Ercan Kumcu

Eğitim üzerine düşünceler (3)

28 Mayıs 2006
Bazı çocuklar küçük yaşta boy atarlar. Bazıları daha geç uzar. Bazı çocuklar dokuz aylık olduğunda yürümeye başlar, bazıları iki yaşına yaklaşırken yürümeyi öğrenir. Gelişim çocuktan çocuğa farklıdır.

Çocukların fiziksel gelişiminin yanında beyinsel gelişimi de farklılıklar gösterebilir. Çok erken konuşmaya başlayan çocukların yanında çok geç konuşan çocuklar da vardır. Öğrenme kabiliyeti de çocuktan çocuğa farklılıklar gösterebilir. Ama, bu farklılıkların hiçbiri bir grup çocuğun bir başka grup çocuğa göre, özürlü olması anlamına gelmez. Sadece, beyinsel gelişimin zamanlaması farklıdır.

Tıbbi bir sorun yoksa, tüm çocuklar sonunda yürümeyi öğrenirler, konuşmaya başlarlar, öğrenme yetenekleri gelişir, okuma ve yazmayı öğrenirler.

Küçük yaşlarda beynin gelişimine paralel olarak çocuklar arasındaki farklılıklar fazladır. Farklılıklar giderek azalır. Daha kalıcı olan çocukların çalışkan ya da tembel karakterde olmalarıdır.

FARKLILIKLAR

Beynin gelişimindeki zaman farklılıkları eğitim sisteminin, özellikle küçük yaştaki çocukların eğitiminde, üzerinde dikkatle durması gereken bir olgudur
. Elli tane altı yaşındaki çocuğu bir sınıfa koyup onlara aynı şeyleri, aynı yöntemle ve aynı hızda öğretmeye çalışmak, beynin farklı gelişmesini görmezden gelmek anlamına gelir.

Böyle bir öğretim yaklaşımı beyin gelişmesi çabuk olan çocuğa da, beyin gelişmesi göreli olarak yavaş olan çocuğa da çok büyük haksızlıktır. Çünkü, doğal olarak ortalama çocuğun eğitimini hedefleyen bir öğretim yaklaşımı bir grup çocuğun gelişimini engelleyecektir, diğer grup çocuğun gelişmesine fazla katkıda bulunamayacaktır.

Özellikle küçük yaşlarda, müfredat odaklı ortalamayı hedefleyen eğitim değil, çocuk odaklı eğitimin önemi çok daha fazladır.

Bazı insanlar görerek daha iyi anlarlar. Bazı insanların dinleyerek öğrenmesi daha çabuktur. Bazı insanlar ise okuyarak daha iyi öğrenirler. Farklı beyinler insanların farklı algılama kapasiteleri üzerine yoğunlaşabilmektedir. Eğitim sürecinde farklılıkların tespiti ve eğitimin bu yolda şekillendirilmesi eğitimin verimliliğini artıran önemli alanlardan biridir.

Okuyarak öğrenme kabiliyeti gelişmiş birine saatlerce konferans vermenin hiçbir yararı yoktur. Zaman kaybıdır. İnsanın canını sıkmaktan başka bir işe yaramaz. Buna karşılık, dinleyerek öğrenmesi daha kolay olan bir insanı odaya kapatıp saatlerce ders kitabı okutmaya çalışmanın da fazla bir yararı yoktur. En azından, bu şekilde öğrenmenin en etkin yolu seçilmemiş olur.

HEBA ETMEK

Eğitim sistemi çocuklar arasındaki "gelişmede zaman uyumsuzluğu" ve "egemen öğrenme yolları" gibi konularda farklılıkları tespit edip farklılıklara göre şekillenebilmelidir. Aksi taktirde, beyinleri heba etme olasılığı çok artmaktadır. "Beyin, heba edilebilecek en kötü şeydir" diye tanımlanır. Eğitim sistemi beyinlerin heba edilmemesi için oluşturulur. Ama, gerekli özen gösterilmezse, beyinlerin heba edilmesinin bir aracı haline de gelebilir.

Eğitimde "birine uyan, herkese uyar" diye bir olgu yoktur. Her vücuda tek tip elbise dikilemez. Ama, sınıfları kalabalıklaştırdıkça, çocukların eğitim alanını daralttıkça, öğretmen başına öğrenci sayısını arttırdıkça, kaçınılmaz olarak eğitim sürecinin önemli bir unsurunu da gözardı etmiş olmaktayız.
Yazının Devamını Oku

Yabancıyı mı kendimizi mi cezalandırıyoruz

26 Mayıs 2006
SON yılların popüler ekonomik söylevlerinden biri dalgalı kur rejiminin yabancı yatırımcılar açısından cezalandırıcı olduğudur. Bir aşamaya kadar bu yargı doğrudur. Ama, iş uzadığında, sonunda cezalandırılan hep yurt içindeki ekonomik birimler olur. "Ülkeyi terk etmek isteyen yabancı sermaye fiyatını ödeyerek çıkar" söyleviyle döviz kurlarının artması karşısında Merkez Bankası’nın seyirci kalmasını destekleyenler oldukça fazladır. Bu görüşe Başbakan da katılmış olacak ki, geçenlerde ne hükümetin ne de Merkez Bankası’nın piyasalara müdahale etmek niyetinde olmadığını açıkladı.

Açıklama talihsizlikti. Merkez Bankası’nın eli herkesçe bilinir oldu. Merkez Bankası’nın piyasalarda ne yapacağı Başbakan’ın talimatı ya da onayı doğrultusunda tespit edildiği izlenimi verildi. Merkez Bankası da aynı izlenimi almış olmalı ki, iki satırlık bir açıklama ile "Merkez Bankası’nın ne yapacağına karar vermek Merkez Bankası’nın işidir" gibi bir tepki verildi. Görüntü kurtarılmaya çalışıldı.

DİREKSİYONDA KİM?

Kim ne derse desin, finans piyasalarında Merkez Bankası’nın elinin serbest olmadığı izlenimi giderek güçleniyor. İşin en tehlikeli yönü de burada. Merkez Bankası’nın elinin serbest olmadığı izlenimi yayıldığında, piyasaların Merkez Bankası’nın üzerine oynaması olasılığı artar. Faiz ve döviz kurlarında oynaklığın, hem boyutu hem de sıklığı artar.

Geçmişte yaşadıklarımızdan ders almalıyız. 1994 yılında fazla TL likiditesini çekmek için Merkez Bankası’nın elindeki hazine bonolarını satmasına izin verilmedi. Bir yandan likidite pompalandı, diğer yandan döviz satışları yoluyla kurların istikrarı hedeflendi. Sonunda pes edildi. Enflasyon yüzde 100’lere fırladı. IMF’nin kapısını çaldık.

2001 yılının şubat ayında yabancı yatırımcıları cezalandırmak için Merkez Bankası’nın piyasaya döviz satması engellendi. Dalgalı kura geçildi. Yabancı yatırımcıların o dönemde cezalandırılıp cezalandırılmadığını bilmiyorum, ama yabancı yatırımcılar çekip gittiler. İşin sonunda, cezalandırılan Türkiye ve Türkiye’deki ekonomik birimler oldu.

Merkez Bankası’nın eli serbest olmalı. Stratejisinin ne olduğu piyasalarca bilinmemeli, piyasalarca tahmin edilmeye çalışılmalıdır. Bugünlerde sıkça soruluyor: Merkez Bankası döviz piyasasına müdahale eder mi? Ederse, hangi düzeyde eder? Başbakan etmez diyor. IMF de Merkez Bankası’nın müdahale etmesine sıcak bakmıyor. Merkez Bankası "ne yapacağımı ben bilirim" diyor, ama piyasalar Merkez Bankası’nın Başbakan’ın ve IMF’nin görüşleri doğrultusunda hareket edeceğini düşünüyor.

NEDEN REZERV BİRİKTİRDİK?

Bu şartlarda, oturup seyrediyoruz. Türkiye ekonomisinin gündemi yeniden kur-faiz-borsa üçgenine takılıyor. Dolar kuru 1.35 YTL iken "1.5 YTL olduğunda dövizlerimi satarım" diyenler şimdi beklemede. Kurların daha da artmasını bekliyorlar. Döviz arzı hızla eriyor. Döviz talebi yükseliyor. Ekonomik birimlerin beklentileri çok çabuk alt-üst oldu.

Durumu seyrederken ekonomik dengeler ciddi biçimde değişiyor. Enflasyon artıyor. Faizler yükseliyor. Enflasyon hedefi ıskalanacak gibi görünüyor. Merkez Bankası’nın itibarı bir kez daha yerle bir olma riski yaşıyor.

Bütün bunları uluslararası sermayeyi cezalandırmak için yaptığımızı anlatmaya çalışıyoruz. Bunu anlatırken, 60 milyar dolar döviz rezervini neden biriktirdiğimizi de iyi anlatabilmemiz gerekiyor. O döviz rezervleri uluslararası yatırımcıların getirdiği dövizlerdi. Kimin parasını kimden saklıyoruz? Kaldı ki, böyle ortamlarda Merkez Bankası’nın piyasalara müdahalesi yalnızca döviz satışı ile sınırlı değildir.

"Uluslararası yatırımcıları cezalandıralım derken bir kez daha kendimizi cezalandırdığımızın farkında mıyız", bilemiyorum.
Yazının Devamını Oku

Enflasyon hedefini değiştirmeye kalkışmak daha kötü olur

25 Mayıs 2006
SON günlerde yeni bir tartışma başladı. Nisan ayı enflasyonunun yüksek çıkması ve döviz kurlarının artmasıyla enflasyonda hedefin tutmayabileceği endişesi yayıldı. Hedef revize edilmelidir yönünde görüşler ortaya atılmaya başlandı. Enflasyon hedeflemesi bu yılın başından beri açık bir biçimde para politikasının üzerine oturtulduğu bir temel haline geldi. Belirlenen hedef tutturulabilir ya da tutturulamaz. Ama, işler beklendiği gibi gitmediğinde, hedef yılın ortasında değiştirilemez.

Değiştirildiğinde, para politikasının üzerine oturtulduğu temel yıkılmış demektir. Para politikasının çöktüğü ilan edilmiş olur. Merkez Bankası’nın yılın başında ekonomik birimlerle yaptığı kontrat tek taraflı feshedilmiş anlamına gelir. Bunun maliyeti ağırdır.

MALİYET

Merkez Bankası’nın güvenilirliğinin test edildiği tek kriter artık enflasyon hedefidir
. Hedefi ıskalamak enflasyon hedeflemesine açık bir biçimde geçildiği daha ilk yılda Merkez Bankası’nın itibarına çok büyük bir darbe vuracaktır. Bu olası darbenin şiddeti hedefin revize edilmesiyle ya da hedefin ileri bir tarihe alınmasıyla azaltılamaz.

Benzer bir kontrat 2000 yılında da yapılmıştı. Merkez Bankası döviz kurlarının belli bir çizgide gideceğini, belli bir tarihten sonra da belli bir bant içinde dalgalanmaya bırakılacağını açıklamıştı.

Bu açıklama Merkez Bankası’nın ekonomik birimlerle yaptığı bir kontrat idi. Ekonomik birimlerin bu çerçeve içinde kararlarını almaları beklenmişti.

Merkez Bankası’nın 2000 yılı başında yapılan kontratı 2001 yılının şubat ayında tek taraflı olarak feshetmesi Merkez Bankası’nın itibarına çok büyük bir darbe vurmuştu. O dönemde doların 1 milyon 700 bin TL’yi aşmasının ardında da bu neden vardı.

Merkez Bankası 2001 yılı başında kaybettiği itibarını çok zor geri kazandı. 2001 yılından sonra her yıl ekonomik birimlerin enflasyon tahminleri Merkez Bankası’nın enflasyon tahminlerinin çok üzerinde oluştu. Doğal olarak, nominal faizler düştüğü halde, reel faizler yüksek kaldı.

Döviz kurlarındaki istikrarsızlık ve yüksek reel faizler bir anlamda kontratın bozulmasının ekonomiye maliyetiydi.

2004 yılı ile beraber kaybolan itibar geri gelmeye başladı. Ekonomik birimlerin enflasyon beklentileri ile Merkez Bankası’nın telaffuz ettiği enflasyon rakamları birbirine çok yaklaştı. 2005 yılı bu açıdan en iyi yıldı. Piyasalar Merkez Bankası’nın telaffuz ettiği rakamları beklemeye başladılar. Merkez Bankası konuşunca ekonomik birimler dinler hale geldiler. 2006 yılı da böyle başladı.

Gelinen noktada, Merkez Bankası’nın hedeflenen enflasyon doğrultusunda para politikası uygulaması kaçınılmazdır. Aksi bir tavır, çok zor kazanılan itibarı çok çabuk kaybetmek anlamına gelir. Para politikasının ciddiyetine çok büyük bir darbe vurur. Bunun anlamı daha yüksek enflasyon, istikrarsız döviz kurları ve daha yüksek reel faizlerdir. Bütün bunların özeti ekonomik büyümenin durup küçülmeye doğru yol almaktır.

ZAMAN VAR

İlk dört aylık enflasyon rakamlarına ve son dönemdeki gelişmelere bakarak devletin kendi iç işleri için enflasyon tahminini yukarı yönde değiştirmesi kafaları karıştırmıştır
. Merkez Bankası’nın da tahminleri vardır. Hatta, yılbaşında çeşitli faiz gelişmelerine göre enflasyon tahminlerini Merkez Bankası kamuoyu ile paylaşmıştır.
Daha önce 6 civarında olan tahminlerin yüzde 6.5’e çekilmesi bir rahatsızlık yaratmaz.

Ama, tahminlerin yüzde 7’nin üzerine çekilip Merkez Bankası’nın bu konuda bir şey yapmayacağı anlaşıldığında, ortalık karışır. Bunun sonucunda bir 2001 Krizi çıkmaz, ama para politikasının itibarı yerle bir olur. 2006 yılı enflasyonunu şekillendirebilecek para politikasını uygulamak için daha önümüzde yedi aydan fazla zaman vardır.
Yazının Devamını Oku

Enflasyon hedefi testten geçiyor

24 Mayıs 2006
BASINDA Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı’nın açıklamaları yanlış aktarıldı. Enflasyon hedefi değil, resmi enflasyon tahmini değiştiriliyordu. Enflasyonun hedefinin daha yılın yarısına gelmeden değiştirilmesi çok büyük bir yanlış olurdu. Ama, yılın yarısına gelmeden enflasyon tahminlerini yukarı yönde değiştirme durumunda kalmak da çok iç açıcı olmadı. Hedef, değiştirilmez, ulaşılmaya çalışılır. Tahminlerin yukarı yönde değiştirilmesi ise hedefi tutturamama riskinin arttığı anlamına gelir. Bu konuya yarın geri döneceğim.

REEL FAİZLER

Türkiye’nin enflasyon hedeflemesine erken geçtiği konusu tartışılabilir
. Zamanında, bu konunun yeterince tartışıldığı savunulamaz. Enflasyon hedeflemesi, 2001 yılında uygulamaya başlanan programın bir aşaması olarak baştan kabul edilen bir olguydu. Artıları ve eksileri fazla tartışılmadı. En azından, bu konu kamuoyu ile paylaşılmadı. Şimdi de bu uygulamayı tartışmak çok geç olmuştur.

Büyük bir talihsizlikle Merkez Bankası’nın elindeki politika araçları ile enflasyon arasındaki ilişkinin en zayıf olduğu bir yılda "enflasyon hedeflemesi" politikası açık bir biçimde uygulamaya girmiştir. Sonuçlar mutlak olarak kendi elinde olmasa dahi, enflasyon hedefini tutturmadaki başarısızlık Merkez Bankası’nın itibarını ciddi bir biçimde zedeleyebilecektir. Gelecek yıllarda belirlenen hedeflerin ciddiyetini sorgulatır hale getirecektir. İçeriden kaynaklanan risklerin yanına dışarıdan kaynaklanan riskler de gelmiştir.

Enflasyon hedefi testten geçiyor

Merkez Bankası’nın bu aşamada "sinyal gönderme" gücü bir ölçüde vardır, ama enflasyonu kabul edilebilir sınırlarda etkileyebilme gücü kırıp dökmeye de neden olabilir. Dış risklerle bu güç bir ölçüde azalmaktadır. Bir anlamda, Merkez Bankası "hedef tahtası" halinde karşımızda durmaktadır. Her hangi bir merkez bankası için içinde bulunulabilecek en zor durum budur.

Enflasyon hedeflemesini ödün verilemez bir hedef kabul eden bir merkez bankası böyle bir ortamda çok daha fazla tutucu olacaktır. IMF ile gerçekleştirilen son gözden geçirmenin sonunda dile getirilen "Merkez Bankası’nın para politikası uygulamalarında daha ihtiyatlı olması gerektiği" tavsiyesi de bu bakış açısından kaynaklanmaktadır.

Yılın başlarında finans piyasaları Merkez Bankası’nın bu yıl 1.5 ile 2.5 puan arasında faizleri indirebileceği bekliyordu. Şimdi, faiz indirim beklentisi rafa kalkmıştır. Reel faizlerin yüksekliğinden şikayet ediliyordu. Reel faizlerdeki düşüşün, nominal faizlerin düşmesi yoluyla değil, enflasyonun artması yoluyla gerçekleşebileceği bir ortama girilmiştir. Böyle ortamlarda, ekonomik birimler aldanmazlarsa, reel faizler düşmez, aksine artar. Nominal faizler bu olasılığa şimdiden tepki vermeye başlamışlardır. Ekonomik birimler de ihtiyatlı olmak zorundadırlar.

DÖVİZ KURU

Hedef değişmese dahi, enflasyon tahminlerinin yukarı yönde değiştirilmesi mecburiyeti normalde bizim gibi ülkelerdeki merkez bankalarını kur artışlarına yönelik olarak daha duyarlı yapar. Para politikasında ihtiyatlı olmanın bir parçası da budur.

Dolayısıyla, döviz kurlarındaki yükseliş karşısında, "dalgalı kur rejimi" ve "dövizde aşırı oynaklık" masallarını bırakıp Merkez Bankası’nı döviz piyasasında daha sık görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Bir aşamada, kurlardaki oynaklık değil, döviz kurlarının geldiği nokta Merkez Bankası’nı tedirgin yapabilecektir.
Yazının Devamını Oku

İleriye dönük riskler

23 Mayıs 2006
FİNANS piyasalarında son haftalarda yaşanan çalkantıları farklı kesimler farklı değerlendirdi. Bir kesime göre, "bu böyle gitmezdi" beklentisiyle yaşananlar şaşırtıcı değildi. Farklı bir kesim döviz kurlarının artmasıyla işlerin düzeleceğini düşündü. Geldiğimiz noktada daha önce hesaba katmadığımız farklı riskler oluştu. Bu riskler er ya da geç Türkiye ekonomisi üzerinde ciddi tehditler oluşturacaktır. Her şeyden önce, döviz kurlarındaki oynaklık artmıştır. Önümüzdeki dönemde döviz kurlarındaki oynaklığın azalması yönünde bir işaret yoktur. Aksine, oynaklığın devam edebileceği konusunda çok fazla işaret vardır. Böyle durumlarda ekonomik birimlerin "bekleyelim, görelim" tavrı ağır basar. Ekonomik kararlar ertelenmeye başlar.

ARZ YÖNLÜ ŞOK

Türkiye ekonomisinin en kırılgan noktası fiyat istikrarının kalıcı olarak tesisi konusundaki belirsizliktir
. Bu alanda inandırıcılık yitirildiğinde, çok ciddi sorunlarla karşı karşıya kalabiliriz. Döviz kurlarındaki oynaklıklar ve buna bağlı ekonomide artan belirsizlikler enflasyon üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Açık bir biçimde enflasyon hedeflemesine dayalı para politikasına geçilmesi ekonomik birimlerin "politika performansını" sınamasını kolaylaştırmaktadır. Nedenleri ne olursa olsun, enflasyon hedefinden kabul edilemeyecek boyutlarda bir sapma yaşanması yalnızca para politikasına değil, tüm ekonomik politikalara güveni sarsacaktır. Yani, mali disiplin tek başına yeterli olmayabilecektir. Bahaneler sıralamak durumu kurtarmayacaktır.

Ekonomik belirsizliklerin bir başka boyutu iç talep kısılmasını gündeme getirebilecektir. Tüketici kredilerinde faizler artarken, kredi vadeleri azalma eğilimine girecektir. Ekonomik birimler kararlarını erteleme eğilimine gireceklerdir. İç talebin sürüklediği sektörlerde durulma söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla, ekonomik büyümede arzulananın ötesinde bir daralma yaşanabilecektir.

Yaşanan ekonomik risklerin "arz yönlü şok" yaratması söz konusudur. Arz yönlü şoklar fiyat istikrarını tehdit ederken, ekonomik büyümenin azalmasını, hatta yok olması sonucunu doğururlar. 2003 yılından bu yana düşen enflasyon ile yüksek ekonomik büyümeyi başaran Türkiye ilerideki dönemde artan enflasyonla düşen ekonomik büyümeyi bir arada yaşayabilecektir. İleriye dönük en büyük risk de budur.

GEÇ KALINDI

Son iki haftadır finans piyasalarında yaşananlara piyasaların basit bir düzeltme hareketi olarak bakmak yanıltıcı olacaktır. Bu durumda Merkez Bankası’nın tepkisinin ne olacağını önceden kestirmek de çok kolay değildir. Fiyat istikrarına yönelik verilecek tepkiler ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz etkiyi doğal olarak artırıcı olacaktır. Ama, olumsuzlukların kısa sürede atlatılabilmesi açısında başka bir yol da yok gibidir.

Son günlerde yetkililer cari işlemler açığının artmasını engelleyecek önlemler üzerinde çalışıldığını açıklamaktadırlar. Aslında, yaratılan ortam zaten cari işlemler açığını kendiliğinden azaltıcı bir rol oynayacaktır. Bu aşamada, cari işlemler açığını azaltıcı makro ekonomik önlemler büyümenin daha da olumsuz etkilenmesine yol açabilecekken, mikro önlemler yeni çarpıklıklar yaratabilecektir. Yani, çok geç kalınmıştır. Bu aşamada "tövbekar" olmak duruma fazla bir katkı yapmayacaktır.
Yazının Devamını Oku

Son haftalardaki gelişmelerden öğrendiklerimiz

22 Mayıs 2006
BİR önceki hafta başlayıp geçen hafta devam eden finans piyasalarındaki çalkantılar ekonomik birimlerin sinirlerini bozdu. En azından, havaların her zaman güneşli olamayacağı kavrandı. Yabancı yatırımlar bizim piyasalardan çıkmaya kalkarlarsa, nelerin olabileceği görüldü. Yaşanan çalkantıların yurt dışındaki yatırımcıların portföy tercihlerinden kaynaklanması "yapacak bir şey yok" yaklaşımını haklı çıkarmıyor. Tüm gelişmekte olan piyasalarda çalkantılar yaşanırken, paranın değer kaybetmesi konusunda aslan payı Türkiye’ye düştü. O halde, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz lazım. Ekonominin iç ve dış şoklara daha dayanaklı hale geldiği hikayeleri ile kendimizi aldatmayalım.

DERSLER

Yaşananlardan dersler çıkarmamız gerekir. Derslerin bazıları şöyle özetlenebilir:

1. Ekonomik dengeler pamuk ipliği ile birbirine bağlıdır. Ekonomik istikrar kalıcı olarak henüz sağlanmamıştır. Gelişmiş değil, "gelişmekte olan piyasa" olduğumuzu akıldan çıkarmayalım.

2. Cari işlemler açığını geçmişte finanse etmemiz gelecekte de böyle bir garanti olduğu anlamına gelmez. Cari işlemler açığının büyüklüğü yabancı yatırımcıların kaçmasını tetikleyen başlıca etkendir.

3. Bizim gibi ekonomilerde "dalgalı kur rejimi" kurlar yukarı yönde dalgalanmadığında çok faydalıdır.

4. Döviz kurlarının istikrarı ekonominin barometresidir. Kurlarda istikrarın bozulması durumunda "ekonominin dış şoklara dayanıklılığı" diye bir şey yoktur. Her şey alt-üst olur.

5. Olumlu ekonomik dengeler döviz kurlarının istikrarlı olduğunda devam ettirilebilir. Kurlardaki istikrar yerli ve yabancı yatırımcıların ileriye dönük beklentileriyle çok yakından ilgilidir. O halde, ileriye dönük beklentileri bozacak söylev ve uygulamalardan uzak durmalıyız.

6. Kamu finansmanındaki disiplin önemlidir. Bu disiplini bozmaya çalışmamalıyız. Disiplinin ileride de kalıcı olacağı yönünde yatırımcıları ikna edebilecek reformları savsaklamaktan ve sulandırmaktan uzak durmalıyız. Reformlar konusundaki isteksizlik ekonomik birimlerce sezilmeye başladığında dengeler sallanmaya başlamış olurlar.

7. Ekonomi politikalarında hedeflenen enflasyona yoğunlaşmak kaçınılmazdır. Enflasyon hedefini ciddiye almayan yaklaşımlardan ve uygulamalardan uzak durmalıyız.

8. Enflasyon hedefinin tutturulup tutturulamayacağı bir çok değişkene bağlı olsa da, işin sahibi Merkez Bankası’dır. Merkez Bankası’nı hükümet ve diğer ekonomik birimler ciddiye almak zorundadırlar. İçeride ve dışarıda tüm ekonomik birimlerin Merkez Bankası’na inanmaları ve saygı duymaları gerekir.

9. IMF ve Avrupa Birliği perspektiflerini hafife almamalıyız. İkisi de Türkiye’ye ve ekonomisine güveni artıran iki önemli çapadır. Bu çapaların taramaması için gerekli çaba gösterilmelidir.

10. IMF’den kurtulmak kolay değildir. "Veririm parasını, atarım dışarı" yaklaşımı çalışmaz. Latin Amerika ülkelerine özenmeyelim. İstikrarın devamlılığının göstergesi IMF ile olan düzgün ilişkilerdir.

11. Demokrasilerde elbette seçimler olacaktır. Ama, seçim havası ekonomik istikrarı tehdit edebilecek uygulamaları ve söylevleri içeriyorsa, demokrasilerde ekonomik istikrar seçimlere endeksli hale gelir. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu ortamlarda bu ekonomik çalkantı demektir. İktidarların aleyhine işler. "O kadar da kötü değil, döviz kurlarının yükselmesi kötü bir şey değildi" yaklaşımı konunun ciddiyetini küçümsemektir. Kurların geldiği yer değil, geldiği yere nasıl geldiği önemlidir. Bu gerçeği anlamakta zorluk çektiğimizde, sorunların çözümlerini de ıskalama olasılığını artırmış oluruz. Bu aşamada, uluslararası piyasaların bize "bir şans daha" vereceklerini umalım.
Yazının Devamını Oku

Eğitim üzerine düşünceler (2)

21 Mayıs 2006
EĞİTİM sürecinin etkinliği ile çevre arasında çok yakın bir ilişki vardır. Çevrenin eğitim için elverişli olması gerekmektedir. Çevre eğitimi desteklemeli ve teşvik etmelidir. Çünkü, eğitim sürecinin özellikle başlangıcında önemli olan çocuklarda düşünmeyi özendirmek, küçük beyinlerde merak uyandırmak ve merakla arananın bulunmasıdır.

"Çevre" kavramı çok geniştir. "Okul" eğitim sürecindeki çevrenin bir parçasıdır, ama bütünü değildir. En az okul kadar, "aile" de çevrenin önemli parçalarındandır. Okuldaki eğitim aile içi eğitim ile tamamlayamadığında, eğitim sürecinin etkinliği büyük ölçüde azalır.

PARAMETRELER

Çevrenin bir parçası olan okulda, sınıf kadar sınıf dışı da önemli olmaktadır
. Türkiye’de okul bahçesine genellikle oyun alanı olarak bakılmaktadır. Çocuklar bahçede koşmak istediğinde, öğretmenler çocukların koşmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Halbuki, okul bahçeleri spor alanlarıdır. Çocuğun enerjisini boşalttıkları alanlardır. Bu faaliyetin durdurulması değil, düzenlenmesi gerekmektedir. Spor beden eğitimi dersleri ile sınırlı tutulmamalıdır.

Giderek bu gerçeğin farkına vardığımızı düşünüyorum. Köylerdeki okulların bahçesine basket, voleybol ve futbol sahalarının yapıldığını görüyorum. Bununla beraber, bahçesi büyük bir okul alanında bir başka okul binasının da yapılıp okul bahçesinin kuşa döndürüldüğünü de görüyorum. Böyle olunca, ne denli bilinçli hareket edildiği konusunda şüphelerim artıyor.

Aynı alana daha çok öğrenci alabilme gayreti yalnızca okul bahçelerini küçültmüyor, aynı zamanda, sınıf alanlarını küçültüyor. Aynı sınıf alanındaki öğrenci sayısını artırıyor. Sınıflar kalabalıklaşıyor. Kalabalık sınıflarda öğrenimin kalitesi düşüyor.

Her alanda olduğu gibi, eğitimde de fayda-maliyet analizi önemlidir. Sınıfları kalabalıklaştırmak öğrenci başına maliyeti düşürürken öğrenim kalitesini düşürmektedir. Dolayısıyla, öğrenim kalitesi ile maliyetler arasında kabul edilebilir bir dengenin bulunması kaçınılmazdır.

Uluslararası okul uygulamalarında, farklı nedenlerle birinci sınıftan lise sona kadar sınıflardaki öğrenci sayısının 20-25 civarında olması gerektiği konusunda fikir birliği oluşmuş gibi görünmektedir. Bu sayı okul öncesi eğitimde yarı yarıya düşmektedir. Okul öncesi eğitimi maliyetli yapan en önemli unsurlardan biri de zaten budur.

Fayda-maliyet analizine konu bir başka parametre öğretmen başına düşen öğrenci sayısıdır. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı ne denli az ise, eğitimin daha etkin olacağı kaçınılmazdır. Ama, maliyetler yükselmektedir. Bu konuda da yapılan çalışmalar iyi eğitim veren okullarda öğretmen başına düşen ortalama öğrenci sayısının 10’u geçmemesini tavsiye etmektedir. Küçük sınıflarda bu oran daha da düşmektedir. Kollara ayrılma nedeniyle yüksek sınıflarda da bu oranı yükseltmek mümkün olamamaktadır.

FIRSAT

Eğitim pahalı bir yatırım alanıdır
. Pahalı olması, eğitimdeki çeşitli parametrelerin seçiminde eğitimi etkinleştirecek çevreyi kurabilme zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Birçok okulumuzda her sınıfta 60 öğrenciyi yerleştirmeye çalıştığımızda, öğretmen başına 40-50 öğrenci eğitmeye çalıştığımızda, kaliteden de tamir edilemez ödünler vermiş olmaktayız.

Türkiye’de öğrenci nüfusu göreli olarak belli bir istikrara kavuşmak üzeredir. Yani, artan öğrenci nüfusuna eğitim hizmeti götürmek değil, belli sayıdaki öğrenci kitlesine daha iyi eğitim götürmek amaçlanabilecektir. Eğitimde kaliteyi artırma yönünde küçümsenemeyecek bir fırsat doğmaktadır. Kaynakların etkin tahsisi ile bunun iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de beklenen ömür artıyor

19 Mayıs 2006
MECLİS’ten geçen Sosyal Güvenlik Yasası’nın önemli maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından veto edildi. Gazeteler bir bayram havasında "mezarda emeklilik engellendi" başlığı ile konuyu kamuoyuna duyurdular. Ama, piyasalar durumu çok sevmedi.

Cumhurbaşkanı Anayasa’nın belirttiği devletin sosyal olma niteliğinden yola çıkarak hayat beklentisinin 66 yıl olduğu bir ülkede emeklilik yaşının 65 olmasının kabul edilemeyeceğini dile getirdi. Gazetelerimiz bu savı çok beğenmiş olacaklar ki, Cumhurbaşkanı’nın vetosu "yaşasın, kurtulduk" havasıyla verildi.

ÖMÜR BEKLENTİSİ

Ayrıntılarda bir emeklilik sistemi nasıl çalışırsa çalışsın, emeklilik programları, çalışanların çalıştıkları süre içinde yaptıkları katkıların emekli oldukları süre boyunca elde edecekleri faydaların parasal değerine üç aşağı beş yukarı eşit olması üzerine kurulur. Aksi taktirde, emeklilik döneminde çalıştıkları dönemdeki katkılarından daha fazla yarar sağlayanlar birileri tarafından desteklenmek zorundadır. Doğal olarak, "sosyal devlet" anlayışı devletin bu açığı kapatmasını öngörebilir.

Söz konusu açık, devletin mali gücünü aştığı noktada devletin "sosyal devlet" olma özelliği de ister istemez yok olmaktadır. Bugün gelinen noktada, sosyal güvenlik sisteminin açıkları devletin mali olanaklarıyla karşılanamaz haldedir. O halde, bir şeyler yapılması gerekmektedir. Orta dönemde, ekonomik istikrar için bu yaklaşım kaçınılmazdır.

Yapılması gereken, çalışanların çalıştıkları dönemdeki katkılarını artırmaktır. Yani, emeklilik sisteminin gelirleri artmalıdır. O halde, insanlar daha uzun süre çalışıp daha fazla katkı yapmalıdırlar. Aynı paralelde, emeklilerin sistemden "beklenen faydalanma yılı" kısaltılmalıdır. Yani, emeklilik sisteminin giderleri kısılmalıdır.

İki önerinin de ima ettiği, emekli olma yaşının artırılması zorunluluğudur. Bu hesabı yaparken, beklenen ömrün 66 olduğu bir ülkede 65 yaşında emekli olma kuralı elbette kabul edilemez. Ama, yapılması gereken hesap "doğumda beklenen ömür" tahminini içeremez. Önemli olan çalışılan yıl ile emekli olarak yaşanacak yıl arasında bir bağın kurulmasıdır. Kullanılması gereken tahmin, bir insanın çalışmaya başladığındaki beklenen ömrüdür. Bu rakam "doğumda beklenen ömür" rakamından çok farklıdır.

ÖNERİLEN SİSTEM

Türkiye’de "doğumda beklenen ömür" son otuz yılda çok artmıştır. 1970’lerde bu rakam 60 yılın altındayken, uluslararası verilere göre, bugün kadınlarda 75 yıl, erkeklerde 71 yıl olduğu tahmin edilmektedir.

İnsanların iş piyasasına girdiği yaştaki ömür beklentisi ise bu rakamdan daha fazladır. Kaba bir hesapla, doğumda 72 yıl hayat beklentisi olan biri eğer 20 yaşına kadar yaşamışsa, 63 yıl daha yaşayacağı (şartlı olasılık) tahmin edilmektedir. Türkiye’de doğumda beklenen ömür ortalama 72 yıl ise, 20 yaşında çalışmaya başlayan birinin beklenen ömrü 83 yıl olacaktır. Görüldüğü gibi, 65 yaşanda emekli olan biri 20 yaşında çalışmaya başlamışsa, mezarda emekli olmamakta, 18 yıl daha emekli olarak yaşaması beklenmektedir.

Kısacası, bugünkü sistemde insanların 25 yıl çalışıp 38 yıl emekli olarak yaşamaları beklenmektedir. Halbuki, emeklilik yaş haddi 65 olduğunda, 45 yıl çalışıp 18 yıl emekli olarak yaşaması beklenmektedir. Beklenti ömrün ilerideki yıllarda uzaması olasılığının yüksekliği işin bir başka boyutudur.

Aslında, sistemin ilerideki sağlığı açısından, Cumhurbaşkanı’nın veto ettiği öneri dahi Türkiye’de sosyal güvenlik sistemini kurtarmaktan uzaktır.

Gençlik ve Spor Bayramı hepimize kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku