Ercan Kumcu

Değişen yapı ve değişmesi gereken yaklaşımlar

17 Şubat 2006
TÜRKİYE’nin kalıcı bir ekonomik istikrarı tesis etmek için verdiği mücadelede başarılı olup olamayacağının en önemli parametresi istikrarla uyumlu üretimde verimlilik artışlarını sağlayıp sağlayamayacağıdır.  Çekilen ve çekilecek sıkıntılardan kaynaklanan baskılara hükümetin direnmesi gerektiğinin önemi bu noktada çok fazla abartılamaz.

Son dört yılda üretimde belli bir verimlilik artışı sağlanmıştır. Ama, artışın yeterli olduğunu savunmak zordur. Bugüne kadarki verimlilik artışlarının önemli bir bölümü bir kereye mahsus önlemlerin neden olduğu verimlilik artışlarıdır. Bundan sonra, verimlilik artışlarını hızlandıracak yatırımlar yoluyla rekabetçi üretime geçmenin önemi daha da artmaktadır.

MALİYETSİZ KAYNAK

Verimlilik artışının bir başka boyutu ölçek ekonomisidir
. Bu yöndeki eğilimler giderek daha belirgin hale gelmektedir. Küçük şirketler giderek daha zor bir ortamda çalışmak durumunda kalmaktadırlar. Orta ölçekli şirketler durumu idare etmektedirler. Büyük ölçekli şirketler ise göreli olarak daha iyi durumdadırlar.

Türkiye ekonomisinin önemli bir bölümünün küçük-orta ölçekli işletmelerden oluştuğu düşünülürse, konunun önemi çok açıktır. Küçük-orta ölçekli işletmelerin rekabetçi bir ortamda yaşayabilmesi için iki seçenek görünmektedir. Birincisi, birleşmeler yoluyla ölçek ekonomisini artırmanın yolları aranacaktır. İkincisi ise, küçük-orta ölçekli işletmeler eski alışkanlıklarını bırakıp daha şeffaf olmak zorundadırlar.

Tek başına şeffaflık şirketleri elbette tek başına istikrarlı ortamda yaşamak için gerekli verimlilik düzeyine getirmeyecektir. Kayıt dışına çıkarılarak oluşturulan servetler yeniden şirketlerin içine konmak zorundadır. Rekabetin gerektirdiği işletme sermayesi ihtiyacının maliyetli kaynaklarla karşılanması giderek zorlaşmaktadır. Aynı şekilde, ticari borç-alacak ilişkisi de küçük-orta ölçekli işletmelerin aleyhine sonuçlanmaktadır. Çözüm, işletmelere maliyetsiz kaynak (sermaye) pompalamaktır. Şirkete koyacak paraları olsa da, "bu vergi yapısıyla şirkete sermaye konur mu?" yaklaşımı benimseyenlerin şirketleri ya sermayesi olan işletmelerce yutulacaklardır ya da sermayesi olan ellere geçeceklerdir.

Küçük-orta ölçekli işletmelerde bu yönde bir direnç varmış gibi görünmektedir. Bu nedenle, vergi ve finansman giderleri hariç yaratılan fazla bu ölçekteki işletmelerde giderek finansman giderlerini karşılayamaz duruma gelmektedir. Bu eğilimi ters çevirmek olanaksızdır. Direnç, bu ölçekteki işletmelerin riskini giderek artıracaktır. Enerji maliyetleri ve istihdam üzerindeki yükler işletmelerin sorunudur. Ama, burada söz edilen sorunların çözümü enerji maliyetlerini ve istihdamın üzerindeki yükleri azaltmakla sınırlı değildir.

TARIM

Sanayi üretiminde küçümsenmeyecek bir yapısal dönüşüm yaşanırken, tarımsal üretimin "eski tas, eski hamam" şeklinde devam etmesi olanaksızdır
. Türkiye ekonomisinin önemli kanayan yaralarından biri tarımsal üretimdeki verimsizliktir. Tarım sektörünün rekabetçi olabilmesi için kurumsallaşma ve örgütlenme ile aynı paralelde verimlilik artışı sağlaması kaçınılmaz olmaktadır.

