10 Nisan 2006
PARA, mal ve hizmetlerin el değiştirmesinde kullanılan, mal ve hizmetlerin değerini ifade eden ve servet saklama işlevi olan bir araç olarak tanımlanırsa, altın, asırlar boyu para işlevi görmüştür. Modern dünyada altının gördüğü işlev genellikle servet saklama aracı olmasında yoğunlaşmıştır. Altının para olarak diğer işlevlerinin zaman içinde körelmiş olması altını bir "para" olarak kabul etmeyi engellemiyor. Aksine, modern dünyada altın çalkantılı ortamlarda "sakin liman" işlevi görmektedir. Dünyanın belli başlı paralarında yaşanan çalkantılarda altın bir para olarak öne çıkmaktadır.
Son günlerde altının fiyatı onsu 600 doları gördü. Galiba, altın fiyatı son yirmi beş yılın en yüksek düzeyine geldi. Neden böyle oldu?
ÖZELLİKLERİ
Altın, asırlar boyu para olarak kullanıldıktan sonra oluşturulan kağıt para (banknot) sistemi altın esasına bağlandı. Parayı çıkaran kuruluş çıkardığı banknotun üzerinde yazan değere göre, banknot karşılığında belli bir miktar altın satmayı taahhüt etti. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya para düzenine göre, Amerikan Hazinesi 35 dolar karşılığında bir ons altın satmayı taahhüt etti. Dünyanın diğer belli başlı paraları da dolara göre sabit bir pariteye bağlandı. Amerikan Hazinesi, Merkez Bankası (FED) kanalıyla, kasasına yeni altın girdiğinde para basar duruma geldi.
Dünyanın birçok merkez bankasının rezervlerinde altın bulunması "altın standardı" döneminden kalan bir gelenektir. Bu gelenekten bazı Avrupa merkez bankaları 1980’li ve 1990lı yıllarda kurtulmaya çalışıp altın rezervlerini satmaya çalıştı. Bu dönemde altın fiyatları onsu 250 dolara kadar düştü. Ama, merkez bankalarının altın satışının altın fiyatları üzerine etkisi geçici ve sınırlı oldu.
Altın önemli bir parasal kıymettir. Altının önemi başka hiçbir ülke, kurum ya da kişinin bir yükümlülüğü olmamasından kaynaklanır. Dolayısıyla, değeri tamamen piyasa şartları içinde belirlenir. Aslında, altının Türkiye gibi ülkelerde çok talep edilmesinin en büyük nedenlerinden biri de budur.
Altın kolayca taşınabilir; dünyanın her yerinde geçerlidir; göreli olarak saklaması kolaydır; her şeyden önemlisi, her hangi bir devletin siyasi ya da başka nedenlerle müdahale edebileceği bir meta değildir. Savaş ortamında ya da siyasi belirsizlikler yaşandığında, altın fiyatının artma eğilimine girmesi insanların bir başka ülkenin yükümlülüğü olan paradan kaçıp altına yönelmeye çalışmasından kaynaklanır.
BEKLENTİLER
Savaş durumu yokken, dünyada siyasi belirsizlik olağan dışı bir halde değilken, altın fiyatının artma eğilimine girmiş olması bir başka olasılığı gündeme getirmektedir. Dünyadaki yatırımcılar dünyanın belli başlı paralarına olan güveni giderek kaybetmeye başlamış olabilirler. Dolara, Euro’ya ya da Japon Yeni’ne olan yatırımlarını azaltıp ya da artırmayıp uluslararası yatırımcılar altın üzerinden varlıklarını artırma eğilimine girmiş olabilirler.
Kısa dönemde bu olgunun makro ekonomik sonuçları olmayabilir. Ama, eğilim devam ettiği taktirde, orta-uzun vadede altın fiyatının artıyor olması dünya paralarının talebinde genel bir düşüşü ifade etmeye başlayacaktır. Paranın değerinin düşmesi yalnızca altına karşı değil, genelde mal ve hizmetlere karşı da olacaktır. Yani, enflasyon artacaktır.
Altın fiyatının artıyor olması, orta-uzun dönemde, dünyanın belli başlı paraların cinsinden enflasyon beklentisinin arttığına işarettir. Enflasyon beklentisi artan paraları basan kuruluşların (merkez bankaları) bu olguyla mücadelesi bastıkları paraların ilerideki getirilerini artırmakla olabilir. Yani, dünyada faizlerin öngörülenin de üzerinde daha da artması gündemde olabilir. Altın fiyatlarındaki artış bu olgunun habercisi olabilir.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2006
ÇOCUKLARIN eğitim sürecinde ailelerin karar vermek zorunda oldukları en önemli parametrelerden biri okul seçimidir. Bu parametreye yeterli önem verilmediğinde, eğitimin talep tarafı sakatlanmış demektir. Türkiye’de işin bu yanı sakattır.
Okul seçimi küçümsenmemelidir. Her sosyo-ekonomik katmanda bu seçim zorunludur. Çocuklarını özel okullara gönderebilecek aileler için özel-kamu okulları ayrımı geçerli olduğu gibi, özel okullar arasındaki ayırım da önemlidir. Kırsal bölgelerde oturanlar içinde kırsal bölge ya da bir yakının yanında kentlerdeki okullar çocukların eğitimi için bir seçim olabilmektedir.
Okul seçerken amaçlanan nedir? Çocukların iyi bir eğitim alması mı önemlidir yoksa sonunda iyi bir üniversiteye girebilmesi mi? Doğal olarak, yanıt, elbette "ikisi birden" olacaktır. Ama, Türkiye’de gerçek hayat ikisini birden sağlamaktan uzaktır. İkisinin birden sağlanabildiği alan çok kısıtlıdır. Böyle olunca, eğitimin kalitesi ister istemez ikinci plana atılıp çocukların eğitim sürecinde "dershaneler destekli üniversite sınavlarına hazırlanma" ön plana çıkmaktadır.
AMAÇ
Eğitimde okul seçimi sorunu daha çocuk 4-5 yaşındayken başlamaktadır. Türkiye’de anaokulunun önemi henüz kavranamamıştır. Annenin çalışmadığı ailelerde çocuğunu anaokuluna göndermek gereksiz bir masraf olarak görülmektedir. Annenin çalıştığı ailelerde ise, anaokulu çocuğun annenin çalıştığı süre içinde gündüz bakımevi olarak algılanmaktadır.
Kısacası, çocuklar ya anaokuluna gönderilmemektedir ya da kreşe gönderilmektedir. Halbuki, anaokulu çocuğun gelişim sürecindeki en önemli aşamalardan biridir. Türkiye’de büyük bir çoğunlukla bu aşama atlanmaktadır. Kaynak sıkıntısı bahanesiyle devlet anaokulu eğitimini "zorunlu eğitim" kapsamına almaktan çekinmektedir.
Çocuklar ilkokul düzeyine geldiğinde okul seçimi "okumayı öğrenme" düzeyinde değerlendirilmektedir. Zorunlu eğitim sekiz yıla çıktığından, bazı aileler için ilk sekiz yıllık okul seçimi "okulu bitirsin, zaten çocuğu bir işe vereceğiz" yaklaşımıyla yapılmaktadır. Bazı aileler için ise çocuğun iyi zaman geçirmesi öne çıkmaktadır. Yedinci sınıfa gelindiğinde "üniversiteye giriş" sancısı başlamaktadır. Çocuğu iyi bir üniversiteye sokacak lise aranmaktadır. Bu amaca yönelik olarak, çocuklar dershanelere teslim edilmektedir.
Lise düzeyinde "üniversiteye giriş" sancısı artık son aşamaya gelmiştir. Kişiliğin olgunluğa erişmekte olduğu çok önemli olan bu çağda sorgulama, girişimcilik, katılımcılık, öz güven, toplumsal duyarlılık, araştırmacılık ve sorumluluk bilinci gibi kavramlar bir tarafa bırakılıp çocuklar sınava hazırlanmaktadır. Okul değil, dershane çocukların birinci önceliği olmaktadır. Okullar da rekabet içinde dershaneye dönüşmektedir.
