Fatih Altaylı

Motorsuz M-60'lar

13 Nisan 2002
<B>M-60 </B>tanklarının modernizasyonunda şimdi nurtopu gibi yeni bir <B>‘‘sorunumuz’’ </B>var. Hem de Avrupa kaynaklı.

M-60'ların modernizasyon işini İsrail'in IMI firmasına verdiğimizi aylardır yazıyorum.

Benim uyarılarım para etmedi ve iş İsrail'e verildi.

Rezalet şimdi Meclis gündeminde.

Fakat artık rezaletin yeni bir boyutu daha var.

Artık modernize edilmiş tanklarımızın ‘‘motor’’u yok.

Şaka yapmıyorum.

İsrail, tanklarımızı modernize edecek ama motor takamayacak.

Gerçi işin asıl kısmı zaten bu motor. Dizele çevrilip, yeni bir transmisyon takılmasıydı ve seyir halinde ateş etmelerinin sağlanmasıydı, ama artık modernize edilmiş M-60'larımız ‘‘motorsuz’’.

Çünkü İsrail, bizim için modernize edeceği tanklara Almanya'dan alacağı ‘‘MTU’’ dizel motorlarını takacaktı ve bu motorların üreteceği güç, paletlere yine Alman ‘‘RENK’’ firmasınca üretilen transmisyonlarla aktarılacaktı. Fakat Almanlar, İsrail'e ‘‘ambargo’’ uygulama kararı aldılar ve bu ülkeye her türlü ‘‘askeri malzeme’’ satışını durdurdular.

Bu durumda İsrail'in Almanya'dan MTU motorlarını ve RENK transmisyonlarını alıp, bizim M-60'lara takması zor görünüyor.

Anlayacağınız, IMI'nın modernize edeceği tanklar motorsuz olacak.

Yani ya bizim memlekette bol bulunan ‘‘motorları’’ bu tankları yürütmekte kullanacağız, ya da Mehmetçik savaş alanında tankları itecek.

Hangisi uyarsa...

Yeterince Fenerbahçeli olmayan bir federasyon olur mu?


BEN bu kadar ‘‘aciz’’ bir federasyon görmedim. Bazı kulüp yöneticilerine ‘‘ağırlığı tartışılabilir’’ cezalar veriyor.

Ama gel gör ki, verdiği cezaları uygulayamıyor.

Böyle bir ‘‘rezalet’’ olur mu?

Aziz Yıldırım ‘‘meydan okuyor’’ ve ‘‘Stat benim, girerim’’ diyor.

Peki yarın öbür gün futbolculara ceza verilse, yine ‘‘Saha da benim, oynatırım’’ diyebilecek mi?

Elbette diyemeyecek.

Çünkü cezalı oyuncuyu oynatırsa ‘‘hükmen mağlup’’ sayılacak.

Stat kimin olursa olsun, cezalı oyuncu oynayamıyor, ama cezalı yönetici stada girebiliyor.

Federasyon ise ‘‘yalandan’’ Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nü suçluyor.

Ortada bir ‘‘yetki’’ sorunu var ise aşmak kolay.

Hazırlarsın bir yönetmelik ve cezalı yöneticinin tribüne girmesini de, cezalı oyuncunun oynaması gibi değerlendirirsin olur biter.

Ama federasyon oyun oynuyor.

Maksat ceza vermek değil, maksat ‘‘didişmek’’. Maksat ‘‘uzağa işemek’’.

Bu arada Fenerbahçe yönetimi, başına Fenerbahçe şapkası takarken ‘‘pek sevdiği’’ Haluk Ulusoy'dan şimdi nefret ediyor.

Oysa Haluk Ulusoy'a rağmen Futbol Federasyonu'nda ve MHK'da ağırlık Fenerbahçe'de ve anti Galatasaray'da.

Federasyonun en etkili adamı Ata Aksu, Fenerbahçe kongre üyesi.

Ve Fenerbahçe, o adamı disipline sevk ediyor.

Nedeni ise komik:

‘‘Fenerbahçe'yi yeterince kayırmaması.’’

Aziz Yıldırım
haklı.

Bu federasyon istifa etmeli.

Hatta Fenerbahçe'yi sezon başında şampiyon ilan etmeyip, diğer takımları ikincilik için yarıştırmayan her federasyon istifa etmeli.

Marjinalliğe kayan bir üniversite


BİLGİ Üniversitesi ile ilgili yazdıkça okuldan da bilgi akmaya başladı.

Bu arada okulun ‘‘patronu’’ eski Alo Bilgi'ci Oğuz Özerdem'le de konuştum.

Oğuz Bey'in verdiği bilgileri de bir ara aktaracağım.

Ama okuldan gelen bilgiler ilginç.

Özellikle öğrenciler, okuldaki ‘‘eski Marksist’’ ve ‘‘tarikatçı’’ ağırlığından şikáyetçiler.

Oğuz Özerdem'in bana aktardığı, ‘‘Yüzde 17 oranında burs veriyoruz’’ bilgisi üzerine, ‘‘Peki burs kriteriniz ne?’’ diye sormuştum.

O da bana ‘‘Burs komitemiz var. Onlar karar veriyor’’ demişti.

Öğrencilerden ve ailelerden gelen bilgiler, bu burslardan genelde ‘‘Fethullahçı’’ diye bilinen okullardan gelen öğrencilerin veya bu tarikata yakın kişilerin faydalandığını gösteriyor.

Öğrenciler, bursların kime verileceği konusunda ‘‘eski Marksistler’’ ve ‘‘yeni İslamcılar’’dan oluşan bazı ‘‘öğretim elemanları grubu’’nun etkin olduğunu söylüyorlar.

Doğrusu ben Bilgi Üniversitesi'nin ‘‘Burs Komitesi’’ni merak ediyorum.

