8 Mart 2006
SON günlerde ekonomi üzerine yapılan tartışmalar hep aynı reçeteye bağlanıyor: Faizler inmeli. Faizleri indirmekte cimri davranan Merkez Bankası yanlış yapıyor! Faizleri indirmek gerçekten aspirin gibi her derde deva bir çözüm mü? Ekonomi politikaları içinde en kolay iş faizleri indirmektir. Finans piyasası bu denli küçük bir ülkede faizlerin inmesi, herkesi memnun eder gibi görünür. Ekonomide çözüm bu denli kolaysa, çözümmüş gibi görünen politikalar aslında çözüm değil, sorun yaratırlar. Tartışmalar, galiba, neyin sorun olup neyin sorun olmadığı konusunda çıkıyor.
SENARYOLAR
Merkez Bankası faizleri yüksek tutunca, yabancı yatırımcılar ülkeye hücum ediyorlar. Döviz bollaşıyor. Kurlar düşüyor. Merkez Bankası döviz alımları yoluyla döviz rezervlerini artırıyor. Ama, sanayi çöküyor. Rekabet gücümüzü kaybediyoruz. İşsizlik sorunu ağırlaşıyor. Kısacası, Merkez Bankası’nın yüksek faiz politikası yoluyla döviz rezervleri biriktirmesinin altından kalkılamayacak bir sosyal maliyeti ortaya çıkıyor. Bunca sosyal maliyeti yüklendikten sonra 50 milyar doları aşmış döviz rezervlerinin bize ne faydası var ki? Ülke kaynaklarını yurt dışına transfer ediyoruz!
Görüşlerden biri bu şekilde özetlenebilir. İlk bakışta çok da mantıklı. Faizler inse, yabancı yatırımcılar için Türkiye pazarının çekiciliği azalacak. Döviz bolluğu sona erecek. Kurlar şimdiki gibi düşmeyecek, hatta biraz artacak. İhracatçı rahatlayacak. Sanayici çok daha rahat yatırım yapabilecek. İstihdam artacak. Her şey güzel olacak!
Bir de madalyonun bir diğer yüzü var. Hikaye burada bitmiyor. Devamı da var. Faizler düşünce zaten artan iç talep daha da artacak. İthalat artışı hızlanacak. İç piyasanın canlanmasıyla ihracat için yapılan üretimin bir kısmı iç piyasada satılacak. Döviz kurları düşmediği, hatta arttığı halde, ihracat artmayacak. Cari işlemler açığı daha da hızlı artacak. Yabancı yatırımcılar için Türkiye cazip olmadığından döviz bolluğu bitip döviz açığı ortaya çıkacak. Kurlar yükselmeye başlayacak. Maliyetler artma eğilimine girecek.
Canlı iç talep ve artan maliyetlerle fiyatlar artma eğilimine girecek. Enflasyon tırmanacak. Enflasyon hedefini ıskalayan Merkez Bankası’nın itibarı zedeleneceğinden, döviz kurlarındaki artış eğiliminin hızlanacağı beklentisi yayılacak. Dövize yatırım yapmak yine cazip olacak. Bu beklenti döviz kurlarının daha da hızlı artmasına neden olacak. Yabancı yatırımcılar daha önce yaptıkları geri götürme telaşına girecekler.
Artan döviz kurları ve hızlanan enflasyon hem maliyetleri artıracak hem de iç talebi kısıcı bir rol oynayacak. Kısa vadeli Merkez Bankası faizleri düşük olacak, ama kredi faizleri ve Hazine’nin borçlanma faizleri artarak yeni rekorlar kıracak. Yani, Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri arzulanan yere indirmesinin diğer faizler üzerinde hiçbir etkisi kalmayacak.
MALİYET
Senaryo daha da vahimleştirilebilir. Bu senaryonun anlatmak istediği dört dörtlük bir ekonomik kriz çıkarmadan Türkiye’nin enflasyon hedefinden taviz vermesinin mümkün olmadığıdır. Bu nedenle Merkez Bankası faiz indirimlerinde son derece dikkatli ve tutucu olmak zorundadır. Faizlerin arzulanan düzeylere inmesi ancak maliye politikalarıyla tamamlandığı zaman mümkün olabilecektir.
Bu politikanın sosyal bir maliyeti varsa, bu maliyet fiyat istikrarını yakalayıp sürdürebilmenin maliyetidir. Döviz rezervlerinin artması, verimlilik artışları ve sanayinin yapısının değişmesi bunun yan ürünleridir.