ÇARPIKLIK
Okul seçimi süreci böyle olunca, ortaya çıkan tablodan da fazla şikayet edecek hakkımız olmamaktadır. Eğitimi ücretsiz yapmaya çalışan devlet ailelerin dershanelere para kaptırmalarına ses çıkarmamaktadır. Aileler de, okula verdikleri paralardan şikayet edip dershanelere verdikleri paralardan memnun olmaktadırlar. Eğitim bu anlamda Türkiye’de pahalılaştırılmaktadır. Galiba, Dünya Bankası da son hazırladığı bir raporda aynı konuyu bir başka biçimde dile getirmektedir.
Okul seçimi Türkiye’de çarpıktır. Eğitim ikinci plandadır. Üniversite sınavlarında başarılı olmaya yönelik ezbercilik birinci plandadır. Çocukların bir insan olarak yetiştirilmesi planın içinde yoktur. Daha doğrusu, düşüncede vardır, uygulamada yoktur. Böyle olunca, sonuç da içler acısı olmaktadır.
Gelecek hafta devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2006
Mart ayında tüketici enflasyonunun yüzde 0.27 çıkması finans piyasalarında Merkez Bankası’nın faizleri indireceği beklentisini güçlendirdi. Bu yoldaki beklentinin ne denli gerçekçi olup olmadığı ise bir başka konu. Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri içinde yaşanan şartlarda indirip indirmeyeceği, büyük ölçüde, Banka’nın "tutucu" ya da "risk-alır" tutumuna bağlı olacak.
2001 yılından bu yana finans piyasaları faizlerin düşmesi yoluyla küçümsenmeyecek paralar kazandı. Faizlerin düşmesi artık hem boyut olarak küçüldü hem de eskisi kadar sık gerçekleşmiyor. Eskisi kadar faizlerden para kazanma ortamı kalmadı.
Piyasalar açıklanan neredeyse her veriyi "iyi haber" diye yorumlayıp faizlerin düşmesi yönünde beklenti oluşturmaya başlıyorlar. Beklenti, beklentiyi doğuruyor. Büyük bir olasılıkla da, Merkez Bankası kendini baskı altında hissediyor.
GEÇMİŞ
Mart ayına yönelik enflasyon verileri piyasaların yorumlamak istediği kadar "iyi haber" taşımıyor. En azından, mart ayı enflasyon verileri faizlerin değiştirilmesine yönelik olarak yılın ilk iki ayından farklı bir mesaj vermiyorlar. Enerji, alkol ve tütünlü mamuller ile dolaylı vergiler dışarıda bırakıldığında, G-enflasyonu mart ayında yüzde 1.14 oldu. Bu, dikkat çekici bir gelişmedir.
Tüketici fiyatları endeksinde yılın ilk üç ayındaki artış yüzde 1.25 olarak gerçekleşti. Yüzde 5’lik yıl sonu enflasyon hedefiyle karşılaştırıldığında, bu düzeyde bir fiyat artışı makul görünmektedir. Ama, yıl sonu enflasyon hedefi yüzde 8 iken, geçen yılın aynı dönemindeki fiyat artışı yüzde 0.83 olmuştu.
Tüketici endeksindeki ağırlığı yüzde 10’un üzerinde olan gıda ve alkolsüz içeceklerde, konutta ve ulaştırmada, yılın ilk üç ayındaki fiyat artışları yüzde 5 ile yüzde 1.8 arasında oldu. Özellikle, gıda ve hizmetler sektöründeki fiyat artışları ortalamanın oldukça üzerinde seyrediyor.
GELECEK
Bu gözlemler geçmişe yönelikti. İleriye doğru bakıldığında dört önemli alana dikkat edilmesi gerekmektedir.
1. Bir ara yumuşayan petrol fiyatları yeniden varili 65 doların üzerine çıkmış ve artma eğilimi göstermektedir. Bu arada, altının onsunun da 600 dolara dayandığı hatırlanmalıdır.
2. Kısa vadeli faizler yurt dışında artmaya devam etmektedir. Yani, Türkiye ile yurt dışındaki faiz farkı nominal olarak bizim dışımızdaki nedenlerle azalmaktadır. Gelişmekte olan piyasalara yönelik uluslararası yatırımcılardaki risk algılamasında olumsuzluk yaşandığında, azalan faiz farkının ne derece yatırımları tatmin edeceği düşünülmelidir. Cari işlemler açığının sorunsuz bir biçimde finansmanı açısından bu konu önemlidir.
3. İç talep artışı devam ederken üretim artışında belirgin bir yavaşlama fiyatlar üzerindeki baskıyı artırıcı bir rol oynayacaktır. Yılın ilk yarısında üretim artışının yavaşlayabileceği yönünde işaretler vardır.
4. Hizmetler sektöründeki fiyat katılıkları iç talep artışı devam ettiği sürece devam edecek gibi görünmektedir.
Bütün bu olgulara bakarak yüzde 0.25 puanlık bir faiz indiriminin kıyamet koparmayacağı düşünülebilir. Kaldı ki, faizlerin düşürülmesi yönünde daha az önemli nedenler de bulunabilir. Bu da Merkez Bankası’ndaki yeni politika yapıcılarının "tutucu" ya da "risk-alır" düzeyini gösterecektir.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2006
SON yayınlanan milli gelir istatistikleri iç talep artışının devam ettiğini göstermektedir. Ekonomideki tüm birimler artan gelirlerinden daha fazla tüketim ve yatırıma harcama yapmaya devam ediyorlar. 2005 yılında,
yıllık bazda reel olarak özel tüketim harcamaları yüzde 8.8 artarken, sabit sermaye yatırımları yüzde 24 arttı. Devletin tüketim harcamalarındaki artış aynı dönemde yüzde 2.4 oldu.
Yıllar itibariyle bakıldığında,
özel sektörün 2002 yılından bu yana çok ciddi yatırım yaptığı görülmektedir. Özel sektör yatırımlarındaki reel artış 2003 yılında yüzde 20, 2004 yılında yüzde 45 ve geçen yıl yüzde 24 olmuştur.
2001 Krizi’nden sonra durdurulan kamu sektörü yatırımları geçen yıl reel olarak yüzde 26 artmıştır.
Kısacası, ekonomi gelir artışının çok üzerinde harcama yapmaya devam etmektedir.
FİYAT BASKISI
Bir ekonomideki harcamaların yaklaşık dörtte üçü tüketim harcamalarıdır.
2001 yılından bu yana tüketim harcamalarında da çok ciddi artışlar yaşanmıştır. Faizlerin düşmesiyle kamu sektörünün tüketim harcamalarındaki artış çok makul düzeylerde seyrederken, faizlerin düşmesinin de teşvikiyle
özel sektör tüketim harcamalarında bir patlama yaşanmıştır.
Grafikten de görüldüğü gibi, son üç yıldır özel sektör tüketimindeki reel artışlar Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) artışlarının üzerinde gerçekleşmiştir. Fark, her yıl bir puanın üzerinde olmuştur.
Artan iç talebin önemli bir bölümünün özellikle son yıllarda hizmetler sektöründe yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Hizmetler sektöründeki fiyat katılığının önemli bir boyutu da artan iç talepten kaynaklanmaktadır.
Üretimden hızlı artan iç talebin bir noktada fiyatlar üzerinde baskı yapması olağandır. Enflasyon hedeflemesinde üretim boşluğu (output gap) kavramına bakan merkez bankaları için iç talebin üretimden kararlı bir biçimde hızlı artması enflasyonist baskıların habercisidir. Artan iç talep karşısında üretimdeki artışın sınırlı kalması fiyatları olumsuz etkileyecektir.
Son veriler Türkiye’de de artan iç talebin enflasyonist baskılar yaratabileceğine işaret etmektedir.
Yılın ilk üç ayına yönelik enflasyon verileri de aynı olguya işaret etmektedir. Özellikle, toplam üretimdeki artışın bu yılın ilk üç ayında ciddi bir biçimde gerileyebileceği tahmini gerçekleşirse, iç talep idaresini boşlayan bir yaklaşım içinde
yılın bundan sonraki bölümünde enflasyonla mücadele oldukça zorlaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2006
TÜRKİYE ekonomisinde ara malları ithalatı toplam ithalatın en önemli kalemlerinden biridir. 2005 yılında ara malları ithalatı toplam ithalatın yüzde 70’i olmuştur. Doğal olarak, ara malları ithalatı ile ekonomik büyüme arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
Üretim yapılacaksa, ara malları ithalatına az ya da çok gereksinim vardır.
Büyüme ve dolar bazında ara malları ithalatı arasında 2001 yılına kadar neredeyse tam bir paralellik gözlenirken, bu paralellik 2001 yılından sonra bozulmuştur.
Aynı oranda büyüme için dolar bazında daha fazla ara malları ithalatı zorunlu olmuştur. Yani, üretimde ithal ara malları katkısı artmıştır.
2005 yılının birinci üç ayından sonra büyüme ile ara malları ithalatı yeniden benzer bir paralellik arz etmeye başlamışlardır.
BÜYÜME YAVAŞLIYOR
Grafikte, sol eksende 1987 fiyatlarıyla
Gayri Safi Milli Hasıla ölçülürken, sağ eksende
ham petrol ithalatı hariç ara malları ithalatı dolar bazında verilmektedir. Veriler yıllık bazda üç aylıktır. Grafikten de görüldüğü gibi,
1997-2001 yılları arasında her bir milyar dolarlık ham petrol hariç ara malları ithalatı 1987 yılı fiyatlarıyla ortalama 4.2 trilyon liralık Gayri Safi Milli Hasıla üretirken, bu oran
2005 yılının son dokuz ayında 2 trilyon liraya gelmiştir. İlişki 2005 yılının son dokuz ayında yeniden kararlı bir görünüm arz etmektedir.
Bu ilişkiden yola çıkarak, aylık bazda toplanan ithalat istatistiklerinden
büyümenin bu yılın ilk dönemi itibariyle azaldığını tahmin etmek güç olmayacaktır. Geçen yılın Aralık ayından bu yılın şubat ayına kadarki üç aylık dönemde ham petrol hariç ara malları ithalatı yıllık bazda 73 milyar dolar civarında sabitlenmiş gibi görünmektedir.
Söz konusu eğilim devam ettiği taktirde,
bu yılın ilk üç ayında GSMH büyümesi geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 2’nin altına gerileyebilecektir. İnşaat dahil hizmetler sektöründe büyümenin geçen yıla göre hızlı olacağı varsayımıyla sanayi sektöründeki büyümenin oldukça yavaşlayacağı, hatta
sanayi sektörü üretiminde belli bir gerileme olacağı sonucu çıkmaktadır. 2006 yılının ocak ayına yönelik sanayi üretim endeksi de bu yönde bir izlenim vermektedir.
İç talep genişlemesi sanayi sektörü üretiminden çok hizmetler sektörüne yansımış gibi görünmektedir. Bu konuya başka bir yazıda devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2006
2005 yılındaki ekonomik büyüme herkesi şaşırttı. Son aylara kadar, geniş bir kesim hedeflenen yüzde 5 civarında bir büyüme bekliyordu. Diğer makro ekonomik veriler büyümenin yüzde 6.5’e kadar olabileceğine işaret ediyordu. Ama, açıklanan büyüme rakamı tahminleri aştı ve yüzde 7.6 oldu. Aslında tahminler tuttu. Son üç aylık büyüme verileri daha önce bilinen yılın ilk dokuz aylık büyüme verileri ile bir araya getirildiğinde yıllık büyüme yüzde 6.6 civarına gelmektedir.
Yılın bütünü için yapılan tahminlerdeki yanılma büyük ölçüde geçmiş dokuz aylık verilerin revize edilmesinden kaynaklanmıştır.
BORÇLANMAYA DAYALI BÜYÜME
2005 yılında Türkiye’ye giren dış kaynak 44 milyar dolar olmuştur. Aynı dönemde, tüm
Latin Amerika ülkesine giden dış kaynak da aynı boyuttadır.
Bu boyutlarda giren yabancı kaynaklar Türkiye ekonomisinde büyümenin motoru olmuştur.
Grafikte, sağ eksende, ödemeler dengesi istatistiklerindeki sermaye hesabı dengesinden IMF’ye ödenen borçlar çıkılıp (ya da IMF’den gelen paralar eklenip) doğrudan yabancı sermaye girişi çıkıldıktan sonraki net borçlanma rakamları verilmektedir. Sol eksende ise yıllık büyüme rakamları ölçülmektedir. Görüldüğü gibi,
Türkiye ekonomisi yurt dışından borçlanabildikçe büyümektedir.
2005 yılında belirgin bir kırılma söz konusudur.
Aynı oranda büyümek için Türkiye ekonomisi geçmiş yıllara göre yurt dışından daha fazla borçlanmak durumundadır. Örneğin, 2001 yılında 2005 yılı düzeyinde büyüyebilmek için 6.4 milyar dolar net dış borçlanma yeterliyken, 2005 yılında bu rakam 29 milyar dolar olmuştur.
Bu gelişmede iki önemli etken söz konusudur. Birincisi,
ekonomi büyüdükçe aynı hızda büyüme daha fazla dış borçlanmayı gerektirmektedir. İkinci etken,
ekonomik büyüme eskiye göre giderek daha fazla ithalatı gerektirmektedir. Dolayısıyla, artan ithalat ile dış borçlanma ihtiyacı artmaktadır.
2002 yılında bir milyar dolar dış borçlanma ortalama 28 milyar dolarlık milli gelir (Gayri Safi Milli Hasıla bazında) yaratırken, bu oran 2003 yılında 44 milyar dolara fırlamış, 2004 yılında 27 milyar dolara düşmüştür.
2005 yılında ise bir milyar dolarlık dış borçlanmanın yarattığı ortalama milli gelir 12 milyar dolara düşmüştür.
MARİFET
Geçmiş verilere dayanarak Türkiye’de ileride ekonomik büyümenin nasıl bir seyir izleyeceğini tahmin etmek çok zordur. Çünkü, ekonomik büyümenin seyri Türkiye’nin dış borçlanma olanakları ile çok yakından ilgilidir. Duruma göre,
büyüme bıçak gibi kesileceği gibi, ok gibi de fırlayabilir.
Motor teklemediği sürece ekonomik büyüme devam edecektir. Dolayısıyla, büyümenin sürdürülebilmesi açısından
marifet motoru tekletmemeye çalışmaktır.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2006
TÜRKİYE ekonomisinin en önemli sorunlarından biri işsizliktir. İşsizlik sorunu çok boyutludur. Sorunun bir kısmı geçmişten gelmektedir. Bir kısmı ise bugünkü ekonomik dengelerin kaçınılmaz sonucudur. Hukuksal yapı sorunu ağırlaştırmaktadır. Yüksek enflasyon ortamında, son otuz beş yıldır, Türkiye ekonomisindeki büyüme iki ileri bir geri biçiminde gelişmiştir. Bu dönemde ortalama büyüme yüzde 4’ün biraz üzerindedir. Ama, ortalamanın üzerinde en fazla iki yıl üst üste büyüme sağlanabilmiştir. İlk kez, 2002 yılından bu yana kesintisiz yüzde 5’in üzerinde büyüme sağlanabilmiştir.
Bu arada nüfus ve işgücü piyasasına girenler yılda yüzde 2’nin üzerinde artmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, sorunun birinci kaynağı otuz beş yıldır iisizliğe çözüm oalcak sürdürülebilir büyümenin sağlanamamış olmasıdır. Bu açıdan, işsizlik sorununun tüm faturası son beş yıla çıkarılamaz.
Sorunun ikinci boyutu ekonomik istikrarı sağlama sürecinde üretimde verimliliğin doğal olarak artmasıdır. Üretimde artan verimlilik yalnızca işgücünden tasarrufu değil, diğer tüm girdilerden de tasarrufu gündeme getirmiştir.
Geçen yılın son üç ayında ekonomi neredeyse yüzde 10’a yakın büyümüşken (yarın açıklanacak), elektrik tüketiminde artış yok gibidir. Ek elektrik tüketimi yapmadan üretim artışı sağlanabilmiştir. Aynı şekilde, çok fazla ek istihdam yaratmadan ekonomik büyüme gerçekleştirilmektedir. Son beş yılda gözlemlenen büyümenin istihdam yaratmaması gerçeği büyük ölçüde üretimdeki verimlilik artışlarıdır.
Sorunun üçüncü boyutu iş yasalarıdır. Sanki her şeyimiz Avrupa Birliği ile uyum içindeymiş gibi, Avrupa’ya ilk uymaya çalıştığımız alan iş yasalarında olmuştur. 2000 yılında yapılan değişikliklerle emek piyasası daha katı hale getirilmiştir. İşçi çıkarmak zorlaşmıştır. İşten çıkarmanın maliyeti yükseltilmiştir.
Bu yasal çerçevede, ek istihdam yaratılması zorlaşmaktadır. İşveren istihdamı artırırken, üretimdeki artışın uzun dönemli kalıcılığına daha fazla dikkat eder olmuştur. Aksi taktirde, çok büyük maliyetler söz konusu olabilecektir. Bir ölçüde bunun sonucunda da, Türkiye’de genç nüfus arasında işsizlik oranı ortalamanın iki katı düzeyinde seyretmektedir.
AVRUPA
Avrupa da aynı sorunu yaşamaktadır. İşsizlik Avrupa’nın da en önemli sorunlarından biridir.
Almanya iş yasasını değiştirmenin yolunu aramaktadır. Fransa işçi çıkarmayı kolaylaştıran yasa değişikliğine gitmiştir. Protestolar alıp yürümüştür. Fransa’da Başbakan’ın koltuğu sallanmaktadır. Yapılmak istenen emek piyasasına esneklik getirmektir. Ama, insanlar, doğal olarak, şimdiki yasaları "kazanılmış hak" olarak gördüklerinden geriye dönüş siyasi olarak kolay olmamaktadır.
Türkiye, Avrupa standartlarını getiriyoruz diye emek piyasasını katılaştıran yeni düzenlemelerin üzerine atlamıştır. Çok yakın gelecekte, aynı sosyal güvenlik sisteminde olduğu gibi, Türkiye’de de iş yasalarında "geri dönüş" mecburiyeti doğacaktır. Bu çeşit düzenlemeler genç nüfusu artan bir ekonomi için kaldırılamaz boyutlarda olabilir. Bir yandan üretimdeki verimlilik artışlarının devam etmesi zorunluluğu, diğer yandan emek piyasasını katılaştıran düzenlemeler işsizlik sorununu daha da içinden çıkılmaz bir duruma getirebilecektir.
Avrupa ile sorunlarımız bu konuda birbirine çok benzemektedir. Onlarda da üretimde verimliliğin artırılması söz konusudur. Aynı zamanda, emek piyasasında katılıkların giderilmesi mecburiyeti vardır. Onlarda da genç nüfusta işsizlik çok yüksektir. Tek ayrıldığımız nokta Avrupa’da nüfusun artmıyor olmasıdır. Dolayısıyla, bizim sorunumuz, en azından kısa dönemde, Avrupa’nınkinden daha ağırdır.
Bir seyahatim nedeniyle yazılarıma salı gününe kadar ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2006
FİYAT istikrarını ciddiye almayan toplumlar doğal olarak Merkez Bankası da ciddiye almazlar. Merkez Bankası’nın nasıl bir kurum olduğunu, nasıl çalıştığını bilmezler. Ayrıcalıklı kamu kurumu olmaz anlayışıyla, sapla saman birbirine karışır. Merkez Bankası birçok açıdan ayrıcalıklı bir kurumdur. Çünkü, fiyat istikrarının tesisi ve devamı merkez bankasının varlığı yoluyla "siyasi bir seçim" olmaktan çıkarılmıştır. Galiba, bu noktada kafalarımız karışıyor.
GELENEKLER
Cumhurbaşkanlığı ya da başbakanlık uzun süre vekaleten yürütülemeyeceği gibi, Merkez Bankası Başkanlığı da uzun süre vekaleten yürütülemez. Yürütülebileceğini iddia edenler Merkez Bankası’nı Orman Bakanlığı ya da Kara Yolları Genel Müdürlüğü ile karıştırmaktadır. O kurumlar da önemlidir, ama onların milli paranın iç ve dış değerini korumak gibi bir görevleri yoktur.
Vekalet müessesesi merkez bankaları için çok kısa süreli olarak düşünülmüştür. Başkan’a vekalet Başkan Yardımcıları arasında olur. Başkan yurt dışında olduğunda, Başkan Yardımcılarından birine Başkan tarafından vekalet verilir. Başkan, dönüşümlü olarak vekalet verir. Bu, bir gelenektir.
Başkan Yardımcılıklarına vekalet ancak bir başka Başkan Yardımcısı tarafından olabilir. Asaleten Başkan Yardımcısı olmayan birinin vekaleten Başkan Yardımcısı olması diye bir şey yoktur. Bu uygulama 1993 yılı sonlarında başlamıştır. Yanlıştır. Yanlış olan bir uygulama gelenek hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Başkan’ın istifası ya da ölümü durumunda İdare Meclisi’nin en kıdemli Başkan Yardımcısı’nı vekaleten Başkan ataması diye bir gelenek yoktur. İdare Meclisi’nin uygun gördüğü kişi, görevi kabul ettiği taktirde, Başkan Vekili olarak atanabilir. Gelenek de böyledir. Uygulama da böyledir.
İdare Meclisi’nin kimi seçtiği ve hangi ölçütlere göre hareket ettiği hiç kimseyi ilgilendirmez. Bu arada, hükümetin yetkisinde bir konuma vekaleten atanacak kişi konusunda İdare Meclisi’nin hükümetin görüşünü alması kadar da doğal bir uygulama olamaz. Bunun Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile hiçbir ilgisi yoktur.
Toplumun bu konularda bilgisi ve görgüsü az olunca, yanıltmalar ve yanlış yönlendirmeler de yoğunlaşıyor.
EĞİLİMLER
Bizler bunları tartışırken, IMF uyarı üzerine uyarı gönderiyor. Son dönemde alınan iktisadi kararların çoğunu "programdan sapma" olarak niteleniyor. Son olarak da, IMF Başkanı Rato "Türkiye’nin makro ekonomik risklerinin arttığı" uyarısını yaptı. Yani, iş ciddileşiyor. Zaten kafası karışık durumda olan uluslararası sermayenin bu dönemde IMF’yi dinleme eğilimi artmıştır. Zincirdeki zayıf halka konumumuzu daha fazla zorlamamız gerekiyor.
Gelişmekte olan piyasalarda hükümetler yurt dışından para gelmeye başladığı zaman gevşeme eğilimi gösterirler. Hele, bu konjonktür seçim dönemine yakın yakalanabilirse, gevşeme çok daha fazla belirginleşir. Şimdi, böyle bir dönemden geçiyormuşuz gibi bir izlenim elde ediliyor.
Bu yaklaşım içinde Merkez Bankası konusunda ciddi bir tavır alınmazsa, yurt dışından gelen para akımına da çok fazla güvenmek doğru değildir. Vekaletle yürütülen para politikası fiyat istikrarının en büyük düşmanlarından biridir. Çünkü, vekilin alacağı kararlar daima günü idare etme yönünde olacaktır. Kararlılık, inandırıcılık ve risk alm ikinci plana itilecektir.
Fiyat istikrarı konusunda alınmış mesafenin bu yolla kaybedilmesi hükümeti seçimlerde de çok zorlar. Çünkü, ekonomik birimler bu noktaya gelebilmek için çok önemli fedakarlıklarda bulunmuşlardır.
Yazının Devamını Oku