Bunun yanı sıra bir panel için okula giden Oktay Ekşi'nin bir izlenimi ilginç.

Ekşi, okulda derslere türbanla girilmesini yadırgadığını aktardı.

‘‘Özel üniversiteler ile devlet üniversiteleri nasıl farklı uygulama yapıyorlar? Devlet üniversitesine giden türbanlı öğrenci derse giremezken, burada serbest. Devlet üniversitesine giden öğrencinin günahı ne?’’ diye sordu Ekşi.

Özerdem
ile kira konusunu ve başka meseleleri konuştuk.

Bu konuşmaları da önümüzdeki günlerde aktaracağım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Aziz Yıldırım ile Sinan Engin, birbirlerine otomobil almak için değil, bir köye okul yaptırmak için iddiaya girdiği zaman.
Yazının Devamını Oku

ASELSAN'a ihale yasası darbesi

12 Nisan 2002
<B>BİLİYORSUNUZ,</B> Devlet İhale Kanunu değişti.<br> 4734 sayılı kanunun yenisi önümüzdeki yılbaşından itibaren yürürlüğü girecek. Yeni kanun, genelde eskisinden daha iyi bir kanun olmakla beraber, içindeki bazı şartlar, Türkiye'de bazı ‘‘stratejik’’ kuruluşları zor durumda bırakacak hükümler de taşıyor.

Bunlardan bana göre en dikkat çekici olanı, bu kanunun 11. maddesinin son iki paragrafı.

Burada şöyle deniyor:

‘‘İhaleyi yapan idare bünyesinde bulunan veya idare ile ilgili her ne amaçla kurulmuş olursa olsun vakıf, dernek, birlik, sandık gibi kuruluşlar ile bunların kurmuş oldukları veya ortak oldukları şirketler bu idarelerin ihalelerine katılamazlar.’’

Aslında belediyelerdeki rezaletleri önlemek veya valiliklerin, emniyet müdürlüklerinin kurdukları vakıflar aracılığıyla iş bitirmelerini engellemek için düşünülmüş gibi görünse de, bu madde özellikle Türkiye'nin büyük yatırım yaptığı savunma sanayiinde çok önemli bir zafiyete yol açacak.

Biliyorsunuz, Türkiye'de ASELSAN diye müthiş bir kuruluş var.

Dünya standartlarında teknoloji geliştiren, özellikle de ordunun ve emniyetin ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye'nin en önemli teknoloji üreticilerinden biri.

ASELSAN, Kıbrıs Barış Harekátı sonrasında Türkiye'nin askeri elektronik alanında dışa bağımlılığını sona erdirmek için kurulmuş ve başarılı olmuş bir dev. Ancak yeni ihale kanunu yürürlüğe girince Türk Ordusu'nun ASELSAN'dan alım yapması imkánsız olacak.

Çünkü ASELSAN'ın ortakları aynı zamanda müşterileri.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Güçlendirme Vakfı, Türk Polis Teşkilatı'nı Güçlendirme Vakfı, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, AXA Oyak Sigorta bu şirketin ortakları.

Yani yeni ihale kanununa göre polis ve Silahlı Kuvvetler, ASELSAN'ın ortağı olduğuna göre, ASELSAN bunların açtığı ihaleye giremeyecek.

Böyle bir yasa Meclis'ten nasıl geçiyor, doğrusu hayret ediyorum.

Çünkü bu yasadan yarar görecek olanlar, sadece yabancı silah ve özellikle de haberleşme ekipmanı üreten devler.

O verdikçe yargı alıyor

Yeniden siyasete dönmek için müritleri tarafından ‘‘uçurulmayı’’ bekleyen Süleyman Demirel'in en ‘‘Baba’’ laflarından biri ‘‘Verdimse ben verdim’’di.

Bir siyasetçinin kendini ‘‘şeyh’’lerle kıyaslayıp, ‘‘uçurulmayı’’ beklemesi başlı başına bir yazı konusu ama ‘‘değmez’’ diye geçiyorum.

Asıl olay, Demirel'in ‘‘vericiliği’’.

Araziyi peşkeş çeker, ‘‘Verdiyse o verdi’’, ihaleyi dağıtır, ‘‘Verdiyse o verdi’’,‘‘aile efradının’’ işini takip eder, ‘‘Ettiyse o etti’’.

‘‘Baba’’
nın bu büyük icraatından biri de bol keseden ‘‘devlet sanatçılığı unvanı’’ dağıtması olmuştu.

O zaman da eleştirilerimiz üzerine, ‘‘Verdimse ben verdim’’ deyip işin içinden bir kez daha çıkmıştı.

Ancak ‘‘Baba’’nın verdimse ben verdimleri bir kez daha yargıdan döndü. Danıştay, Demirel'in ‘‘bol keseden dağıtımına’’ imkán sağlayan yönetmeliği iptal etti. Verdiyse o veriyor ama verdiği verilenin yanına kár kalmıyor. Baba ise bir kez daha ‘‘uçmak’’ istiyor. Uçarken fazla yükseklere çıktığından ve basınç düşüklüğünden olsa gerek, ben kendisine ‘‘damar çatlaması’’ teşhisi koydum. Hangi damarın çatladığını ise siz buluverin bir zahmet.

Bilgi, ANAP yakınlığı

BİLGİ Üniversitesi ile kaçak belediye başkanı Gülay Atığ dönemindeki Şişli Belediyesi arasındaki bağlantı ‘‘tamamen’’ siyasi.

Atığ, ANAP'lı bir belediye başkanı.

Bilgi Üniversitesi'nin arkasında ise yine bir ANAP'lı var.

Bülent Akarcalı.

