek vermesi veya en azından ‘‘arka çıkması’’ ele alınıyor.

Çin bu dosyayı Türkiye'nin önüne koyup, ‘‘Teröre destek verenlerden mi bahsediyordunuz?’’ diyor.

Haberiniz olsun!

Cansız inek bile size yeter!

TAYYİP Erdoğan, Hindistan'da ‘‘kutsal inekler’’den kurtulunduğunu söylerken, ‘‘Türkiye'deki cansız inekler’’in yolu tıkadığını söylüyor.

Şimdi bazıları da, ‘‘Cansız inek'ten kastedilen ne?’’ diye tartışıyor. Tayyip Erdoğan'ın ‘‘cansız inek’’ten kastettiği şey ‘‘Atatürk’’.

Çünkü Hindulara göre ‘‘inek kutsal’’ ve Tayyip Erdoğan'ın meşrebine göre onun yolunu tıkayanlar da ‘‘Atatürk’’ü kutsal sayıyorlar.

Trenin yolunu ‘‘inek’’ tıkıyor.

Tayyip Erdoğan gibilerinin yolunu ise Atatürk ilkeleri.

Atatürk ilkelerini Tayyip ‘‘Atatürk heykelleri’’yle özdeşleştiriyor ve ‘‘cansız inek’’ diye Atatürk heykellerini kastediyor.

Ve itiraf ediyor, ‘‘Yolumuzu o kesiyor’’ diye.

Ne güzel değil mi?

Atatürk'ün ‘‘heykeli’’ bile Tayyip Erdoğan gibilerinin ‘‘geri giden’’ treninin yolunu kesmeye yetiyor. Hem de öyle bir yetiyor ki, ‘‘geri gidiş’’ olmadığını anlayan Tayyip Erdoğan mecburen trene manevra yaptırıyor ‘‘İstesem de, istemesem de ileriye gitmek zorundayım galiba’’ diye dönüyor.

Düşünen Atatürk''ün ‘‘ölüsü’’ bile bunlara yetiyor.

Ya bir de ‘‘dirisi’’ olaydı!

AP'yi ciddiye almak

BİZİM çok kızıp, çok ciddiye aldığımız Avrupa Parlamentosu, geçtiğimiz günlerde toplanıp bir karar aldı:

‘‘AB ülkeleri İsrail'e ambargo ve yaptırım uygulasınlar.’’

Peki AB ülkeleri ne yaptılar?

Parlamentoya dönüp, ‘‘Yapmayın ya, öyle mi yapalım!’’ dediler ve bildiklerini okudular. Yani İsrail'e karşı herhangi bir olumsuz karar almadılar.

Sadece silah ve askeri malzeme satışını daha önce geçici bir süre için durdurmuş olan Almanya bu kararını değiştirmeden uygulamaya devam etti. Gerisi tınmadı bile. Yani anlayacağınız Avrupa Parlamentosu'nun Avrupa ülkelerinin siyasetini belirlemedeki rolünü fazla abartmamak gerekiyor. AB ülkeleri Avrupa Parlamentosu kararlarına sadece işlerine gelince uyuyorlar. Yoksa parlamento Avrupa zurnasının son deliği.

Bir haberi düzeltmek

ERTUĞRUL Özkök internet sitelerini eleştirirken Hürriyet'te ve diğer gazetelerde haberlerin nasıl bir elekten geçtiğini yazıyordu.

Önceki gece de böyle bir süreç yaşandı.

Show Haber Tayyip Erdoğan'ın kasedini yayınlayınca, durumu gören Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Necdet Tatlıcan hemen Özkök'ü aradı. Bir ödül töreninde olan Özkök, haberin araştırılıp girilmesini istedi.

Show Haber haberi ‘‘Erdoğan'dan Taliban'a övgü’’ diye veriyordu ve Tatlıcan da ilk aşamada haberi aynen bu şekilde verdi. Ancak o sırada bandın ne zaman kaydedildiğini de görünce hemen araştırmaya başladı.