Çözümü faizlerin paldır küldür inmesinde arayıp başka hiçbir şey önermeyen reçeteler krize davetiye çıkarırlar.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2006
BU soru çok sorulur. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini artırması yurt dışına kaynak aktarımı olarak görülür. Yurt dışına aktarılan kaynakların yurt içinde kullanılması daha akla yakın gelir. Gerçekten durum böyle midir? Merkez Bankası iki yoldan döviz rezervlerini artırabilir. Birincisi, kendi bastığı para karşılığında piyasadan döviz alımları yoluyla döviz rezervleri artabilir. İkinci yol ise Merkez Bankası’nın döviz borçlanarak döviz rezervlerini artırmasıdır. Geçmişte iki yol da denenmiştir. Sonuçlar farklıdır.
DÖVİZ STANDARDI
Dövizin kıt olduğu dönemlerde Merkez Bankası döviz borçlanıp borçlandığı dövizleri satarak verdiği TL kredileri yoluyla para arzının büyümesini azaltmaya çalışmıştır. Dövizin bol olduğu dönemlerde ise Merkez Bankası kendi bastığı para ile döviz alıp başka yollardan para arzının büyümesini durdurmaya çalışmıştır.
Ekonomik büyüme ve ekonominin parasallaşması paralelinde merkez bankalarının fiyat istikrarını tehdit etmeyecek ölçüde bilançosunu büyütmeleri normaldir ve gereklidir. Döviz alımları yoluyla merkez bankalarının döviz rezervi biriktirmesi bu anlayışla yapılan bir bilanço büyütme operasyonudur. Bilanço farklı yollarla da büyütülebilir.
Döviz rezervi birikimi tercih edilmediğinde, bir merkez bankası aynı bilanço büyümesini kendi bastığı para üzerinden para piyasalarına (bankalara) borç vererek de sağlayabilir. O taktirde, döviz kurları diğer yönteme göre daha düşük kalır.
Bugün yaşanan ortamda, para piyasaları Merkez Bankası’ndan borç istememekte, aksine Merkez Bankası’na borç para vermektedir. Merkez Bankası piyasadan aldığı dövizler karşılığında piyasaya çıkardığı parayı borçlanarak geri çekmektedir.
"Merkez Bankası döviz almaya devam etsin, ama aldığı dövizleri saklayacağına ekonominin hizmetine soksun" gibi bir görüş çeşitli zamanlarda ortaya atılmıştır. Bu görüşün söylediği Merkez Bankası’nın hem döviz alımları yoluyla para basması hem de yurt içinde kredi vererek para basması anlamına gelir. Yani, aldığı dövizleri satıp Merkez Bankası kredi versin gibi bir sonuç ortaya çıkar. Dövizi satacaksa Merkez Bankası neden döviz alsın ki? Kaldı ki, dövizi sattığında, döviz kurları daha fazla düşmeyecek mi?
Aynı mantıkla, Merkez Bankası’nın biriktirdiği dövizlerle Hazine’nin yurt dışına olan borçlarının ödenmesi de düşünülebilir. Bunun anlamı Merkez Bankası’nın Hazine’ye kredi vermesidir. Bu şekilde, Merkez Bankası’nın döviz varlıkları düşecek yurt içinde açtığı krediler artacaktır. Yani, Merkez Bankası’nın bastığı paranın döviz karşılığı düşecektir. Zaten bu strateji uzun yıllar ülkemizde uygulanmış ve enflasyon belasından kurtulmamız mümkün olamamıştır.
Döviz rezervlerine Merkez Bankası’nın bastığı paranın karşılığı olarak bakmak fiyat istikrarının oluşması ve korunması açısından önem kazanmaktadır. Tam birebir olmasa da, geçiş dönemlerinde merkez bankaları "döviz standardı" gibi bir kavramla çalışmak durumunda kalmaktadır. Geçiş dönemi ne zaman bitecek?
İSTİKRARIN TEMİNATI
Kalıcı fiyat istikrarına ulaştığımız noktada Merkez Bankası piyasadan borç alan değil, piyasaya borç veren taraf haline gelecektir. Bu yeni konumuyla, Merkez Bankası bilançosunu büyütme ihtiyacı duyduğunda bankalara daha fazla borç verecek, bilançosunu küçültmek istediğinde, bankalara verdiği borç miktarını azaltacaktır. Kısa vadeli faizler bu mekanizmanın dümeni işlevini görecektir. Merkez Bankası’nın enflasyon üzerindeki ve piyasalardaki konumu çok daha güçlenmiş olacaktır.
Merkez Bankası’nın döviz rezervlerine gözümüzü dikmeyelim. Döviz rezervlerine ilerideki fiyat istikrarının teminatı olarak bakalım.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2006
MART ayına yönelik açıklanan Hazine borçlanma programının bir parçası olarak Hazine 2001 yılında çıkardığı dövize endeksli borçlanma senetlerini piyasa şartlarına göre bir kısmını erken itfa edecek. Hazine buna neden gerek duydu? Borçlunun mali durumu düzeldiğinde ve piyasa şartları olumlu olduğunda, borçlarının bir kısmını erken itfa etmesi normaldir ve akılcı bir davranıştır. Hazine’nin de, normalde haziran ayında itfa edecek borçlanma senetlerini mart ayında geri alıp bunların yerine uzun vadeli borçlanma senetleri satması normal karşılanmalıdır. Bu yolla, hem borç stokunun bir bölümünün maliyeti dövize endeksli olmaktan çıkacak hem de borç stokunun vadesi uzatılmış olacaktır.
Böyle bir yaklaşım neden bir yıl evvel yapılmadı da, şimdi yapılmaya çalışılıyor? Galiba, bu yaklaşımın arkasında borç idaresi ilkelerinden çok döviz kurlarına dolaylı müdahale etme isteği yatmaktadır.
DOLAYLI MÜDAHALE ARZUSU
Beş yıl önce piyasaya çıkmış döviz kuruna endeksli devlet iç borçlanma senetleri üç-beş bankanın elinde bulunmaktadır. Bu bankalar ellerindeki dövize endeksli tahvilleri "döviz varlıkları" olarak kabul ederek döviz üzerinden olan varlık ve yükümlülük miktarlarını dengelemektedirler. Ellerinden döviz varlığı olarak kabul edilen bir varlığın çıkıp yerine TL cincinden varlıklarından girmesi bilançolarında döviz varlıklarını azaltıp döviz üzerinden olan varlık-yükümlülük dengesini bozacaktır. Dengeyi yeniden sağlamak için bankalar döviz alıp döviz üzerinden varlıklarını artırmak zorunda kalabileceklerdir.
Kısacası, Hazine, bankaların bilanço dağılımını piyasa şartları içinde değiştirmeye çalışarak bankaların döviz talebini artırmaya ve dolaylı bir biçimde döviz piyasasına müdahale etmeyi amaçlamış gibi görünmektedir.
Erken itfa edecek borçlanma senetlerinin miktarı 3 milyar dolardır. Bankalar 3 milyar dolar tutarındaki tahvilleri Hazine’ye geri verip yerine eşdeğer YTL tahvilleri alsalar ve başka bir şey yapmasalar döviz pozisyonları 3 milyar dolar kadar daha fazla açığa düşecektir. Bu miktar risk idaresi açısından kendilerine tanınan limitin oldukça altındadır. Dolayısıyla, arzulandığı biçimiyle bankalar ek döviz talebi yaratmayabilirler.
Konunun ilginç yanı, bankaların bu yolla ek döviz talebi yaratıp yaratmayacağı değil, çeşitli maliye ve borç yönetimi politikaları ilkeleriyle para politikası ilkelerinin birbirine karıştırılmasıdır. Döviz kuruna bir kamu otoritesinin doğrudan ya da dolaylı müdahalesi para politikasını ilgilendiren bir konudur. Dolayısıyla, döviz kurlarına müdahale edilecekse, bu Merkez Bankası’nın işidir.
FAYDASI OLMAZ
Maliye ve borç idaresi politikası ise fiyat riskini asgariye çekerek Hazine’nin en ucuz bir biçimde borçlanmasını ilke edinir. Hazine açısından, mart ayından haziran ayına kadar dövize endeksli tahviller mi daha maliyetli, yoksa yıllık bazda yüzde 13’ün üzerinde maliyeti olan YTL tahviller mi daha maliyetli olacaktır? Hazine dövize endeksli tahvillerden YTL tahvillerine geçişte de bir maliyet ödeyecektir.
Maliyeti bir kenara bıraksak da, konuya yaklaşım yanlıştır. Bu çeşit uygulamalar "bir atımlık barut" gibi devamı sağlanamayacak, faydadan çok orta dönemde zararlı olarak uygulamalardır. Piyasa mekanizması içinde merkezi otoritenin debelendiği izlenimini verir ve gizli kalmış zaaflarını ortaya çıkarır.
Piyasa ekonomisine alışmaya çalıştığımız 1980’li yıllarda bunun çok örnekleri yaşanmıştır. Faydadan çok zarar üretilmiştir.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2006
"Teşbihte hata olmaz, hatasız teşbih olmaz" özdeyişine sığınarak bir benzetme yapmak istiyorum. Enflasyon alkol gibidir. Bağımlılık yapar. Sanal mutluluklar sunar. Başlarda hoşa gider. Bağımlılık arttıkça hoşluklar saçmalığa dönüşür. Geri dönüş zorlaşır. Enflasyona alışmış toplumlar, alkolik insanlar gibidir. Alkolizmden kurtulmak zor olduğu gibi, enflasyondan kurtulmak da zordur. Sanal mutluluklardan gerçek hayata dönmek özveri ister. Kararlılık ister. Kafa yapısının değişmesini gerektirir. Daha kaliteli ve sağlıklı bir yaşama geçmek için önce sıkıntılara katlanmayı zorunlu kılar.
GEÇMİŞİ HATIRLAMAK
İşin uzmanları "insan bir kez alkolik olduysa, artık alkol almasa dahi alkoliktir" der. Bu nedenle, geçmişte alkol ile başı belaya girip de tedavi olabilmişlerin bir daha alkol almalarına izin verilmez. Zafiyet oluşmuştur. Çözüm, alkolden tümüyle uzaklaşmaktır.
Enflasyon da böyledir. Enflasyona alışmış toplumlar, enflasyondan kurtulmuş olsalar dahi, zaaf içindedirler. Bu çeşit toplumların "biraz enflasyondan zarar çıkmaz" anlayışıyla iktisadi olaylara yaklaşmaları son derece tehlikelidir. Alkolik ne denli çabuk yeniden alkol içmeye başlayabilirse, enflasyonu tatmış ülkeler de o denli çabuk yeniden enflasyon yaratabilirler. Latin Amerika’yı hatırlayalım. Avrupa’nın bu konuda ne denli katı bir tutum içinde olduğunu unutmayalım. Avrupa, alkolden uzak duran eski alkolik gibidir. Latin Amerika ise, geçmişte alkolik olup da arada bir yeniden alkol içmeyi deneyip yeniden bağımlı hale gelenlere benzer.
Geçmişe dönmenin ne denli ıstırap dolu olduğunu her zaman hatırlamak gerekmektedir. Geçmişteki alkolik bir insanın yeniden alkole heves etmemesi için alkolik olduğu dönemdeki saçmalıkları hatırlaması, başkalarının o saçmalıkları hatırlatması önemlidir. Toplumlar için de durum aynıdır. Bir daha enflasyona heves etmemek için enflasyonlu dönemdeki saçmalıkları hatırlamak ve hatırlatmak son derece faydalıdır.
ENFLASYON TARİHİ
T.C. Merkez Bankası çok doğru bir zamanda, çok doğru bir yaklaşımla böyle bir projeye el atmış. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’yla işbirliği yaparak Fatma Doğruel ve Suut Doğruel’e Türkiye’de Enflasyonun Tarihi isimli bir kitap hazırlatmış. Okudukça, okuyanın tüyleri ürperiyor.
Hazırlanan kitap kuru verilerden oluşmuyor. Bilimsel bir yaklaşım içinde, yakın tarihimizde enflasyonun yaratılmasında katkılar yapmış(!), enflasyonun devamında hizmet vermiş(!), enflasyonu durdurma konusunda mesai harcamış(!) ve enflasyondan çok çekmiş insanların sözlü anlatımlarına yer vermiş. Kitap renklenmiş. Okuyucuyu kendine daha çok bağlamayı başarmış. Kitabın yazarlarını da, böyle bir çalışmanın gerekliliğini düşünenlere de toplum olarak bir teşekkür borcumuz var.
Daha henüz enflasyon belasından tam olarak kurtulamamışken, böylesine aydınlatıcı bir kitabın piyasaya çıkmış olmasının yararları sayılamayacak kadar çoktur. Her türlü iktisadi sorunlarımızın çözümleri için yapılan önerilerin doğrudan ya da dolaylı olarak "biraz enflasyon yaratsak bir şey olmaz" demeye geldiği bugünlerde "Türkiye’de Enflasyonun Tarihi" kitabının önemi daha da artmaktadır.
Geçmişten ders almak ileride yapılabilecek hataların olasılığını düşürür. Bu kitabı okuyup ders almalıyız. Hepimiz okumalıyız. Okumamışlara, okumalarını tavsiye etmeliyiz. Okuma alışkanlığı olmayanlara zorla okutmalıyız. Kitaba değil de bilgisayarlara meraklı olanlara kitapla gelen CD’yi vermeliyiz.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2006
ULUSLARARASI sermaye hareketleri hacmindeki baş döndürücü artış gelişmekte olan ülkelerin döviz rezervlerini daha önce görülmemiş bir biçimde artırdı. Bizim gibi birçok gelişmekte olan ülkenin parası değerlenirken merkez bankaları yoğun bir biçimde döviz alıp rezervlerini artırıyorlar.
Gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları döviz rezervlerini artırmasalar bastıkları para çok daha fazla değerlenecek. Enflasyon riskini artırmadığı sürece merkez bankalarının döviz rezervlerini artırmalarının bu açıdan bir sakıncası yok. Geçekten de, gelişmekte olan bir ülkenin merkez bankası için "yeterli döviz rezervi" diye bir sınır yoktur.
ASYA KRİZİ
Optimum döviz rezervi kavramı akademik çevrelerde 1960’lı ve 1970’li yıllarda çok tartışıldı. Özellikle, dünya ödemeler sisteminde altın standardı bırakılıp dalgalı kur sistemine geçildiğinde, döviz kurlarında göreli istikrarın sağlanması açısından optimum döviz rezervi kavramı çok ilgi çekti.
O dönemdeki çalışmalar çoğunlukla yeterli döviz rezervi düzeyini ülkenin döviz harcamaları ve döviz kazançlarına bağladılar. Yani, klasik bakış açısıyla, cari işlemler hacmi ile optimum döviz rezervi kavramı oluşturulmaya çalışıldı. Sermaye hareketlerinin hacmi artıp da, aslında döviz kurlarındaki hareketlerin cari işlemler hacminden değil de, sermaye hareketlerinden kaynaklandığı anlaşılınca, optimum rezerv kavramı da büyük ölçüde rafa kalktı. Kısa vadeli borç stoku ile döviz rezervleri düzeyi arasında afaki bir ilişki kurulmaya çalışıldı.
1990’lı yılların ikinci yarısında Güneydoğu Asya ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz büyük ölçüde iç dengelerin tetiklediği ödemeler dengesi kriziydi. Yıllarca döviz biriktiren Asya kaplanları bir anda biriktirdikleri döviz miktarının sermaye çıkışını karşılayamadıklarını gördüler. "Yeterli döviz rezervi düzeyi yoktur" kavramı Asya Krizi ile daha iyi anlaşıldı. Bunun üzerine, IMF, geçmişte bizim de faydalandığımız farklı destek biçimleri geliştirdi. Artık, konu, cari işlemler dengesi değil, sermaye dengesinin finansmanı haline geldi.
Asya Krizi öncesi, döviz rezervleri Güney Kore’de 33 milyar dolar, Tayland’da 38 milyar dolar, Endonezya’da 24 milyar dolar ve Malezya’da 27 milyar dolardı. Krizi bu düzeydeki döviz rezervleri önleyemedi. Şimdi, bu ülkelerin bazılarının üç misline varan daha fazla döviz rezervleri var. Yeterli mi? Ekonomideki kırılganlıklar hala konuşuluyor.
Bir kriz çıktığında, büyük bir olasılıkla bu ülkeler için 100 milyar dolar döviz rezervi de yetmeyebilecektir. Çünkü, yabacı sermaye çıktığında, giden dövizlerin kurlar üzerine baskısı gelen dövizin kurlar üzerinde yarattığı baskıdan çok farklı olabilmektedir. Rezervleri döviz kurunun istikrarı için kullanabilme kabiliyeti konunun bir başka boyutudur.
SOSYAL MALİYET
İstikrarlı dönemlerde merkez bankalarının döviz rezervi biriktirmesi hep merak konusu olmaktadır. Döviz rezervi biriktirmek merkez bankalarının yurt dışına borç vermesi anlamına gelir. Çünkü, bilançolarında biriktirdikleri varlık (döviz rezervi) bir başka ülkenin yükümlülüğü (dış ülkelerdeki mevduatlar ya da yabancı devlet bonoları) durumundadır. Yurt içinde herkes kredi ararken, merkez bankaları kendi devletlerine kredi vermezlerken, yurt dışına borç vermeleri çoğu kişiye akıllı bir iş gibi görünmemektedir.
Merkez bankalarının döviz rezervi biriktirmek için harcadığı paralar vatandaşa yol, su ve elektrik olarak gitse çok daha iyi olacakmış gibi bir görüş oluşmaya başlar. Buradan hareketle, "döviz rezervi biriktirmenin sosyal bir maliyeti yok mu?" sorusu sorulabilir.
Bir başka yazıda bu konuya yer vereceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2006
DEVLETİN her şeyi kontrol ettiği bir ekonomiden piyasa mekanizmasının egemen olduğu bir ekonomiye geçtiğimizi sanıyorduk. Yanılmışız. Meğerse, vatandaşın mutluluğu adına devletin hiçbir şeyden elini çektiği yok. Aksine, yeni ortamda eski alışkanlıklarla yapılan müdahaleler daha da çarpık bir görüntü yaratıyor. Bir arpa boyu yol gidememişiz. Faizlerin piyasada belirlendiğini sanıyorduk. Yanılmışız. İki özel ya da tüzel kişi arasında yapılan sözleşmenin, yürürlükteki yasalara aykırı olmadığı taktirde, hiçbir biçimde üçüncü kişiler tarafından değiştirilemeyeceğini sanıyorduk. Orada da yanılmışız.
KREDİ KARTLARI KANUNU
Yeni yürürlüğe giren Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanunu’na göre, bankalar ile kredi kartları müşterileri arasında geçmişte yapılan sözleşmelerin hükümleri değiştiriliyor. Bu yolla vatandaşın mağduriyetinin önlendiği sanılıyor. Burada da kanun koyucu yanılıyor. Bu yasadan en fazla zarar görecek kesim yine kredi kartlarını kullananlar olacaktır. Kazananlar geçmişteki kredi kartları borçlarını ödemeyenlerdir. Ya bundan sonrası?
Bundan sonraki mağduriyetleri önlemek için de kanun koyucu tedbirler almış görünüyor! Kanunun 26. maddesinde "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, azami akdi ve gecikme faiz oranlarını tespit etmeye yetkilidir ve belirlediği bu oranları 3 ayda bir açıklar" deniliyor. Yani, Merkez Bankası’nın vatandaşı mağdur etmeyecek bir faiz oranını tespit edeceği düşünülüyor. Merkez Bankası’na kolay gelsin(!).
Kredi kartları faizlerini beğenmeyerek Merkez Bankası’na ateş püsküren vatandaşlarımız Merkez Bankası’nın para politikasını, açıklanacak enflasyon hedeflerini ya da hedefe yönelik alınacak tedbirleri de beğenmeyebileceklerdir. Merkez Bankası vatandaşın günlük işlerine karıştırılmaktadır. Vatandaşlara Merkez Bankası’nın asıl işi olmayan konularda eleştirme olanağı yaratılmaktadır.
Bundan sonra kredi kartlarında faiz oranlarını beğenmeyen vatandaşlarımız Merkez Bankası’nın önünde mitingler yaparak 3 ayda bir açıklanacak faiz oranlarını protesto edebilir. Merkez Bankası da vatandaşı yatıştırmak için gerekli önlemleri alır herhalde(!).
Merkez Bankası vatandaşlarla karşı karşıya getirilmektedir. İşin en vahim tarafı da buradadır.
KALP VE KAFA
Merkez Bankası yönetiminin bu kanunda Merkez Bankası isminin geçmesinden ne denli rahat ya da rahatsız olduğu konusunda bir fikrim yok. Ama, bundan böyle, idari ve işlevsel bağımsızlığı söz konusu olup en önemli misyonunun fiyat istikrarını tesis edip korumak olan bir merkez bankası yönetiminin böyle bir kanunda Merkez Bankası adının geçmiş olmasından çok memnun olacaklarını sanmıyorum.
Kredi kartlarında mağduriyeti önleyelim derken serbest piyasa ekonomisinin vazgeçilmez ilkeleri ayaklar altına alınmaktadır. Eski alışkanlıklarımız depreşmektedir. Yeni sistemde eski alışkanlıkları devam ettirmek çok komik olmaktadır.
Kalbimiz serbest piyasa ekonomisinden yana olup kafamız olmayınca, böyle komik görüntüler veriyoruz. Sonuçta, bir arpa boyu kadar dahi yol gidemiyoruz.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2006
SON yıllarda yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerin sermaye piyasalarındaki faaliyetleri baş döndürücü bir hızda arttı. Bu artışın olumlu tarafları olduğu kadar olumsuz tarafları da var. Gelişmekte olan ülkelerde sermaye piyasaları genellikle küçüktür. Çünkü, bu ülkelerde parasallaşma tam olarak yaygınlaşmamıştır. Kurumsallaşma tamamlanmamıştır. Denetleme ve düzenleme mevzuatı yetersizdir. Sermaye piyasaları spekülatörlerin çoğunlukta olduğu oyun alanları haline gelmiştir. Yerli kurumsal yatırımcılar azınlıktadır. Genelde, mali piyasaların itibar sorunu vardır.
Bu yapıdaki sermaye piyasalarına temelde spekülatif eğilimli yabancı yatırımcıların girmesi piyasa hacmini artırdığı gibi, piyasaların derinleşmesine ve yaygınlaşmasına da neden olmaktadır.
Dolayısıyla, bu piyasalardan borçlanan devletler daha derin bir piyasada risk-beklenen getiri ilişkisinin sığ piyasalara göre çok daha iyi oluşmuş, daha derin piyasalarda borçlanma olanağına kavuşmaktadırlar. Bu açıdan, yabancı yatırımcıların yerli bono piyasalarındaki faaliyetleri gelişmekte olan ülkeler açısından önemli yararlar sağlamaktadırlar.
BAĞIMLILIK
Yabancı yatırımcıların yoğun olarak işlem yaptığı bu piyasalar doğal olarak yabancıların beklentilerine endeksli hale gelmektedir. Beklentileri paralelinde hareket eden yabancı yatırımcılar yalnızca bir ülke aldıkları risklerini değil, gelişmekte olan ülkelerdeki toplam risklerini düşünerek hareket etmektedir. Dolayısıyla, her hangi bir ya da iki ülkede beklentileri tersine çevrildiğinde, o bir ya da iki ülkede değil, belki tüm gelişmekte olan ülkelerdeki risklerini azaltma kararı alabiliyorlar. Böylece, gelişmekte olan ülkelerin piyasaları birbirlerine endeksli hale gelebiliyor. Bu, küreselleşmenin doğal bir sonucu gibi düşünülüyor. Küreselleşmeden çok, bu, spekülatif davranış tarzının doğal sonucudur.
Yabancı yatırımcılar bir şekilde gelişmekte olan piyasalardaki risklerini azaltma kararı aldıklarında, o ülkelerde kurlar sıçrıyor, faizler artıyor, kısacası, mali piyasalar bir süre sonra reel sektöre de sıçrayan çalkantılar yaşayabiliyor. Makro ekonomik durumu sağlam ülkelerde dahi bu çeşit çalkantılar söz konusu olabiliyor. Sonuçta, küreselleşen piyasalarda, yalnızca bizim doğru politikalar uygulamamız yetmiyor, yabancı yatırımcıların portföyünde bulunan diğer gelişmekte olan ülkelerin de aynı "doğru" politikaları uygulamaları gerekiyor. Bir grup olarak yabancı yatırımcıları memnun etmek oyunun kuralı haline geliyor.
RİSK İDARESİNİN ÖNEMİ
Son yıllarda yabancıların gelişmekte olan ülkelerdeki yerli para üzerinden yaptıkları sermaye piyasası işi gelişmekte olan ülkelerdeki toplam yatırımlarının yüzde 50’sine vardı. 1994 yılında bu oran ancak yüzde 20 civarındaydı. Yabancılar likiditesi yüksek (çabuk çıkabilme olasılığı fazla) piyasalara ilgi gösteriyorlar. Bu piyasalar içinde Brezilya, Macaristan, Meksika, Polonya ve Türkiye başta geliyor.
2005 yılında Polonya ve Türkiye’ye giden borç yaratan toplam yabancı mali sermayenin dörtte biri yerli para cinsinden olan yatırım araçları yoluyla oldu. Piyasadaki toplam devlet tahvillerinin yabancı yatırımcılar elinde bulunan kısmı Brezilya’da yüzde 4 gibi çok küçükken, Macaristan’da yüzde 27 civarına geldi. Bu oranın Türkiye’de yüzde 20 civarında olduğu hesaplanıyor.
Yabancı yatırımcılar ister gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik şartların kalıcı bir biçimde olumlu olduğunu düşünsünler, ister daha fazla risk alarak getirilerini artırma telaşında olsunlar, sonuçta, yatırımlarını bizim ülkelerde azaltma kararı aldıklarında, çok ciddi sorunlarla karşılaşma olasılığımız çok fazladır. Dolayısıyla, yabancı yatırımcılar yatırımlarını yönlendirmede kendi risk idaresini yaparken, bizim gibi ülkelerde makro ekonomik alanda kendi risk idarelerini yapmak zorundadırlar.
Bu konu Türkiye’de henüz yeterince anlaşılmamış görünüyor.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2006
MAKRO ekonomik alanda çok önemli kazanımlar elde edildi. Ekonomik büyümeden hiç ödün vermeden enflasyon yüzde 90’lardan tek haneli rakamlara indi. Nominal ve reel faizler aynı paralelde düştü. Beş yıl önce bunların hiçbirini hayal dahi edemezdik. Döviz kurları göreli bir istikrara kavuştu. Ekonominin üzerinden sis perdesi kalkıp ileriye dönük hesaplar yapmak giderek daha kolaylaştı. Birçok sanayici bugünlere bakıp geçmişte enflasyonlu ortamda ne denli afaki kararlar alıp el yordamıyla işleri idare ettiklerini şimdi daha iyi anlamaya başladılar.
ENFLASYON ÇÖZÜM OLAMAZ
Makro ekonomik ortamın göreli olarak düzelmesi mikro alanda sorunların azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine, makro sorunların içinde yaşamaya alışmış kesimler uyum sorunu çekiyorlar. Mikro sorunlar daha da ağırlaşıyor. Bir anlamda, "sudan çıkmış balık" gibi yeni ortam birçok alanda sorunmuş gibi görünmeye başlıyor.
Ekonomik büyüme bir süre işsizliğe çözüm olamıyor. Verimlilik artışını yeterince gerçekleştiremeyen sanayiler yeni ortamda yaşamakta zorlanıyorlar. İç piyasalarda yurt dışından gelen rekabetin etkisi giderek daha da olumsuz hale geliyor. Ücretler ekonomik büyüme ve verimlilik artışı paralelinde artmıyor. Küçük ölçekli işletmeler giderek zorlanıyor. Ekonomi sanki bir kısır döngüye giriyormuş gibi bir izlenim doğuyor.
Bu aşamada, siyaset kaçınılmaz olarak devreye giriyor. Çünkü, yaşanan sorunların çoğu siyasetin duyarlı olduğu konular. İşsizlik siyaseti yıpratıyor. Küçük işletmelerin zor duruma girmesi siyasetçileri kaygılandırıyor. Kısacası, enflasyonlu ortamdan daha kötü duruma gelmiş kitleler "siyasetçinin dertlerine derman olmadığını" düşünmeye başlıyorlar.
Bu noktada siyasetin direnme gücü öne çıkıyor. "Acaba, enflasyonu çok hızlı mı düşürdük?" sorusu akılları kurcalamaya başlıyor. "Biraz enflasyon daha mı iyi olur?" sorusu sorulmaya başlıyor. Çoğu zaman da, bir aşamada, siyasetçi bu sorulara olumlu yanıt veriyor. "Biraz enflasyondan bir şey olmaz" anlayışıyla kazanımlar kaybediliyor. Durumunun düzeltilmesi hedeflenen kitleler daha da kötü duruma düşüyorlar.
DENEYİMLER
Uluslararası deneyimler bu çeşit senaryolarla doludur. 1980’lerin başında istikrar programını başarıya ulaştırmış Meksika mikro sorunların neden olduğu baskılar dayanamayıp 1990’ların başında ekonomisini çökertti. 1990’ların başında ekonomik istikrarı oluşturan Arjantin para politikasıyla uyumlu olmayan mali politikalar uygulamaya başlayınca ekonomisini tarihinin en derin krizine soktu. 1980’lerin başında ekonomik istikrar yoluna kararlı adımlarla başlayan Türkiye 1987’de "biraz enflasyondan bir şey olmaz" anlayışını benimsedi ve 2001 yılında dağıttı. Brezilya’nın yo-yo görüntüsü ortada.
Şimdi, yeniden bir dönüm noktasına gelmiş gibi görünüyoruz. Çeşitli üreticiler iki günde bir Başbakan’ı ziyaret etmeye başladılar. Hükümetin iki seçeneği var.
Hükümet üzerine gelen baskılara direnecek ve kalıcı ekonomik istikrar tesis edilebilecek. Ya da, "bu ekonomiyi çok sıktık, biraz enflasyondan bir şey olmaz" denecek ve tehlikeli sulara girmiş olacağız. Bu şekilde, hükümet de aslında kalıcı istikrara kendisinin de inanmadığını göstermiş olacak. Birinci seçenekte direnen hükümet mikro sorunların da giderek hafiflediği kalıcı istikrarı oluşturmuş olacak.
Ekonomik istikrar ortamı enflasyonlu ortamdan çok farklıdır. Enflasyonlu ortamda yaşam şansı bulmuş üretimler eskiden kalma yaşam tarzı ile istikrarlı ortamlarda yaşamayabilirler. Oldukları halleriyle orta-uzun dönemde yaşama şansı olmayan işletmeleri ayakta tutmaya çalışmak kısa dönemde altından kalkılamayacak ekonomik sorunlara davetiye çıkarmak olur.
Biraz enflasyondan çok şey olur.
Yazının Devamını Oku