Ercan Kumcu

Ekonomik verilerin itibarı ve kalitesi

19 Nisan 2006
TÜRKİYE çeşitli ekonomik verilerin yayınlanması konusunda küçümsenmeyecek bir mesafe aldı. Yayınlanan veriler konular itibariyle hem yaygınlaştı hem de derinleşti. Her şeyden önce, veri yayını giderek daha fazla kurumsallaştı. Ama, daha işin sonuna gelindi denemez. Öğrenecek çok şeyimiz var.

Kamuoyu ise bu süreçte çok fazla bilgilendirilemedi. Ekonomik verilerin bir kısmının örnekleme yoluyla üretildiği, bir kısmının ise çeşitli kurum ve kuruluşlardan toplanan verilerin toplulaştırılmasıyla elde edildiği yeterince kamuoyuna anlatılamadı. Yayınlanan verilerin içeriği, neyi gösterip neyi göstermediği anlatılamadı. Kısacası, ekonomik verilerin toplanmasından oluşturulmasına kadar olan süreç yeterince şeffaflaşamadı.

Bir başka açıdan, kamuoyu da bu konularla fazla ilgili değil. Veri üreten kurumlara karşı geleneksel bir güvensizliğimiz var. Genel izlenimlerin paralelinde çıkmayan bir veriye "yalandır" ya da "aldatmacadır" damgası vurup rahatlama alışkanlığımız var. Böyle bir ortamda veri yayınlayan kuruluşların sorumlulukları daha da artmaktadır. Kamuoyunu bilgilendirme yükümlülükleri artmaktadır.

DOĞRU VE ÇABUK

Piyasa ekonomisinin temelinde "bilgi" yatar
. Piyasaların denge arayışı içinde "bilgi" dengenin yönlendiricisidir. Dolayısıyla, piyasaları ilgilendiren bilgilerin zamanında ve tüm birimlerin aynı anda ulaşabileceği şekilde yayınlanması zorunludur. Aksi taktirde, bir grubun diğer bir gruba göre daha fazla bilgiye sahip olması rekabet şartlarını sakatlar. Piyasanın dengesi çarpıtılır. Bu yolla, birini her zaman aldatabilirsiniz. Bazen herkesi aldatabilirsiniz. Ama, her zaman herkesi aldatamazsınız.

Bazı ekonomik veriler tahmindir. Örneğin, milli gelir istatistikleri bir tahmindir. Tahmin yapılırken çeşitli bilgiler kullanılır. Kullanılan bilgilerin zaman içinde hatalı olduğu ya da yeni bilgilerin gelmesi durumlarda, tahminin değiştirilmesi kaçınılmaz olur.

Veri yayınlayan kuruluşlar bu konuda doğal olarak önemli bir ikilem içindedirler. Belli bir verinin en az hatayla yayınlanması için uzun süre beklemek de bir çözümdür. Bir diğer çözüm ise, belli bir döneme ait veriyi mümkün olan en çabuk bir biçimde mümkün olan en az hatayla yayınlamaktır. Bu ikilem içinde, veri yayınlayan kuruluşların amacı hatayı asgariye indirip veri yayınını çabuklaştırmak olmalıdır.

Bütün bunlar söylemesi kolay olup yapması hem zor hem de maliyetli uygulamalardır. Üretilen verinin kalitesi veri toplamaya yönelik uğraşlarda kaynak sorunu ile yakından ilgilidir. Ekonomik verilerin önemine inanıyorsak, bu alana yatırım yapmaktan çekinmemeliyiz. Son yirmi beş yıldır ekonomik verilerin yayınlanması konusunda önemli bir mesafe aldık, ama bu alana yapılan yatırımlar aynı paralellikte gitmedi.

BİLGİYE YATIRIM

Veri yayıncılığında kalite artırılmalıdır
. Kalitenin artması, yayınlanan verilerin kısa aralıklarla ve ivedi olması yanında, ileride yapılması zorunlu olabilecek revizyon risklerini de asgaride tutmaktır. Bunun için başta insan olmak üzere araç-gereç ve araştırma yatırımları kaçınılmazdır. Yatırımlar bilginin yönlendirdiği dengelerin doğru oluşmaları için gereklidir.