Bugüne kadar tarımdaki verimsizliğin devlet sübvansiyonlarıyla üreticilere tam olarak yansıması önlenmeye çalışıldı. Bir anlamda, tarımdaki devlet desteği verimsizliği daha da teşvik etti. Artık, bu yolun da sonuna gelindi.

Kalıcı ekonomik istikrarı tesis etmenin gereklerinden biri kamu finansmanında kalıcı bir disiplin sağlamak ise, bir diğeri üretimde kalıcı ekonomik istikrarla uyumlu verimliliği sağlayacak yapısal dönüşümün başarılmasıdır. Son dört yılda birincide önemli mesafeler alındı. Daha gidilecek yol var. İkincisi ise yeni başlıyor. Göreli istikrarın hissedilmemesi, aksine göreli istikrardan olumsuzlukların yaşanmasının en önemli kaynağı de zaten bu gereklilik.
Yazının Devamını Oku

Yapısal değişimin boyutları

16 Şubat 2006
KALICI bir ekonomik istikrar için atılan adımlar sonucunda gelinen noktada birçok sorunun verimlilik kazanımlarıyla aşılması artık kaçınılmaz olmuştur. Verimlilik kazanımlarının sektörler itibariyle göreli sanayi sektöründe yapısal bir değişimi zorlamaktadır. Yapısal değişim, kamu sektörü finansmanı kadar, üretimde de gereklidir. Üretimde gerçekleşmeye başlayan yapısal değişim çok boyutludur. Şirket içi verimlilik kazanımları şirketlerin sektör içindeki göreli konumunu belirlerken, verimlilik kazanımlarında sınıra gelmiş şirketler zorlanmaya başlamışlardır. Sektör boyutunda bakıldığında, büyük ölçekli şirketler küçük ve orta ölçekli şirketlere göre küçümsenmeyecek bir avantaj elde etmeye başlamışlardır.

UYUM

Üretimde verimlilik kazanımları
bir kereye mahsus olabileceği gibi (yüksek enflasyon dönemindeki hantallıklardan bir kerede kurtulma yoluyla), verimlilik artışına yönelik yeni yatırımlarla içsel de olabilirler. Son dört yıldır iki türlü de verimlilik artışı olduğu kesindir. Ama, verimlilik artışlarının şimdilik çok önemli bir bölümünün enflasyon dönemlerindeki hantallıkların atılmasıyla gerçekleştiği yönünde işaretler oldukça fazladır.

Bir kereye mahsus verimlilik artışları sektörden sektöre doğal olarak değişmektedir. Örneğin, geleneksel olarak dış piyasalara üretim yapan sektörlerde enflasyon ortamının yarattığı hantallıkların çok büyük boyutlarda olduğu düşünülemez. Buna karşılık iç piyasaya yönelik üretimlerde bir kereye mahsus verimlilik artışları gerçekleştirebilmenin olasılığı çok daha fazladır. Sektörler bazındaki bu farklılık makro ekonomik dengelerin şirketler üzerine koyduğu baskıyı da doğal olarak farklılaştırmaktadır.

Örneğin, 2003 ve 2004 yıllarında üretimde çalışılan saat başına kısmi verimlilik tüm imalat sanayinde yüzde 7’nin üzerinde artmışken (özel sektörde yüzde 8 civarında), tekstil sektöründe bu rakam 2003 yılında yüzde 3, 2004 yılında yüzde 2’de kalmıştır. Tekstilde, büyük bir olasılıkla, 2005 yılında aynı bazda verimlilik azalması söz konusu olmuştur. Verimlilik artışında makro ekonomik gelişmelere paralel bir ivme yakalayamayan sektörler zor duruma düşmektedirler.

Aynı bazda, taşıt araçları sektöründeki verimlilik artışları 2003 yılında yüzde 22, 2004 yılında yüzde 27 olmuştur. 2005 yılında bu sektördeki verimlilik artışı durmuş gibi görünmektedir. Aynı şekilde, radyo ve TV üretimindeki verimlilik artışları aynı yıllarda tüm imalat sanayi ortalamaları civarındadır.

Farklı sektörlerdeki farklı ölçekler de yapısal değişimde önemli bir rol oynamaktadır. Daha çok küçük ölçekli firmaların egemen olduğu sektörlerde makro ekonomik dengelere uyum zorlaşmaktadır.

SANCILARI HAFİFLETMEK

Yüksek enflasyon ortamından kalıcı bir fiyat istikrarı ortamına giden yolda henüz bir geçiş dönemindeyiz
. Doğal olarak, geçiş döneminin sancıları yaşanmaktadır. Ama, sancıların aşılmasının yolu bugünkü makro ekonomik dengeleri değiştirecek girişimlerde bulunmak değildir.

Sancıları hafifletmeye yönelik kısmi çözümler ise her zaman makro ekonomik dengeleri tehdit edecek nitelikte olacaklardır. Makro ekonomik dengeleri değiştirmeye gücü yetmeyecek mikro önlemler ise sancıları hafifletici olmayacaktır. Kısacası, verimlilik artışı ihtiyacının zorladığı üretimde yapısal değişimi en azından kısa dönemde kabullenmek zorundayız. Bir kereye mahsus değil, devamlılığı olan içsel verimlilik artışlarının önemi giderek artmaktadır.
Yazının Devamını Oku

Konut kredilerinde ikinci piyasanın önemi

15 Şubat 2006
EKONOMİDE ticarete konu metanın tanımlanmasının üç unsuru olduğundan söz etmiştik. Konut kredilerinde de, krediye konu konutun aynı unsurlarla çok iyi tanımlanabilmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Sırayla gidersek: Önce, kredi yoluyla finanse edilmesi istenen, adresi bilinen, hukuki hiçbir sorunu olmayan, bir konut gerekmektedir. Yani, söz konusu konutun sorgulanamayacak yasal varlığı olmalıdır. Bunun anlamı konutun imar ve iskan izinlerinin alınmış olmasıdır. Aksi taktirde, ticarete konu konutun varlığını tanımlamak zorlaşmaktadır. Mülkiyetin devamlılığı olgusu şüpheli olmaktadır.

İkinci sırada söz konusu konutun fiziksel kalıcılığı söz konusudur. İzinsiz yapıldığı için bir gün konutun yıkılma riski olmamalıdır. "Tapu" bunu ispatlamamaktadır. Konut her türlü fiziksel riske karşı sigorta edilmelidir. Örneğin, deprem nedeniyle konutun yıkılması bu konut üzerinde risk alanları mali açıdan olumsuz etkilememelidir.

Üçüncü sırada konutun piyasa değeri vardır. Piyasa değeri ile kredi ilişkilendirilmek zorundadır. Kağıt üzerinde 10 bin YTL görünen bir ticaretin 100 bin YTL tutarında kredilendirilmesi şeffaflık ilkesi içinde "gerçek değer" kavramını ortadan kaldırmaktadır. Halbuki, piyasa sistemi şeffaflık ilkesine dayanır.

RİSK KONTROLÜ

Bu anlatımlardan konut kredisi sisteminin sorunsuz çalışabilmesi için bazı ön şartların sağlanması yeterince açık olmaktadır. Her şeyden önce, konut piyasası kayıt içine alınmak zorundadır. Konut kredisi sistemi piyasanın kayıt içine girmesini bir ölçüde zorlayacaktır. Ama, yeterince zorlayıcı olacağı konusunda o denli emin olmak zordur.

İmar izni olmayan konutlara ya imar izini verilip yasallaştırılmalıdır ya da bu çeşit konutlar (genelde gayrimenkuller) piyasadan çıkarılmalıdır. Konutlara iskan izinleri verilmelidir. Yani, konut piyasası bir anlamda "fiziki kalıcılık" açısından yasallaşmalıdır.

Konut sahibinin merkezi otoriteye karşı konut sahipliğinden doğan tüm mali yükümlülükleri (emlak vergisi gibi) malik tarafından krediyi veren kuruluşlara yatırılması zorunluluğu getirilmedir. Merkezi otoriteye karşı mali yükümlülüklerini yerine getirmeyen konut malikinin konut kredisinde de "temerrüt hali" yaratmış olması kabul edilmelidir.