Akarcalı
üniversitenin mütevelli heyetinde yer aldığı gibi, okulun ‘‘patronu’’ Oğuz Özerdem'in de ‘‘yakın’’ akrabası.

Ateş düştüğü yeri...

APO krizi sırasında Roma'da bulunduğum zaman bir televizyon programına katılmıştım.

Bir yanda yüzlerce, binlerce PKK'lı, diğer yanda benim de aralarında bulunduğum bir grup Türk gazeteci.

Onlar programın yapıldığı yerde, biz bir restoran lobisinde. Sunucu ise saldırgan, küstah ve ‘‘masumun’’ yanında havasında Gad Lerner isimli bir ‘‘zübük’’.

O gün orada bizi konuşturmamak için elinden geleni yaptı ve PKK'lıları allayıp pulladı.

Ona göre biz saldırgandık, PKK'lılar ise ‘‘masum teröristler’’. Aynı ‘‘zübük’’ sunucu şimdi aynı programda ateşli bir İsrail savunucusu.

Dünün PKK ve terör destekçisi, Filistinlilerin terörist olduğunu, İsrail'in kendini savunma hakkını kullandığını, masum insanlara saldıran Filistinlilerin, İsrail'in tepkisini hak ettiğini savunuyor.

Peki bu değişim niye dersiniz?

Tek bir nedeni var. Gad Lerner, Yahudi asıllı.

Yani ‘‘terör ateşi’’ düştüğü yeri yakıyor.

Ve ne yazık ki, bu terör meselesinde kimse kimsenin halinden anlamıyor. Ne aç açın, ne tok tokun...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Spor adamları, girdikleri iddiayla bile örnek olmayı becerebildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Telsim'in seks hatlarına yasak geldi

11 Nisan 2002
<B>BİR </B>süre önce bu köşede Telsim'e ait 0 546'lı hatlarla yapılan <B>‘‘seks konuşmalarını’’ </B>ve bunlardan elde edilen <B>‘‘kirli kazancı’’ </B>konu etmiş ve <B>‘‘Bu operatörlerin lisanslarında böyle bir rezalete izin var mı?’’ </B>diye sormuştum.



MUSTAFA Sarıgül'le Bilgi Üniversitesi hakkında konuştuk. O aradı.

‘‘Doğru, yıkım kararı var ama yıkmayacağız. İstesek bugün yıkarız. Biz bağcı dövmek istemiyoruz. Biz kamunun hakkını korumak istiyoruz. Veliler, öğrenciler rahatsız olmasın; onları okulsuz bırakmak gibi bir niyetimiz yok ama Şişli halkının kaynaklarını da kişilere yedirmeyiz’’ dedi.

Şişli halkının bir yatırımı üzerinde oturan Bilgi Üniversitesi'nin ‘‘makul’’ bir kira vermesi halinde sorun kalmayacağını söyleyen Sarıgül, ‘‘İyi niyetle gelsinler. Eskiden siyasi bağlantılarla kurdukları düzenin bize sökmeyeceğini gördüler. Gelsinler, benim seçmenime hizmet götürmem için kaynak aradığımı görsünler ve bu kaynağa aldıkları hizmetin karşılığı olan katkıyı yapsınlar’’ diyor.

Yazının Devamını Oku

Ayda 80 bin liraya 10 bin metrekare bina

10 Nisan 2002
<B>ŞİŞLİ </B>Belediye Başkanı <B>Mustafa Sarıgül'</B>e dün bu köşeden Bilgi Üniversitesi ile ilgili bazı sorular yönelttim. Özel bir üniversite olan Bilgi Üniversitesi, Şişli Belediyesi'ne ait iki parselde toplam 7 dönüm arazi üzerindeki, yine inşaatının büyük bölümü Şişli Belediyesi tarafından tamamlanmış 10 bin 563 metrekare kapalı alana sahip binayı 1995 yılında Şişli Belediyesi'nden kiralamıştı.

Ben de dün Gülay Atığ döneminde yapılan bu işlemin ‘‘normal’’ olup olmadığını sormuş ve böyle bir bina için aylık ‘‘1 milyon lira’’ kiranın komik olduğunu belirtmiştim.

Sarıgül'ün yanıtından anlıyorum ki, ben kirayı abartmışım.

1 milyon kira aylık değil yıllık kiraymış. Yani ayda 83 bin TL.

Şişli Belediye Başkanı Sarıgül'ün verdiği bilgiye göre, Bilgi Üniversitesi kiraladığı bu arazi üzerine ‘‘kaçak ve ruhsatsız’’ olarak 8 bin 43 metrekarelik ek tesisler de inşa etmiş.

İçinde binlerce öğrencinin okuduğu binalar ‘‘kaçak’’ yapılmış ve ‘‘sağlamlığı’’ konusunda hiçbir bilgi yok.

Sarıgül, Bilgi Üniversitesi'nin ‘‘kaçak’’ binaları hakkında mahkemece ‘‘yıkım kararı’’ verildiğini de aktarıyor.

İçişleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişleri 29 Mayıs 1998 tarihinde söz konusu arazinin Bilgi Üniversitesi'ne tahsisinin kanuni dayanaktan yoksun olduğunu ve belediyeyi zarara uğratıcı nitelikte olduğunu belirterek, belediyenin zararının tazminini istemişler.

Şişli Belediye Meclisi de Ekim ve Kasım 1998'de aldığı kararlarla kullanım hakkının iptaline karar vermiş.

Bilgi Üniversitesi Gülay Atığ sayesinde yılda 1 milyona oturduğu yerde daha fazla kalamayacağını anlayınca düzeltme istemiş.

Belediye de 7 dönümlük iki parsel ve 1 numaralı parsel üzerindeki binanın kullanım hakkı bedelini aylık 70 milyar olarak belirlemiş.