Piyasa ekonomisini dinamitlemenin en kolay yollarından biri yayınlanan verilere güvensizlik aşılamaktır. Kendi tahminlerimizle uyuşmayan bir verinin "yanlış" ya da "aldatmaca" olabileceğini düşünmeden önce tahminimizde kullandığımız modelin hatasının nerede olabileceğini araştırmak çok daha faydalı olacaktır. Aksi taktirde, yayınlanan ekonomik verilere güven azaldığında, üzerinde tahmin yapılabilecek bir büyüklük de ortadan kalkmaktadır.
Yazının Devamını Oku

Gelişmekte olan ülkelerin ortak yanları

18 Nisan 2006
SON dört yıldır gelişmekte olan ülkeler (emerging markets) uluslararası platformlarda en fazla konuşulan ülkeler oldular. Çünkü, bu ülkeler dünya ortalamasının oldukça üzerinde büyüyorlar. Bu ülkelerin çoğunda enflasyon düşüyor. Her şeyden önce, en azından kısa dönemde, bu ülkeler gelişmiş ülkelerin başına bela olacak gibi görünmüyorlar. Ekonomik performansları bir çok gelişmiş ülkenin çok üzerinde.

Geçen yıl gelişmekte olan ülkeler 200 milyar doların üzerinde cari işlemler fazlası verdiler. Bu ülkelere akan yabancı sermaye 400 milyar dolara yaklaştı. Döviz rezervleri hızla artıyor. Yalnızca geçen yıl rezerv artışları 400 milyar doları geçti. Kısacası, gelişmekte olan ülkelerin kulaklarından döviz fışkırıyor. O kadar ki, Çin başta olmak üzere, gelişmekte olan ülkelerin elindeki dövizler gelişmiş ülkelerin paralarının değeri üzerinde bir tehdit oluşturmaya başladı.

ARTAN TEMBELLİK

Bir açıdan, bu ülkelerin gösterdikleri ekonomik performans gerçekten parmak ısırtıcı nitelikte görülebilir. Diğer taraftan, içinde Türkiye’nin de içinde olduğu gelişmekte olan ülkeler grubunun gösterdiği performans onları tembelleştiriyor. Ekonomik istikrarı kalıcı yapacak reformları yapmaktan ya vazgeçiriyor ya da ertelettiriyor. Dolayısıyla, bu ülkelerin iç ve dış şoklara karşı mukavemeti çok fazla değişmiyor. Yaşanan bahar havası içinde bulunulan konjonktüre bağlı kalıyor. Vitrin iyi, bir çoğunda dükkan yine eski dükkan.

Nedir gelişmekte olan ülkelerin ekonomik performansını parmak ısırtıcı yapan?

Başta petrol olmak üzere, hammadde fiyatlarındaki artış bu maddeleri üreten gelişmiş ülkelerin gelirlerini artırıyor. Cari işlemler fazlası vermelerine neden oluyor.

Amerika ve Çin gibi mutlak anlamda büyük ekonomilerdeki ortalamanın üzerindeki ekonomik büyüme gelişmekte olan ülkelerin sattıkları hammaddelere ve diğer ihraç ürünlerine talebi artırıyor.

Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki faizlerin düşüklüğü ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik performansı bu ülkelere giden yabancı mali sermayeyi artırıcı bir etken oluyor. Gelişmekte olan ülkelerde yatırımlar artıyor. İthalat yapma olanakları genişliyor. Tüketim hızlanıyor. Bir çok gelişmekte olan ülke maliye ve para politikalarını istikrara yönelik kullanma zorunluluğu hissetmiyor. Yani, kemer sıkma ihtiyacı yok.

Rusya’da beş yıl önce kaçınılmaz olarak nitelenen yapısal reformlar rafa kalktı. Venezüella’da popülist politikalar uygulandığı halde, ekonomik büyüme son iki yılda yüzde 27 oldu. Enflasyon da yüzde 15-20 arasında. Arjantin hálá borçlu olduğu kesimlerle anlaşabilmiş değil. Ama, yüzde 9 civarında büyüyor. Enflasyonu yüzde 10’un üzerinde. Fiyat kontrolleri yoluyla enflasyonla mücadele etmeye çalışıyor.

Avrupa Birliği’nin tam üyesi olan Macaristan maliye politikalarını gevşetti. Fiyatları artan hammadde üreticisi olmadığından, Türkiye gibi, Macaristan da çok büyük cari işlemler açığı veriyor. Enflasyon baskısı artıyor. Borçlanma yoluyla işleri idare etmeye çalışıyorlar. Euro’ya geçişlerinin ertelenebileceği konuşuluyor.

ARTAN RİSKLER

Gelişmekte olan ülkelerin neredeyse tümünde yapısal sorunlar var
. Sosyal güvenlik sistemleri önlenemeyen açıklar veriyor. Tarımsal üretimde verimlilik sorunları var. Bütçe açıklarını kalıcı olarak düşürmeyi önleyecek mekanizmalar kurulamamış. Kurumsallaşma tamamlanmamış.

