8 Mayıs 2006
REEL faizlerin yüksekliği göreli bir kavramdır. Gelişmiş ülkelerdeki reel faizlerin düzeyine bakıp ülkemizdeki reel faizlerden şikayet etmenin hiçbir iktisadi mantığı yoktur.
Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri reel faizlerin düşürülmesi amacıyla kullanması söz konusu olamaz.
Merkez Bankası’nın faiz kararları böyle bir amaca yönelik alınırsa, ileride daha yüksek reel faizlere davetiye çıkarılıyor demektir.
Kısa vadeli bakış açısı içinde,
siyasetçiler Merkez Bankası’nın faizleri indirmesiyle reel faizlerin düşeceği hesabını hep yaparlar. Sonuçta, düşürülmeye çalışılan reel faiz düzeyi özlenir olur.
Deneyimlerimizden de öğrenmiş olmalıyız ki,
Merkez Bankası’nın faiz kararlarının arkasında fiyat istikrarından başka hiçbir amaç olmamalıdır. Olursa, sonu hem hüsran olur.
BİLANÇO BÜYÜKLÜĞÜ
Nisan ayında
üretici fiyat endeksinin (ÜFE) bir öncekş aya göre yüzde 1.9,
tüketici fiyat endeksinin (TÜFE) yüzde 1.3 artmış olması herkesi şaşırttı. Bu veriler "
sürpriz" olarak nitelendirildi. Halbuki,
aslında geç gerçekleşen bir "sürpriz" oldu.
Böyle bir sürpriz şubat ya da mart aylarında da yaşanabilirdi.
İleride de benzer sürprizler yaşanabilir. Sorun mevsimsel değildir.
Beklentilerin oluşmasında petrol fiyatlarının önemli bir rol oynadığı görülüyor. Ama, enflasyonun asıl belirleyicisi olan "
parasal gelişmeler" göz ardı ediliyor.
Daha önceki bir yazımda da vurguladığım gibi,
Merkez Bankası’nın bilançosundaki büyüme enflasyon hedefi ile karşılaştırıldığında çok yüksektir.
Aylık ortalama olarak,
bilanço büyümesi yıllık bazda nisan ayında yüzde 34 oldu. Geçen yılın eylül ayında aynı bazda Merkez Bankası bilançosundaki büyüme sıfırdı. Grafikten de görüldüğü gibi, hızlı bir bilanço büyümesi söz konusudur.
Enflasyon konusunda önemli bir sorun yaşıyoruz. Grafikten de anlaşıldığı gibi, yıllık bazda enflasyonun yüzde 7-9 arasında sıkıştığını gözlüyoruz. Son iki yıldır, enflasyon bu bant içinde dalgalanıyor.
Son aylarda ise, TÜFE bazında, yüzde 9 tavanına daha yaklaşmış bulunuyoruz. Bu katılığı mevsimsel hareketlerle ya da dolaylı vergilerin artırılması ya da azaltılmasıyla ya da bunun tüketicilere yansıyıp yansımadığı ile açıklayabilmek mümkün değildir.
Nisan ayında enflasyon verileri ciddi bir uyarı yapmışlardır.
ASIL HEDEF
Enflasyonun yıllık bazda yüzde 7 ile 9 arasında sıkışması tek başına "
eyvah program hedefleri tutturulamıyor" dedirtecek bir olgu değildir. Konunun kaygı duyulması gereken yanı
açık enflasyon hedeflemesine geçen Merkez Bankası’nın itibarının zedelenme olasılığıdır.
Kısa vadeli faizlere yönelik kararlarında "
on sekiz ay sonrasına bakarak kararlarını oluşturduğunu" söyleyen Merkez Bankası’nın önünü göremediği izlenimi doğmuştur. Bu son derece tehlikelidir.
Merkez Bankası "
döviz kuru düzeyi, reel faizler ve enflasyon hedefi" arasında bir seçim yayıp hareketlerinde, söylevlerinde ve kararlarında bu seçimini açıkça gösterebilmelidir. Aksi taktirde,
bu düzeydeki enflasyondaki katılık bir süre sonra enflasyonu yukarı çeken bir taban görevi görebilecektir.Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
BAŞARILI olmuş ve/veya isimleri iyi bilinen işadamlarının hayata atılmakta olan gençlere konuşması her zaman ilginç olmuştur. Hatta, bazen utandırıcı durumlar da yaratılmıştır. Bazen başkalarının fikirleri ünlü işadamlarınınmış gibi verilmiştir. Ama, çoğu zaman bu tür alıntılarda deneyimlerden çıkan dersler vardır. Yıllar önce, Eastern Michigan Üniversitesi’nde hocalık yaptığım sırada Domino’s Pizza şirketinin kurucusu ve sahibi Thomas Monaghan Üniversite’nin bulunduğu şehirde, Ypsilanti’de, büyümüş olup şirketin ilk dükkanını da burada açmış olması nedeniyle Şeref Doktorası almaya layık görülmüştü. Kağıt üzerinde gerçekten iyi bir seçimdi.
Doktora derecesini kabul konuşmasında, Monaghan Üniversite’nin Mütevelli Heyeti’ne bu ödüle layık görüldüğü için teşekkür etti. Yıllar evvel bir öğrenci olarak kabul edilmediği bir üniversiteden şeref doktorası almaktan memnuniyetini belirtti. Meğerse üniversite, lise notları çok düşük olduğu için onu lisans programına kabul etmemiş. Başka bir okula da gitmemiş. Adamın lise mezunu olduğunu ve geçmişte üniversiteye kabul edilmediğini okul idaresi orada öğrendi. Herkes mahcup oldu. Bunun dışında, çok etkileyici bir konuşma yapmıştı.
11 KURAL
Geçenlerde Bill Gates’in lise öğrencilerine yaptığı bir konuşma olarak, elime bir metin geçti. Bill Gates’in gerçekten bunları söylemediği biliniyor. Aslında aşağıdaki öğütlerin önemli bir bölümü Charles Sykes’ın, "Çocuklarımızı Aşağılamak: Amerikan Çocukları Kendilerini İyi Hissediyorlar da, Neden Okuma Yazma veya Toplama Bilmiyorlar" isimli bir makaleden geliyor. Yine de bunları kim söylemişse, güzel söylemiş. Hayata yeni atılan herkesin, hatırlaması yararına olacak öğütler şöyle:
1. Hayat adil değildir. Buna alış.
2. Dünya kendine duyduğun saygıya aldırmayacaktır. Dünya, kendini iyi hissetmeden önce senden bir şeyler yapmanı bekleyecektir.
3. Liseden mezun olur olmaz, çok para kazanmayacaksınız. Bir şirkette arabası, telefonu olan bir genel müdür yardımcısı da olmayacaksınız. Hepsini hak etmek zorundasınız.
4. Öğretmenlerinizin sert olduğunu düşünüyorsanız, acaba bir patronunuz olduğunda ne düşüneceksiniz?
5. Köfte kızartmak sizi aşağılayan bir iş değildir. Köfte kızartmaya dedeleriniz bir başka isim vermişlerdi: Fırsat.
6. Saçmalarsanız, bu anne-babanızın kusuru değildir. Hatalarınızdan şikayetçi olmayın, onlardan ders çıkarmayı öğrenin.
7. Siz doğmadan önce anne-babanız şimdiki kadar can sıkıcı insanlar değillerdi. Sizin masraflarınızı karşılamaktan, elbiselerinizi temizlemekten ve sizden ne mühim kişiler olduğunuzu dinlemekten bu hale geldiler. Ebeveynlerinizin nesline çamur atmadan önce kendi neslinizi, adam etmeye çalışın.
8. Okulunuz başarılı ve başarısız öğrencilerle çok uğraşmıştır, ama hayat sizinle böyle uğraşmayacaktır. Bazı okullarda sınıfta kalma olmayabilir. Doğru cevabı bulana kadar size sonsuz şans tanınmış olabilir. Bunun gerçek hayatla hiçbir ilgisi yoktur.
9. Hayat sömestrlere bölünmemiştir. Yaz tatili yoktur. Kendinizi bulmanız için çok az işveren yardım edip, sizinle ilgilenir. Bunu kendiniz yapacaksınız.
10. Televizyon gerçek hayat değildir. Gerçek hayatta, insanlar kahvehanelerden çıkıp işe gitmek zorundadırlar.
11. Çekilmez insanlara karşı anlayışlı olun. Büyük bir ihtimalle siz de onlardan biriyle çalışmak zorunda kalacaksınız.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2006
PARA politikasını oluşturup uygulamak çok teknik bir iş olmasının yanında çok büyük bir sanattır. Öyle bir para politikası uygulanmalıdır ki, ekonomik büyümeden ödün verilmesin, ama fiyat istikrarı da bozulmasın. Enflasyonist baskılarla mücadele edilebilsin.
Ekonomik konjonktüre göre, hem ekonomik büyümeyi sağlayan hem de fiyat istikrarını tehdit etmeyen bir para politikası oluşturmak olanaksız olabilir. Yine de, merkez bankalarından beklenen budur.
Daha teknik bir ifadeyle, merkez bankalarının aradıkları ve bulmaya çalıştıkları ekonomik büyümenin önünde engel teşkil etmeyen, buna karşılık fiyat istikrarının devamlılığını sağlayan "kayıtsız bir kısa vadeli faiz oranı" düzeyidir. Kayıtsız faiz oranı (neutral rate) her zaman olan bir olgu olmayabilir. Zorlukta burada başlar.
AMERİKA
Amerikan Merkez Bankası (FED) kısa vadeli faiz oranını artırmaya başladığında, akademik çevrelerde, FED iktisatçıları da dahil olmak üzere, kayıtsız faiz oranının ne olduğu konusunda çeşitli çalışmalar yapıldı. O günlerdeki ekonomik veriler ışığında, Amerika’da kayıtsız faiz oranının yüzde 4 ile 4.25 arasında bir yerde olduğu hesaplandı.
FED kısa vadeli faizleri yüzde 4.75’e kadar yükselttiği halde, ekonomik büyümede kaygı verici bir gerileme olmadan enflasyonist baskıların varlığını sürdürdüğü görüldü. O halde, yapılan hesaplamalar hatalı olabilirdi. Ama, aranan faiz oranı neydi?
Evdeki hesap çarşıya uymayınca, çok ciddi boyutlarda olmasa da, bir bocalama başladı. Bir yanda faizlerin daha da artması gerektiği fikri yaygınlaşırken, diğer tarafta, hesaplanan kayıtsız faiz oranının çok üzerine çıkmak rahatsızlık yaratmaya başladı. Dolayısıyla, verilen demeçler "öyle de olabilir, böyle de olabilir" anlamına gelmeye başladı.
FED Başkanı enflasyona çok vurgu yapmadan "faiz artırımları yeni ekonomik veriler ışığında değerlendirilecektir" dediğinde, enflasyonist baskıları fazla dikkate almayan "yumuşak merkez bankacı" olarak algılanmaya başladı. Enflasyondan söz ettiğinde, piyasalar "faizler yine artacak" beklentisine girdi.
FED Başkanı için "yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal" gibi bir durum ortaya çıktı. Halbuki, FED Başkanı aslında ikisini de kastetmek istemiyor. Ne yapması gerektiği konusunda bugün itibariyle kendisi de çok emin değil. O nedenle, yanlış izlenim vermemek için "yanlış anlaşıldım" koruması altına girmek daha iyi oluyor.
AVRUPA
Benzer bir durum Avrupa’da da var. Avrupa’da durum daha da vahim. Kısa vadeli faizlerin bugünkü düzeyinin ekonomik büyümeyi zaten engellediği yönünde bir izlenim var. Ama, enflasyonist baskılarla mücadele etmek için Avrupa’da kısa vadeli faizlerin artırılması gerekiyor.
Avrupa Merkez Bankası büyük bir ikilem yaşıyor. Kayıtsız faiz oranını bulabilme olasılığı sıfır. Çünkü, bugünkü konjonktürde Avrupa’da böyle bir faiz oranı yok. Avrupa’nın büyüme sorunları para politikasından değil, yapısal verimsizlik olgusundan kaynaklanıyor. Bu sorunun para politikasıyla aşılması bekleniyor. Dolayısıyla, Avrupa Merkez Bankası da bugünlerde "yanlış anlaşıldım" koruması altına girmek zorunda. Onlar da öyle yapıyorlar.
Dünyanın gelişmiş ülkeleri para politikaları açısından zor bir dönemden geçiyorlar. Aradıkları faiz oranını bulmaları ekonomik konjonktür nedeniyle neredeyse olanaksız. Bunu açıkça ifade etmek istemedikleri sürece yanlış anlaşılmaya devam edecekler gibi görünüyor.
Merkez bankaları için enflasyon kaygısı kamuoyu önünde öne çıkmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2006
SON ve en uzun ekonomik büyüme devresinin ilk yıllarında (2002-2004) büyümenin büyük bir bölümü sanayi sektörü büyümesinden geliyordu. Geçen yıldan başlayarak, büyüme hizmetler sektörüne kaydı. Sanayi üretimi geçmişe göre şimdi patinaj yapıyor gibi görünüyor. Sanayi sektörü 2002-2004 yılları arasında hem çok hızlı üretimini artırdı hem de artan üretim sürecinde küçümsenmeyecek verimlilik artışları sağladı. O dönemde istihdamda kayda değer artış sağlanamamış olması üretimdeki verimlilik artışına bağlandı. Büyümenin hizmetler sektörüne sıçramasıyla istihdamda artış olacağı düşünüldü.
Son yayınlanan veriler düşünülenlerin ve umutların o denli gerçekleşmediğini gösteriyor.
TARIMDA İŞSİZLİK
Bu yılın ilk iki ayını da kapsayan son üç aylık işgücü verilerine göre, toplam istihdam geçen yılın aynı dönemine göre doğru dürüst (19 bin kişilik artış) artmamış görünüyor. Buna karşılık işgücüne katılım 121 bin kişi artmış. Yani, işgücünde artan her altı kişiden yaklaşık bir kişi istihdam edilebilmiş. Dolayısıyla, toplam işsizlik oranı yüzde 11.5’den yüzde 11.8’e yükselmiş.
Toplam işsizlik oranındaki artışta tarım kesiminde artan işsizliğin önemli bir etkisi olduğu anlaşılmaktadır.
Tarım sektörü bocalamaktadır. Artan girdi maliyetleri paralelinde artmayan ürün fiyatları tarım üretimini de, tarımda çalışanları da olumsuz etkilemektedir. Tarım sektöründeki geleneksel verimsizlik de göz önüne alındığında, sektörde köklü bir verimlilik artışı ihtiyacı giderek acil hale gelmektedir. Tarım, işsizlik oranını düşük gösteren bir sektör olmaktan giderek çıkmaktadır.
Tarım dışı işsizlik son verilere göre yüzde 14.9 olmuştur. Ama, geçen yılın aynı döneminde bu oran yüzde 15.2 idi. Kentler giderek daha fazla istihdamın merkezi durumuna gelmektedirler.
Kısa dönemde sanayinin istihdam yaratma kapasitesi sınırlı görünmektedir. Kırsal kesim kentlere işgücü ihraç etme durumundadır. Bu şartlarda kentlerde istihdam yaratabilme kapasitesindeki tek sektör hizmetler sektörü olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, inşaat sektörünün istihdam yaratma sorumluluğu artmaktadır. Son dönemde işsizliğin daha da fazla artmamış olmasını inşaat sektöründeki çok ciddi canlanmaya bağlamak yanıltıcı olmayacaktır.
UZUN DÖNEMLİ SORUN
Türkiye ekonomisinde istihdam sorunu uzun süre konuşulmaya devam edecektir. Bir yanda artan işgücüne katılma talebi, diğer tarafta geleneksel olarak istihdam yaratan sektörlerdeki verimlilik artışları ihtiyacı bu sorunun kolay bir yoldan çözümünü olanaksızlaştırmaktadır. Çok yakında, tarım sektöründe artması gereken verimlilik işsizlik sorununu daha da içinden çıkılmaz hale getirebilecektir. Bu olgunun ilk işaretleri geliyormuş gibi bir izlenim vardır.
İspanya da uzun dönem bu sorunla mücadele etti. Avrupa Birliği’ne tam üye olmaları da bu soruna acil bir çözüm olamadı. Uzun bir süre yüzde 20’e yaklaşan işsizlik oranı ile yaşadılar. Ancak, son yıllarda işsizlik oranını yüzde 10’un altına çekebildiler. Buna rağmen, Avrupa’da işsizliğin en fazla olan ülkelerin başında yine İspanya gelir.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2006
IMF ile yaşamayı hayat tarzı haline getirmiş ülkelerde siyasetçilerin en büyük özlemi IMF’den kurtulmaktır. Siyasetçiler genellikle IMF’ye muhtaç olmamak için fazla bir çaba göstermezken, IMF’den kurtulmak, seçim propagandalarının ana temalarından biridir. Geçen yılın sonunda Arjantin ve Brezilya IMF’ye olan borçlarının kalan bakiyelerini ödeyerek IMF’den kurtuldular! Arjantin bu yolla seçimde söz verileni yerine getirmiş oldu. Brezilya da verilen sözü tuttu ve yeni seçime IMF’den kurtulmuş olarak girmeyi başarıyor.
O dönemde, Türkiye’nin de benzer bir davranış gösterip göstermeyeceği tartışıldı. Ama, hükümetten bu konuda ses çıkmadı. Aksine, IMF programına sıkı sıkıya bağlı kalınacağı mesajları verildi.
NİYET
Geçenlerde, Başbakan "Döviz bol, IMF’ye olan borçlarımızı peşin ya da iki taksitte erken ödeyebiliriz" dedi. İlk kez, hükümet tarafından bu olasılık dile getirildi. Bu hükümet de geçen seçimlerden önce "IMF’den kurtulma" sözü vermişti. Borçların erken ödenmesi durumunda, verilen söz tutulmuş olacak. Yani, iyi bir seçim yatırımı yapılmış olacak. Bu yatırım küçümsenmemeli.
IMF’den kurtulmanın asıl yolu IMF’ye muhtaç olmaya neden olabilecek davranışlardan kaçınmaktır. Borçların erken ödenip ödenmemesi IMF’den bu anlamda kurutulmak anlamına gelmez. "IMF’den kurtulmak" bugün IMF’nin izin vermediği davranışları sergileme özgürlüğüne kavuşmak anlamına geliyorsa, IMF’den kurtulmak değil, IMF’ye yeniden muhtaç olmanın temelleri atılıyor demektir. Kısacası, IMF’den "doğru ekonomik politikalar" uygulanarak kurtulunur.
Hiçbir hükümetin "yanlış ekonomik politikalar" uygulamak gibi bir gündemi olması mümkün değildir. Mümkün olan, iyi niyetle gelecek seçimi yine benzer bir çoğunlukla kazanıp gerekenin yapılabileceği düşüncesidir. Yanılgı da genellikle bu noktada başlamaktadır.
RİSK HESABI
IMF’ye borçların erken ödenmesi Hazine’nin bir borcu kısa bir dönemde bir başka borçla kapatması anlamına gelir. Bu anlamda, Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin IMF’ye olan borçların ödenebilmesine müsait olması durumu değiştirmez.
Hazine uluslararası piyasalardan borçlanıp IMF’ye olan borçlarını kapatabilir. Bir başka seçenek, Hazine’nin yurtiçinden YTL cinsinden borçlanıp elde ettiği YTL ile Merkez Bankası’ndan döviz alıp borçlarını IMF’ye ödemesidir. Bu arada Hazine Merkez Bankası’ndaki mevduatlarını (2.6 milyar YTL civarında) da kullanabilir. Ama, her durumda, Hazine’nin ya iç ya da dış piyasalara borçluluğunu artırması gerekmektedir.
Siyasi açıdan IMF’den kurtulmak çekici bir seçenek gibi görünmektedir. Ama, teknik açıdan piyasalara borçluluğu artmış bir Hazine’nin ne kadar iyi bir borçlu olarak kalıp kalamayacağı iyi hesaplanmalıdır. İç ve dış piyasalarda iyimserlik rüzgarları estiği dönemde Türkiye’nin IMF’ye borçlarını erken ödemesi olumlu bir olgu olarak da algılanabilir. Ama, rüzgarlar ters yönde esmeye başladığında, Türkiye’nin piyasalara daha fazla borçlu durumda olması olumsuz bir olgu olabilecektir.
Kısacası, konunun siyasi yönü çok çekici olmakla beraber, teknik yönü biraz karmaşıktır. Risklerin iyi hesaplanması gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2006
GEÇEN cuma günkü ve dünü yazılarımda ekonomik büyümenin toplumca arzulandığı kadar hissedilmemesinin en önemli nedenlerinden birinin ekonomik büyüme ile birlikte artan gelirlerden devletin daha fazla pay almakta olduğunu vurgulamıştım. Gerçekten de, devlet doğrudan ve dolaylı vergiler yoluyla ekonomide artan gelirleri kendine yönlendiriyor.
Kısa dönemde bu süreçten kaçış yok. Geçmişte borçlanmayı kaynak gören devlet harcadıkça harcadı. Borçlanmalarının önemli bir bölümünü başta kamu bankaları olmak üzere çeşitli mekanizmalarla sakladı. 2001 Krizi’nde "şapka düştü, kel göründü." Kriz sonrası, geçmişte devlete harcamaları ölçüsünde kaynak yaratmayan özel kesim gelirlerini devlete transfer etmeye başladı.
ŞANSLIYDIK
2005 yılında yüzde 5 büyüdüğümüz varsayımı ile yapılan hesaplamalara göre, 2001-2005 döneminde ekonomide toplam harcanabilir gelir 1998 yılı fiyatlarıyla 15.4 katrilyon lira arttı. Bu artışın 7.6 katrilyon lirası devletin harcanabilir gelirlerindeki artıştı, 7.8 katrilyon lirası özel kesimin harcanabilir gelirlerindeki artış oldu. Kabaca, reel olarak ekonomide artan toplam gelirleri devlet ve özel kesim yarı yarıya paylaşmış oldu.
Aynı dönemde, devlet tasarruflarını 7.3 katrilyon lira artırdı. Yani, devlet artan harcanabilir gelirlerini tüketime harcamadı, tasarruf etti. Buna karşılık, özel kesim, artan gelirlerine rağmen, tasarruflarını 1.3 katrilyon liradan fazla azaltıp tüketime yüklendi. Kamu sektörü aynı dönemde yatırımlarını 1 katrilyon lira kadar artırırken, özel kesimin yatırımları 10 trilyon liradan fazla arttı.
Kısacası, ekonomi toplam ekonomik büyümenin yarısına el koyarken tasarruf etti ve geçmişten gelen borçlarını ödeme yoluna gitti. Özel kesim ise, toplam ekonomik büyümenin ancak yarısını elinde tutuğu halde, tüketim ve yatırımlarını artan gelirlerinin çok üzerinde artırdı. Sonuçta, bütün bunlar cari işlemler açığı ile finanse edildi.
Devletin 2001 yılından bu yana sergilediği tavır zorunluydu. Krizden çıkmanın ön koşuluydu. Buna karşılık, 2001 yılından sonraki dönemde yurt dışı piyasalar bizim gibi ülkelere yönelik cömert olmasaydı, özel sektör tüketim ve yatırımlarını artıramayacaktı. Dolayısıyla, ekonomik büyüme gerçekleşemeyebilecekti, ya da en azından, daha düşük bir ekonomik büyüme gerçekleşecekti. Bu durumda, çok daha düşük bir ekonomik büyüme olduğu halde, özel kesimin durumu göreli olarak daha kötüleşmiş olacaktı.
Ekonomik büyüme olmadan ya da çok az olduğu durumda devletin gelirlerini bu denli artıramayabileceği noktasından hareket edersek, kamu finansmanının göreli iyileşmesi bu denli olamayabilecekti. 2001 Krizi’nden sonra Türkiye ekonomisinin zorunlu ekonomik uyumu sürecinin dış piyasaların cömert olduğu bir döneme rastlamış olması aslında özel kesim için de, kamu kesimi için de çok büyük bir şans olmuştur.
NORMALLEŞME
Bu açıdan bakıldığında, ekonomik büyümenin o denli hissedilmemesi normaldir. Daha kötüsü de olabilirdi. Şimdi, büyüme devam ettiği taktirde, artan gelirlerden özel kesimin daha fazla pay alması dönemi başlayacaktır. Normalleşme başlayacaktır. Başlamadığı taktirde, ekonomide son dönemde kazanılan verimlilik artışlarından geri dönüş kaçınılmazdır. Bu taktirde, ekonomik istikrar da tehdit altına girecektir.
Özel kesimin artan gelirlerden daha fazla pay alması döneminde tüketimini ve yatırımlarını aynı hızda artırması ise cari işlemler açığını daha da azdırabilecektir. Önümüzdeki dönemde ekonomi politikaları önündeki en önemli çelişkilerden biri bu noktada olacaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2006
TÜRKİYE ekonomisi 2001 yılından bu yana dünya ortalamasının oldukça üzerinde büyüyor. 2001-2005 yılları arasındaki toplam büyüme reel olarak yüzde 35.1 oldu. Bu dönemde yılda ortalama reel olarak yüzde 7.8 büyüdük. Kim büyüdü? Krizden bu yana makro ekonomik alanda sağlanan başarıların toplumun bütününe yansımadığı çok konuşuldu. Ekonomi, tarihinin hiç bir döneminde bu hızda ve bu süreklilikte büyümedi, ama sağlanan büyüme işsizliğe çözüm olmadı. Hane halkları ekonomik durumlarının o denli iyileştiğini hissetmedi. O halde ne oldu?
DEVLET
Son yıllardaki ekonomik büyümeden giderek daha fazla pay alan kamu sektörü (devlet) oldu. Bu yolla, devlet eskiye göre çok daha fazla kaynaklara sahip oldu. Bu kaynaklarla borç batağından kurtulmaya çalıştı. Kısacası, ekonomik istikrar için gerekli olan gerçekleşti. Siyasi açıdan çok sevimli olmasa da, ekonomik açıdan başka bir çözüm de yoktu.
Daha açık bir ifadeyle, geçmişte toplumdan kaynak almayarak yapılan harcamalar nedeniyle oluşan borçların azaltılması için devlet 2001 yılından sonra toplumdan çok daha fazla kaynak çekmeye başladı. 2001 yılından önce ödemediklerimizi 2001 yılından bu yana ödemeye başladık.
2001 yılında ekonomideki toplam harcanabilir gelirlerin yüzde 3’ü devlete, yüzde 97’si özel kesime (hane halkları dahil) aitti. 2005 yılında milli gelir büyümesinin yüzde 5 olacağı varsayımıyla yapılan tahminlerde, toplam kullanılabilir gelirin yüzde 11’inin devlete, yüzde 89’unun özel kesime ait olduğu hesaplanmaktadır. Kısacası, 2001 yılından sonra devlet kullanılabilir gelirden çok daha fazla pay almaya başlamıştır.
2001-2005 yılları arasında ekonomide yaratılan iç kaynaklar (GSMH) 2005’de yüzde 5 büyüdüğü varsayımıyla- reel olarak yüzde 31.8 büyüdüğü halde, kamu sektörünün kullanılabilir geliri aynı dönemde reel olarak yüzde 463 büyümüştür. Özel kesimin harcanabilir gelirindeki artış ise yüzde 16.7’de kalmıştır.
Gelir dağılımı araştırmalarında kullanılan hane halkı kullanılabilir gelirlerindeki gelişmeler de benzer bir olguya işaret etmektedir.
Türkiye’de GSMH toplamı (yurtiçi kaynaklar) ile hane halkı kullanılabilir geliri arasındaki fark çok büyüktür. Örneğin, hane halkı kullanılabilir geliri Amerika’da GSMH’nın yüzde 75’i çıvarındayken, bu oran Türkiye’de yüzde 50 civarındadır. 2000’li yıllarda bu oran daha da kötüleşmektedir. 2002 yılında hane halkı kullanılabilir gelirinin GSMH içindeki payı yüzde 52.3 iken, 2004 yılında yüzde 51’e düşmüştür.
Milli Gelir istatistiklerinde kullanılan fiyat artışlarını (deflatör) kullanarak hane halkı gelirlerindeki reel artışlara baktığımızda, 2002 ve 2004 yılları arasında GSMH’nın reel olarak yüzde 16.3, hane halkı gelirlerinin ise yüzde 13.5 büyümüş olduğunu görmekteyiz.
HANE HALKI
Bütün bu rakamların gösterdiği olgu şudur: Devlet ekonomide yaratılan toplam kaynaklardan 2001 yılından sonra daha fazla pay almaya başlamıştır. Bunu doğrudan ve dolaylı vergileri ve hane halklarından elde ettiği diğer gelirlerini artırarak yapmaktadır. Bu yolla devlet daha fazla tasarruf yapabilmekte ve borçluluk durumunu düzeltmektedir.
Ekonomik büyüme yoluyla elde edilen ek kaynakların daha büyük bir bölümü devlete giderken, hane halkları ekonomik büyümeden ortalama rakamların söylediği kadar yararlanamamaktadır. Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2006
EĞİTİM bir süreçtir. Doğumla başlar. İnsanı önce içgüdüleri yönlendirir. Ardından, eğitim sürecinde özümsenen bilgi ve alışkanlıklar insanı yönlendirmeye başlar. Düşünce ve davranışlarımızda giderek içgüdülerin toplam içindeki önemi düşerken, eğitim ve öğrenim ağır basmaya başlar. Önce, el-kol hareketlerini ve bunların uyumunu (motor skills) öğreniriz. Ardından, göreli büyüklükler dikkati çekmeye başlar. Sıra kavramı gelişmeye başlar. Renkleri ayırmaya başlarız. Kavramları öğrenmeye çalışırız.
İnsanın eğitim sürecindeki gelişmesi beyninin gelişmesiyle paraleldir. Disiplinli eğitim sürecinin en önemli parçası olan "okul eğitimi" faydayı azamiye çıkarmak için beynin gelişmesinin en kritik aşamasında başlamak zorundadır.
TEMEL EĞİTİM
Beyin hakkında bilgilerimiz arttıkça okul eğitiminin 6 yaş ve sonrasında değil de, 4 yaş sonrasında başlaması gerektiği yönündeki bulgular artmaya başlamıştır. Eski alışkanlıklarla, 6 yaş sonrası eğitime "ilkokul eğitimi" denmiştir. Sanki, okulun önüne "ilk" konarak ilkokuldan daha önce okul eğitimi yok sayılmıştır. Halbuki, artık birçok ülkede okul eğitimi 4 yaş sonrasında başlamaktadır. Bu uygulama tüm dünyada giderek yaygınlaşmaktadır. Uygulamanın bilimsel temelleri vardır.
Kavram karışıklığı ortaya çıkmıştır. 4-6 yaş arasındaki okul eğitimini 6 yaş sonrası "ilkokul eğitimi"nden ayırmak için bu döneme çeşitli kesimler farklı isimler verilmektedir.
Bizde en yaygın isimler "anaokulu" ya da "yuva" gibi isimler olmuştur. İkisi de 4-6 yaş arası eğitimi doğru tanımlamamaktadır. Yurt dışında "yuva" kavramıyla daha çok örtüşen "kindergarden" (Almanca’dan tam tercümesi çocuk bahçesi olmaktadır) denmektedir. Bu isim de doğruyu tanımlamamaktadır. Sanki, bu tanımlamalar 4-6 yaş dönemi eğitimi çocukların ev dışında meşgul edilmesi olarak görmektedir. Son yıllarda, 4-6 yaş arası eğitime "okul öncesi eğitim" (pre-schooling) denmeye başlanmıştır. Bu isim de bu dönemdeki eğitimi olağan okul eğitiminden farklı olduğu algılamasını yaratmaktadır.
4-6 yaş dönemi eğitim aslında eğitim sürecindeki "temel eğitim" dönemidir. Beyinde kavramların oluştuğu, soyutlamanın başladığı bir dönemde alınan eğitimi küçümseyen bir yaklaşım toplumda bu dönemdeki eğitimin önemsiz olduğu yargısını yaygınlaştırmaktadır. Halbuki, tam tersi olmalıdır. "Temel eğitim" zorunlu eğitimin başlangıcı olmalıdır.
4-6 yaş arası eğitime bakış açımız çarpıktır. Bu aşamadaki eğitimin önemli olduğunu vurgulayan anne-babalar dahi konuyu çoğunlukla çocuğun sosyal çevreye alışması olarak algılamaktadırlar. Bu dönemdeki eğitimin önemli parçalarından biri elbette çocuğun aile ortamından çıkıp aile dışı sosyal çevreye girmesi ve ona alışmasıdır. Ama, en azından bu denli önemli olan bir başka boyut, çocuğun beyninin gelişme sürecinin önemli bir aşamasında belli bir disiplin içinde insan beynin beslenmesidir.
MALİYET
4-6 yaş eğitim dönemi tüm eğitim sürecindeki en maliyetli aşamalardan biridir. Araç-gereç gereksinimi fazladır. Bir öğretmen, bir tahta, iki tebeşir, üç kitap ile bu eğitim yapılamamaktadır. Sınıfların kalabalık olmasını kaldırmayacak bir aşamadır. Dolayısıyla, eğitimin bu aşaması öğrenci başına maliyetin oldukça yüksek olduğu bir aşamadır.
Toplum olarak bu maliyeti yüklenmek zorundayız. Bugün yükleneceğimiz maliyet yarın alacağımız getiriden hem toplum olarak hem de bireyler olarak çok daha az olacaktır. Uluslararası düzeyde yapılan birçok çalışma 4-6 yaş dönemi eğitimin toplum refahıi huzuru ve bireysel gelirler üzerinde ciddi boyutta katkılar yaptığını göstermektedir.
Yazının Devamını Oku