Zorunlu deprem sigortası, konutun değeri ile paralel diğer koruyucu sigortaların yaptırılması (yangın, ek deprem sigortaları gibi) kredi veren kuruluşlarca zorunlu tutulmalı ve primler yine kredi kuruluşlarınca tahsil edilmelidir. Sigorta şirketini konut malikinin seçme özgürlüğü korunmalıdır. Tüm bu primler kredi geri ödemesinin ayrılmaz birer parçası olmalıdır. Ancak bu şekilde krediyi veren kuruluşlar ve krediyi ikinci piyasada alacak kurumsal yatırımcılar teminatın fiziki devamlılığından emin olabileceklerdir.

SİGORTA GİBİ

Konut kredilerinde ikinci piyasanın önemi sisteme kaynak yaratması kabiliyetidir. Bu piyasada kredi verilen konutu tanımayan çoğunlukla kurumsal yatırımcılar olacaktır. Aslında, konut kredilerindeki şartları zorlayacak olanlar da bu kurumsal yatırımcılardır.

İleride, verdiği konut kredilerini paketleyip kurumsal yatırımcılara satabilme olasılığı olmayan perakende kredi kuruluşları piyasadan kopacaklardır. Bu çeşit kredi verirlerse, kredileri satabilme olasılığı ortadan kalkacaktır. Tüm risk üzerlerine yıkılacaktır.

Bu ilişki sigorta şirketleri ile reasürans şirketleri arasındaki ilişkiye çok benzemektedir. Sattığı sigorta poliçelerini paketleyip bir reasürans şirketine satamayan sigorta şirketleri hem üstesinden gelemeyecek riskler alır hem de kaynak sıkıntısı çeker. Konut kredilerinde de bankalar ikinci piyasanın şartlarına uymadıkları ya da uyamadıkları taktirde çok ciddi riskler almış olurlar.
Yazının Devamını Oku

Sistemsizliğin üzerine sistem kurmak zordur

14 Şubat 2006
BUGÜNLERDE konut kredilerini düzenleyecek yasa üzerindeki çalışmalar hızlandı. Hangi açıdan bakarsak bakalım, bugünkü yapısı içinde, konut piyasasını radikal bir biçimde etkileyebilecek bir kredi mekanizmasını oluşturmak çok zor görünmektedir. Çünkü, Türkiye’de konut piyasası aslında kayıt dışında bir piyasa durumundadır.

Gerçekten de, Türkiye’deki kayıt dışılığın en yaygın olduğu piyasa genelde inşaat sektörü, özelde de konut sektörüdür. Konutların yapımından, ilk satımına, ilk satımından ikinci el piyasasına kadar bu piyasanın tüm zincirleri bir şekilde kayıt dışında kalmayı başarabilmiştir. Bu sektör ekonomide istihdam yaratmada önemli bir rol üstlenir. Ama, yaratılan istihdamın çok büyük bir bölümü kayıt dışıdır.

İKİNCİ PİYASA

Türkiye’de el değiştiren bir konutun
(genelde herhangi bir gayrimenkul) bir alış-veriş değeri vardır bir de devlete beyan edilen resmi fiyatı vardır. Belediyelerin taktir ettiği bir değer üzerinden de emlak vergisi ödenir. Bu üç değer her zaman her yerde birbirinden çok farklıdır. Bir konuta ödenen değer ile devlete beyan edilen değerin aynı olduğu bir örneğe ben hiç rastlamadım. Bu anlamda, Türkiye’de tüm konut sahipleri devletten bir şeyler kaçırıyorlar görüntüsü vermektedirler.

Konut kredisi sistemiyle kayıt dışı bir piyasada gerçekleşen ticaretin finansmanı amacıyla kayıt içinde olacak bir kredi mekanizması oluşturulmaya çalışılıyor. Bu cümleyi okurken dahi, insanın suratına bir gülümseme geliyor. Böyle bir şey nasıl olur? Şimdi de, tüketici yasası çerçevesinde işleyen bir konut kredisi türü var. Bu nasıl işliyor?

Şimdiki sistem aslında konut kredisi değildir. Söz konusu olan, konutların ipoteği karşılığında şahıslara verilen bir kredi türüdür. Şirketlerin ipotek karşılığı aldığı ticari kredilerden bir farkı yoktur. Tek fark, kredinin muhatabı şirketler yerine şahıslardır. Böyle olması, kredinin işe yaramadığı anlamına elbette gelmiyor.

Gerçekten de, bu yolla birçok aile ev sahibi oluyor. Ama, aynı şekilde, birçok kişi bu yolla kredi alarak ev sahibi olmak yerine yürüyen işine finansman sağlayabiliyor. Yani, kredinin mutlaka birini ev sahibi yapması gibi zorunluluk yok. Konut kredisi alabilmek için bir evinizi ipotek verip bir başka ev dahi alabilirsiniz. Böyle olması, ipotek edilen konuta dayalı kredinin ikinci piyasada alınıp satılabilmesi kabiliyetini azaltıyor, hatta yok ediyor. Bu konulara sonra gireceğim.

RİSK TANIMI

Konut kredileri gerçekten belli bir hacme ulaşıp kendinden beklenenleri verecekse, kredilerin ikinci piyasada alınıp satılabilmesi en can alıcı unsurlardan biridir
. Çünkü, bankalar ancak bu yolla konut finansmanı için kaynak yaratabilecektir. Bir tarafta konut kredilerine yatırım yapmak isteyen kurumsal yatırımcılar olacaktır. Diğer tarafta, konut kredilerini halka pazarlayan kredi kuruluşları (bankalar) olacaktır.

Ancak, bu yolla konut kredileri için kaynak yaratılabilecektir. Mevduatlar yoluyla bankaların konut kredilerine kaynak yaratması çok sınırlı kalacaktır. Her şeyden önce, mevduatların vadesiyle konut kredilerinin vadeleri böyle bir kaynak-kullanım ilişkisini sınırlamaktadır.

Kredinin verilmesi, ardından kredinin ikinci piyasada satılması önce kredi verilen konutun çok iyi bir biçimde tanımlanmasını gerektirmektedir. Ekonomide el değiştiren bir meta, fiziksel varlığı, fiziksel varlığının kalıcılığı ve piyasa değeri ile tanımlanır. Bu tanım içinde üstlenilen mali riskler ölçülebilecektir.

Devamı yarın.
Yazının Devamını Oku

Para politikasına farklı yaklaşımlar

13 Şubat 2006
GEÇEN hafta, bana göre ilginç bir ayırımdan söz etmiştim. Merkez Bankası hangi enflasyonu hedeflemeli? Ekonominin iç dinamiklerinin oluşturduğu fiyat hareketleri mi yoksa ekonominin iç dinamikler ile alakası olmayan dışarıdan ithal edilen fiyat hareketleriyle de Merkez Bankası ilgilenmeli mi? Daha somut bir biçimde, petrol fiyatlarının dünyada artması nedeniyle Türkiye’de artma eğilimine girebilecek enflasyonla Merkez Bankası mücadele etmeli midir? Bir diğer seçenek olarak, Merkez Bankası "petrol fiyatlarından gelen enflasyon benim sorunum değil, ben iç ekonomik dinamiklerden gelen enflasyon sorunuyla uğraşırım" mı diyecek?

Aslında, böyle bir ikilem yoktur. Merkez Bankası ortalama fiyat istatistiklerindeki artma eğilimlerini dikkatle izlemek durumundadır. Artma eğilimleri yurt dışından ithal edilen enflasyonla tetiklenmiş olabilir. Ama, sonuçta, iç dinamikler yoluyla tüm ekonomiye yayılacaktır. Dolayısıyla, petrol fiyatları arttı (dışsal şok) diye Merkez Bankası’nın artan ortalama fiyat endeksine kayıtsız kalması söz konusu olamaz.

FARKLI TEPKİLER

Petrol fiyatlarındaki
artışların ekonomilere neler yapabileceği en iyi bir biçimde 1970’li yıllarda görüldü. O dönemde, Avrupa ve Amerika iki farklı tavır sergilediler. Avrupa petrol fiyatlarındaki ani artışların fiyat istikrarını olumsuz etkileyeceğini düşünerek para politikasını sıkılaştırdı. Bir anlamda, Avrupa, petrol fiyatının artışının ortalama fiyatlara yansımasını petrol dışındaki fiyatların daha az artması, hatta azalması yoluyla önlemeye çalıştı. Sonuçta, başta Almanya olmak üzere, Avrupa fiyat istikrarını göreli olarak koruyabildi. Ama, ekonomik daralmayı önleyemediler.

Amerika farklı bir tavır sergiledi. Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) amaçları okuyana göre farklı yorumlanabilir. Kimileri FED’in fiyat istikrarına, kimileri FED’in ekonomik büyümeye, kimileri de FED’in her ikisine de aynı önemi vermesini isterler. FED, üç farklı görüşe de sahip başkanlar görmüştür. 1970’li yıllarda FED’in başında, FED’in zımni olarak ekonomik büyümeye öncelik vermesi gerektiğini düşünen biri, Arthur Burns vardı. Dışsal şok olarak görülen petrol fiyatlarının artışından kaynaklanan enflasyona çok önem verilmedi. Sonuçta, petrol fiyatlarının yarattığı "arz yönlü şokla" Amerika hem ekonomik daralma yaşadı hem de enflasyon görülmedik düzeylerde arttı. "Stagflasyon" (ekonomik daralmayla beraber enflasyon) terimi o dönemde icat edildi.

Amerika düştüğü tuzaktan çok ağır bir fatura ödeyerek çıktı. Arthur Burns’den sonra işbaşına gelen Paul Volcker (Alan Greenspan’den önceki Başkan) yüzde 20’ler civarına gelen enflasyonu faizleri yüzde 20’nin üzerine çekerek önleyebildi. Amerika, ekonomik büyümeye önem verelim derken, çok daha derin bir ekonomik daralma yoluyla artan petrol fiyatları ile mücadele etti.

İYİ BİLDİKLERİ İŞ

Dışsal şoklarla gelen olumsuz fiyat dinamiklerine bir merkez bankası kayıtsız kalamaz
. Kalırsa, fiyat istikrarından da ödün vermiş olur. Kısacası, artan petrol fiyatlarının faturası daha yüksek faizlerdir. Bundan kaçış yoktur.

Merkez bankalarının en iyi yapabildiği iş fiyat istikrarına odaklanmaktır. En kötü yaptığı iş ise ekonomik büyümeye katkı yapmak için fiyat istikrarına tek gözle bakmaktır. Merkez bankaları iyi bildikleri işe odaklanmalıdırlar.
Yazının Devamını Oku

İnançlar ve değerler, ekonomi ve siyaset

12 Şubat 2006
İNANÇLAR ve Değerler çalışmasının ekonomi ve siyaset üzerine olan bölümlerini özetliyorum.

Bu alandaki soruların önemli bir bölümü 1990 yılı çalışmasında da bulunduğundan yine 1990 ve 2000 yıllarındaki sonuçları karşılaştırmalı veriyorum.

Özetlersek:

Politikayla pek ilgilenmeyen bir toplum görüntüsü veriyoruz. İlgimiz giderek düşüyor. Ortalamanın altındayız.

Toplumdaki beğenmediğimiz gelişmelere çok fazla tepki de vermiyoruz. Boykot, yasal gösteri ya da işgal gibi tepkilerde ortalamanın altındayız, ama geçmişe göre daha tepkiliyiz denebilir.

Yazının Devamını Oku

Hangi enflasyonla mücadele edeceğiz

10 Şubat 2006
OCAK ayı enflasyonu finans piyasalarının ağzının tadını az da olsa kaçırmış gibi görünüyor. Hazine bonolarının ikinci piyasadaki faizleri biraz artma eğilimine girdi. Bir aylık veriye bakarak beklentiler yeniden oluşturulmaya çalışılıyor.

Bir aylık bir verinin bu denli önemliymiş gibi algılanması bir ölçüde ekonomik dengelerin henüz yerine oturmadığının (güven eksikliği) bir işareti olarak düşünülebilir. Bir başka açıdan, spekülatif dürtülerle oluşmuş dengeler kendine düzeltme bahanesi arıyor da olabilir. Sonuçta, beklentiler bozulmasa da beklemeye geçmiş gibi görünüyor. Bu olguda dış piyasaların da belli bir ölçüde rolü var.

DIŞ DİNAMİKLER

İktisatçılar arasında yapılan bir ankette, Merkez Bankası’nın 2006 yılında yapabileceği toplam faiz indiriminde bir azalma görülüyor. Mali kuruluşlarının hazine bölümünde çalışanlarında da benzer bir beklenti söz konusu. Bu yılın ilk faiz indiriminin mart ayında olacağı düşünülürken, şimdi çoğunluk ilk faiz indiriminin nisan ayında olabileceğini düşünüyor.

Aslında, ocak ayı enflasyon rakamlar o denli heyecan verici değildi. Tüketici fiyatları ocak ayında yüzde 0.75 arttı. Ayrıntıya girildiğinde, tüketici fiyatlarındaki artışın önemli bir bölümünün ekonomik dengelerin zorladığı fiyat artışlarından kaynaklanmadığı görülüyor.

Temel enflasyonun ölçümünde kabul edilebilecek (G) tüketici endeksinde (işlenmemiş gıda, enerji, alkolü içecekler, tütün ve dolaylı vergiler hariç malların kapsandığı endeks) ocak ayında bir düşüş söz konusu. O halde, ocak enflasyonun ardında dışsal etkenler daha ağırlıkta görünüyor.

"Merkez Bankası enflasyonu hedeflerken ekonominin içsel dinamiklerinden gelen fiyat artışlarına mı odaklanmalı, yoksa petrol fiyatları gibi içsel dinamiklerle alakası olmayan fiyatların enflasyona etkilerini göz önüne almalı mı" sorusu çok sık sorulmaya başlandı. Bir anlamda, Merkez Bankası uyguladığı para politikasıyla ekonominin içsel dinamiklerini etkileyebilir. O halde, petrol fiyatlarının artışından (ya da başka dışsal etkilerden) kaynaklanan enflasyon ile Merkez Bankası’nın mücadele etmeye çalışması anlamsızdır diye düşünülebilir.

Bu açıdan bakıldığında, ocak ayı enflasyonu Merkez Bankası’nı ilgilendiren dinamiklerin sonucu değildir. Bu nedenle de, yılın ilk ayında yüksekmiş gibi görünen enflasyonun para politikasını ilgilendiren bir tarafı yoktur diye bir sonuca varılabilir.

HEDEF ORTALAMADIR

Bir de madalyonun bir diğer yüzü var
. Enflasyon, ekonomideki çeşitli fiyatların belli bir ağırlıkla alınmış ortalamasındaki artıştır. Bu fiyatlardaki değişmelerin bir bölümü iç dinamiklerden kaynaklanır, bir bölümü de petrol fiyatlarında olduğu gibi dışarıdan ithal edilebilir. Merkez Bankası ortalama enflasyonu hedeflemektedir.

İç dinamiklerin etkilediği fiyatlardaki oynamalar elbette iç dinamiklerin enflasyon yaratıp yaratmadığı konusunda bilgi verecektir. Ama, dışarıdan ithal edilen enflasyona Merkez Bankası "benim işim değildir" diye kayıtsız kalamaz. Dışarıdan ithal edilen enflasyon yükseliyorsa, iç dinamiklerle üretilen enflasyon belli bir ortalamayı tutturmak için daha düşük olmak zorundadır.

Ekonomide maliyetsiz politika yoktur. Dışarıdan ithal edilen enflasyonun artması iç dinamikleri de değiştirecektir. Bu konuya gelecek hafta gireceğim.
Yazının Devamını Oku

Ölçek ekonomisi artık daha önemli

9 Şubat 2006
FİYAT istikrarına giden yolda karşılaşılan gerçeklerden biri de ölçek ekonomisinin çeşitli sektörlerde yoğunlaşması olmaktadır. Yani, şirketler büyüdükçe, satış, kar ve mali olanaklar gibi alanlarda daha avantajlı hale gelmektedirler. Bu gerçeği Merkez Bankası’nın yaptığı sektör analizi çalışmasında da görüyoruz. 2004 yılında imalat sanayinde faaliyet gösteren şirketlerden satışları 7 milyon Euro’nun altında kalan şirketler (1888 adet) küçük ölçekli, 7-40 milyon Euro olan şirketler (1139 adet) orta ölçekli ve 40 milyon Euro’nun üzerinde olan şirketler (371 adet) büyük ölçekli olarak tanımlanmaktadır.

Çalışmaya dahil edilen imalat sanayindeki 3 bin 398 şirketteki toplam istihdamın yüzde 46’sı büyük ölçekli şirketlerce sağlanmaktadır. Aynı şekilde, bu sektördeki toplam bilanço büyüklüğünün yüzde 65’i ve öz kaynakların yüzde 66’sı büyük ölçekli şirketlere aittir.

BÜYÜKLER BÜYÜYOR

Büyük ölçekli şirketlerde banka kredilerinin toplam bilanço içindeki payı diğer orta-küçük ölçekli şirketlere göre daha azdır
. Buna karşılık büyüklerin ticari borçlarının bilanço içindeki payı küçüklere göre daha yüksektir.

Büyük ölçekli şirketlerde alacak devir hızı diğerlerine göre daha yüksektir. Aktif devir hızı büyük ölçekli şirketlerde küçük ölçekli firmalara göre iki kat daha fazladır. Her şeyden önemlisi, çalışmanın kapsamındaki şirketler içinde küçük ölçekli şirketler bilanço büyüklüklerinin yüzde 0.5’i kadar 2004 yılında net zarar etmişlerdir. Buna karşılık, büyük ölçekli firmalar bilançolarının yüzde 6.3’ü kadar net kar etmişlerdir.

Toplam banka kredilerinin yüzde 8.2’si küçük ölçekli şirketlere giderken, büyük ölçekli firmaların kredi pastasından aldığı pay yüzde 64 olmuştur. Büyük ölçekli şirketlerin yabancı para kredilere erişimi küçük ölçekli şirketlere göre çok daha fazladır. Örneğin, küçük ölçekli şirketlerde toplam kredilerin yüzde 60’ı yabancı para cinsindeyken, bu oran büyük ölçekli şirketlerde yüzde 80’dir.

İhracat performansında da büyük ölçekli şirketler küçük ölçekli şirketleri silip süpürmektedirler. 2003 ve 2004 yıllarında küçük ölçekli şirketlerin yurt dışı satışları yılda yüzde 10’un üzerinde azalırken, büyük ölçekli şirketlerin yurt dışı satışları 2003 yılında yüzde 4.5 ve 2004 yılında yüzde 28 artmıştır. Göreli olarak da, küçük ve orta ölçekli şirketlerin toplam satışları içinde yurt dışı satışlarının payı azalmaktadır.

YAPI BOZULUYOR

Genelde, ölçekten bağımsız olarak, şirketlerde faaliyet kárının net satışlara oranı düşmektedir
. Ama, göreli olarak faaliyet karının en fazla düştüğü ölçekler küçük ve orta ölçeklidirler. Küçük ve orta ölçekli şirketlerde faaliyet kárının toplam net satışlara oranı 2002 yılından 2004 yılına yarı yarıya azalırken, büyük ölçekli şirketlerde bu oran yüzde 7.5’den yüzde 6.5’e gerilemiştir.

2004 yılına kadar küçük ölçekli şirketler faiz ve vergi öncesi elde ettikleri kárlarla toplam finansman giderlerini karşılayabilecek durumdaydılar. 2004 yılında, küçük ölçekli şirketlerin vergi ve faiz öncesi kárlarının toplam finansman giderlerine oranı yüzde 98 olmuştur. Bu oran orta ve büyük ölçekli firmalarda yıllar itibariyle artmaya devam etmektedir.

Fiyat istikrarına giden yolda verimlilik artışının gerekliliği ölçek ekonomisinin önemini de öne çıkarmıştır. Son yıllarda şirketler bazında gözlenen gelişmeler bu gerçeği doğrulamaktadır. Verimlilik artışları küçük ölçekli şirketlerde, dışsal etkilerin de katkısıyla sınırlı kalmaktadır. Dolayısıyla, şirketler bazında yapı küçüklerin aleyhine bozulmaktadır.
Yazının Devamını Oku