Kısacası, yelken delik deliş olduğu halde, rüzgarın doğru yerden ve doğru şiddette estiği için tekne yol alıyor. Rüzgarın yönü ve şiddeti değiştiğinde, teknenin sallanmadan hareket edebilmesi için ne yelkenin durumu müsait ne de yelkeni yönlendiren mekanizmalar yeteri kadar güçlü.

Gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak uluslararası piyasalarda istikrar var, ama tehditler giderek artıyor.
Yazının Devamını Oku

Sosyal güvenlik sistemi böyle kurtulmaz

17 Nisan 2006
MECLİS’in gündeminde sosyal güvenlik reformu var. Yasa tasarısını reform diye niteleyebilecek en önemli unsur şimdiye kadar farklı yapılardaki üç ayrı sosyal güvenlik kuruluşunu aynı çatı altında toplamasıdır. Ama, bu girişim tek başına iflas etmiş sistemi kurtarmaz. Daha çok şey yapılması gerekiyor. Böyle olmasına rağmen, gündemdeki sosyal güvenlik reformuna toplumun neredeyse tüm kesimlerinden çok sert bir muhalefet var. Hiç kimse kurulu düzenin bozulmasını istemiyor. Kurulu düzen ise böyle gidemiyor.

SİSTEM

Sosyal güvenlik sistemleri kendi ayakları üzerinde durması gereken programlardır
. İki türlü olabilir. Birincisi, kişinin çalıştığı dönemde kazancından sisteme yaptığı mali katkılara yıllar boyu nema kazandırılır ve emekliliğinde maaş olarak geri verilir. Bu sistemde kimsenin hakkı kimseye geçmez. Özel emeklilik sistemleri bu ilke içinde çalışır. Az sayıdaki ülkenin sosyal güvenlik sistemi bu yapıdadır.

İkinci yöntem nesiller arası kaynak aktarımına dayanır. Çalışanlardan sisteme aktarılan kaynaklar toplumdaki emeklilere maaş olarak dağıtılır. Gençler yaşlıları finanse eder. Bu sistem yanlış kullanılmaya açıktır. Çalışanlardan yapılan kesintileri düşük tutmak ve emeklilere daha fazla maaş vermek siyasi açıdan çekici olduğundan, bu sistemler eninde sonunda batar. Dünyanın her yerinde de bu ilke içinde çalışan sosyal güvenlik sistemleri batmıştır. Türkiye bir istisna değildir, ama çarpıcı bir örnektir.

Bu sistem, belli bir dönem için doğru dahi yapılandırılsa, zaman içinde nüfusun yaşlanıp çalışanların azaldığı ve emeklilerin arttığı bir dinamik içinde batmaya mahkum olmaktadır. Büyük Avrupa ülkeleri şimdi bu sıkıntıyı çekmektedirler.

Bizdeki durum çok daha komiktir. Nüfusumuz çok gençtir. Fiili çalışana göre fiili emeklilerin sayısı çok azdır. Ama, sistem, yanlış yapılandırma, kayıt dışılık ve yozlaşmışlık nedenleriyle çökmüştür. Belki, emekliye yüksek maaşlar ödenmemektedir, ama emekli maaşı verilenlerin önemli bir bölümü zaten çalışmaya devam etmektedir. Önemli bir kesim için emekli maaşı ikinci bir gelirdir. Bu yapının finansmanı doğal olarak çalışanlarca karşılanamamaktadır. Dolayısıyla, mali yük devletin bütçesine bindirilmektedir. Devlet de artık bu yükü kaldıramayacak noktaya gelmiştir.

YENİ REFORMLAR

Yalnızca Sosyal Sigortalar Kurumu’nun açığı her yıl neredeyse ikiye katlanarak artmaktadır. Geçen yıl 7.4 milyar YTL olan açığın bu yıl 12.1 milyar YTL olacağı tahmin edilmektedir.

Sosyal güvenlik sisteminin geçen yıl bütçeden aldığı yardım 23 milyar YTL civarındaydı. Bu rakam Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2005 yılında yaptığı harcamaların neredeyse iki mislidir. Geçen yıl bütçe açığının 10 milyar YTL olduğu düşünülürse, aslında doğru bir yapı içinde çalışan sosyal güvenlik sistemi olsaydı, bütçenin 13 milyar YTL fazla vereceği anlaşılmaktadır. Bu büyüklük neredeyse geçen yılki Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine eşittir.

Geçen hafta Meclis’ten geçen ve reform diye tanıtılan tasarı bundan sonra sistemin daha doğru temellere oturmasını sağlayabilir. Ama, "kazanılmış haklar" yoluyla yaratılan yük hala toplumun sırtındadır. Kaldı ki, sistemdekilerin aleyhine olacak düzenlemelerin yürürlük tarihi ileriye atılmaktadır. Dolayısıyla, daha uzun süre eğitimden kısılan kaynaklarla çalışan emeklilerimize ikinci maaş vermeye devam etmek durumundayız.

Gelişen ekonomik şartlarda, Türkiye’nin daha çok sosyal güvenlik reformu yapmaya mecbur kalacağı aşikardır
Yazının Devamını Oku

Eriştiğimiz eğitim düzeyi

16 Nisan 2006
SON iki haftadır ülkemizdeki eğitimin kalitesi ve ailelerin okul seçimi konularındaki bazı gözlemlerimi sizlerle paylaştım. İki alanda da karnemiz iyi değil. Doğal olarak, sonuçlar da çok iç açıcı olmuyor. Sorun, devlet ya da özel okullara göre nitelik değiştirmiyor. Ortalamada, devlet ya da özel okullar arasında ne kalite açısından ne de eğitim sistemi açısından zaten önemli bir fark görünmüyor. Tüm ülke için eğitim ikinci plana atılmış durumda. Adına eğitim denilen süreç üniversite giriş sınavlarında iyi bir üniversiteye girebilecek puan almaya odaklanmış gibi görünüyor.

Üniversite giriş sınavı öğrencilerin eğitim düzeyini ölçmüyor. Neyi ölçtüğü ise çok açık değildir.

SONUÇLAR

Geçen yıl bin küsur liseyi birincilikle bitiren öğrenciler üniversite seçimlerini yanlış yaptıkları için hiçbir üniversiteye giremediler
. Doğru seçim yapmış olsalardı, birçoğu bugün üniversite öğrencisi olacaktı. Bu çocukların elinden tutan yok mu? Acaba bu çocuklar hangi ölçüte göre okul birincisi oldular?

Üniversite ya da lise sınavlarına giren öğrencilerden hatırı sayılır bir bölümü hiçbir soruya doğru cevap veremiyorlar. Bu çocuklar on bir yıllık eğitim sürecinde hiçbir şey öğrenememişler mi? Sınav, bu çocukların öğrendikleri hiçbir şeyi sormamış mı?

Uluslararası alanda yapılan matematik yarışmalarında çocuklarımızın başarısı hiç de övünülecek bir noktada değildir. Halbuki, lise düzeyinde çocuklarımıza mühendislik düzeyinde matematik öğretmeye çalışıyoruz. Biz mi öğretemiyoruz? Çocuklar mı öğrenemiyorlar? Yoksa, gereksiz şeyler mi öğretiyoruz?

Özel ve Anadolu Liseleri’ne giriş sınavlarında başarı oranı özel ya da devlet okullarından mezun olan öğrenciler arasında fazla değişmiyor. Sonuçlar, özel ya da devlet okullarından mezun olanların bu sınavlardaki başarı olasılığının aynı olduğunu gösteriyor. O halde, onca para verip aileler çocuklarını neden özel okula göndermek istiyorlar?

Başarı olasılığını artıran unsur "okula değil, dershaneye gönder" mantığı ile özetlenmektedir. Bir şekilde üniversiteye girebilen öğrencilerin iş piyasasına girdiğindeki performansı eğitim düzeyini sorgulatacak bir başka boyuttur. Bu konudaki yaklaşımımız "çocuk bir üniversiteye gitsin de nereye giderse gitsin" anlayışıyla özetlenebilir.

Üniversite çok farklı bir eğitim kurumudur. Her şehirde bir üniversite olsun diye üniversite açılmamalıdır. İki bina, üç hoca, birkaç toplama kitapla üniversite olmaz. Olursa, bugün yaşadıklarımızı yaşamak şaşırtıcı olmaz.

Yeni üniversite mezunu yirmi kişi alacak bir kuruma 3,000 kişi müracaat etmektedir. Bunların 2,900 kişisi kağıt üzerinde elenmektedir. Yüz kişiye sınav yapılmaktadır. Kırk kişi mülakata çağrılmaktadır. Yirmi kişi işe alınmaktadır. İşe alınanların on tanesinden pişman olunmaktadır. Üniversitelerimizin önemli bir bölümünde eğitim değil, diploma verilmektedir.

DİPLOMA İTİBARI

Masa başı sohbetlerde Türkiye’nin eğitilmiş iş gücü açısından zengin bir ülke olduğu söylenir
. Bu yargı doğru değildir. Türkiye "yanlış eğitilmiş işgücü" açısından zengindir.

İşe uygun eleman arandığında sıkıntı vardır. O nedenle Türkiye’de "iş üzerinde eğitim" çok önemli bir hale gelmiştir. Ciddi şirketler eğitime çok ciddi paralar harcamaya başlamışlardır.

Genç nüfus içinde işsizlik çok fazladır. Bugünkü haliyle eğitim işsizliğin ilacı olmaktan uzaktır. "Üniversite mezunu" damgası eski itibarını yitirmiştir. Lise açma mantığı ile açılan yeni üniversiteler çocuklarımıza çok büyük haksızlık olmaya başlamışlardır. Bu anlamda, eğitim de siyasallaştırılmıştır.
Yazının Devamını Oku

Küresel kriz olasılığını düşürmeye çalışalım

14 Nisan 2006
ULUSLARARASI finansman yapısı ve kurumları değiştikçe bir boşluk oluştu. Uluslararası gözetim ve denetim otoritesi olarak IMF’nin rolü azaldı. Buna karşılık, kredi derecelendirme kuruluşları ile uluslararası finans piyasalarındaki aracı kurumların araştırma bölümlerinin önemi arttı. Göreli olarak yeni olan bu oluşumlar sermayenin yönüne öncülük yapabiliyorlar, ama küresel riskleri değerlendirmekte yeteriz kalıyorlar. Çünkü, görevleri bu değil.

Değişmeyi mutlaka "kötü" olarak almak yanlış olur. Ama, bir boşluk oluştuğunu gözden kaçırmak da "yanlış" olur. Boşluğun en önemli tarafı giderek artan uluslararası finansman piyasasındaki riskleri ölçen, değerlendiren ve azaltmaya yönelik rol oynayacak bir kurumun oluşturulamamış olmasıdır. Yani, uluslararası platformda "kriz önleyici" önlemler düşünen, düşünülen önlemleri hayata geçirebilecek kabiliyeti olan bir kuruma ihtiyaç vardır.

OYUNCULAR

Kredi derecelendirme kuruluşları
politika oluşturma ya da politika önerme konumunda olan kuruluşlar değillerdir. Ekonomileri izlerler. Gelişmeleri değerlendirirler. Teorik olarak, bir "iflas olasılığı" (default probability) ölçmeye çalışırlar. Hızla değişen küresel ilişkilerde bunu yapmak söylendiği kadar kolay değildir. Dolayısıyla, kredi derecelendirme kuruluşları genellikle olayların önünde koşan değil, olayları takip eden kuruluşlara dönüşmüşlerdir. Piyasanın iyi işemesinde faydaları yok değildir, ama faydaları abartılmamalıdır.

Türkiye 1994 Krizi’ne girdiğinde, BBB derecesine sahipti. Kredi değerliliğimiz bir krize işaret etmiyordu. Krizden sonra kredi değerliliğimiz kriz olasılığının arttığını söylemeye başladı. Bu çeşit örnekler dünyanın her yerinde yaşandı.

Finans piyasasındaki aracı kurumların araştırma bölümleri satış bölümlerinin destekçisi olarak çalışırlar. Satışla araştırma arasında doğal bir iletişim vardır. Bazen, araştırmanın satışı yönlendirmesi yerine, satışın araştırmayı yönlendirmesi de söz konusu olabilmektedir. Kısa vadeli bakış açıları egemen olabilmektedir. Piyasanın havası bazen araştırmaya yön verebilmektedir. Çünkü, kısa vadede para kazanma güdüsü riskleri ikinci plana atabilmektedir.

Uluslararası Finans Enstitüsü (Institute of International Finance IIF) aslında uluslararası yatırımcıların ülke risklerini daha iyi analiz edebilmelerine yönelik araştırma ve veri tabanı sunmak için kurulmuştu. O dönemden bugüne, kuruluşlar kendi araştırma bölümlerini geliştirdiler. IIF’in bu yöndeki çalışmalarına giderek daha az ihtiyaç duymaya başladılar. IIF rolünü bir ölçüde değiştirdi.

Son dönemlerde, IIF uluslararası platformda bankaların sözcüsü rolünü üstlendi. Basel-II çalışmalarında katkılarda bulundu. Kriz önleme (crisis prevention) ve kriz çözümleme (crisis resolution) sorunlarına eğildi. Kriz önlemeden çok, kriz çözümleme konularında küçümsenmeyecek mesafe de aldı. Öneriler geliştirildi. Ama, konumu itibariyle bu konular IIF’in doğrudan sonuç alabileceği bir iş olmadığından, kriz önleme konusu yine ortada kaldı.

IMF

Konumu itibariyle, küresel riskleri en iyi değerlendirebilecek ve krizleri önleme konusunda ülkeler düzeyinde öneriler geliştirip önerilerin uygulamaya konmasını sağlayabilecek konumda IMF vardır. IMF kaynaklarını bu konulara daha fazla kaydırmak durumundadır. IMF Başkanı Rato’nun da gündeminde bu konu var gibi görünmektedir.

Konu son derece karmaşıktır. Geniş bir alanı kapsamaktadır. Kurumsal gelişmeden, kurumların bağımsızlığına, makro ekonomik politikalardan uluslararası düzeyde finans sisteminin gözetim ve denetimine kadar geniş bir alan "kriz önleme" çalışmasını kapsamaktadır. IMF’nin bu yeni işlevi daha tarafsız bir biçimde başarabilmesi için Amerika’nın IMF üzerindeki göreli ağırlığının da azalması kaçınılmaz olacaktır.
Yazının Devamını Oku

2006 farklı bir yıl olabilir

13 Nisan 2006
TÜRKİYE ekonomisi 2005 yılında yüzde 7.6 ile tahminlerin ve hedefin üzerinde büyüdü. Cari işlemler açığı 23 milyar dolarla tahminlerin de hedefin de üzerinde gerçekleşti. Hedefi tutan en önemli makro ekonomik değişkenler enflasyon ve bütçe dengesi oldu. Bu yıl için ekonomik büyüme yine yüzde 5 hedefleniyor. Cari işlemler açığındaki hedef geçen yılki gerçekleşmenin altında tespit edildi. Yıl sonu enflasyonu yüzde 5 hedeflenirken, bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 3’ün altında hedeflendi.

Bu yıl gerçekleşmeler ne olur?

RİSK ALGILAMASI

Ekonomik büyümenin
arkasındaki en önemli etkenlerden biri yabancı mali sermaye girişi ve buna bağlı olarak gerçekleşen döviz kurlarındaki istikrardır. Son dört yıldır Türkiye ekonomisi dış denge kısıdı olmadan yaşamıştır. Dolayısıyla, bundan sonra hedeflenen doğrultuda ekonomik büyümenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği büyüme düzeyinin gerektirdiği cari işlemler açığının verilip verilmeyeceği ile yakından ilgilidir.

Gelişmiş ülke merkez bankaları son derece sorumlu davranarak faiz artışlarını mali piyasaları alıştırarak gerçekleştiriyorlar. Zaman içinde faiz artışlarını giderek hazmeden piyasalar faiz kararlarına radikal tepkiler vermiyorlar. Dolayısıyla, artan dünya faizlerinde sermaye akımları birden bire tersine çevrilmiyor. Ama, önümüzdeki dönemde gelişmekte olan piyasalara yönelen sermaye akımında bir daralma gözlenebilecektir. Genel beklenti bu yöndedir.

Uluslararası piyasalarda risk algılaması değişmektedir. Daralan marjlar yetersizleşmektedir. Her şeyden önemlisi, gündemdeki birçok gelişmekte olan ülkede seçimler nedeniyle "siyasi risk" artmış görünmektedir. Bu nedenlerle de, gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak uluslararası likiditede bir azalma beklemek gerekir.

Sermaye akımlarındaki tedrici azalma Türkiye gibi ülkelere "yumuşak iniş" fırsatı verecektir. Bu açıdan, ekonomik büyüme üzerinde dışarıdan kaynaklanan belli bir kısıt yaşanabilecektir. Kaldı ki, bu yıl turizm gelirlerinde bir düşme olasılığı karşısında, aynı ekonomik büyüme düzeyinde Türkiye’nin cari işlemler açığı geçen yıllardan daha fazla olabilecektir.

DEĞİŞİK BİR YIL

Enflasyon hedeflemesinde zor bir yıl söz konusudur. Yüzde 5 civarında bir enflasyonun bu yıl sonunda tutturulmasının bilinen zorlukları yanında, para politikasına yönelik güvenin giderek kaybolabileceği olasılığı işleri daha da zorlaştırmaktadır. Bu durum karşısında, geçmiş yılların aksine, enflasyon hedefinin tutturulması büyümenin hedeflenenden daha düşük olmasına neden olabilecektir.

Son dört yıldır enflasyon ve bütçe dengesi hedefleri tutturulurken, ekonomik büyüme ve cari işlemler açığı hedefleri ciddi bir biçimde aşılmıştır. Sergilenen ekonomik performans ileriye dönük bir risk yaratsa da, enflasyon hedefinin tutturulması yanında ekonomik büyümenin kesintisiz bir biçimde göreli olarak yüksek olmasına alkış tutulmuştur. Bu yılki dengeler biraz farklı olacak gibi görünmektedir.

Yılın ilk üç ayına yönelik gelişmeler bu beklentileri doğrular niteliktedir.
Yazının Devamını Oku

Cari işlemler dengesine geleneksel yaklaşımımız

12 Nisan 2006
TÜRKİYE’nin iktisadi tarihinde, kriz dönemleri hariç, cari işlemler dengesinin idaresi hiçbir zaman makro ekonomik politikaların hedeflerinden biri olmamıştır. Cari işlemler dengesi yurt dışından borçlanma olanaklarının bir sonucu olarak gelişmiştir.

Cari işlemler dengesinin tanrının taktirine bırakılmasının en büyük nedeni ekonomik büyümeyi her ne pahasına olursa olsun azamiye çıkarma arzumuzdur. Ekonomik büyümeye paralel giden cari işlemler açığının idaresi ekonomik büyümeden feragat etmeye dayandığında, akar sular durmaktadır. Böyle bir yaklaşım siyasi otorite tarafından "dönen tekerleğe taş koymak" olarak algılanmaktadır.

UYUM

Geleneksel yaklaşım böyle olunca, cari işlemler dengesi aslında tanrının taktirine değil, yurt dışı piyasaların taktirine bırakılmaktadır. Dış borçlanma olanakları açık olduğunda yurt dışı piyasaların izin verdiği ölçüde cari işlemler açığı vermekteyiz. Hava ters dönüp dış borçlanma olanakları kapandığında, kaçınılmaz olarak cari işlemler açığımız azalmakta, hatta cari işlemler fazlası vermekteyiz.

Ekonominin krize girip girmeyeceği de yurt dışı piyasalardaki havanın ne denli radikal değişip değişmediği ile ilgili olmaktadır. Piyasalar tedricen bize kapanma eğilimine girdiğinde, uyum yumuşak olmakta, piyasalardaki radikal bir kapanma uyumu sertleştirmektedir.

Örneğin, 1994 ve 1998 yılının ikinci yarısından sonra, 2001 yılında dış piyasaların Türkiye’ye bakış açısı radikal bir biçimde değiştiğinde, ciddi boyutlarda ekonomik küçülmeler yaşandı. 1990 yılın son üç ayından sonra Körfez Krizi nedeniyle dış piyasaların Türkiye’ye bakışı kötümsere döndüğünde, ekonomik büyüme küçüldü, ama ekonomi küçülmedi. Kısacası, cari işlemler dengesini idare edemediğimizden, ekonomik büyümeyi de idare edemeyen bir ülke konumundayız.

YUMUŞAK İNİŞ

2002 yılından bu yana cari işlemler açığı giderek artıyor. Geleneklerimizin esiri olmasaydık, 2003 yılından bu yana makro ekonomik politikalar cari işlemler dengesinin idaresini de göz önüne alacak bir biçimde şekillendirilebilirdi. Yapılmadı. Ekonomik büyümenin azami boyutlarda gerçekleşmesi arzulandı. Şimdi, her ay cari işlemler dengesi verileri açıkladığında, kafamızın arkasında "bu iş böyle gitmez" beklentisi oluşmaya başladı.

Bu yılın ilk iki ayında cari işlemler açığı 5.9 milyar dolar oldu. 1993, 2000 ve 2002-2005 dönemini hariç tutarsak, bu yılın ilk iki ayında verdiğimiz cari işlemler açığını Türkiye bir yılda vermemişti. Şimdi beklemedeyiz.

Yılın ilk iki ayında çeşitli yollarla 11 milyar doların üzerinde yurt dışından borç alındı. Toplam ülkeye giren yabancı mali sermaye net bazda 13 milyar dolar oldu. Gelen dövizlerin bir bölümüyle cari işlemler açığını finanse ederken, Merkez Bankası’nın döviz rezervleri 6 milyar dolar kadar arttı.

Yurt dışı piyasaların kararına göre, ya borç bulma olanaklarımız eskisi gibi devam edecek ve büyümeye devam edeceğiz, ya da yurt dışı piyasalar bize eskisi kadar cömert olmayacaklar ve ekonomik büyümeden istemeden fedakarlık etmek durumunda kalacağız. Bu konudaki karar yurt dışı piyasalarındır. Umudumuz, yurt dışı piyasalardaki olası bir değişimin sert olmamasıdır. Bu şekilde, Türkiye ekonomisi de "yumuşak iniş" olanağına sahip olabilecektir. Düşüş sert olmayacaktır.

Bu yönde işaretler alındığından, şimdilik heyecanlanacak bir durum yok gibi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku

Sanayi üretiminde yavaşlama sinyalleri

11 Nisan 2006
ULUSLARARASI risk algılaması yavaş bir biçimde değişiyor. Değişen risk algılamasıyla gelişmekte olan ülkelerden rahatsız edici boyutlarda bir sermaye çıkışı yaşanmıyor. Ama, bu ülkelere yeni sermaye de bu aşamada fazla girmiyor. Risk algılamasındaki değişmenin ardında gelişmiş ülkelerdeki faiz artışları var. Buna ek olarak, gelişmekte olan ülkelerde seçimlerin yaklaşıyor olması uluslararası yatırımcıları "bekle-gör" konumuna itiyor. Bu gelişmelerden doğal olarak Türkiye de etkileniyor.

İMALAT SANAYİ

Türkiye özelinde uluslararası likiditenin azalması cari işlemler açığının finansmanı açısından önemli olmaktadır
. Uluslararası likidite koşullarında radikal hareketlerin olmaması bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin yeni /images/100/0x0/55eb669af018fbb8f8beb632duruma uyumunu da göreli olarak "sancısız" ve "yumuşak" bir biçimde gerçekleştirmesine yardımcı olacaktır. Bu süreç başlamış görünmektedir.

Bu yılın şubat ayında imalat sanayi endeksi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 4.8 artmış görünmektedir. Geçen yılın şubat ayında imalat sanayi üretimindeki artış aynı bazda yüzde 10.2 olmuştu. Beklentinin üzerinde şubat ayında bir artış gerçekleşmiş olsa da, artış, geçen yılki artışın yarısından daha azdır.

Yılın ilk iki ayında imalat sanayinde üretim yüzde 1.7 gerilemiştir. Geçen yılın ilk iki ayında üretim yüzde 7.5 artmıştı. Kısacası, hangi veriye bakarsak bakalım, geçen yıla göre, imalat sanayi üretimindeki büyüme oldukça düşmüştür.

On iki aylık ortalamalar bazında, imalat sanayi üretimindeki büyüme bu yılın şubat ayı itibariyle yüzde 3.5’e gerilemiştir. Geçen yılın sonunda bu rakam yüzde 4.8, geçen yılın şubat ayı itibari ile ise yüzde 9.9 idi.

İmalat sanayi üretiminde ortalama bazda bir yumuşak iniş yaşanmaktadır. Sektörler itibariyle bakıldığında ise, iniş bazı sektörlerde oldukça serttir. Örneğin, aralık-şubat arasında, son üç ayda geçen yılın aynı dönemine göre, tekstil üretimi yüzde 9.8, giyim eşyası üretimi yüzde 30.6, ağaç sektörü üretimi yüzde 11.4, kömür üretimi yüzde 10.1, metal eşya sektörü üretimi yüzde 10.7, büro malzemeleri üretimi yüzde 21.8 ve elektrikli eşyalar üretimi yüzde 8.8 azalmıştır.

ENERJİ

Sanayi üretimi içinde en dikkati çeken gelişmelerden biri son aylarda enerji üretiminde imalat sanayi üretimindeki artışın oldukça üzerinde gerçekleşen artışlardır
. 2001 Krizi’nden geçen yılın ortalarına kadar imalat sanayi üretimindeki artışlar elektrik üretimindeki artışların üzerinde gerçekleşmişti. Kaçak elektrik kullanımına rağmen, bu gelişme üretimde enerjiden önemli bir tasarruf yapıldığı izlenimi veriyordu. Bu eğilim geçen yılın ortasından bu yana değişmiş gibi görünmektedir.

Grafikten de görüldüğü gibi, imalat sanayi üretimindeki değişmeler yıllar itibariyle önemli dalgalanmalar gösterirken, elektrik üretimi çok daha istikrarlı bir artış sergilemektedir. 2003 yılından bu yana elektrik üretimi artışları yıllık ortalama bazda yüzde 5-10 arasında dalgalanırken, imalat sanayi üretimindeki artışlar yüzde 3.5 ile 14 arasında gerçekleşmiştir. Bu yılın ilk iki ayında imalat sanayi üretimi yüzde 1.7 azalırken, elektrik üretimindeki artış yüzde 8 olmuştur.
Yazının Devamını Oku