Tayyip Erdoğan'ın konuşmasını yaptığı dönemde daha Taliban iktidara gelmemişti.

Bu Show Haber açısından önemli bir ayrıntı olmayabilirdi ama Hürriyet için önemliydi. Hemen baskı durduruldu ve Hürriyet'e yüz milyonlarca liraya mal olmasına rağmen haber düzeltildi, yeniden kaleme alındı ve okuyucuya öyle ulaştırıldı.

Show Haber'in haberi diye geçiştirilmedi. Show şişirmecesi gibi kullanılmadı.

Yanıt yarın

UMUR Talu'yu bugüne de sığdıramadım. Kendisine ‘‘layık’’ yanıtımı yarın okuyacaksınız.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Başarısızlığın bir kader değil, bir hak ediş olduğunu anlayanlar, çevreye kin kusmadığı zaman...
Yazının Devamını Oku

Radikal İslamcı radikal dönek

18 Nisan 2002
<B>SHOW </B>TV Haber’e verilen bant kıyameti koparttı. <B>Tayyip Erdoğan </B>bir kez daha <B>‘yakalandı’</B>. Bantta bir yenilik yok.

Bildik Tayyip Erdoğan. Laik cumhuriyete söven, kendinden olmayan herkesi karalayan, nifak sokucu, bozguncu, ordu aleyhtarı...

Bu bantlardan binlercesi var.

Böyle bir konuşmadan dolayı daha önce zaten Tayyip Bey de, ‘içeriyi görmüştü’.

Bant bir hatırlatma olarak önem taşıyor sadece, bilinmeyen bir şeyi gündeme koymuyor.

Tayyip Erdoğan ise dün yine ‘yanıt’ verdi.

‘O bantlar eski. Ben eskiden öyleydim.’

İşte bu inanılmaz.

Ben komünistken liberal olan gördüm.

Liberalken sosyalist olan gördüm.

Sosyalistken, oportünist olan gördüm.

Hepsiyken Makyavelist olan gördüm.

Ama Tayyip Erdoğan gibisini görmedim.

Ne oldu, iki kere ABD’ye gitti, iktidarın kokusunu aldı ‘dinsiz’ mi oldu?

‘Referansı’ artık İslam değil mi?

Artık dünyada ‘hak düzeni’ istemiyor mu?

Ve tabii eğer bütün bunlardan ‘döndüyse’...

Bu kadar radikal bir ‘dönek’e, bu milllet nasıl güvenecek?

Bir daha ne zaman ve nereye döneceğini kim bilecek?

Cevap yakında


UMUR Talu benim için ‘Tetikçi piranha’ diye bir şeyler yazmış.

Yanıtını bugün verecektim ama o kadar da önemli olmadığı için biraz bekleyebilir. Ama yazacağım ve siz de Umur Talu’nun ‘nasıl biri’ olduğunu göreceksiniz.

Önce benim kadar tarafsız olun


FENERBAHÇE taraftarı olduğunu söyleyen bir grup ‘fanatik’ faks, telefon ve e-maille hakaret yağdırıyorlar.

Ne ‘fındık kadar beynim’ kalmış, ne ‘geri zekálılığım’, ne de ‘fanatizmden kör olmuş şaşı gözlerim’.

Ve zannediyorlar ki, ben onları ciddiye alıyorum ve onların hakaretlerine göre kendimi yönlendiriyorum.

Ben bunları duyup okudukça sadece gülüyorum..

Çünkü ben kendimi biliyorum.

Çünkü onlar bana ‘daha önce de’ sövgü dolu fakslar yolladılar...

Mesela daha sezonun üçüncü haftasında ben Show TV kameralarına, ‘Bu hakemler çok hata yapıyor. Hakemler formda olmak zorunda. Kulüpler yüz milyonlarca dolar yatırım yapıyor. Biz yöneticiler nasıl ki, takımlarımızı sürekli olarak formda tutmak zorunda isek MHK da hakemleri formda tutmak zorunda. Aksi takdirde lig şaibeli hale gelir’ dedim.