Ancak Bilgi Üniversitesi bu miktara itiraz ederek mahkemeye başvurmuş.

Şimdi iş yargıda.

Sarıgül ‘‘Şişli ve Kuştepe halkının çıkarlarını sonuna kadar korumaya kararlıyım’’ diye bitirmiş yolladığı bilgi yazısını.

Bilgi Üniversitesi kimin?


AYDA 83 bin lira kirayla belediyeye ait binalarda oturan Bilgi Üniversitesi bir devlet okulu falan değil.

Bir özel üniversite.

Sadece yıllık ödenti 7 bin 500 dolar. Buna yeme içme, kantin, kitap, defter harcamaları dahil değil.

Yani sadece yıllık sabit ödentiden gelirleri 50 milyon dolar.

Bilgi Üniversitesi'nin kurucularının servetinin kaynağı ise bir zamanlar milleti müthiş mağdur eden 900'lü seks hatlarının en büyük işletmecisi ‘‘Alo Bilgi’’ şirketi.

‘‘Ara beni boya beni’’den üniversiteye giden yol fena değil.

En azından ‘‘doğruyu’’ bulmuşlar ama seks hatlarıyla kazanılan milyonlarca dolarla üniversite kurmak iyi de, bu üniversiteyi gariban halkın sırtından sübvanse etmek hoş değil.

Üniversite ‘‘gerçek’’ anlamda kira ödese, o para Şişli'nin gelir düzeyi düşük, fakir semtlerine yatırım olsa kimsenin itirazı olmaz.

Peki hazır başlamışken, Gülay Atığ Bilgi Üniversitesi'ne ayda 80 bin lira kirayla bu kadar gayrimenkulü nasıl verdi, merak ediyor musunuz?

Bilgi Üniversitesi'nin arkasındaki ANAP'lıyı da bırakın yarın açıklayayım.

NOT: Bu okulda okuyan binlerce öğrenciyi düşünmediğimi zannetmeyin. Onların hakkını da koruruz. Ama ben ‘‘siyasi nüfuz’’ kullanımına karşıyım. Kim yaparsa yapsın, her ne nedenle olursa olsun.

En zenginler listede yok


VERGİ listeleri açıklandı. Yine bildik isimler başlarda. Peki nerede Türkiye'nin attığı zaman mangalda kül bırakmayanları.

Nerede ‘‘lüks yaşam’’ ustaları.

Nerede Uzan Ailesi.

Cem Uzan her gün birkaç milyon dolarlık helikopteriyle kafamın üzerinden geçiyor.

ABD'de onca ev. 38 milyon dolara anlaştığı Trump Plaza'daki son evini satın almaktan 7 milyon dolar kaparoyu yakma pahasına vazgeçtiği biliniyor. Altında 40 milyon dolarlık Challenger uçak.

En az 45 milyon dolarlık yat.

Bunların hepsi var, Cem Uzan da, aile fertleri de vergi listelerinde ilk 10'da yok.

Bırakın bu malları. Sadece uçaklarının ve yatlarının yakıt paralarını verseler, vergi rekortmeni olurlar ama ortalarda yoklar.

Sadece onlar mı, Forbes'in ‘‘En zengin Türkler’’ listesinde yer alanların hemen hemen hiçbiri listede yok.

Merak ediyorum, bu ‘‘en zengin’’ Türkler vergi vermedikleri için mi zengin oluyorlar, yoksa zengin oldukları için mi vergi vermiyorlar?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İşverenler, yanlarında çalışanlar kadar vergi verdiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu'yu Avrupa karıştırıyor

9 Nisan 2002
<B>ORTADOĞU'</B>yu <B>‘‘cehenneme’’ </B>çeviren gelişmeleri, sadece ve sadece bir Filistin-İsrail çatışması penceresinden izlersek, çok ama çok yanılmış, tarihe de büyük haksızlık etmiş oluruz. Bölgedeki çatışmalarda savaşanlar ve ölenler her ne kadar Filistinliler ve İsrailliler ise de, bu işin sorumlusu bu iki taraf değil.

Bu işin arkasında, yine tanıdık bir yüz, Avrupa Birliği var.

Avrupa Birliği, ABD'nin bölgede kortrolü ele geçirmesinden ve Ortadoğu'ya ağırlık koymasından son derece rahatsız.

Bu nedenle, Ortadoğu'da fitili ateşleyen de Avrupa.

Dikkat edin, Ortadoğu'da ‘‘barış’’ son derece yakınlaşmışken birdenbire Filistinli gençler anlamsız bir hareket başlattılar ve İsrail'i ‘‘tahrike’’ yöneldiler..

Bu tahrikler İsrail'deki ‘‘barış yanlısı cephe’’yi zayıflatırken, Şaron benzeri ‘‘eski kasapları’’ ön plana çıkardı ve Filistin'de ateşlenen fitil, İsrail'deki bombayı da patlamaya hazır hale getirdi.

11 Eylül saldırılarını takip eden günlerde Ortadoğu'da yine ‘‘barış’’ sesleri duyulmaya başladı ve Filistin ve İsrail tarafları yine yakınlaşmaya başladılar.

Ve tam o sırada birdenbire ‘‘canlı bombalar’’ tekrar piyasaya çıktı.

Barış girişimleri kafelerde, restoranlarda, otobüs duraklarında patlayan bombalarla havaya uçuruldu.

İsrail'in ‘‘tepki anlayışını’’ bilenler, İsrail'i tepkiye ‘‘zorluyorlardı’’.

Şaron bu tuzağa düştü.

Tepki verdi.

Hem de çok sert.

Ülkesini ‘‘haksız duruma düşürecek kadar’’ sert.

Avrupa'nın beklediği de buydu.

Bir zamanlar Türkiye'nin de çok başını ağrıtan bir süreç başladı.

Avrupalı ‘‘sözde aydınlar’’ın da kullanıldığı bir süreç.

Barışı bozduranlar, tuzaklarına düşürdükleri İsrail'i eleştirmeye başladılar.

Buna bir de Avrupalı ajansların ‘‘misenformasyon’’ları da eklendi.

İsmet Berkan'ın da itiraf ettiği gibi, iyi niyetli medya da ‘‘dolmuşa’’ getirildi.

Aslında Avrupa'nın hedefi çok netti. AB kendi yöntemleriyle ABD'nin Ortadoğu'daki etkinliğine darbe vuruyordu.

Ortadoğu'da kontrolü ele geçirecek yeni bir güç birliği vardı.

Bunun üç ayağı ise ‘‘ABD-Türkiye ve İsrail’’di.

Avrupa Ortadoğu'yu bu üçlüye kaptırmamak için gerekeni yaptı.

Şimdi ‘‘timsah gözyaşları’’ dökerek izliyor.

Yakın tarihte bu durum ilk kez yaşanmıyor.

Son yüz yıl içinde Türkler Avrupa'nın bu oyunuyla üç kez karşılaştılar.

Diğer oyuncular değişse de, Türkiye hep bu oyunun içinde.

En uyanık olması gereken de yine biziz.

İnsan olma anlayışı


RECAİ Kutan, ‘‘Filistinli canlı bombaların hissiyatını anlıyoruz’’ diyor. İnsan Hakları Vakfı ise ‘‘İntihar eylemcileri şiddete karşı bir tavırdır’’ diye destek veriyor.

Türkiye gibi terörden çok çekmiş bir ülkenin siyasetçisi veya ‘‘gerçek’’ insan hakkı savunucusu nasıl böyle bir şeye destek verir veya anlayışla karşılar.

Acaba Recai Kutan, İstanbul'da Kapalıçarşı'da, Taksim Gezisi'nde, Gümüşsuyu'nda Çevik Kuvvet merkezinde patlayan canlı bombaları da anlayışla karşılıyor mu?

Masum sivillerin, çoluk çocuğun öldürülmesi ‘‘anlayışla’’ karşılanabilir mi? Bu hangi ahlaktır.

Bunu anlayışla karşılamak nasıl bir insanlıktır!

Kutan'ın çoluğu çocuğu, torunu hafta sonu gittiği sinemada veya lokantada bir canlı bombanın intihar saldırısı ile can verseydi, onu da anlayışla karşılayacak mıydı?

Sarıgül'e bir soru


ŞİŞLİ Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ü beğenirim. İyi işler yapan, çalışkan bir yerel yönetici, parlak bir politikacı.

Ancak onu beğeniyor olmam, hatta Galatasaray Kulübü'nden dostum olması kendisine bazı sorular sormama engel değil. Sayın Sarıgül, belediyeniz sınırları içinde yer alan ve yine belediyenize ait gayrimenkullerde ikamet eden ‘‘Bilgi Üniversitesi’’ ile ilgili ilginç duyumlarımız var.

Bu üniversitenin belediyenize ait imkánları ‘‘komik’’ bedellerle kullandığı, belediye kaynaklarının bu üniversiteye peşkeş çekildiği iddia ediliyor. Sayın Sarıgül, öğrencilerinden yıllık 7 bin dolar alan bu paralı üniversiteye, ayda 1 milyon lira gibi komik bir paraya gayrimenkul kiralıyor olmanız biraz acayip değil mi?

Bu kira bedelinin Gülay Atığ'ın döneminde belirlendiği, işin içinde siyasi bağlantılar olduğu söyleniyor.

Kaçak Gülay Atığ'ın yaptığı hatayı sürdürmenin anlamı ne?

Bu işin aslı esası nedir?

Bu üniversite ile bir ilginiz var mı?

Bilgi Üniversitesi ile ilgili bazı gerçekleri, Sarıgül'ün cevabından sonra burada dile getireceğim.


NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Neden yazdın diye soracağımıza, doğru mu diye sorduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Kürtçe türkü

8 Nisan 2002
<B>CUMA </B>günü Hürriyet'in birinci sayfasında yer alan <B>‘‘Garnizonda Kürtçe türkü okundu iddiası’’ </B>başlıklı haber, bizim yazı işleri toplantısında tartışma yarattı. Gazetede bu haberi işaretleyen Fikret Ercan, ‘‘Bu haberi bence çok yanlış açıdan vermişiz. Bizim gazeteye yakışmamış. Sanki Kürtçe türkü okunmasına karşıymışız gibi bir havada. Oysa biz de bu haberi olumlu yanından görebilirdik’’ diye Ertuğrul Özkök'e sitem etti.

Ertuğrul Özkök karşı çıktı:

‘‘Yok canım. Hiç öyle düşünmedim. Bence öyle bir hava yok’’ deyip bana döndü.

Ben de kafamı sallayarak, ‘‘Vallahi ben de öyle bir hava sezdim. Oysa ne güzel, Türkiye'de Kürtçe türkü okumak, askeri gazinoda bile artık mümkün diye görebilirdik’’ dedim.

Özkök, ‘‘Yahu ben de öyle düşünüyorum. Haber ANKA Ajansı'ndan geldi. Bizim muhabir yokmuş orada. Oradan gelince biraz da şüpheliydi, yani söylenmiş mi, söylenmemiş mi konusu tartışmalıydı, ben bunu yansıtmak istedim’’ dedi.

Nurcan Akad,
‘‘Ne yazık ki, bizim muhabir yokmuş. Dediğiniz gibi katılanların yarısı yok öyle şey diyor, yarısı var diyor. Karışık. Vali öyle şey olmadı diyor’’ diye durumu açıkladı.

Tufan Türenç, ‘‘Vali reddediyorsa, biz görmeden, duymadan muhabirimiz de yoksa nasıl var olduğunu iddia edebiliriz’’ diye fikrini söyledi.

Fikret Ercan kararlıydı:

‘‘Olmadı sör. Bu hava yanlış’’ diye ısrar etti.

Özkök, ‘‘Gece vakti aklıma başka başlık gelmedi. Ama o havayı yaratmak istemedim’’ dedi.

Fikret Ercan yine de haberi beğenmiyor ve eleştiriyordu.

‘‘İyi olmadı. Bize yakışmadı.’’

Ya kadının hakları Hıncal Abi


SEVGİLİ Hıncal Uluç, içinde çalıştığı grup, gazetesi ve televizyonu kendisine yönelik bir ayıp yapınca bunu başyazısı olarak köşesine taşıdı.

Gazetesini sert bir biçimde eleştirdi.

Konu bizi ilgilendirmiyordu ama Uluç haklıydı.

Gazetesi ise Uluç'un bunu yazmasına ses çıkarmayarak ‘‘demokrat’’ davranmıştı.

Aynı Sabah Gazetesi cuma günü bir yurttaşa büyük bir ayıp etti.

Adapazarı'nda ‘‘hasta ruhlu’’ bir adam, iddialara göre eski eşi olan bir kadının çıplak fotoğraflarını çevreye dağıtarak intikam alıyordu.

Fotoğraflar bütün gazetelerin eline de ulaşmıştı.

Türk basınının tamamı bu fotoğrafların çıplaklık içermeyen ve kapalısını, kadının adını ve yüzünü saklayarak kullandı.

Biri hariç:

Sabah.

Sabah Gazetesi, eki Günaydın'da kadının çırılçıplak fotoğrafları ile kadının adını sanını vererek kullandı ve fotoğrafları yayan ‘‘sapık’’ın emeline alet oldu.

Kendi hakları konusunda son derece duyarlı olan Hıncal Uluç'un, bu kadıncağızın hakları konusunda ne düşündüğünü doğrusu çok merak ettim.

Taraf olmamak zor zanaat


İSRAİL-Filistin çatışmasında Hürriyet'e faks, mektup, e-mail yağıyor, Hürriyet ‘‘azgın azınlığın’’ elindeki internet sitelerinde kıyasıya harcanıyor.

Hürriyet düşmanı internet cemaati, Ertuğrul Özkök ve bir iki yazarımızın ‘‘İsrail'in de hakkını teslim’’ eden yazılarından dolayı Hürriyet'i Ariel Şaron'un ‘‘akıl hocası’’ olmakla suçlarken, özellikle bazı Yahudi okurlarımız iç sayfalarımızda yer alan haberleri ‘‘aşırı Filistin yanlısı olmakla’’ ve ‘‘İsrail'e karşı uygulanan terörü görmezden gelmekle’’ itham ediyorlar.

Bu arada ben de, ‘‘tank ihalesini’’ gündeme getirdiğim için, en iyimser tanımla, ‘‘eleştirilerin’’ hedefi oluyorum.

Hatta bir Yahudi okurum ‘‘Yazınızın ilk satırları çok iyiydi ama sonra sapıtmışsınız’’ diyerek aslında ne kadar objektif olduğumu tespit ediyor ama bu durumu eleştiriyor.

Bu eleştiriler şunu gösteriyor ki: ‘‘Doğru yerde duruyoruz.’’

Tarafsız.

Herkes kendi doğrusunda.

Ve objektif.

Galiba en zoru da bu.

Ne İsa'ya yaranabiliyoruz, ne Musa'ya.

Durumdan hoşnut olan tek şey ise ‘‘vicdanlarımız’’.

Çörtük'e gol


KAMURAN Çörtük, BDDK'nın ağırdan alması nedeniyle tedbirli mallarını az kalsın kurtarıyordu. Ama olmadı.

Bayındırbank'a atanan yönetim ve murakıpların çalışmaları sonucu, TMSF'N nin kontrolüne geçen bankalar arasında bir ilk yaşandı ve mahkeme geçen hafta Kamuran Çörtük ve diğer ortakların şahsi mallarına tedbir kararı aldı.

Evet bu bir ilk.

Bankalar Yeminli Murakıpları'nın hazırladığı rapor ile bankanın kendi raporu örtüşünce, mahkemden böyle bir karar çıktı.

Darısı diğer hortumcuların başına.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Özel üniversiteler soygun aracı olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Milli maçta forma değiştirenler vatan haini mi olacak?

6 Nisan 2002
<B>‘‘TRABZONSPOR-</B>Galatasaray maçına Trabzon'a gittim.<br><br>Dostça bir mücadele oldu. O ‘‘çok korkulan’’ Trabzon tribünleri bile sıradan ‘‘hakaretler’’ dışında bir taşkınlık yapmadı.

Zaten yıllardır Galatasaray, Trabzon'da hep dostça bir ortam bulmuştur.

Benim kanımı donduran olay ise Şeref Tribünü'nde gerçekleşti.

Maç sonunda boynunda Trabzon atkısı olan bir delikanlı, Hasan Şaş'tan formasını istedi. Ve olanlar o anda oldu.

İriyarı bir adam, üst sıralardan koşarak, formayı alan gence sinkaflarla saldırdı.

‘‘Ulan ......., sen o şerefsizin formasını nasıl alırsın. Senin....., ...... s.....’’

Araya girenler yatıştırmaya çalışıyor ama vatandaş sinirle sövmeye ve şiddete devam ediyordu.

Formayı alan genç bir yandan kurtulmaya çalışıyor, diğer yandan da ‘‘Abi kendim için almadım. Lösemili bir küçük kardeşim var, o rica etti. Onun için aldım’’ diyor ama sinirli adam umursamıyordu. Ben de araya girdim ve sahayı gösterdim. O sırada Trabzonspor kaptanı da elinde bir Galatasaraylı futbolcunun formasıyla sahadan çıkıyordu.

‘‘Yapmayın’’ dedim.

‘‘Biraz önce kıyasıya mücadele edenler formalarını değiştirdiler.

Dostça çıkıyorlar, siz ne yapıyorsunuz.’’

Bu yazıyı maç günü yazdım. Köşede yer olmayınca bugüne bıraktım ve dün Hürriyet'i alınca yıkıldım. Trabzonspor Yönetim Kurulu, Galatasaraylı bir oyuncudan forma alan futbolcuları Cem'e 20 milyar ceza vermişti ve Cem sezon sonu satılacaktı.

Yönetimde ‘‘kafa’’ bu olunca, tribündeki adama kızmanın hiç gereği yoktu. O ‘‘kültürüne’’ uygun davranmıştı.

Oysa dünyanın her yerinde maçtan sonra futbolcular birbirleriyle forma değişirdi. Centilmenlik, adamlık, ahlak varsa, burada bir ayıp yoktu. Bizim Galatasaraylı futbolcular her Avrupa kupası maçı sonrası rakipleriyle forma değiştirirken, onların bizi sattığını hiç düşünmedik, onların hain olduğunu aklımıza bile getirmedik.

Sporda karşılaşma bittiği anda herkes dosttu. Emin olun ki, Dünya Kupası finallerinde oynarken, futbolcularımız da rakiplerinden forma alacaklar. Onlara da ‘‘vatan haini’’ damgası vurup, vatandaşlıktan atacak mıyız!

Spor basınını okuma rehberi


SPOR basını Fenerbahçe'yi kollar derken ne kadar haklı olduğum ortaya çıkıyor.

Galatasaray eskaza ofsayta benzer bir pozisyondan başlayan atakla bir gol kazansa veya Galatasaray lehine en küçük bir hakem hatası olsa günlerce ortalığı yıkan spor basını, Fenerbahçe-Gençlerbirliği maçı sonrası maçın üç dakika uzatılmasının doğru olup olmadığını ve Mustafa Doğan'ın ikinci sarı kartı hak edip etmediğini tartışıyor.

Oysa Erman Toroğlu gibi ‘‘azılı bir Galatasaray düşmanı’’ bile Gençlerbirliği'nin bir penaltısının verilmediğini, Fatih Akyel ve Johnson'un kırmızı kartlarının gösterilmediğini kabul ediyor.

Ama spor basınımızda bununla ilgili tek kelime yok.

Gençlerbirliği'nin bir atağında topu boş Fenerbahçe kalesine vuracakken, toptan kaçan Mbayo'nın o golü Galatasaray karşısında kaçırması halinde neler yazılacağını da zannederim tahmin ediyorsunuzdur.

Sakın yanlış anlamayın.

Hakemi suçlamak gibi niyetim yok.

Hatadır olur.Mbayo için de bir sözüm, bir imam yok. Ama spor basınının çifte standardını sergilemek istiyorum sadece.

Bilin de, ona göre okuyun diye.

Ağızdan çıkanı duymak


ÖNCE Dışişleri Bakanı ‘‘kastı aştı’’ şimdi de Başbakan. Galatasaray'ın Roma'da başına gelenlerden sonra İsmail Cem, ‘‘Mussolini'nin polisleri’’ yakıştırması ile ‘‘aşırıya’’ kaçmıştı, önceki gün de Ecevit İsrail'in ‘‘soykırım’’ yaptığını söyleyerek, ‘‘enfes’’ bir konuşmanın ölçüsünü bozdu. Uluslararası konularda konuşma yaparken, ölçüyü iyi ayarlamak şart. İsrail ile olan münasebetlerde, Dışişleri Bakanımızın şahsi nedenlerle ‘‘dinci basın’’ tarafından köşeye kıstırılmaya müsait olması nedeniyle gereğinden fazla sertleşebileceğini biliyoruz ama hiç değilse Başbakan daha itidalli olmalı.

Biz o mucizeleri biliriz


TANSU Çiller, bizim Muharrem Sarıkaya ile konuşmuş. Müthiş röportaj, aslında tam bir komedi programı.Çiller esmiş savurmuş ve bombayı patlatmış: ‘‘Mucize reçete cebimde. Gelir gelmez sorunları çözeceğim.’’ Ben Çiller'in 1991 seçimleri öncesindeki reçetelerini de hatırlıyorum. Mesela bir ‘‘2 anahtar’’ meselesi vardı. O da o zamanın mucizelerinden biriydi. Bir ev bir otomobil anahtarımız olacak diye başlayan ‘‘Çiller'in o zamanki mucizesi’’, kırk yıl edindiğimiz tek anahtarın da 94 kriziyle elimizden gitmesine dönüşmüştü. İnanan minanan olur, hatırlatayım dedim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Guinness Rekorlar Kitabı'na ‘‘En hızlı unutan toplum’’ unvanıyla girmeye çalışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Dost ya da düşman, önemli değil

5 Nisan 2002
<B>BAZILARI,</B> Ortadoğu'da sürmekte olan savaşa, <B>‘‘dostlarımız ve dost olmayanlarımız’’ </B>gözlüğüyle bakıyor. Tartışmalar da bu minvalde yürüyor.

Kimilerine göre Araplar dostumuz, onlardan yana olmalıyız; kimilerine göre ise İsrail dostumuz, onları tutmalıyız.

İşe bu açıdan bakanlardan ‘‘Arapların dostumuz’’ olduğunu söyleyenler yanılıyor.

Araplarla ortak tek yanımız, dinimiz.

Bunun dışında Arap ülkelerinde ‘‘düşman’’ denilince akla Türkler geliyor. Arap ülkelerindeki ‘‘kahramanlık ve şehitlik’’ anıtlarında hep ‘‘Türklere karşı savaşırken’’ şehit düşmüş Araplar ölümsüzleştiriliyor.

Biz, yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında kalmış ve bizden nefret etmiş olanları dostumuz zannediyoruz. Oysa onlar bizden ‘‘Osmanlı'nın torunları olduğumuz için’’ nefret ediyorlar.

İsrail'le ise hiç sorunumuz yok.

Tam aksine büyük dostluğumuz var. Hem yüzlerce yıldır.

Yani meseleyi ‘‘geçmiş’’le ilintilendirerek bakarsak, biz İsrail'e yakınız.

Dinden kaynaklanan yakınlığı ise, Arap kurşunu ve haçeriyle çöllerde can vermiş ‘‘Türk şehitlerine’’ sorun, onlar anlatsın.

Ama mesele o değil.

Mesele, bugün İsrail'in yaptığı hareketin, uluslararası kurallara, BM kararlarına, insan haklarına, Cenevre Konvansiyonu'na ve bilumum ‘‘kaidelere’’ aykırılığı.

İsrail bugün dünyanın bir numaralı ‘‘terörist devleti’’ halinde.

Bu terörü uyguladığı kişiler ister dostumuz olsun, ister olmasın, ister düşmanımız olsun ister olmasın, böyle bir muameleye maruz kalmayı hak etmiyorlar.

Mesele, bizim savaşan taraflardan hangisiyle dost olduğumuz değil, yaşanan insanlık dramıdır.

Bu tavrı İsrail'in ‘‘Kutsal Kitabı’’ hoş görse de, bu terörü mazur gösterecek ‘‘evrensel bir ahlak’’ yoktur.

Beni Türk yataklarına emanet etmeyiniz!


‘‘SEN Cumhurbaşkanımızın aldığı yatağı bırak da, ülkedeki diğer yolsuzluklara bak.’’

Bu içerikte pek çok mesaj aldım. Zannedersiniz ki, ben bu meslekte hiç yolsuzluk üzerine gitmemişim. Zannedersin ki, ben daha önce hiç cumhurbaşkanı eleştirmemişim.

Devletin zirveleri, bu köşedeki kadar hangi köşede sorgulandı? Her iktidarla iktidar olduğu gün eleştiri savaşına giren ben değil miyim?

Burada Demirel'i kıyasıya eleştirdiğim zaman alkış tutunlar, Sezer'e bir yatağın fiyatının fahiş olup olmadığını sormama tahammül edemiyor, hakaret dolu fakslar gönderiyorlar. Çünkü onlara göre Sezer iyi, Demirel kötü.

Bana bunları yazanlara soruyorum; aynı haberi öznesi farklı olarak yazsaydım, o zaman da bu tepkileri gösterecek miydiniz? Yani ‘‘Cumhurbaşkanı Demirel, Çankaya Köşkü'ne 20 bin dolara yatak aldırdı’’ deseydim, bu kez kızılan yine ben mi olacaktım, yoksa Demirel mi?

Doğrular, öznelere göre mi değişiyor?

Ben demiyorum ki, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne 20 bin dolarlık yatak yakışmaz. Ben diyorum ki, Sayın Sezer samimi olsun. Bir yandan lamba söndürerek tasarruf yapıyormuş gibi görünüp, bir yandan 20 bin dolarlık yatak almasın.

Sadece o kadar mı? ‘‘Yerli Mallar Haftası'nı tekrar kutlayalım’’ çağrısı yapan Ahmet Necdet Sezer değil mi? Yerli Mallar Haftası düzenlemek isteyen kişinin, gidip İtalyan malı yatak alması normal mi? Türkiye, mobilya yapamayacak kadar aciz bir ülke mi?

Katalogdan beğenmişler.

Katalogdan beğenip, aynısını Ankaralı bir mobilyacıya yaptırmak çok mu ayıp olurdu? Türkiye'nin en ağır krizinin başlangıç günlerinde, esnaf kan ağlarken İtalyan mobilya aldırmakla, aynı günlerde Yerli Mallar Haftası önermek sizce yan yana geliyor mu?

Bu ülkeyi kuran insan, Türk hekimlerine güven vermek için ‘‘Beni Türk hekimlerine emanet ediniz’’ dedi ve bu sözünü kanıtlamak uğruna Türk hekimlerinin elinde öldü.

Yerli Mallar Haftası isteyenin, kendini Türk yatağına emanet edememesini ve bir yatağı bence fahiş bir paraya devlet kesesinden almasını normal buluyorsanız, size diyeceğim hiçbir şey yok. Ama ben yazarım kardeşim. Arkasına türlü anlam sığdırmaya kalksanız da, binlerce hakareti yağdırsanız da yazarım.

Çünkü ben ‘‘özne’’ye göre yazmıyorum.

Ben ahlaklıyım...

Parayı nasıl alacağız?


EROL Sabancı, ‘‘Batan bankaların paraları, bankaları batıranların yakınlarının cebinde’’ diyor.

İyi diyor.

Bankaları batıranlar birer ikişer serbest kalıyor.

Bu adamları içerde çürütmekten yana değilim. Bana faydası yok. Ama bu paraların da bunlardan bir şekilde alınması şart.

Şimdi ne olacak?

Yoksa bizim milyarlarca dolara bir sünger çekilecek ve bunlar yavaş yavaş yurtdışındaki bankalarda bulunan hesaplarından yine onların cebine mi akacak?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gerçek namusun adamına göre muamele yapmamak olduğunu aptallar bile anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku