28 Mart 2006
ÇOĞU kez, deneyim nasihatten çok daha etkili olur. Galiba, Merkez Bankası ile fazla oynanmayacağını da deneyimlerimizle öğreneceğiz. Çünkü, verilen nasihatlerin çıkış noktasını toplum olarak anlayabilmiş değiliz. Genellikle, toplumun anlayamadıklarını hükümetlerin anlaması zaman alır. Çocukluğumda sobalı bir evde otururduk. Kış aylarında sobanın yanında oynarken, annemin devamlı "sobaya yaklaşma yanarsın" uyarılarına kulak asmazmışım. Annemin bu yoldaki konuşmalarından sıkılan babam bir gün elimi alıp sobaya değdirmiş ve sobanın ne denli sıcak olduğunu anlamışım. Bir daha da sobanın yanına yaklaşmaz olmuşum.
ATAMALAR
Merkez Bankası’na Başkan ve Başkan Yardımcıları atanmasını önce çok küçümsedik. Konu küçümsendikçe, olumsuzluklar dalgalar halinde yayılmaya başlandı. Süreçte, hem kurum hem de adı geçen kişiler yıpranıyor, yıpratılıyor.
Çeşitli nedenlerle hükümetin Başkan adayını Cumhurbaşkanı beğenmemiş olabilir. Bu olasılığa karşı, Başbakan hükümetin adayını Cumhurbaşkanı ile baş başa görüşmesinde gündeme getirir. Gereken onay kapılı kapılar ardında alınır.
Merkez Bankası’na Başkan olacak kişi siyasi polemiklerin içine çekilmemelidir. Kamuoyu önünde, Merkez Bankası atamaları hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında olabilecek fikir ayrılıklarının konusu yapılmamalıdır. 1983 yılı sonunda iktidara gelen hükümet de böyle bir yanlış yapmıştı. Bir daha aynı yanlış tekrarlanmadı. Kaldı ki, o dönem bugünkünden çok farklıydı.
Yeni yasaya göre, Başkan Yardımcılarının atamaları görevdeki Başkan’ın önerisiyle oluyor. Anlaşıldığı kadarıyla, boş başkan yardımcılıkları için vekaleten Başkan olan kişi önerilerde bulunmuş. Büyük bir olasılıkla, bu nedenle de başkan yardımcılıkları için gösterilen adaylar da kabul görmedi. Yani, "vekilin asilin tüm yetkilerine sahip olması" ilkesi kabul görmedi.
Çalışacağı kişileri kendi seçmesi açısından, yeni Başkan’ın böyle bir öneri yapması beklenebilir. Ama, merkez bankacılığı açısından bu da çok sağlıklı değildir. Başkan, Başkan yardımcılıkları için öneri yapmalıdırlar, ama vekil de asil kadar yetkili olmalıdır. Hükümetler kendinden önceki hükümetlerin atadığı Merkez Bankası Başkanı ile çalışmak zorundadırlar. Aynı şekilde, Başkan da, kendinden önce atanan Başkan Yardımcıları ile çalışmak zorundadır. Konunun hassasiyeti bunu gerektirir.
Para politikası oluşumunda herkesin Başkan gibi düşündüğü bir ortamın yaratılması da Merkez Bankası’nın bağımsızlığına gölge düşüren unsurlardandır. Para politikasında icraatın inanılırlığı ve güvenilirliği farklı seslerin aynı şarkıyı söylemesiyle oluşturulabilir. Aksi taktirde, para politikası istila edilmiş demektir. İtibarı kalmaz.
BAKIŞLAR SETLEŞİYOR
Merkez Bankası’nın üst yönetimine atamalar kritik bir noktaya gelmiştir. İlgili ya da ilgisiz tüm çevreler bu noktaya odaklanmış görünmektedir. Konu, farklı çevrelerce farklı alanlara çekilmektedir. Bunun maliyeti ekonomiye çıkacaktır.
Fazla zaman kaybetmeden, Cumhurbaşkanı ile hükümet baş başa verip kapılı kapılar ardında bir aday üzerinde uzlaşmalıdırlar. Kararname trafiği ile bu soruna çözüm bulmaya çalışmak giderek sobanın yakabileceğini kavrayamayan çocuğun şımarıklığı ile kendimizi ateşe atma anlamına gelmektedir. Bir yara açılmıştır. Fazla kaşımayalım, kanar.
Ekonomik birimlerin bakışları giderek sertleşmektedir.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2006
MERKEZ Bankası’nın bilançosunun ayrıntılarını daha önce irdelemiştim. Bilançonun özellikle "iç varlıklar" bölümü donuk krediler niteliğindedir. Bu alanda bir esneklik söz konusu değildir. Hazine’ye 2001 yılında verilen krediler bu yıldan itibaren geri ödenmeye başlanacak.
Merkez Bankası’nın bu aşamada bilanço esnekliği döviz pozisyonu ile açık piyasa işlemleri yoluyla piyasadan borçlanması ya da piyasaya borç vermesi yoluyla olabiliyor.
2001 yılından bu yana Merkez Bankası para piyasasından bastığı parayı borçlanıyor. "
Borçlanacaksa, neden parayı basıyor?" sorusu sorulabilir. Sorunun yanıtı "
zorunluluktan." 2001 yılında uzun vadeli Hazine tahvilleri karşılığında bir kereye mahsus olmak üzere Merkez Bankası kamuya borç verdi. Bu yolla basılan para piyasa tarafından talep edilen para değildi.
Merkez Bankası bu parayı enflasyonla mücadele programı çerçevesinde borçlanmak durumunda kaldı.
KURA MÜDAHALE
Merkez Bankası borçlanma yerine elindeki Hazine tahvillerini piyasaya satabilseydi, borçlanma yoluyla çektiği parayı elindeki tahvillerden kurtularak geri çekebilirdi. Tahvillerin piyasada alış-verişi olmayan özel tahviller olması Merkez Bankası’nın elini-kolunu bağladı.
Zamanla, fiyat artışları ve ekonomik büyüme sonucunda Merkez Bankası’nın borçlanma durumunda olduğu paraya talep artıp Merkez Bankası giderek piyasadan daha az borçlanabilirdi.
2004 yılı sonlarında ve 2005 yılı başlarında böyle bir eğilim de gözlenmeye başlamıştı. Merkez Bankası giderek piyasadan daha az borçlanmaya başlamıştı.
Ama, evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu kez, "
döviz kurlarında oynaklığın azaltılması" adı altında Merkez Bankası kurlar düşmesin diye
döviz kurlarına müdahale etmek zorunda kaldı. Döviz alarak para basmaya başladı. Bilançosunda esnekliğin olmaması Merkez Bankası’nın döviz alımları yoluyla çıkardığı parayı yeniden borçlanmak durumunda bıraktı. Özellikle
2005 yılının eylül ayından itibaren Merkez Bankası’nın hem döviz pozisyonu hem de piyasadan borçlandığı para miktarı hızla artmaya başladı.
İKİSİNDEN BİRİ
Grafikte, Merkez Bankası’nın
döviz pozisyonu (döviz varlıkları ile döviz üzerinden yükümlülükleri arasındaki fark) sol eksende,
açık piyasa işlemleri yoluyla borçlanmaları sağ eksende gösterilmektedir. Değerler milyar YTL cinsinden aylık ortalamalardır.
Açık piyasa işlemlerinden borçlarla dövizdeki net pozisyon 2003 ve 2004 yıllarında bazı dönemlerde paralellik arz ederken, 2005 yılının eylül ayından sonra paralellik çok daha güçlenmiştir. Merkez Bankası pratik anlamda bir "
para kurulu" gibi çalışmaya başlamıştır. Yani, yalnızca
döviz karşılığı para çıkaran bir kurum durumundadır.
Bu rolünün uzun bir dönem devam etmesi, döviz kurlarının nerede olmasını istemenize bağlı olarak,
enflasyon hedeflemesinin rafa kaldırılması mecburiyetini doğurur. Dolayısıyla,
döviz kuru kaygısıyla Merkez Bankası’nın para basıp bastığı parayı borçlanması uygulaması çok uzun süre devam edemez. Kısacası,
ya döviz kurunun ya da enflasyon düzeyi konusunda hedefimiz olacaktır. Biri olursa, diğerinden vazgeçmek zorunda kalacağız.
Döviz girişi devam ettiği halde döviz kurlarının artmasını arzulayanların konunun bu tarafını düşünmesinde yarar vardır.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2006
KÜRESELLEŞME hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir oluşum olarak karşımızda duruyor. Küreselleşme süreci üzerindeki aklı başında tartışmalar sürecin durdurulup durdurulamayacağı üzerine değil, süreci yönetmek üzerine yoğunlaşıyor.
Amerikan teknolojisi Çin’deki işçiyle buluşup dünyanın dört bir tarafında tüketilmek üzere mal üretiyor. Çin’de üretilen malı kullanan olarak şikayetlerinizi Hindistan’da telefonun başında oturan birine bildiriyorsunuz. İnternet üzerinden bir Amerikan şirketine ısmarladığınız kitap Almanya’dan postaya veriliyor. Kitabı elinize aldığınızda Tayland’da basıldığını öğreniyorsunuz. Bir Amerikan firmasının ürettiği bilgisayar on farklı ülkede üretilen parçaların bir araya getirilmesiyle oluşuyor.
Japonya’daki bir öğretmenin tasarrufları kendi ülkenizde sizin dahi ismini bilmediğiniz bir şirketin hisse senedinde değerlendiriliyor. Bu durumdan öğretmenin de haberi yok. Haritada Türkiye’nin nerede olduğunu dahi gösteremeyen Kanadalı bir tesisatçı Türkiye Hazine’sinin çıkardığı tahvillere yatırım yapıyor. Amerikan yazar Thomas Friedman’ın deyimiyle, artık dünya yuvarlak değil, düz.
KURUMSALLAŞMA
Dünya düzleştikçe yaşam zorlaşıyor. Eski alışkanlıklar ve deneyimler çoğu kez yeni dünyada destek değil, köstek oluyor. Geçmişte uygulanıp mucizevi sonuçlar doğuran politikalar anlamsızlaşıyor. Politika seçenekleri değişiyor. Eskide ısrarcı olmak küreselleşme ile yaşamayı zorlaştırıyor. Küreselleşme yarar değil, külfet getiriyor.
Düz dünyada kurumlar ve kurumsallaşma giderek daha fazla öne çıkıyor. Yalnızca devletin kurumsallaşması değil, özel sektörün de kurumsallaşması kaçınılmaz oluyor. Kurumsallaşamayan birimlerin ya kendinden bekleneni vermesi olanaksızlaşıyor ya da bu birimler rekabet içinde yok olup gidiyorlar.
Türkiye kurumsallaşma sancıları çekiyor. Hem kamuda hem de özel sektörde kurumsallaşmayı ve kurumsallaşma zorunluluğunu içimize sindirebilmiş değiliz. KOBİ denen küçük ve orta ölçekli özel sektör şirketlerinin çoğu hala bakkal dükkanı işletmesi zihniyetiyle yönetilmeye çalışılıyor. Kamu sektöründe ise küreselleşmenin gerektirdiği kurumları hala siyasetin güdümünden çıkarmakta zorlanıyoruz. Ne toplumun böyle bir talebi var ne de siyasi mekanizmaların böyle bir arzusu.
BAĞIMSIZ KURUMLAR
Giderek daha fazla düzleşen dünyanın ekonomi alanındaki en önemli kurumları Merkez Bankası, Rekabet Kurumu, Bankacılık Düzenleme ve Denetim Kurumu, Sermaye Piyasası Kurumu, Menkul Kıymetler Borsası ve diğer düzenleyici ve denetleyici kurumlardır. Farklı alanlarda faaliyet gösterseler de, bu kurumların en önemli işlevi çalıştıkları alanlarda kurallara dayalı olarak en geniş anlamıyla istikrarı sağlamak ve sürdürmektir.
Bu kurumların hiçbiri devletten para almazlar. Yani, mali açıdan devlete yük değillerdir. Çoğunun geliri çalıştıkları sektörün birimlerinden alınan paralardan oluşur. Bu kurumların yasalarıyla belirlenmiş misyonları vardır. Yasaları yoluyla sağlanmaya çalışılmış işlevsel bağımsızlıkları vardır. İşlevsel bağımsızlıklarını koruyabilmeleri için mali bağımsızlıkları tartışılmaz bir ön koşuldur.
Bizim için yeni kıyafetleriyle bu kurumların çoğu yenidir. Varlıklarını içimize sindirmekte zorlanmaktayız. O nedenle de, mali işlerine karışma ihtiyacı duymaktayız. Paraları varsa, el koymak istemekteyiz. Çalışanlarını "devlet memuru" olarak görme eğilimindeyiz. Siyasetin hakim olduğu alanların sınırlandırılmasına tepki göstermekteyiz.
Bu şartlarda, küreselleşme sürecinde zorlanmamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2006
ÜST düzey kamu görevleri içinde en tahmin edilebilir atama merkez bankalarında olur. Çünkü, merkez bankalarının görev ve sorumlulukları yasayla çok açık bir biçimde belirtilmiştir. İktidarların merkez bankasını ele geçirme gibi bir niyetleri en azından kağıt üzerinde olamaz. Niyet ne olursa olsun, görünüşte, merkez bankasına atamalar dikkatli ve piyasaların beklentilerine paralel yapılır. Kamuoyu önünde kağıt üzerindeki bağlantısızlık uygulamada da geçerliymiş gibi bir hava yaratılır. Aksi bir davranış hükümetler için bindiği dalı kesmektir.
Türkiye’de ise Merkez Bankası Başkanı atamaları hep sorun olmuştur. Olmaya da devam etmektedir. Yasası değişip Merkez Bankası’nın görev ve sorumlulukları çok daha açık bir biçimde ifade edildiği halde, sorun devam etmektedir. O halde, yasa kağıt üzerinde kalmaktadır. Paylaşılamayan bir şeyler var demektir.
ESKİLER
Türkiye’de Merkez Bankası Başkanlarının başını ya krizler yemiştir ya da hükümetler. "Artık yoruldum, köşeme çekileceğim" diyerek bu konumdan ayrılan hiç kimse bilmiyorum. Hükümetlerin güdümünde kalındığında kriz çıkar, hükümet Merkez Bankası’ndan uzak tutulduğunda, Başkan gider.
1970’lerde Merkez Bankası Başkanları kahvehane kavgalarını aratmayacak yöntemlerle değiştirilirdi. O dönemde, hükümetler Merkez Bankası’nı ele geçirmeyi yazılı olmayan hükümet programlarının birinci maddesi yaparlardı. Programlarında uydukları tek madde de bu olurdu. Enflasyon da bu davranışa uygun gelişirdi.
1980’lerin ortasında göreli olarak daha uygar bir biçimde Merkez Bankası Başkanlığı el değiştirdi. Ama, o değişimin de ardında 1986 yılının başında yaşanan mini devalüasyon krizinin etkisi azımsanamaz.
1990’ların ilk yarısında hükümetin zorlamasıyla görevi bırakan Başkan’ın ardından, önce eski Başkan’ın kamuoyu önünde yıpratılması talep edildi, kabul görmedi. Ama, Merkez Bankası’nın eli-kolu bağlandı. 1994 Krizi’nin çıkmasıyla o Başkan da gitti. Yenisi Banka’yı hükümete teslim etti.
1990’ların ikinci yarısında Merkez Bankası’nın yeni Başkanı’nı seçmek de bugünkü kadar komik oldu. Tek fark, komiklikler kamuoyu önünde değil, kapılı kapılar ardında yapılıyordu. Komiklikler sonucunda göreve gelen Başkan 2001 Krizi ile gitti.
YENİLER
Kriz idaresi içinde Merkez Bankası’nın konumu yasayla sağlamlaştırıldı. Yasasına sahip çıkan yeni Başkan kamuoyundan güvenoyu aldı, ama hükümetten alamadı. Onun da başını hükümet yedi denebilir. Şimdi yeni bir Başkan aranıyor. Eski eğilimler devam ederse, yeni Başkan’da yeni bir kriz nedeniyle gidebilecektir.
Asaleten Başkan olacağı söylenen kişi vekaleten işbaşındayken, asaleten bu göreve gelemeyeceğini çok farklı kanallardan öğrendi. Bu kişiyi bir hükümet ancak bu şekilde yıpratabilirdi. Yıpratmada çok başarılı olundu. Bu aşamada, Başkanlığa vekalet edenin asaleten eski görevini yürütebilmesi dahi hem kendi açısından hem de Banka’nın ciddiyeti açısından büyük bir soru işaretidir.
Yeni isimler ortaya atıldı. Piyasada Merkez Bankası Başkanlığı için toto oynanıyor. 1990’ların ikinci yarısında da kapılı kapılar ardında sahneye konan komiklikler sırasında da toto oynanırdı. Toto oynanıyorsa, hükümetin de kimin Merkez Bankası Başkanı olacağı konusunda kesin bir fikri yok demektir.
Fiyat istikrarının tesisi ve devamı için Merkez Bankası ve para politikasının kurumsallaşması şarttır. Bugün sahneye konan komiklikler Merkez Bankası ve para politikasının itibarını yerle bir ettiği gibi, fiyat istikrarı konusundaki iyimser beklentileri yok etmektedir. Merkez Bankası’nı paylaşamayan iktidarların kriz çıkarma eğilimleri fazladır.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2006
DÜNYADA ekonomik yapı değişiyor. Finansman yöntemleri ve araçları değişiyor. Uluslararası finansman sistemi içindeki kuruluşların konumları değişiyor. 1980’li yıllar öncesinde gelişmekte olan ülkelerin dış finansmanı büyük ölçüde devletlerin işiydi. Özel sektörün dış finansman olanakları kısa vadeli dış ticaretin finansmanı ile sınırlıydı. 1980’li yıllarla beraber, dünyada birbirleriyle bağlantılı üç önemli gelişme yaşandı.
Uluslararası sermaye hareketleri giderek serbestleşti. Gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere, neredeyse tüm dünyada finans piyasaları serbestleşti. Özel sektör giderek uluslararası finans piyasalarına açıldı. Gelişmekte olan ülke devletleri diğer devletler ve uluslararası kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası ve ticari bankalar) yerine giderek uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmaya başladılar. Kısıtlı da olsa, özel sektör kuruluşları da bu kervana katıldı. Tüm dünyada özel sektörün dış borçları hızla artmaya başladı.
DENETİM DEĞİŞTİ
Uluslararası finansman yapısındaki değişim göreli olarak hızlı oldu. Uluslararası borçlar devletten devlete ve bankalardan devlete iken bir kriz anında borçların yeniden yapılandırılması göreli olarak kolaydı. Devletten devlete olan borçlar Paris Kulübü’nde ele alınırdı. Borçlu devletler alacaklı bankaları karşısına alır be borçlarını yeniden yapılandırmaya çalışırdı. Türkiye de bu alanda 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında oldukça yoğun çalıştı.
Kriz önleme, makro ekonomik politikalar ve bütçe disiplini gibi konular o dönemde de önemliydi. Ama, bu alandaki gelişmelerin piyasaları yönlendirici etkisi bugünkü kadar belirgin değildi. Bir ülke Paris Kulübü ve/veya IMF ile anlaştıysa, diğer alacaklılar açısından fazla bir sorun olmazdı. Borçlanma olanakları yeniden açılırdı. Borçlular belliydi, alacaklılar da.
1980’li yıllarla beraber devlet borçları sınırlı sayıda alacaklılar yerine sermaye piyasalarına kayınca, uluslararası finansmanın boyutları değişti. Alacaklılar üç-beş tane olmaktan çıkıp milyonlarca olmaya başladı. Uluslararası piyasalarda işlem gören tahvillerin çıkarılmasında aracılık yapan finans kuruluşlarının sorumlulukları tahvillerin satılmasıyla bitti. Borçlular milyonlarca alacaklı ile muhatap hale geldiler.
Paris Kulübü’nün göreli önemi azaldı. Çünkü, devletten devlete borçlar azaldı. IMF gibi kuruluşlar yine önemli olmaya devam ettiler. Ama, önemleri ülkelerin cari işlemler açığını finanse etmeye yönelik değil, sermaye çıkışlarını kolaylaştırma yönünde oldu. 1997’de Güneydoğu Asya’dan ve 1998’de Rusya’dan çıkan sermayenin önemli bir bölümü IMF fonlarıyla karşılandı denebilir.
Ülkelerden sermaye çıkışı yaşanmadığı dönemlerde ise IMF’nin önemi doğal olarak azaldı, hatta taze bir finansman kaynağı olarak yok oldu. Artık, ülkeler açıklarını uluslararası sermaye hareketleri yoluyla finanse ediyorlar. Daha açık bir ifadeyle, kriz olmadığı sürece IMF’ye muhtaç da değiller, IMF’nin yönlendirmesine de ihtiyaç duymuyorlar. Dolayısıyla, IMF’nin politika tavsiyelerine de uymak gibi bir zorunlulukları kalmadı. Ülkeler, artık kendilerini finans kuruluşlarının ekonomik araştırma bölümlerine ve tahvil-bono alış-verişi yapan bankacılara beğendirmek durumundalar. Yani, uluslararası denetim otoritesi zımni olarak değişti.
ŞIMARIKLIK
Bu gerçeği Türkiye’de de çok açık bir biçimde görüyoruz. Bu aşamada, IMF’nin standby düzenlemesinde programlanan paraları bize verip vermemesi nakit dengesi açısından hiç önemli olmamaktadır. Türkiye IMF’den gelmeyen paraları çok rahat bir biçimde uluslararası sermaye piyasalarından alabilir. Bu nedenle de, sosyal güvenlik reformu gibi projeler sulandırılabilir ve savsaklanabilir. 2001-2003 döneminde ise böyle bir lüksümüz yoktu. Finans piyasaları rahatsız olmadığı sürece, ülkeler kendilerini daha rahat hissetmeye başladılar.
Uluslararası sermaye hareketlerinin olumlu olması büyük ölçüde gelişmekte olan ülkeleri bir rehavete itiyor. Bir anlamda, "sermaye hareketlerinden kaynaklanan şımarıklık" yaşanıyor. Geçen yıl sonunda Brezilya ve Arjantin’in IMF’ye olan borçlarını erken ödeme kararlarının arkasında da bu rehavet ve şımarıklık var.
Rehavet başka riskler doğuruyor. Bir başka yazıda bu konuya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2006
GEÇEN haftaki bir yazımda Türkiye’deki gelir dağılımı verilerinin kısa bir özetini vermiştim. Kısaca, kentlerdeki hane halkı harcanabilir kişisel gelirlerle kırsal bölgelerde yaşayanların gelirleri arasındaki farkın son yıllarda açılmakta olduğunu vurgulamıştım. Kaldığım yerden devam ediyorum.
Gelir dağılımı çalışmaları harcanabilir kişisel gelir verileri kullanılarak yapılır. Hane halkları en üst gelirden en alt gelire doğru sıralanır. En üst gelirli hane halklarının yüzde 20’sinin toplam harcanabilir kişisel gelirlerden aldığı pay hesaplanır. İkinci en yüksek gelirli yüzde 20 için aynı veriler toplanır. Sonunda, en düşük gelirli yüzde 20’lik hane halklarına kadar inilir.
DEVLETİN ROLÜ
Kişisel kullanılabilir gelir hane halklarının diledikleri gibi harcayabilecekleri ya da tasarruf edebilecekleri gelirdir. Bu gelirler her türlü vergiler ödendikten ve devletten alınan transfer ödemeleri (emekli maaşı gibi) eklendikten sonra elde aklan gelirlerdir. Makro ekonomik anlamda bir başka gelir tanımı
yurt içindeki üretimden elde edilen katma değerlerin toplamıdır. Bu tanıma
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) denir. GSYİH’dan doğrudan (gelir ve kurumlar vergisi gibi) ve dolaylı (katma değer ve özel tüketim vergileri gibi) vergilerle amortismanların çıkarılması ve devletin verdiği sübvansiyonların ve diğer gelir transferlerin eklenmesiyle kişisel harcanabilir gelire ulaşılır.
Türkiye’de bu iki gelir tanımı arasındaki fark çok büyüktür. Örneğin, 2002-2004 döneminde,
harcanabilir kişisel gelirler GSYİH’nın ortalama yüzde 51’i olmuştur. Diğer ülkelerde bu fark bu denli büyük değildir. Örneğin, Amerika’da harcanabilir kişisel gelirlerle GSYİH arasındaki oran aynı dönemde yüzde 74 civarında gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında,
Türkiye’deki vergi sisteminin gelir dağılımı üzerindeki etkisinin önemi daha da önemli olmaktadır. Toplam amortismanların bu denli büyük olması söz konusu olmadığına göre, ülkede elde edilen gelirlerin önemli bir bölümü hane halklarında kalmamakta, devlet el koymaktadır.
DÜZELME
Tablo’da harcanabilir kişisel gelirlerin gelir gruplarına göre hane halkı bazında yıllık reel artışları verilmektedir.
1994-2002 yılları arasındaki dönemde harcanabilir kişisel gelirler yıllık bazda reel olarak azalmıştır. Azalış tüm gelir gruplarında yaşanmıştır. Halbuki, aynı dönemde milli gelir reel anlamda yılda ortalama yüzde 3 büyürken, kişi başına gelir dolar bazında 2184 dolardan 2584 dolara yükselmiş görünmektedir.
Refahın ölçülmesi açısından harcanabilir kişisel gelir düzeyi daha önemli olmaktadır.
2003 yılında,bir önceki yıla göre, en düşük gelirli hane halklarının yüzde 60’ının reel kullanılabilir kişisel geliri Artarken, en
zengin hane halklarının reel gelirleri düşmüştür. 2004 yılında ise, tüm gelir gruplarındaki hane halklarının reel kullanılabilir kişisel gelirleri artmıştır. En zengin yüzde 20’deki artış en düşüktür.
Bu gelişmeler gelir dağılımında az da olsa bir düzelmeye olanak tanımaktadır.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2006
TOPLUM olarak ekonomik istikrarın tesisi yönünde adımlar atılması için herhangi bir talebimiz olmadı. Olsaydı, ekonomik istikrar için gerekli adımları atmak için otuz yıl beklemezdik. Talep dışarıdan geldi. Ekonomi 2001 yılında duvara tosladı. IMF gelip Türkiye ekonomisine 30 milyar dolar koydu. Karşılığında, ekonomik istikrarın tesisini talep etti. Biz de çaresizlikten kabul ettik. Gelinen noktada, ekonomik istikrar projesinin toplum tarafından sahiplenilmesi gerekmektedir.
SINIFI GEÇER MİYİZ?
Fiyat istikrarını hedefleyen para politikasının en büyük destekçisi toplumun kendisi olmak zorundadır. Toplumun bütünü tarafından desteklenmeyen para politikasının başarılı olabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nı toplumun tüm kesimleri desteklediği taktirde fiyat istikrarı hedefine ulaşılabilir.
Siyasetçiler genellikle toplum tarafından desteklendiği için Merkez Bankası’nın fiyat istikrarına yönelik politikasını desteklemek durumunda kalırlar. Yani, siyasetçilerin para politikasına verdikleri destek bir anlamda zorlamadır. Toplumun baskısı siyasetçilere çekidüzen verir.
Bu açıdan bakıldığında, Merkez Bankası Başkanı’nın atanması sürecinde gözlediklerimiz Türkiye’nin gidecek daha çok yolu olduğunu göstermiştir. Geçen hafta başında görevdeki Merkez Bankası Başkanı’nın görev süresinin biteceği beş yıl önce bilindiği halde, hükümetin son dakikaya kadar bir tercih ortaya koymamış olması toplum tarafından çok olağan karşılandı. Bu noktada sınıfta kaldık. Eleştirilerin çoğu geriye dönük yapıldı.
Yeni başkanın vekaleten değil de, asaleten atanması konusunda epey gürültü koparıldı. Gürültü genellikle finans piyasalarından geldi. Asaleten atanmanın önemi vurgulandı. Gürültü koparılmasının en önemli nedeni piyasaların aldıkları spekülatif pozisyonlardan kazara zarara uğrama riskini asgariye düşürmeye yönelikti. Bu da doğaldı. Toplum olarak, istikrarsızlık çıkarlarımızı bozduğu sürece istikrara destek vereceğiz. Bu alanda galiba geçer not aldık. Hükümet koparılan gürültüye tepki verdi.
NEYİ ALKIŞLIYORUZ?
Merkez Bankası Başkanı’nın değişmesiyle, vekaleten Başkan atanan kişi dışında, bütün Başkan Yardımcıları görevlerinden ayrılmak istediler. Neden? Bu kişiler profesyonel hayatlarının en verimli çağında neden emekli olmak isterler? Amaçlanan doğrultuda çalışabildiği sürece, Merkez Bankası, kişilerin zor bırakacağı Türkiye’deki sayılı kurumlardan biridir. Yoksa, yeni Merkez Bankası Başkanı ataması bir "istila zihniyeti" yaklaşımı ile mi yapılıyor? Bu konularda toplum olarak sessiz kalıyoruz. Banka’nın Yönetim Komitesi ve Para Politikası Kurulu neredeyse toptan değişiyor. Durum olağanmış gibi izliyoruz. Bu alanda da sınıfta kalıyoruz. Eleştiriler çok sınırlı kalıyor.
İşbaşındaki hükümetin bir üyesi çıkıp yeni Merkez Bankası Başkanı profili çiziyor. Yasası yoluyla fiyat istikrarını tesis edip sürdürmeyi amaç edinmesi gereken kurumun tepe yöneticisinin "ihracata dayalı kalkınma" modelini benimsemiş biri olması isteniyor. Aynı Bakan yeni Merkez Bankası Başkanı’na kur hedefi de veriyor. Dolar kurunun 1.6 YTL olmasını talep ediyor. Dış ticaret Müsteşarlığı’nda İhracat Genel Müdürü mü, yoksa Merkez Bankası’na konusuna hakim kamuoyu önünde inandırıcı olabilecek bir Başkan mı arıyoruz? Toplum susuyor.
Euro’ya geçmeden önce böyle bir beyanatı Almanya’da bir Bakan yapmış olsaydı, hem hükümet tarafından hem de toplumun büyük bir bölümü tarafından istifaya zorlanırdı. Almanya’da bir siyasetçi tarafından Alman Merkez Bankası’na (Bundesbank) ne yapacağını öğretmeye çalışmak siyasi intihardır. Çünkü, böyle bir tavır toplumun ideallerini küçümsemektir, hiçe saymaktır. Biz de, Başbakan’ın kendisi de dahil olmak üzere, kimsenin sesi çıkmıyor. Başkalarının hislerine tercüman olunuyormuş gibi bir hava gözleniyor. Utanılacak bir duruma alkış tutuyoruz.
Belli ki, daha gidecek çok yolumuz var. Ekonomik istikrarsızlığı toplumun çıkarına ters düşen bir olgu haline getiremediğimiz sürece Merkez Bankası’nın arkasına toplumun desteğini almak çok zor görünüyor. Toplum desteklemeyince, siyasetçiler ilgilenmiyor, hatta konuyu çarpıtıyorlar. Sonuçta, ekonomik istikrar projesi dışarıdan dayatılmış bir proje olarak ortada kalıyor. Hal böyle olunca, ekonomik istikrarı tesis etmek ve sürdürmek, olasılığı düşük bir olgu olarak önümüzde duruyor.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2006
ÖZEL okullarda eğitimin yaygınlaşmasına yönelik bir dizi teşvik önlemlerinin uygulamaya konması tasarlanıyor. Anlaşıldığı kadarıyla, tasarı Meclis’e sevk edilmek üzere. Her zaman olduğu gibi, teşvik denince akıllara "para dağıtmak" geliyor. Halbuki, en kötü teşvik para dağıtmaktır. Sistemi daha da yozlaştırır. Devlet bir sistem kurmaktadır. Kurulan sistemin engelleyici unsurları vardır. Engelleyici unsurlar ortadan kaldırılacağına, parasal teşviklerle engellemelerin olumsuz tarafları giderilmeye çalışılmaktadır. İki yanlıştan bir doğru çıkacağı umulmaktadır.
MÜDAHALECİ YAKLAŞIM
Hazırlanan tasarıya göre:
Devlet, özel okullarda okuyan öğrencilerin velilerinin okul ücretlerine yönelik aldığı kredinin faizinin yarısını ödemeyi planlamaktadır. Bu konudaki yorumlarımı daha önce yazmıştım. Doğru bir sistem kurulursa, yararlı bir uygulama olacaktır.
Devlet, özel okullara okuttukları öğrenci başına, toplam okul ücretinin yarısını geçmemek üzere, 1000 YTL para verecektir. Böyle teşvik olmaz. Öğrencinin mali yardıma ihtiyacı varsa, bunu en iyi okulun kendisi bilir. Gerekirse, okul elini cebine atar.
Özel okulların kullandığı su ve elektrik devlet okullarına uygulanan fiyattan (piyasa fiyatının altında) verilecektir. Böyle de teşvik olmaz.
Devlet, özel okullardan servis alabilecektir. Devletin özel okullara öğrenci yerleştirmesi özel okulların iç işlerine karışma girişiminin bir parçası olabilir.
Devlet, devlet okullarda çalışan öğretmenlerin özel okullarda da çalışmasına izin verebilecektir. Bu, devletin bileceği bir iştir. Ama, devlet okullarını yıpratabilir.
Bütün bunlar özel okullar yoluyla eğitimin teşvik edilmesine yönelik kulağa çok hoş gelen önlemlerdir. Özel okul sahipleri tasarı uygulamaya konduğunda, özellikle parasal teşvikler nedeniyle, herhalde zil takıp oynayacaklardır. Ama, bu önlemlerin çoğu yanlıştır. Bu yolla, devlet bir süre sonra özel okulları sahiplenme aşamasına gelebilecektir.
Özel okulların mali yapısının bu denli içine giren devlet yarın özel okulların talep edeceği okul ücretlerinin düzeyine de karışmak durumunda kalacaktır. Devlet böyle yapmakta haklı da olacaktır. Çünkü, suyu ve elektriği ucuza veren devlet okul ücretleri konusunda da bir şeyler söylemek zorunda kalacaktır. Devlet zaten bu konuda epey yol almıştır.
Devlet, hiçbir hukuki temeli olmaksızın bugün dahi okul ücretlerine yıllık bazda yapılan ayarlamalara karışmaktadır. Özel okul ücretleri Milli Eğitim Bakanlığı’nın baskısıyla enflasyona endekslenmiştir. Bu teşvik önlemleriyle, devlet okul ücretlerine daha da fazla karışma yetkisi almaktadır.
VERİMSİZLİK TOHUMLARI
Eğitim bütün dünyada giderek pahalılaşan bir yatırım koludur. Okul ücretleri üzerine devlet tarafından konan baskı eğitimin giderek kalitesinin düşmesine neden olacaktır. Verilen teşviklerin artan eğitim maliyetini karşılaması mümkün değildir. Sonuçta, kaliteye önem veren özel okullardaki eğitimin kalitesi giderek düşecek, okullarımızı asgari müştereklerde buluşturmuş olacağız.
Verilen her parasal teşvik yalanı, yalan beyanı, yolsuzluğu, kötü kullanımı ve verimsizliği beraberinde getirir. Bu çeşit parasal teşviklerle özel okullar olmamaları gereken yere, verimsizliğe itilmektedir.
Yazının Devamını Oku