17 Mart 2006
EKONOMİ politikalarının temel amacı ülkenin ekonomik refahını artırmaktır. Milli gelirin düzeyi ekonomik refah düzeyinin önemli göstergelerinden biridir. Ama, tek ölçüt değildir. Ülkede sağlanan milli gelirin dağılımı da genel refah düzeyini belirleyen önemli unsurlardan biridir. 2002 yılından bu yana yeni adıyla Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) düzenli olarak Türkiye’de gelir dağılımı istatistikleri yayınlamaya başlamıştır. Düzenli istatistikler yayınlanmazdan önceki çalışma 1994 yılı için yapılmıştı.
KENT-KIR FARKI
TÜİK verilerine göre, bir ölçüte göre, Türkiye’de gelir dağılımı 1994 yılından bu yana istikrarlı bir biçimde düzelme eğilimindedir. Farklı gelir düzeyindeki hane halklarının toplam gelirden aldıklara payı esas alan ve Gini katsayısı denen bir ölçüte göre, Gini katsayısı 1994 yılında 0.49 iken, 2002 yılında 0.44 olmuş, 2004 yılında da 0.4’a gelmiştir. Yani, Türkiye’de gelir dağılımında bir düzelme söz konusudur.
Bu ölçüte göre, sıfır katsayısı mutlak gelir adaletini (gelir düzeyine göre her yüzde 20’lik hane halkı grubu toplam gelirden eşit pay almaktadır), bir kat sayısı ise mutlak gelir adaletsizliğini (en yüksek gelirli yüzde 20’lik hane halkı gelirin tümünü almaktadır) göstermektedir.
Gelir dağılımına ve gelir düzeyine kentlerde ve kırda yaşayan hane halkları bazında bakmak ilginç olmaktadır. Çünkü, Türkiye gibi ülkelerde kır/kent ayırımı önemli farklar gösterebilmektedir.
Gelir düzeyi olarak bakıldığında, kentte yaşayan hane halkları kırda yaşayan hane halklarına göre tüm gelir düzeylerinde ciddi boyutlarda daha fazla gelir elde etmektedirler. Örneğin, en düşük gelirli toplamın yüzde 20’si hane halkları sınıflamasında, 2004 yılında kenttekiler kırda yaşayanlara göre yüzde 54 daha fazla kullanılabilir kişisel gelir elde etmektedirler. Bu oran 1994 yılında yüzde 48 iken 2002 yılında yüzde 44’e, 2003 yılında yüzde 35’e gerilemiş, ama 2004 yılında yeniden artmıştır.
En yüksek gelirli toplamın yüzde 20’si hane halklarında ve genelde diğer gelir gruplarında da benzer bir eğilim gözlenmektedir. En yüksek gelir grubunda kentlerde yaşayan hane halkları kırda yaşayanlara göre, 1994 yılında yüzde 107 kadar daha fazla kullanılabilir kişisel gelir elde ederken, bu oran 2002’de yüzde 44’e düşmüş, 2003 yılında yüzde 48’e ve 2004 yılında yüzde 59’a tırmanmıştır.
GELİR DÜZEYİ
Gelir düzeyi açısından bakıldığında, 2003 ve 2004 yıllarında kentlerde yaşayan hane halkları kullanılabilir kişisel gelirlerinin kırda yaşayan hane halklarına göre daha hızlı arttığı görülmektedir. Her yüzde 20’lik farklı gelir düzeylerinde bu olgu geçerlidir. Örneğin, 2003 ve 2004 yıllarında, en fakir yüzde 20 hane halkının kullanılabilir kişisel gelirleri kentlerde yüzde 36 ve yüzde 27 düzeyinde artarken, en fakir kırda yaşayan yüzde 20 hane halkının gelirleri aynı dönemde yüzde 15 ve yüzde 8 artmış görünmektedir.
Bu eğilimlerin hane halklarının kent/kır tercihlerini yakından ilgilendirmesi doğaldır.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2006
PARA denilen değişim, tasarruf ve kıymet ifade etme aracı aslında kendi başına değeri olmayan bir olgudur. Parayı para yapan çok önemli yan unsurlar vardır. Eskiden, "altın standardı" döneminde paranın arkasında "altın" vardı. Yani, parayı devlete geri götürdüğünüzde, devletin, para karşılığında size altın vereceği konusunda zımni bir garantisi söz konusuydu. Şimdi ise, paraya olan güven parayı çıkartan kuruluşun ve bu kuruluşa para çıkarma yetkisi veren devletin itibarıyla ilgilidir.
DEVLET KULLANMAZSA
Paranın para olarak kullanılmasının arkasındaki en önemli neden devletin ve hukuk sisteminin söz konusu parayı tanımasından ve tanımlamasından kaynaklanır. Yani, üzerine 100 YTL yazılmış bir kağıt parçası vererek 100 YTL tutarındaki borcunuz ödenmiş sayılmaz. Hukuk böyle bir ödemeyi kabul etmez. Ancak yetkili kuruluşun çıkardığı üzerinde yetkili imzaların bulunduğu kağıt parçası verdiğinizde borcunuz hukuken ödenmiş sayılır.
Devlet, yasalar yoluyla uygulamaya koyduğu vergileri kendinin yetkilendirdiği kurumun çıkardığı "para" ile ödenmesi durumunda ödenmiş sayar. Vergiler Amerika’da Euro ile ödenemez. Almanya Amerikan doları ile vergi ödemelerini kabul etmez.
Parayı para yapan devletin kendi işlemlerinde o parayı kullanması ve başka hiçbir parayı kullanmayı kabul etmemesidir. Devletin kullanmadığı parayı hiç kimse kullanmaz.
Vergi olgusunun arkasında muhasebe ilkeleri yatar. Kendi yetkilendirdiği kuruluşun bastığı para cinsinden devlet şirket muhasebelerinin tutulmasını zorunlu kılar. Bu şekilde, paranın kıymet ifade etme işlevi devreye girer. Fiyatlar o para cinsinden oluşur. Mal ve hizmet değişimde o para kullanılır.
Enflasyon dönemlerinde en önemli sorun paraya çıkaran kuruluşa ve bu kuruluşa yetki veren devlete olan güvensizliktir. Güvensizliğin artması paranın kendinden beklenen işlevlerini azaltır ve giderek yok eder. Bu süreçle mücadelede devlet yangına körükle gider. İşlerin kolaylaşması için devlet kendi parasının dışında para kabul etmeye başlar. Yani, parayı para yapan olgu ortadan kalkmaya başlar.
Örneğin, Özelleştirme İdaresi satışa çıkardığı kıymetlerin fiyatlarını genellikle bir döviz cinsi üzerinden ifade etmektedir. Yani, devlet açıkça "ben YTL kullanmıyorum, dolar kullanıyorum" demektedir. Vadeli satışlar da döviz üzerinden yapılmaktadır. Doğal olarak, faizler de döviz üzerinden tespit edilmektedir. Tahsilat döviz üzerinden yapılmaktadır. Devlet bu yolla kendi parasını kullanmaktan kaçındığını açıkça ifade etmektedir.
TELEKOM MUHASEBESİ
Son olarak Türk Telekom’un sahibi olan şirketin döviz üzerinden muhasebesini tutmasına izin verildiğini öğrendik. Maliye Bakanlığı yetkilileri de bu uygulamayı gazetelerde bir güzel savunuyorlar. Halbuki, konunun savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Uygulamanın yasada yerinin olması hiçbir şey ifade etmez. Yasa yanlıştır. Türk parasına hakaretin en büyüğü yapılmaktadır.
Bu çeşit uygulamalarla paranın itibarı zedelenmektedir. Fiyat istikrarı denen olgunun havada oluşan bir denge olduğu sanılmaktadır.
Fiyat istikrarı yalnızca para politikasının bir sonucu değildir. Fiyat istikrarı, para politikasının yanında "para" denen olguya devlet de dahil, toplumun tüm kesimlerince sahip çıkılıp korunmasıyla olur.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2006
GELİŞMEKTE olan piyasalar uzun ince bir ipin üzerinde yürümektedirler. Bizim gibi kalıcı ekonomik istikrarı yakalamaya çalışan ve "kriz hatıraları" göreli olarak yeni olan ülkelerin üzerinde yürüdükleri ip daha da incedir. İpin sallanması için bazen dışarıdan sert rüzgarlar esebilmektedir. İpin üzerinde kendine güveni geldikçe ülkeler yapmaması gereken hareketler yapabilmektedirler. Herşeyden daha önemlisi, bir süre sonra ülkeler üzerinde yürüdükleri ipin ince olduğunu unutabilmektedirler. Yani, üzerinden düşmek için gerekli asgari şartlar oluşabilmektedir.
ZAMANI GEÇTİ
Ekonomide gelinen aşamada kur ve para politikasına alternatif aramak yanlıştır. Böyle bir eğilim ipin ince olduğunu unuttuğumuz anlamına gelir. Kur ve para politikalarını tartışmak 2001 yılının konusuydu. O dönemde, kur ve para politikasının seçimi tartışılacağına, "bulunmaz hint kumaşı" bulmuş gibi bize dışarıdan dayatılan kur ve para politikasını sevinerek kabul ettik. Bunun ne demek olduğunu anlamadık. Ama, bu politikalara methiyeler düzdük.
Dönemin IMF 1. Başkan Yardımcısı Stanley Fisher yapılan eleştirilere "haklı olabilirsiniz, ama farklı politikalar için IMF’nin en büyük ortağını ikna etmeniz gerekir" demişti. Yani, gidin "Amerika ile konuşun" demek istemişti.
Beş yıl önce tartışılmayan konuların bugün gündeme gelmesi yanlıştır. Çünkü, bugünkü ekonomik dengeler beş yıl öncesine göre çok farklıdır. Bu aşamada politika değişikliğine gitmek dengeleri bozmak olacaktır. Beş yıl önce yapılan seçimle bugünleri kabul etmekten başka bir seçenek bırakılmamıştır. Aksi taktirde, bugünleri de çok ararız.
Ne denli olayların farkında olduğu konusunda inandırıcı bir tavır takınmakta zorlansa da, hükümet de bir ölçüde alternatif tartışmaktan rahatsız bir görüntü vermeye başlamıştır. Başbakan ekonomi ilgili yaptığı her konuşmada uygulanan politikalardan sapılmayacağı mesajları vermeye başlamıştır. Ama, hükümetin üzerindeki baskılar giderek artmaktadır.
Baskılara karşı en ufak bir yalpalama artık farklı bir biçimde algılanmaya başlamıştır. Kaldıki, bir alanda gösterilen yalpalama farklı alanlardan gelen baskıların yoğunlaşmasına neden olmakta, hükümetin daha fazla yalpalamasına neden olabilmektedir.
USLU ÇOCUK ROLÜ
Bu aşamada, hükümetin uygulamada olan politikalar ve ekonomik istikrar yönündeki kararlılığını yeniden gösterecek adımlar atması gerekmektedir. Örneğin, sosyal güvenlik reformu denilen kanun taslağında sulandırmalar söz konusudur. Sulandırmaları durdurup kanunun bir an önce Meclis’ten geçirilmesi çok olumlu adımlardan biri olacaktır.
Merkez Bankası Başkanı kim olursa olsun, Başkan’ın ve Banka’nın bağımsızlığına süphe düşürücü beyan ve uygulamalardan kaçınılmalıdır. Aksine, para ve kur politikaları uygulamalarının siyasetten bağımsız olduğu izlenimi güçlendirilmelidir. Siyasetçiler kur ve faiz konusunda konuşmamaya dikkat etmelidirler. Bugüne kadar yapılan tartışmalarla para ve kur politikaları küçümsenmeyecek yaralar almıştır.
Uluslararası riskler küçümsenmeyecek boyutlara tırmanmaktadır. Yani, ince bir ipin üzerinde yürürken dışarıdan rüzgarlar daha sert esmektedir. Bu şartlar altında, ip üzerinde cambazlık yapmaya hiç gerek yoktur. Cambazlık yapmaya kalkarsak, hem riskleri büyütüp ipin üzerinde durmamız çok zorlaşacaktır hem de ipin üzerindeki başkalarını da tehlikeye atıp ipin daha fazla incelmesine ve sallanmasına neden olacağız.
Kısacası, bugün, her zamankinden fazla uslu çocuk rolünü oynamak zorundayız.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2006
FİYAT istikrarını yaşam tarzlarının bir parçası yapmış ülkelerde Merkez Bankası Başkanı’nın değişmesi her zaman bir risktir. Risk, başarılı bir Başkan’dan sonra yapılacak atamada çok daha fazladır. Çünkü, başarısı bilinenden vazgeçilip bir bilinmeyen söz konusu olmaktadır. Dikkat edilirse, fiyat istikrarının egemen olduğu ülkelerde Merkez Bankası Başkanları çok sık değişmezler, uzun süre görevde kalırlar. Hükümetler değişir, Başkanlar kalır. Çünkü, Başkan’ı değiştirmek hükümetler için "çalışan bir aleti tamir etmek" gibidir. Bir vesile ile Başbakan’ın da söylediği gibi, çalışan alet tamir edilemeye gelmez.
Amerika’da Alan Greenspan 18 yıla yakın görevde kalmıştır. Cumhuriyetçiler atamışlardır. Demokratlar görevde kalması için ricacı olmuşlardır. Danimarka 26 yılı aşkın görevde kalmış Merkez Bankası Başkanlarını tanır. Almanya’da Merkez Bankası Başkanları hep kendi isteği üzerine görevden ayrılmışlardır. Çünkü, aksi bir tavır hükümetin başka emelleri olduğu gibi bir izlenim verir.
Bu örneklere burun kıvırıp Türkiye’nin şartları başkaymış gibi bir düşünce hiç gerçekçi değildir. Şartlar ülkeden ülkeye değişmez. Fiyat istikrarını bir hayat tarzı olarak kabul etmenin farklı ülkelerde farklı şartları yoktur. O nedenle Merkez Bankası’nın idarecilerini atamak siyasi bir atama değil, teknik bir konudur. Çalışan alet tamir edilmez.
RİSKLER
Bir hükümete en büyük destek fiyat istikrarının sürdürülmesidir. Dolayısıyla, para politikasının inandırıcı ve güven verici bir biçimde yönetilmesi ve yönlendirilmesi hükümetler için çok önemlidir. Bu şekilde, bir hükümet hiçbir şey yapamıyorsa, seçmenlerine "paranızın değerini korudum" diyebilmektedirler. Yani, bir fırsat söz konusudur.
Merkez Bankası’nı tarihinin en düşük itibar düzeyinden alıp lafı dinlenen, söylediği lafın arkasında duran ve enflasyonu yüzde 80’lerden tek haneli rakamlara indirmeyi başarmış bir Merkez Bankası Başkanı ile hükümetin yollarını ayırması bu açıdan ve birçok açıdan fazla anlaşılabilecek bir hareket tarzı değildir.
Türkiye’de hükümet kendi arzusuyla fiyat istikrarını yaşam tarzı olarak kabul etmiş ülkelerde pek örneği görülmemiş bir risk almaktadır. Merkez Bankası Başkanlığı makamına çok değerli, konusunu bilen, hiç kimse tarafından eleştirilemeyecek bir kişi getirilebilir. Yine de, risk, risktir. Bir test dönemi geçirilecektir. Birçok açıdan zaman kaybı olabilecektir.
Risk bununla da bitmemektedir. Hükümet en az iki Başkan Yardımcısı ve yaz aylarına doğru Para Politikası Kurulu (PPK) üyeliğine bir atama yapmak durumdadır. Bunlar da risktir. Sonuçta, Başkan’ın itibarı yanında, en az üç üyesi değişmiş PPK’nın da itibarı kamuoyu önünde önemli olacaktır. Gereksiz yere bilinmeyen yaratılmaktadır.
VEKALET
Bunca risk varken, Merkez Bankası Başkanlığı’nın bilinmeyen bir süre için vekaleten yönetilmesine karar verilmesi büyük bir talihsizliktir. "Vekalet" sorumluluğu olup yetkisi olmayan bir konumdur. Zor ve tartışmalı kararların alınmasına engeldir. Kurumu paralize eden bir olgudur. Atayanlarda borçluluk hissini güçlendiren bir uygulamadır. Merkez Bankası’nın konumu itibariyle böyle bir lüksü yoktur. Kaldı ki, böyle bir uygulama ilk önce vekil konumundaki kişiyi yıpratır.
Bütün bu noktalar hükümetin fiyat istikrarı konusundaki kararlılığını sorgulatan noktalardır. Ekonomik istikrar konusundaki kararlılık verilen beyanatlarla değil, uygulamalarla belli olur. Genelde yurt içindeki ekonomik birimlerce, yurt dışındaki yatırımcılar ve kurumlarca hükümet önümüzdeki dönemde ekonomik istikrar konusundaki kararlılığı açısından çok ciddi bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2006
TOPLUM olarak döviz kurlarının artmasını istiyorduk. İstediğimiz az daha oluyordu. Dolar kuru 1.40 YTL’ye doğru ilerledi. Dolar bazında dört günde neredeyse yüzde 8 devalüasyon oldu. Merkez Bankası’nın döviz alım ihalelerinden birinde dolarını Merkez Bankası’na 1.39 YTL’den satmak isteyen bankalar dahi çıktı. Yalnızca döviz kurları artıp diğer her şeyin aynı kalacağını sananlar elbette yanılıyorlar. Hazine bonolarının ikinci piyasada faizleri arttı. Yani, beğenmediğimiz ve yüksek bulduğumuz faizler daha da yükseldiler.
Hazine’nin yurt dışında ihraç ettiği dış borçlanma senetlerinin fiyatları düştü, faizleri arttı. Dolayısıyla, Amerikan tahvilleri ile bizim tahvillerimiz arasındaki faiz farkı açıldı.
RİSK ARTIŞI
Mali piyasalardaki dalgalanmaların en büyük nedenlerinden biri bizim dışımızda gelişen olaylardır. Amerika’da uzun vadeli faizler artınca, yabancı yatırımcılar gelişmekte olan piyasalarda elde ettikleri kazançların bir kısmını nakde dönme eğilimi içine girdiler. Nedenlerin bizim dışımızda olması sonuçların bizi etkilemeyeceği anlamına gelmemektedir.
Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelere olan risklerini azaltma kararı alması tüm gelişmekte olan ülkeler yelpazesinde yeknesak bir biçimde uygulamaya konmamaktadır. Yabancı yatırımcılar aynı yoğunlukta Asya/Pasifik bölgesinden çıkmaya çalışmamaktadır. Bölgeler itibariyle, yabancı yatırımcılar açısından en riskli bölgeler Latin Amerika ve Avrupa bölgeleridir. Bu bölgeler içinde de Türkiye ve Brezilya öne çıkmaktadır. Son haftadaki çalkantının büyük bölümü de bu iki ülkede gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin öne çıkmasının arkasında bazı kaygılar vardır.
Her şeyden önce, siyasi risklerin arttığı izlenimi yayılmaktadır. Seçim ekonomisi söylevleri yaygınlaşmaktadır.
Avrupa Birliği perspektifi 3 Ekim’den sonra dikkat çekici bir biçimde ivme kaybetmiştir.
Uygulanan ekonomi politikaları konusunda hükümetin kararlılığının azaldığı yönünde şüpheler oluşmaya başlamıştır.
Cari işlemler açığının nerelere gideceği tanrının taktirine bırakılmıştır. Döviz kurların artması yoluyla düzelecek cari işlemler dengesi aynı zamanda ekonomiyi çok zor durumlarda bırakabileceği gerçeği daha anlaşılamamıştır.
Para politikasının enflasyona odaklı olması ve Merkez Bankası Başkanı konusu hafife alınmaktadır. En azından, böyle bir izlenim verilmektedir.
Yapısal reformlar yerine, Meclis gündemi "ekonomik af yasaları" ile meşgul tutulmaktadır. IMF’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki etki gücünün zayıfladığı izlenimi güçlenmektedir.
Bugünkü ekonomik dengelere tepkili kesimlere karşı hükümetin direnç göstermesi giderek azalmaya başlamıştır.
RİSK AZALTMASI
Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan piyasalara bakışındaki değişmeyle birlikte, bütün bunlar Türkiye riski almış yabancı yatırımcıların geçmişte elde ettikleri getirileri nakde dönüp beklemeyi daha uygun bulmalarına neden olmaktadır. Geçen hafta finans piyasalarında gözlenen gelişmeler daha büyük bir sarsıntının habercisi olarak alınmamalıdır. Ama, "bize bir şey olmaz" anlayışıyla hareket edilirse, yabancı yatırımcıların "bekleme" aşamasından çıkıp "geri dönme" aşamasına geçmesi çok zaman almayacaktır.
Türkiye zaman geçirmeden "riskleri azaltıcı" hareket tarzını benimsemek durumundadır. Döviz kurları tırmanma eğilimi göstermiş olsalar da, eğilimler toplum olarak özlemini çektiğimiz cinsten değildir. Dolayısıyla, zaman, zil takıp oynama zamanı değildir.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2006
İLK ve orta dereceli eğitimde özel okulların sayısı giderek artmaktadır. Bu okullar ucuz değildir. Ucuz olmadıkları için, özel okulların parası olanların çocuklarının gidebildiği ayrıcalıklı okullar olması olasılığı çok fazladır. Bu okullarda öğrenci kitlesinin yeknesaklık arz etmesi tehlikesi vardır. Bu gelişme ancak özel okulların öğrencilerine mali yardım vermesinin teşviki ile bir ölçüde engellenebilir. Teşvik, devletin özel okulların cebine para koyması olarak alınmamalıdır. Aksine, özel okul idareleri mali yardım programlarında serbest bırakılmalıdır. Kendi bütçeleri içinde mali yardım verebilmelidirler.
BAKANLIĞIN ROLÜ
Yürürlükteki mevzuata göre, özel okullar Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayladığı öğrenci kapasitesinin yüzde 2’si kadar öğrenciye mali yardım vermek zorundadır. Bu miktar çok azdır. Özet olarak, 100 öğrenciden 98’i zengin çocuğu, yalnızca 2’si okul parasını veremeyeceklerin çocuğu olmalıdır denmektedir.
Bu yaklaşımla özel okulların yeknesak olma eğilimi engellenemez. Kaldı ki, Maliye Bakanlığı tarafından özel okullara "potansiyel vergi kaçakçısı olabilir" diye bakılmaktadır. Böyle bir uygulama ancak bu bakış açısıyla haklı görülebilir.
Mali yardım verilecek öğrenciler çeşitli kriterlere göre puanlanmaktadır. Puanlamada ana kriter anne-babanın mali durumudur. Halbuki, özel okulların yeknesaklıktan kurtulması yalnızca mutlak bir gelir kriteri ile değil, çocukların yetiştiği sosyo-ekonomik ortamın yaygınlaştırılmasıyla sağlanabilecektir.
Bazı okullar, sahip oldukları öğrenci kitlesinin kompozisyonuna göre, geliri biraz daha düşük olan bakkal çocuğuna değil, geliri göreli olarak daha yüksek muhasebeci çocuğuna mali yardım vermeyi tercih edebilecektir. Bir başka grup okul da, bakkal çocuğunu değil, geliri daha düşük tiyatro sanatçısının çocuğuna mali yardım vermeyi tercih edebilmelidir. Konuya yalnızca gelir açısından bakmak da yanlıştır.
Okuldaki öğrenci kompozisyonunu yeknesaklıktan en iyi şekilde nasıl kurtarılacağını bilen okulların kendi yönetimleridir. Bakanlık, uygulamayı denetleyip, kriter koyma değil, tavsiye verme makamı olmalıdır.
SERBESTLİK
Özel okullar öğrenci kitlesinin yüzde 10’undan fazlasına mali yardım verdiklerinde, yüzde 10’dan fazlası için verilen mali yardım için tahsil edilmeyen okul ücreti üzerinden katma değer vergisini (KDV) kendi bütçelerinden Maliye Bakanlığı’na yatırmak zorundadırlar. Yani, okullara öğrenci kitlesinin yüzde 10’undan fazlasına mali yardım veremezsiz denilmektedir.
Okul ücretleri üzerinden yüzde 8 KDV ödenmektedir. Son günlerde alınan kararla tekstil ihracatında da KDV yüzde 8’e çekilmiştir. Yani, devlet, insana yapılan yatırımla tekstil ihracatını aynı kefeye koymaktadır. İşin mizah tarafı bir tarafa bırakılırsa, vergi yapısı yoluyla devlet insana yapılan yatırımı desteklemek yerine kösteklemek eğilimine girmektedir. Tahsil edilmeyen okul ücreti üzerinden vergi almaya çalışılmaktadır.
Özel okullar, belli bir asgari düzeyin üzerinde istedikleri kadar öğrenciye mali yardım verebilmelidirler. Örneğin, tüm okulu ücretsiz yapan bir okul sahibi, okulun yüzde 90’ı kadar öğrenciye ait tahsil etmediği okul ücreti üzerinden yüzde 8 KDV ödeyecektir. Eğitim böyle mi teşvik edilir? Çocuklarına özel okula gönderecek mali gücü olmayan ailelere bu şekilde mi fırsat eşitliği sağlanır?
Özel okullar giderek pahalılaşan kurumlar olacaklardır. Çünkü, kaliteli eğitim tüm dünyada pahalılaşmaktadır. Dolayısıyla, özel okulların yeknesak bir öğrenci kitlesine hizmet veren kurumlar olma eğilimi artmaktadır. Bu eğilimin önüne ancak devletin kısıtlayıcı tutumundan vazgeçmesiyle bir ölçüde geçilebilir.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2006
SON yıllarda Türkiye gelişmekte olan piyasaların önemli üyelerinden biri haline geldi. Dolayısıyla,
gelişmekte olan piyasalara yönelik genel tavrın Türkiye’ye yansıması artık hem kolaylaştı hem de çabuklaştı.
Son üç-dört gündür küresel piyasalarda gözlenen gelişmeler bir açıdan oldukça ilginç. Galiba,
küresel piyasalarda biraz da gecikmiş bir tepki gözlüyoruz.
Bir buçuk yılı aşkın bir sürede
Amerikan Merkez Bankası faizleri yüzde 2’den yüzde 4.5’e getirdi.
Avrupa’da faizler son beş ayda yüzde 2’den yüzde 2.5’e geldi. Ama, bu dönem içinde
gelişmekte olan piyasalara yönelik olarak yatırımcıların iştahında bir azalma olmadı. Aksine, yatırımcıların iştahı arttı.
Amerika’da uzun vadeli Hazine bono faizlerinin artması küresel yatırımcıların kafasını karıştırdı. Panik havasında olmasa da,
gelişmekte olan piyasalardan biraz çıkışlar yaşanmaya başladı. Türkiye de bu eğilimden nasibini aldı. Kurlar yükseliyor. Faizler artıyor. Borsa düşüyor. Türkiye’nin yurt dışında ihraç ettiği tahvillerin fiyatı gerileyip faizleri artıyor.
Bu haftanın ilk üç gününde finans piyasalarındaki hafif kıpırdanmalar dahi, daha kapsamlı bir portföy hareketinin gelişmekte olan piyasalarda neler yaşanabileceği, ne denli çalkantılar olabileceği konularında bir fikir vermeye yetiyor. Bu nedenle,
gelişmekte olan piyasaları izlemek Türkiye ekonomisinin potansiyel risklerini ölçmek için her zamankinden daha önemli hale geldi. Küresel riskler artarken, ülkemize yönelik risklerin idaresi çok daha önemli olmaya başladı.
RİSKE AÇIKLIK
2005 yılında gelişmekte olan piyasalara tahminlerin üzerinde yabancı mali sermaye girdi. Geçen yıl bu piyasalara akan 360 milyar dolara yakın sermayenin (1996 yılındaki rekordan daha büyük) bu yıl 320 milyar dolar civarına inmesi bekleniyor.
Sermaye akımlarında en fazla azalış Avrupa’daki gelişmekte olan piyasalarda bekleniyor (15 milyar dolar). Buna karşılık, Avrupa’nın cari işlemler fazlasının 19 milyar dolardan 3 milyar dolara inmesi bekleniyor.
Asya/Pasifik bölgesinde ise cari işlemler fazlasının artması bekleniyor.
Ekonomik büyümenin genelde gelişmekte olan piyasalarda yüzde 5.9 dolaylarında sabit kalacağı tahmin ediliyor. Ama, ekonomik büyümenin
Avrupa’da düşerken,
Latin Amerika ve
Asya/Pasifik bölgesinde değişmeyeceği,
Afrika/Ortadoğu bölgesinde ise yükseleceği öngörülüyor.
Gelişmekte olan ülkelerde döviz rezervleri artışının genelde hızlanacağı düşünülüyor. Rezerv artışlarının Avrupa ve Latin Amerika’da yavaşlayacağı, Asya/Pasifik ve Afrika/Ortadoğu bölgelerinde hızlanacağı tahmin ediliyor.
Bu resimden bölgesel olarak
Avrupa ve Latin Amerika’daki gelişmekte olan piyasaların risklere daha açık olabileceği çıkıyor. Avrupa’nın özellikle cari işlemler dengesi rakamlarını bozan ülke Türkiye.
Latin Amerika’da Brezilya, Avrupa’da da Türkiye riske daha açık olmaları açısından yakından takip edilmesi gereken ülkeler konumunda.
Pazartesi günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2006
OCAK ayı dış ticaret verileri ileriye dönük gelişmeleri tahmin etmeye yardımcı olacak nitelikte değiller. Ocak ayındaki uzun bir bayram tatili ve karlı günlerin fazlalığı nedeniyle hem ihracat hem de ithalat rakamları yanında üretim rakamları da genel artış eğilimlerini büyük ölçüde yansıtmıyordur diye düşünülebilir. Yine de, dış ticaretin yapısındaki değişmeler konusunda bazı bilgileri derleyebiliriz. İthalat artmaya devam ediyor. On iki aylık bazda, bu yılın ocak ayı itibariyle, ithalat geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 19 artarak 117 milyar doları geçti. Aynı dönemde, ham petrol ithalatı dolar bazında yüzde 43’e yakın artarak 8.8 milyar dolara yaklaştı. Ama, ithalat artışının ardındaki temek dinamiği petrol fiyatları artışına bağlamak çok doğru bir yaklaşım değildir.
Ham petrol ithalatı hariç ara malları ithalatı on iki aylık bazda bu yılın ocak ayı itibariyle 73.1 milyar dolar olmuştur. Geçen yılın aynı dönemine göre artış yüzde 17 civarındadır. Petrol hariç ara malları ithalatı geçmişe göre daha az artmaktadır, ama artış hızı hala dikkat çekicidir.
TÜKETİM
Ara malları ithalatındaki artışın büyük bir bölümü üretim artışından kaynaklanmaktadır. 2003 yılının başı ile 2005 yılı ortasına kadar olan dönemde ara malları ithalatı hem üretim artışı hem de üretimde giderek daha fazla ithal ara malları kullanılması (ikame) nedeniyle daha hızlı artıyordu.
2005 yılının ikinci yarısından itibaren ithal ara malı kullanımına kayışın sonuna gelinmiş görünüyor. Ara malları ithalatının büyük bir bölümünün geçen yılın ikinci yarısından sonra çok büyük ölçüde üretim artışından kaynaklandığı anlaşılıyor.
İthalat artışını kontrol etmeye yönelik önlemler Türkiye’de her zaman tüketim malları ithalatının caydırılması olarak algılanmıştır. 2002 yılından sonra artan ithalatı frenlemeye yönelik de böyle bir tavır alınmıştır. Doğal olarak, bu çeşit önlemler ithalatın rakibi durumundaki yerli üreticilere destek olmanın dışında ithalat artışını durdurmaya yönelik olarak hiçbir işe yaramamıştır.
Türkiye ağırlıklı olarak tüketim malları ithal eden bir ülke değildir. İthalatın ne hızlı arttığı dönemlerde dahi, tüketim malları ithalatının toplam ithalat içindeki payı yüzde 14’ü geçmemiştir. Bu oran 2005 yılının tümünde yüzde 12 olmuştur. Ocak ayında ise yüzde 10.4’dür. Ülke ekonomisinin gelişimine paralel olarak, ilerideki yıllarda tüketim malları ithalatının toplam ithalat içindeki payının artmasını beklemeliyiz. Unutmayalım ki, ihracatımızın yüzde 50’sine yakın bir bölümü tüketim mallarıdır.
YATIRIM VE ÜRETİM
Ülkedeki yatırım ortamına paralel olarak yatırım malları ithalatının toplam ithalat içindeki payı değişiklikler göstermektedir. Örneğin, 2004 yılı içinde yatırım malları ithalatının toplam ithalat içindeki payı yüzde 18’i aşmıştır. Geçen yılın bütününde bu oran yüzde 17.5 civarında gerçekleşmiştir. Yıl sonuna doğru yatırım malları ithalatının payında belirgin bir artış gözlenmiştir.
İthalat artışının ardında iki önemli neden yatmaktadır: yatırım ortamının olumlu olması nedeniyle artan ithal yatırım malı ihtiyacı ve üretim artışından kaynaklanan ithal ara malları talebi. Hal böyle olunca, dış ticaret ve cari işlemler açıklarını azaltmaya yönelik girişimler kısa dönemde ekonomik büyümeden fedakarlığı göze almak zorundadır.
"Yılda yüzde 5 büyümek yetersizdir, cari işlemler açığı tehlikelidir" gibi söylevler, kulağa hoş gelse de, çok fazla anlam ifade etmezler.
Yazının Devamını Oku