Show spor muhabiri Bahri Havadır’la yaptığım bu röportaj yayınlanınca kıyamet koptu.

Bugün bana sövenler, o gün de sövdüler.

‘Vay daha ligin üçüncü haftasında bunu nasıl söyler’mişim...

Ben de dedim ki: ‘Ligin sonunda kıyamet kopmasın istiyorsak, bunu ligin başında söylemeliyiz. Ki ayrıca da, hakem hatasıyla kaybedilen maç ligin başında da 3 puan, ligin sonunda da 3 puan götürüyor.’

Başta Fenerbahçeliler olmak üzere geniş bir koro bana bir daha sövdü.

Ben de sustum.

Dediğim oldu. Ligin 14. haftasından itibaren (kendi itirafıdır), Fenerbahçe Başkanı Yıldırım benim söylediklerimi daha yüksek tondan ve daha sert bir üslupla söylemeye başladı.

Eeee, hani Fatih Altaylı haksızdı.

Bana sövenler, bana fanatik diyorlar.

Onlara daha çok gülüyorum.

Ben miyim fanatik.

Yönetiminde olduğu başkanı eleştiren benden başka bir tane spor adamı var mı?

Eski Başkan Mehmet Cansun’un federasyonla iş ilişkisinde olmasına Hürriyet’te yayınlanan röportajımda karşı çıkan ben değil miyim?

Kendi takımı lehine yapılmış hakem hatasını televizyon ekranında eleştiren benden başka bir tek spor yöneticisi daha gösterin de, dişimi kırayım.

Haa, bu arada bana genelde sövenler, ben Galatasaray’ı eleştirince ‘Bravo sizin tarafsızlığınıza’ diye faks da yolluyorlardı.

Onları da unutmuyorum.

Eee, hep doğruyu yazıp söylemek kolay değil.

Siz dimdik ve dosdoğru dursanız da, çevrenizdekiler durmuyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Kart playboylar, çocuklarından sakındıkları parayı mankenciklerle yemediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Tehdit mi, uyarı mı?

17 Nisan 2002
<B>AZİZ Yıldırım</B>, <B>‘‘Tehdit etmedim. Uyardım’’ </B>diyor. <br><br>Gelin olayı kişileri değiştirerek ele alalım. Bakalım tehdit miymiş, uyarı mı?

Yıldırım'ın yaptığı ne!

Farz edelim ki, bir mafya çetesinin çok önemli bir davası görülecek.

Çete reisi, duruşmadan bir gün önce Adalet Bakanı'nı arıyor ve aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:

‘‘Sayın Bakan, yarın bizim arkadaşlar bilmem kaçıncı ağır ceza mahkemesinde yargılanacaklar. Umarım oraya iyi bir hákim atamışsınızdır. Eğer kötü bir hákim atadıysanız ve sonuçta aleyhimize bir durum oluşursa, insanları sokağa dökerim. Türkiye'de büyük olaylar olur. Altından ne siz, ne de hükümetiniz kalkabilir.’’

Mafya babasının Adalet Bakanı'na yönelik bu sözleri ortaya çıkıp, basın tarafından yayınlansaydı sizce ne olurdu?

Mafya babasının bu sözleri, ‘‘bir uyarı’’ olarak mı algılanırdı, yoksa bir tehdit mi?

Türkiye'de büyük olayların olacağını ‘‘ima’’ etmek tehdit midir, uyarı mıdır?

Samimi olun ve öyle yanıt verin. Buna uyarı diyorsanız, tehdidin ne olduğunu da lütfen anlatır mısınız?

Muhittin Boşatmaz ve federasyonda kafakol operasyonu


BEŞİKTAŞ'ın Muhittin Boşat ile ilgili olarak müthiş bir komploya kurban gittiğini düşünüyorum.

Çünkü Muhittin Boşat, Fenerbahçe-Beşiktaş karşılaşmalarının ‘‘bildik’’ ismi.

Bu müthiş ‘‘Muhittin Bey’’, geçen yıl Fenerbahçe'nin 3-1'lik galibiyetiyle sonuçlanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçını da yönetmişti.

O maçta da Beşiktaş'ı ‘‘yakan’’ aynı kişiydi.

Boşat, geçen yıl oynanan bu karşılaşmada da, Beşiktaşlı Ahmet Dursun'u 20 saniye içinde peş peşe gösterdiği 2 sarı kart ile oyundan atmış ve Beşiktaş'ın maçı forvetsiz oynamasını sağlamıştı.

Bu yıl da aynı ‘‘Boşat’’ Beşiktaş-Fenerbahçe maçına verildi.

Serdar Bilgili de büyük bir olasılıkla Boşat'ın atanmasına itiraz etmek için federasyona gitti.

Ve orada müthiş bir ‘‘tuluat’’la kafakola alındı.

Serdar Bilgili'nin itirazlarının ne olacağını bilen federasyon başkanı Haluk Ulusoy bir ‘‘film’’ hazırladı.

Serdar Bilgili'nin Boşat'ı istemediğini söylediği sırada ‘‘senaryo gereği’’ MHK Başkanı Bülent Yavuz, Başkan Ulusoy'u aradı ve Fenerbahçe'nin Boşat'ı istemediğini söyledi.

Bunun üzerine ‘‘zokayı’’ yutan Bilgili, ‘‘Fenerbahçe istemiyorsa, biz isteyelim’’ dedi ve olayı sakladı.

Sonra da olan oldu.

Bu arada Fenerbahçe açısından da iş ‘‘sıkı’’ tutulmuştu.

Geçen yıl Ahmet Dursun'u atan Boşat'ın yedeği, bu yıl Fenerbahçe'nin rakiplerini iki hafta üst üste eksik bırakan ve Galatasaray'ı sahada 7 kişiye indiren Fenerbahçe'nin ‘‘akredite hakemi’’ Ali Aydın'dı.

Yani eskaza Muhittin Boşat hastalansa, yerine gelen de garantiydi.

Bence hikáyenin özeti bu.

Yani anlayacağınız geçen gün Hürriyet'te haber olan soyguncular gibi.

Soygunu yapacaksın, sonra da seni kovalayan polisin plakasını verip kendin ihbar edeceksin.

Bunun adına da spor diyeceksin.

Ozan Ceyhun'a ayıp


TÜRKİYE'de belirli çevreler Avrupa Parlamentosu'ndaki Türk asıllı Alman parlamenter Ozan Ceyhun'a karşı müthiş bir karalama kampanyası yürütüyorlar.

Oysa orada Türkiye'nin haklarını savunacak ve inandırıcı olacak ender kişilerden biri, belki de birincisi Ozan Ceyhun.

Ceyhun'a yönelik karalama kampanyasını yürütenler şimdi de Ceyhun'u PKK ile ilintilendirmeye çalışıyorlar.

Oysa o Ozan Ceyhun daha önceki gün katıldığı bir radyo programında, PKK'nın isim değiştirerek legalize olma ve siyasal kabul görme çabalarına tepki göstererek, ‘‘İçindeki silahlı birimleri koruyan ve dağıtmayan, hálá dağlarda militan tutan bir parti, Avrupa'yı iyi niyetli ve barışçı olduğuna inandıramaz. Adını da değiştirse, bayrağını da değiştirse yeni oluşum diye sunulan PKK'nın devamıdır’’ diyordu.

Bunu söyleyecek bir başka Alman parlamenter bulsunlar, sonra Ozan Ceyhun'u karalasınlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Aptallar, beni haklı çıkarmak için en azından altı ay geçmesini bekledikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Evet bu lig şaibelidir

16 Nisan 2002
<B>FENERBAHÇE </B>Başkanı <B>Aziz Yıldırım,</B> son derece çirkin bir konuşmayla ligi şaibeli ilan etti. Herhalde, ligin şaibeleri konusunda kimsenin bilmediği bazı şeyler biliyor. Aslına bakarsanız, ben de bu ligin şaibeli olduğu konusunda Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ile aynı fikirdeyim.

Fenerbahçe'nin bütün derbi maçlarında rakipler sahada bir şekilde eksik kalıyorsa...

Fenerbahçeli Serhat her maç spor dışı hareketlerle hem tribünleri tahrik ettiği, hem de diğer takımların oyuncularını çileden çıkardığı halde bir kez bile kırmızı kart görmüyorsa. Aynı oyuncunun ağır tahriklerine kapılan Batista kafa atar, yine aynı oyuncunun tahriklerine kapılan Ali Eren tekme atar gibi yaptıkları için oyundan atıldıkları halde Serhat kart bile görmüyorsa...

Mirkoviç iki maçın birinde kırmızı kart görmüyorsa...

Fenerbahçe Başkanı Kadıköy'de yürüyüşlerle, pankartlarla, emrindeki kalemlerle Federasyon Başkanı'nı tehdit ediyorsa...

Beşiktaş Başkanı Serdar Bilgili'nin iddia ettiği kadarıyla maçlar öncesi Merkez Hakem Komitesi Başkanı'na tehdit telefonları açabiliyorsa...

Türkiye'de ‘‘mafya ilişkileri’’ konusunda en uzman gazetecilerden biri olan Tuncay Özkan'ın, ‘‘Fenerbahçe altyapısını Sedat Peker'in adamlarına emanet etti’’ iddiasına laf kalabalığı ve hakaretten başka bir şeyle cevap verilemiyorsa...

Ve Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ligin ‘‘şaibeli olduğuna’’ Galatasaray maç kazandığı günlerde karar veriyorsa, evet bu lig şaibelidir.

Sporun ‘‘S’’sinden, spor ahlakından, sportmenlikten bihaber adamlar yöneticilik yaptıkları müddetçe de bu lig şaibeli olacaktır.

Tencere dibin kara


BEŞİKTAŞ Başkanı Serdar Bilgili müthiş bir açıklama yaptı:

‘‘Ben Federasyon Başkanı'nı ziyaret ettiğim sırada Fenerbahçe Başkanı MHK Başkanı Bülent Yavuz'u arayıp tehdit etti.’’

Ne zaman? Beşiktaş-Fenerbahçe maçından önce.

Peki Serdar Bilgili bunu ne zaman açıklıyor? Beşiktaş-Fenerbahçe maçından sonra. Daha doğrusu Beşiktaş bu maçta yenilince. Madem böyle bir ‘‘rezalete’’ tanık oldun niye hemen açıklamıyorsun da, maçın sonunu bekliyorsun Sevgili Serdar Bilgili?

Neden?

Çık o gün, bas bas bağır.

Maçın sonunu bekledin mi, olmuyor Sevgili Bilgili.

Olmuyor.

Üstelik de biri çıkıp sorsa ‘‘Senin bu büyük maç öncesi orada ne işin vardı?’’ dese ne diyeceksin.

Anadolu'da buna uygun bir laf vardır da, ben kullanmayayım.

Spor yozlaşıyor


HÜRRİYET, Serdar Bilgili'nin açıklamalarını haber yapmak için araştırırken Nurcan Akad, Spor Servisi'ne ‘‘Serdar Bilgili'nin maçtan önce federasyona gitmesi normal mi peki?’’ diye sordu.

Spor Servisi'ndeki arkadaşlar da, ‘‘Normaldir. Kulüp yöneticileri zaman zaman federasyonu ziyarete giderler’’ dedi.

Vallahi bir kez bile gitmedim.

MHK Başkanı'nı bir kez görmedim. Ata Aksu ile birlikte katıldığımız bir televizyon programı sonrası Aksu'yu aradığında, yanında benim de olduğumu duyunca programda söylediklerimle ilgili iki cümle konuştuk o kadar.

Ama sporumuz o kadar yozlaşmış ki, artık spor servislerimiz de buna alışmış.

Bir büyük maçtan üç gün önce federasyon ziyareti normal.

O normalse, Aziz Yıldırım'ın araması da normal. Eğer bunun adı sporsa her şey normal.

Doğrulardan korkmamak lazım


ABDURRAHİM Albayrak'ın cumartesi akşamı hakem Orhan Erdemir ile karşılaştığı iddiası ortalıkta. Benim şahsi kanaatim Erdemir ile Albayrak'ın söz konusu restoranda karşılaştıkları yönünde. Ama ne Albayrak'ın, ne de Erdemir'in birlikte eğlenmeye gidecek kadar ‘‘salak’’ olduklarını düşünmüyorum. Şans eseri karşılaşmışlar. Olur olur. Erdemir de büyük bir ihtimalle terörize edilmekten korktuğu için karşılaştıklarını inkár etmiş. Bence hata yapmış.

Fakat işin gırgırı o akşam Albayrak'ın yanında Beşiktaş yöneticisi Ahmet Kavalcı var.

Bunu nedense kimse söylemiyor.

Sazanlar ve etik


BİR aklı evvel internet sitesinde yazdığı yazıya ‘‘millet ciddiye alsın’’ diye New York Times yazarı ‘‘William Safire’’in imzasını atıyor.

Konu Türkiye ile ilgili.

Ve iki ‘‘sazan’’ atlıyor yazıya.

Etyen Mahçupyan ile Umur Talu. Çünkü fikir onlara uygun ve Hürriyet'i de suçluyorlar, ‘‘Hürriyet Safire'in her yazısını alırsın, bunu niye almıyorsun?’’ diye.Mahçupyan ertesi gün ‘‘sazanlığa’’ uyanıyor ve okurlardan özür diliyor.

Umur Talu ise aynen devam.

‘‘Ey Hürriyet, Safire Irak'a girelim dediğinde alıntı yapıyorsun da, şimdi niye yapmıyorsun’’ diye. Talu için bahtsız bir durum.

New York Times'in sitesine girip Safire'in ne yazdığına bakmaz ve tembellik edersen böyle kötü duruma düşersin. Sonra da kalkıp medyada ‘‘etik’’ dersi verirsin.

Dile bakalım okurlardan özür.

M 60 tankları meselesine benden 6 ay sonra girip, benim yazıları alıp alıp kaynak göstermeden bir güzel yazdın.

Ayrıca Safire'in işine gelen ama ona ait olmayan yazısından alıntı yapıp, işine gelmeyenden yapmayan olarak da yakalandın.

Hadi bakalım buna da bir ‘‘etik’’ çerçeve bul da, biraz ‘‘etiklenelim’’.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yıllarca en üst düzeyde çalıştığımız yere, ayrıldığımız gün sövmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

İntihar haberleri verilmese olur mu?

15 Nisan 2002
<B>OĞULLARI </B>Üsküdar Amerikan Lisesi'nde okuyan <B>‘‘aydın’’ </B>bir anne-baba, okuldaki intiharlardan sonra meslek gereği zaten okudukları <B>‘‘psikoloji ve psikiyatri’’ </B>kitaplarına daha bir ağırlık vermişler. Buldukları ilginç ve ‘‘önemli’’ bir sonucu da benimle paylaşma ihtiyacı hissetmişler.

Robert B. Caldini'nin ‘‘İknanın Psikolojisi’’ adlı kitabında bazı araştırmalara yer vermiş.

Buna göre bir intihar haberinin baş sayfalarda yer almasının hemen ardından, haberin yayınlandığı bölgelerde intihar olaylarının sıklığı ‘‘dramatik’’ bir biçimde artış gösteriyormuş.

Caldini'nin kitabına dayanak yaptığı Philips'in araştırmalarına göre kendilerini öldürenlere ait haberleri okuyan bazı ‘‘sorunlu’’ kişiler, intihar eden kişiye öykünerek kendilerini öldürüyorlarmış.

Kitaptan aynen yapılan bir alıntı şöyle diyor:

‘‘Philips, çağdaş Werther etkisine kanıtlarını ABD'de 1947 ile 1968 yılları arasında yapılmış intihar istatistiklerinden çıkarmıştı. Gazetelerin baş sayfasında yer alan her intihar haberini izleyen iki ay içerisinde intihar edenlerin sayısının, olağandan ortalama 58 kişi fazla olduğunu bulmuştu. Bir anlamda her intihar haberi intihar haberi okumasalar yaşamlarını sürdürecek olan 58 kişiyi öldürmüş oluyordu. Philips ayrıca bu intiharların yeni intiharları doğurma eğiliminin, ilk intiharın basında geniş yer aldığı bölgelerde oluştuğunu ve intihara ne kadar geniş yer verilirse, izleyen intihar sayısının da o kadar fazla olduğunu fark etti.’’

Anlaşılan son ayların modası ‘‘ergen intiharları’’nda, bizim de kendi payımıza düşen dersler var. Umarım bu dersleri iyi ‘‘etüt’’ ederiz.

Hatipoğlu tezinde ısrarlı...


SAADET Partisi milletvekili Yasin Hatipoğlu, kendisine yönelik eleştirim üzerine bir yazı göndermiş.

Ve benim eleştirime konu olan tezinde ısrarlı.

Hatipoğlu, ‘‘Tevrat diye takdim edilen kitap, inancımıza göre Cenab-ı Allah'ın Hz. Musa'ya gönderdiği kitap değildir’’ diyor.

Hatipoğlu, benim ‘‘inanamadım’’ kelimesini kullanmama takılmış ve ‘‘Yanlış kullanmışsınız. İnanamadım değil, hazmedemedim demeliydiniz’’ diyor.

Kendileri ‘‘şair’’ olduğu için Türkçe'yi iyi biliyor ama sağolsun bilmekle anlamanın farkını bilmiyor.

Ben inanamadım derken, Hatipoğlu'nun söyledikleri üzerine kulaklarıma inanamadım demeye çalıştım.

Yoksa seçilmiş bir milletvekilinin, yine seçimle Yüce Meclis'e başkanlık etmesini hazmedip etmemek benim haddim değil.

Türkiye'de ‘‘öyle çok şeyi’’ hazmettik ki, Hatipoğlu'nun Meclis Başkanlığı bize ‘‘gaz yapmaz’’.

Lafı bırakayım da, Hatipoğlu'nun Tevrat hakkındaki ‘‘engin’’ fikirlerini aktarayım:

‘‘Bugün elde bulunan ve Tevrat diye takdim edilen kitap, inancımıza göre Cenab-ı Allah'ın Hz. Musa'ya gönderdiği kitap değildir.

Bu benim tespitim değil, bilimin ve aklın tespitidir. Benimki, sadece bir nakildir. Size gönderdiğim iki sayfayı peşin kabulden uzaklaşarak okursanız göreceksiniz ki, bu ifadeleri taşıyan bir ilahi kitap olamaz.

Türkçeme gelince, galiba bunu tartışmak size düşmemeliydi.’’

Hatipoğlu,
Tevrat'tan alıntı olduğunu söylediği, kibir, diğer milletleri küçümseme, Tanrı'yı küçümseme gibi ifadeler taşıyan iki sayfa da eklemiş.

İsterseniz, onları da sonra aktarırım.

Ve tezini doğrulamak için de Kuran'dan Nisa Suresi 46 ve Bakara Suresi 75 sayılı ayetleri eklemiş.

Benim işim ‘‘din bilimi’’ değil.

Ancak insanların kutsal kitaplarına dil uzatmayı doğru bulmuyorum.

Hatipoğlu'nun Türkçesine gelince.

Bandı yollayayım bir dinlesin.

İyi yazıyor olabilir.

Ama konuşması ‘‘felaket’’.

Bizim ‘‘Düzeltme Servisi’’ bile, ‘‘Gerçekten böyle mi konuşmuş’’ diye sordu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Körü körüne bağlılığın sadece köpeklere yakıştığını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku