Ercan Kumcu

Enflasyonun kontrolü parasal kontrolden geçer

6 Haziran 2006
NİSAN ve mayıs aylarında enflasyon verileri moralleri bozdu. Yıl sonu için yüzde 5 olarak hedeflenen enflasyon yılın ilk beş ayında yüzde 4.5 oldu. Enflasyon hedefinin tutmayacağı belli oldu da, acaba enflasyon nerede duracak? Son aylarda ters bir dalgaya tutulduk. İyi veriler beklentileri iyileştirip daha iyi dengelerin oluşmasına yardımcı olurken, şimdi, olumsuz verilerin körüklediği kötümser beklentilerle ekonomik dengeler kötüleşme eğilimi gösteriyorlar.

Ekonomi politikalarının olumsuz verilere karşı nasıl bir tepki vereceği konusundaki belirsizlikler hem beklentileri daha da bozuyor hem de finans piyasalarındaki fiyat oynaklıklarını artırıyor. Doğal olarak, genel hava reel sektöre de yansıyor.
/images/100/0x0/55ea691bf018fbb8f87e1cac
GÖRÜNTÜ BOZULUYOR

Fiyat istatistikleri mevsimsel hareketler gösterirler
. Enflasyonda son aylarda yaşanan yükselişleri mevsimsel hareketlere bağlamak enflasyonun ardındaki dinamikleri görmezlikten gelmek dememektir. Enflasyon genelde parasal bir olgudur. "Para" kavramını içermeyen bir enflasyon analizi tümden sakattır.

2003 ve 2004 yıllarında Merkez Bankası’nın bilançosu neredeyse hiç büyümedi. Yani, Merkez Bankası net bazda para basmadı, ek yükümlülük üretmedi. Ama, 2005 yılının eylül ayından itibaren Merkez Bankası bilançosu çok hızlı büyümeye başladı. Günlük veriler kullanılarak elde edilen aylık ortalamalar bazında, grafikten de görüldüğü gibi, Merkez Bankası bilançosu mayıs ayı itibariyle yıllık yüzde 42 oranında büyümeye devam ediyor.

Merkez Bankası bilançosundaki değişmelerin enflasyon üzerindeki etkileri üç ile altı ay arasında gerçekleşiyor. Geçen eylül ayından beri büyümeye başlayan Merkez Bankası bilançosunun enflasyona olumsuz etkisi bu yılın ilk aylarından beri bekleniyordu. Enflasyon bu yılın ocak ayında küçük bir sıçrama yaptı, ama duruldu. Nisan ayı ile başlayan göreli yüksek enflasyon süreci bir anlamda geçmişle karşılaştırıldığında gecikmiş bir tepkiydi. Ama, tepki geçmişe göre daha sert görünüyor.

Mayıs ayı enflasyonu aslında eylül ayından bu yana artmaya devam eden Merkez Bankası bilançosuna tepkinin bir devamıdır. Genel izlenimin tersine, mayıs ayı enflasyonunda kurlarda yaşanan yükselişlerin olumsuz etkileri tam olarak yansımamıştır. Kurların etkisi haziran ve temmuz aylarında çok daha açık bir biçimde görülecektir. Bir başka ifadeyle, haziran ve temmuz enflasyon rakamları hem Merkez Bankası bilançosunun büyümesine tepkileri hem de kurlardaki sıçramanın etkilerini içereceklerdir. Kısacası, ileriye dönük enflasyon görüntüsü hiç de iç açıcı değildir.

ALTERNATİFLER

Enflasyon hedeflemesine geçildiği daha ilk yılın başında böyle bir manzara ile karşılaşmak hiçbir merkez bankası açısından hoş değildir
. Doğal olarak, Merkez Bankası bir ikilem içindedir. Bir açıdan, yükselen enflasyona tepki olarak faiz artırımı, beklentileri daha da kötüleştirip dengelerin daha da kötüleşmesine katkıda bulunabilecektir. Hatırlanacak olursa, geçmişte Merkez Bankası faizleri indirdikçe piyasalara iyimser beklentiler aşılamıştı. Şimdi, bu sürecin tersi söz konusu olabilecektir. Bu konuya yarın döneceğim.

Bir diğer açıdan, Merkez Bankası’nın hiçbir şey yapmayıp gelişmeleri seyrediyor görüntüsü vermesi piyasalar tarafından bir aczin ifadesi olarak yorumlanıp beklentiler yine kötüleşebilecektir. Merkez Bankası enflasyona odaklandığını gösterecek bir girişim yapmak zorundadır. Aksi taktirde, Merkez Bankası’nın erozyona uğramakta olan itibarı giderek yok olma sürecine girecektir.

Sorunun orta vadedeki çözümü Merkez Bankası’nın bilanço büyümesini durdurmaktır. Oynaklığı artan döviz kurlarına satış yönünde müdahale bilanço büyümesini yavaşlatıcı bir etkendir. Aynı zamanda, döviz kurlarındaki oynaklığın azaltılması beklentileri de olumluya çevirecek bir gelişme olacaktır.

Bu aşamada, faiz artırımının iç talep artışını kısma yönündeki etkisi çok sınırlıdır. İç talep artışı zaten kısılma yolundadır. Faiz artırımının "haber" ve "sinyal" değeri vardır. Merkez Bankası’nın enflasyona kilitlendiğini göstermesi açısından yüklü bir faiz artırımının önemi küçümsenemez.
Yazının Devamını Oku

Geçmiş artık geleceği görmeye yaramıyor

5 Haziran 2006
TÜRKİYE ekonomisindeki eğilimler açısından, mayıs ayı bir kırılma noktasıdır. Geçmiş ekonomik verilere bakarak ileriye yönelik tahminler üretmek neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Tahminlerde kullanılabilecek parametreler değişmiştir. Örneğin, geçmiş dört yılın fiyat endekslerine bakarak ileriye dönük enflasyon tahmini yapmak zorlaşmıştır. Geçmişteki fiyat endeksi verileri göreli olarak istikrarlı döviz kurları altında oluşmuştu. Döviz kurlarındaki belirsizlikler karşısında fiyat endekslerinin tepkisi konusunda şimdilik fazla bir bilgimiz yok. Bu alanda 2001 yılı öncesi verileri kullanmanın da çok fazla yararı yok.

Aynı şekilde, döviz kurlarındaki ani değişmelerin genel fiyat düzeyine yansıması konusunda da fazla bir şey söyleyebilecek durumda değiliz. Çünkü, 2001 sonrasında göreli olarak istikrarlı ve aşağı yönde giden döviz kurlarına genel fiyat düzeyinin tepkisini biliyoruz. Döviz kurlarının kısa sürede yüzde 20 arttığı bir ortamda genel fiyat düzeyinin nasıl bir tepki vereceğini (büyüklük ve zaman açısından) şimdi öğrenmeye başlıyoruz.

DIŞ AÇIKLAR AZALACAK

Bundan böyle her ay yayınlanan çeşitli ekonomik veriler birçok açıdan bizleri şaşırıcı nitelikte olacaklardır
. Öncü haberlere göre, mayıs ayında ihracat artışı sevindiricidir. Ama, bunu mayıs ayındaki döviz kuru oynamalarına bağlamak çok sağlıklı değildir. İhracatın döviz kurları değişmelerine bu denli hızlı tepki vermesi beklenemez.

Aynı şekilde, döviz kurlarındaki oynamaların enflasyona etkisi de haziran ve temmuz aylarında çok daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Mayıs ayı enflasyonu nisan enflasyonunun devamıydı. Döviz kurlarındaki kıpırdamanın etkisi henüz fiyat endekslerine tam olarak yansımış diyemeyiz.

Bizleri şaşırtabilecek bir diğer alan ise dış ticaret ve cari işlemler açıkları olacaktır. Nisan ayında dış ticaret açığının 5.2 milyar dolar gerçekleşmesi ileriye dönük olarak hiçbir ipucu vermemektedir. Yılın ilk dört ayına yönelik verilere bakarak dış ticaret açığının bu yıl patlayacağını düşünmek çok anlamlı değildir. Aksine, yılın geri kalan bölümünde ithalatın çok keskin bir biçimde düşüşüyle beraber geçen yılın altında bir dış ticaret açığı oluşması olasılığı oldukça fazladır. Aynı paralelde, cari işlemler açığı da bu yıl düşebilir.

Kısacası, önümüzdeki dönemde artan enflasyon, düşen dış ticaret ve cari işlemler açıkları ile birlikte hızlı bir biçimde yavaşlayan bir ekonomi görme olasılığımız çok fazladır. Halbuki, mayıs ayı başına kadar birçok ekonomik veri bu yönde bir işaret vermiyordu.

EKONOMİ POLİTİKALARI

Döviz kurlarındaki oynaklık başladığından beri, özellikle IMF tarafından, "Türkiye’de iç talep büyümesinin kontrol edilmesi gerektiği" yönündeki tavsiyeler artmaya başladı. Bu öneriler cari işlemler açığındaki artışın hızını kesmek için altı ay önce ya da bir yıl önce geçerliydi. Döviz kurları sayesinde zaten iç talep artışı ciddi bir biçimde frenlenecektir. Dolayısıyla, cari işlemler açığının artmasına yönelik olarak yapılacak bir şey kalmamıştır. Yaratılan ortam bu sorunu kendiliğinden çözüm yoluna koyacaktır.

İç talep kontrolü enflasyonist baskıları önleme açısından düşünülüyorsa, bunun da zamanı geçmiştir. Önümüzdeki dönemde enflasyondaki kıpırdama daha çok iç talep büyümesinden değil, maliyet artışlarından kaynaklanacaktır. Enflasyon açısından, iç talep kontrolü geçmişte geçerli olan bir yaklaşımdı. İç talep artışı nisan ve mayıs aylarındaki enflasyonda etkiliydi. Haziran ayı ile birlikte enflasyonda farklı dinamikler devreye girecektir.

Bu aşamada, iç talebi kısma yönünde uygulanacak politikalar ekonomik faaliyetlerdeki durulmayı daha da derinleştirici etkiler yapabilecektir.

Ekonomi politika uygulamalarının, teknik olduğu kadar, sanat tarafı da fazladır. Belli bir dönemde doğru olan politikalar başka dönemlerde doğru olmayabilmektedirler. Cari işlemler açığını azaltma amacıyla iç talep kontrolüne yönelik politikalar da bu aşamada zamanı geçmiş politikalardır. Enflasyon ise önümüzdeki dönemde büyük ölçüde beklentiler ve maliyet artışlarıyla şekillenecek gibi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku

Eğitim üzerine düşünceler (4)

4 Haziran 2006
GEÇEN hafta insanların öğrenme kabiliyetinin farklı öğrenme yollarına göre farklılıklar gösterebildiğinden söz etmiştim. Örneğin, bazı insanlar okuyarak daha iyi öğrenirken, bazıları görerek ya da seyrettiğinde daha çabuk öğrenebiliyor. Bazı insanların ise dinleme yoluyla öğrenmeleri daha kolay olabiliyor.

Bu ayrımdan bakıldığında bizim toplumumuzun seyrederek ya da dinleyerek öğrenmesinin daha kolay olduğunu düşünmek çok abartılı olmayacaktır. Geçmişte en büyük eğlencemizin radyo dinlemek, şimdi de en büyük tutkumuzun televizyon seyretmek olduğu düşünülürse, toplum olarak eğitimimizin de önemli bir bölümü bu yolla oluyor diye bir yargıya varmak kolaylaşıyor.

RADYO-TV

Eskiden Türkiye’de bir tek radyo vardı
. Çeşitli hedefler arasında, toplumun eğitimi radyo programının en önemli amaçlarından biriydi. Günün çeşitli saatlerinde her türlü müzik çalınırdı. Dinlemeye meraklı bir toplum olarak dinleyebildiğiniz tek radyo istasyonu sayesinde, sevmeseniz de klasik müzik dinlemek zorundaydınız. İstemeseniz de, klasik Türk müziği geri planda çalınır, siz de dinlerdiniz. O dönemlerde, henüz arabesk popüler değildi (ya da devlet radyosu bu müziğe itibar etmezdi), Türk halk müziği ile idare edilirdi. Kısacası, sevseniz de, sevmeseniz de çeşitli müzik türlerine aşinalık yaratılırdı.

Sabahları Türk ve Batı edebiyatından derlenmiş skeçler yayınlanırdı. Eline kitap almamış, belki de okuma yazma bilmeyen ev hanımları Şinasi’nin, Halide Edip Adıvar’ın, Dostoyevski’nin, Moliere’in eserlerinden haberdar olurlardı. Şiir saatlerinde şairlerimizi öğrenirlerdi. Ben Edgar Allan Poe’nun ismini ilkokulda ilk kez böyle bir radyo programında duymuş ve ilgilenmiştim. Annabel Lee unutamadığın şiirlerden biri olmuştu. Şimdi kaç tane ilkokul çocuğu radyodan şair ya da şiir öğreniyor?

Televizyon çıktı, radyonun pabucu dama atıldı. Televizyon hiçbir zaman radyonun eğitici görevini üstlenemedi. Şimdi ise, yüzlerce radyo istasyonu, onlarca televizyon kanalı var. Çeşitli radyo ve televizyon kanallarında eğitici programlar olduğu halde, seçeneğin çok olması toplumun büyük bir kısmını doğal olarak ha-ha hi-hi programlarına yöneltiyor.

Eskiden seçeneğin olmayıp bir tek radyo kanalına esir olmanın çok senekli radyo ve televizyon dünyasına göre daha iyi olduğunu iddia etmiyorum. Yalnızca, okuma yoluyla değil de, seyretme ve dinleme yoluyla eğitilmeye daha müsait bir toplumun çok önemli iletişim araçlarını artık eğitime yönelik olarak eskisi kadar yaygın kullanamadığını vurgulamak istiyorum.

TEKNOLOJİ

Batı’da, özellikle çocuk kitapları çoğu zaman kitabın okunduğu bir kaset ile satılır
. Böylece, henüz okuma bilmeyen çocuklar da kitabı öğrenmiş olurlar. Okuma bilenler ise yeteneğine göre, dinleyerek ya da okuyarak kitabı öğrenmeye çalışırlar. Teknolojinin gelişimiyle, şimdi çoğu çocuk kitapları CD ya da DVD ile beraber satılıyor. Kitabı isteyen okuyor, isteyen çizgi film canlandırılmasını seyrediyor, isteyen de dinliyor.

Gelişen iletişim araçları sayesinde toplumun eğitim ihtiyacını toplumun egemen eğitilme yeteneğine göre karşılamak artık çok kolaylaştı. Okul eğitiminden okul dışı eğitime kadar biz de bu kolaylıkları ve yaklaşımları eğitim sisteminin her tarafına yaygınlaştırmak zorundayız. Teknolojinin gelişyor olması kitabın önemini azaltmıyor, artırıyor.

Bir ülkedeki eğitim de, aynı mal ve hizmet üretimi gibi, ülkeler arası rekabet konusudur. Çünkü, insanın eğitimiyle mal ve hizmet üretimindeki en önemli girdinin kalitesi söz konusudur. Bu rekabette geri kalmamanın yolu teknolojiyi eğitimde en uygun bir biçimde kullanmaktan geçmektedir.
Yazının Devamını Oku

Kurlarda istikrar olmadan ekonomik istikrar olamaz

2 Haziran 2006
GELİŞMEKTE olan ekonomilerin en önemli özelliklerinden biri ekonomik istikrarın devamı için döviz kurlarında istikrarı sağlamak zorunda olmalarıdır. Türkiye de bu konuda bir istisna değildir. Diğer birçok gelişmekte olan ülkelere göre Türkiye daha özel bir durumdadır. Çünkü, Türkiye 20. yüzyılın büyük bir bölümünde çok yüksek enflasyon içinde yaşamıştır. Enflasyon hafızası çok yenidir. Buna karşılık, fiyat istikrarı hafızası yoktur.

DALGALI KUR

Böyle bir ekonomide döviz kurlarındaki yükselişler daima ekonomik tercihleri değiştiren bir unsurdur
. Türkiye milli gelirinin yüzde 30’una yakın yatırım malları ve ara malları ithal etmektedir. Buna karşılık, ihracatı milli gelirinin ancak yüzde 20’si kadardır. Mali servet küçüktür. Servetin büyük bir bölümü dövizde, altında ve gayrimenkuldedir. Hane halkının borcu yok gibidir, öz kaynakları bilanço büyüklüğüne göre fazladır.

Türkiye’nin dış borçları milli gelirinin neredeyse yarısıdır (yüzde 47.2). Bu borçların yarısı da özel sektöre aittir. Türkiye’de şirketlerin banka borçlarının çok önemli bir bölümü döviz üzerindendir. Uzun dönemli kontratlar hala döviz üzerinden yapılmaktadır. Birçok malın fiyatı döviz üzerinden tespit edilmektedir.

Kısacası, Türkiye gibi özelliklere sahip olan ekonomilerde döviz kuru ekonominin en önemli ve en temel referans noktasıdır. Bu referans hakkında belirsizlikler doğduğunda, ekonomik karar almak zorlaşır. Bu olgu araba motorunun yağsız kalmasına benzer. Motor tahrip olur. Dişliler kırılır. Araba ilerleyemez.

Euro/Dolar paritesinin 0.8’den 1.3’e çıkması ya da Euro ilk ortaya çıktıktan sonra paritenin 1.17’den 0.8’e düşmesi elbette Avrupa ve Amerikan ekonomilerini de etkilemektedir. Ama, o bölgelerde paritedeki bu oynaklıklar benzer sorunlar yaratmamaktadır. Çünkü, o ülkelerde ekonomik birimler çoğunlukla kendi paralarını kullanmaktadırlar.

Türkiye gibi ülkelerde ise durum çok farklıdır. Döviz kurları yükseldiğinde Türk Lirası’ndan kaçış başlar. Şirketlerin finansman maliyeti artar. Satışlar düşer. Şirket batışları hızlanır. Bankalar kredileri tahsil etmekte zorlanırlar. Fiyatlar artmaya başlar. Sonuçta, ekonomik istikrar diye bir şey ortada kalmaz.

Bizim gibi ülkelerde "dalgalı kur rejimi" döviz kurları dalgalanmadığı zaman iyidir. Döviz kurları özellikle yukarı doğru dalgalandığında, "herkes hesabını ona göre yapmalıydı" gibi yaklaşımların hiçbir önemi yoktur. Maliyet herkese çıkacaktır. 1994 ve 2001 yıllarında olanları çabuk unuttuk galiba.

Bu aşamada, ekonomi politikaları uygulamaları ve söylevleri inandırıcı olmak zorundadır. Geçen ayların ekonomik verilerine bakarak gelecek aylara yönelik kehanette bulunmanın hiçbir anlamı yoktur. Döviz kurlarının istikrarı kısa dönemde tüm ekonomi politikalarının hedefi olmak zorundadır. Aksi taktirde, "yabancı yatırımcıları cezalandırma" hesabıyla dayağı yine bizler yiyeceğiz.

FIKRA

Bir fıkra: Boksör rakibinden devamlı dayak yemektedir. Raunt arasında çalıştırıcısı "çok iyi, gidiyorsun, rakibini perişan ediyorsun, daha da fazla vur" diyerek boksörün moralini yüksek tutmaya çalışmaktadır. Beşinci raunttan sonra ağzı burnu dağılmış olan boksör çalıştırıcısına döner "rakibi iyi dövüyorsam söyleyin şu hakeme bana vurmayı bıraksın" der.

Biz yabancıları yatırımcıları cezalandırırken birileri de bizi dövüyor galiba.
Yazının Devamını Oku

Ekonomide görüntüler

1 Haziran 2006
SON dört yılda ekonomide gelinen nokta birçok açıdan çok başarılıydı. Ekonominin tüm sorunları elbette çözümlenmemişti. Ama, kalan ekonomik sorunların çözümlenebilmeleri için uygun bir ortam yaratılmaya başlanmıştı. Bir anlamda, on yıllar süren ekonomik dengesizliklerden sonra ekonomik normalleşmenin ikinci fazı başlamak üzereydi. Bu aşamada bocalamaya başladık.

Galiba, kendimize fazla güvendik. Daha "finiş çizgisi" ufukta görünür gibi olurken yavaşladık. Yarışı kazandığımızı düşündük. Ekonominin kırılganlığının kalmadığını sandık. Yapısal reformları savsakladık. Avrupa Birliği ile olan ilişkilerdeki başlangıçtaki heyecanımızı kaybettik. Kısacası, Türkiye ekonomisinin son dönemde tutunduğu iki çapayı da son dönemde fazla ciddiye almadık.

FATURA AĞIR OLABİLİR

Gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akımları rahatsızlık duyulduğunda, Türkiye ekonomisi hakkında daha fazla rahatsızlıklar duyulmaya başlandı. Bunun maliyeti Türkiye ekonomisine küçümsenmeyecek boyutta olabilecektir. Yaşananların gelip geçici olduğunu düşünmek bir başka yanlış olacaktır.

Hazine’nin borçlanma faizleri ikinci piyasada yüzde 17’yi geçti. Daha önce aynı faizlerin yüzde 13 civarında olduğu düşünülürse, Hazine’nin borçlanma maliyetinin yüzde 25 civarında artması söz konusudur. Toplam bütçe harcamalarının yüzde 27’sinin faiz harcamaları olduğu bir ekonomide bu maliyet artışı küçümsenemez. Yani, bütçe şimdiden "delindi" görüntüsü içindedir. Devletin borçlanma ihtiyacı eskiye göre doğal olarak bir artış eğilimine girecektir.

Enflasyon yıllık bazda yüzde 7’lere kadar inmişti. Enflasyonun aynı bazda bu yıl sonunda yüzde 5 olacağı hedeflenmişti. Nisan itibariyle son on iki aylık enflasyon yüzde 8.8 olmuştu ve hafif bir yükselme eğilimindeydi. Şimdi, beklentilerin bozulmasıyla, enflasyondaki artış eğilimi daha da güçlendi.

Hedeflenen enflasyonda yaşanacak sapmalar bütçede harcamalar idaresini de güçleştirecektir. Yılın ikinci yarısına yönelik yapılacak ücret ayarlamalarını hedeflenen enflasyon çerçevesinde planlamak giderek güçleşmektedir. Zaten bütçenin kara deliği durumundaki sosyal güvenlik sisteminin açıkları maaş ve sağlık maliyetlerindeki artışlarla daha da fazla artış eğilimine girecektir.

Bu gelişmeler ekonominin temellerini sarsacak niteliktedirler.

Son günlerde firmalar yüzde 5-10 civarında zam açıklamaya başladılar. Yıl sonu enflasyon hedefinin yüzde 5 olduğu bir ekonomide bu zamlar iyi gelişmelerin habercisi değillerdir. Enflasyon hedefi yeniden "ulaşılabilecek ve ciddiyeti olan bir politika hedefi" olmaktan çıkıp eskiden olduğu gibi "yönetimin gönlünden geçen arzusu" haline gelme yolundadır. Böyle olduğunda, para politikası açısından 2006 yılının geri kalan kısmı da, 2007 yılı da zor bir dönem olmaya adaydır.

Üretim doğal olarak yavaşlayacaktır. Ekonomik kararlar ertelenmeye başlamıştır. İç talep büyümesi büyük ölçüde duracaktır. Yani, çok konuşan cari işlemler açığındaki gerilemeyi ekonomik politikalar yoluyla değil, dış piyasaların baskısıyla gerçekleştirmiş olacağız. Bu yolla sağlanan uyumun maliyeti ağır olabilecektir.

KALICILIK

Gelişmekte olan piyasalara yönelik yatırımcı tercihleri radikal bir biçimde olumlu hale gelmediğinde ve Türkiye diğer ülkelerden ayrıştırılmadığında, ki bunun olasılığı kısa dönemde yok denecek kadar azdır, bugün gözlenen fiyatlar daha da yükselme eğilimi içine girebilirler. En azından, bugünkü düzeyler kalıcı olma eğilimindedirler.

Bütün bunlar, alıştığımız ekonomik krizlerin habercisi değildir, ama alışamadığımız olumlu ekonomik dengelerin bozulması anlamına gelir.

Ekonomi politikalarını oluşturan ve uygulayanlar konunun bu yönünü iyi değerlendirmek durumundadırlar.
Yazının Devamını Oku

Olumsuz beklentilerle mücadele

31 Mayıs 2006
EKONOMİK dengeleri etkileyen en önemli unsurlardan biri ileriye dönük beklentilerdir. Beklentiler olumlu olduğunda, az bir çaba ile başarılı bir performans yakalanabilir. Beklentiler olumsuza döndüğünde ise, başarılı performans için gereken çaba çok fazladır.

Ekonomi politika yapıcıları ve uygulayıcılarının bilinen tepkisi "durumu yakından takip ediyoruz, gerekirse önlemler alınır" biçimindedir. Bu yaklaşımın ekonomik birimleri rahatlatacağı düşünülür. Halbuki, neyin ne zaman gerektiği konusunda hiçbir açıklık yoktur. Bu şekilde ek bir belirsizlik yaratılır.

PARA POLİTİKASI

Türkiye ekonomisinde ileriye dönük beklentiler çok dramatik bir biçimde olumsuza dönmüştür
. Olumsuzluğun dozu giderek artmaktadır. Bu ortamda, "yeni bir şeye gerek yok, piyasalar kendi dengesini kendileri bulur" yaklaşımı kısa dönemde beklentileri daha da olumsuza dönüştürebilir. Daha büyük sorunlar yaratarak bugünkü sorunlar çözülmüş gibi görünür. Beklentiler yönünden ekonomi kırılgandır.

Nisan ayında piyasaları şaşırtan enflasyon rakamlarının üzerine son dönemde yaşanan döviz kuru çalkantılarıyla mayıs ayına yönelik enflasyon beklentileri bozuldu. Geçmişte, yüzde yarımın altında seyreden "açıklanan enflasyon beklentileri" şimdi yüzde bir civarına çıktı.

Açıklanan beklenti ile ekonomik kararların alınmasına baz olan beklenen enflasyon arasında dağlar kadar fark vardır. Yine de, açıklanan beklentiler ileriye dönük olarak ekonomik birimlerin karamsarlaştığını göstermektedir. Bu bir işarettir.

Çeşitli çevrelerden alınan ön bilgiler nisan ayına yönelik olarak dış ticaret açığının 5 milyar dolar civarında gerçekleşebileceği yönündedir. Bu rakamın ima ettiği cari işlemler açığı da 3.5-4 milyar dolar civarında olacaktır. İçinde yaşanan şartlarda, bu boyuttaki cari işlemler açığı ilerideki aylarda açığın finansmanı konusunda tereddütler yaratmaktadır. Son dönemlerde gözlenen iç talep artışı tek başına beklentileri olumsuza döndüren bir etken haline gelmeye başlamıştır. Yani, denge ters dönmüştür.

Bu ortamda birilerinin çıkıp "piyasalar kendiliğinden dengelerini bulur" yaklaşımını bırakıp, "durumun farkındayız, bu nedenle bundan böyle şu şekilde hareket edeceğiz" diyebilmesi gerekmektedir. Merkez Bankası’nın faiz politikası bu çerçevede değerlendirilebilir. Piyasalar, mali ve reel sektörler bir arada, para otoritesinden kendinden emin bir duruş görmek istemektedirler. Faiz politikası böyle bir duruşun bir parçası olabilir, ama bütünü değildir.

"Piyasada faizler zaten artıyor, Merkez Bankası’nın faiz artırmasına gerek yok" yaklaşımı doğru değildir. Merkez Bankası faizleri, bugünkü ortamda, piyasaya sürülen paranın likit olup olmaması ya da enflasyonist olup olmaması konusunda en önemli parametrelerden biridir. Piyasa faizleri ile Merkez Bankası faizleri arasının çok açılması başlı başına enflasyonist gelişmelerden biri olacaktır.

MALİYE POLİTİKALARI

Para politikasından daha çok, iç talep artışlarıyla mücadele maliye politikaları yoluyla olmalıdır. Bu yönde herhangi bir işaret henüz alınmamaktadır. IMF’nin talep ettiği 4 milyar YTL civarındaki bütçe tasarrufu hükümet tarafından bütçe kalemleri arasında yapılacak geçişlerle sağlanıp iç talep etkisi hiç olmayabilecektir.

"Yaşanan belirsizliklerle iç talep zaten kısılacaktır" yargısı doğrudur. Ama, bu yolla azaltılan iç talep artışı aynı zamanda enflasyon artışını da beraberinde getiren bir olgudur. Halbuki, olumsuz beklentilerle yapılacak mücadele beklentileri olumlu yönde değiştirecek bir ekonomik performansın yakalanması yönünde olmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku

Sinirler bozulunca kafalar daha fazla karışıyor

30 Mayıs 2006
SON haftalarda finans piyasalarında yaşananlar ekonomik birimlerin sinirlerini bozdu. Kur nereye gider sorusu daha sık sorulmaya başlandı. Piyasaları ilgilendiren her haber gereğinden fazla dikkate alınıyor. Herkes, her an, bulunduğu pozisyonu sorgular hale geldi. Hem mali hem de reel sektörde genel bir tedirginlik hakim.

Döviz kurlarının yükselmesi beklentilerin aksine ihracatçıları da pek memnun etmedi. Onlar da hazırlıksız yakalandıklarını düşünüyorlar. Daha önce haberleri olsaydı, biraz ithal malı girdiler stok edeceklerdi. İhracatçılarımız kurların haberli ve azar azar artmasını istiyorlar. Galiba, son yaşananlar onlara da fazla geldi.

BİR ATIMLIK BARUT

Yaşanan tedirginlikler içinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
(TMSF) ortalığa döküldü. Merkez Bankası’nın oynamak istemediği rolü oynamaya soyundu. Elindeki dövizleri piyasa şartları içinde, ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda ve diğer kurumlarla işbirliği içinde satabileceklerini açıkladı. Yani, TMSF "büyüklerim talimat verirse, her an dövize müdahale edebilirim" diyor.

Bir ilke olarak, kamu kurumlarının bankası Merkez Bankası’dır. Kamu kurumlarının parası Merkez Bankası’na yatar. Kamu kurumlarının ihtiyacı olabileceği bankacılık işlemleri Merkez Bankası’nca sağlanır. Kamu kurumları şube bazında Merkez Bankası’nın veremeyeceği bankacılık hizmetlerini başka bankalardan alırlar.

Kamu kurumları büyük hacimli iş yapan kurumlardır. Büyük hacimlerle piyasaya girdiklerinde fiyatları gereksiz ve bir defalık oynatabilme olanakları olduğundan, bu çeşit kurumların Merkez Bankası ile bankacılık işi yapmasıyla finans piyasalarının gereksiz dalgalanmaları önlenmiş olur. Dünyanın bir çok ülkesinde de bu böyledir.

TMSF döviz satma ihtiyacında ise Merkez Bankası’na dövizlerini satmalıdır. Aksi taktirde, zaten Merkez Bankası’na tuttuğu dövizleri piyasaya satarak Merkez Bankası rolü oynayacaktır. Sonuçta, piyasaya satılan Merkez Bankası rezervleridir. Ama, talimat başka yerden gelmektedir. Bu yanlıştır.

TMSF’nin paraları bir ticari bankada tutuluyorsa, bu kez döviz mevduatını kaybeden banka piyasayı bir başka şekilde hareketlendirecektir. Bunu önleyebilmek için kamu kurumlarının paraları Merkez Bankası’nda tutulur.

TMSF’nin döviz satması yoluyla döviz piyasası durulacaksa, Merkez Bankası neden müdahale etmiyor? sorusu yanıtsız kalmaktadır. Merkez Bankası’nın başka nedenlerle eli kolu bağlı ise, TMSF’ye Merkez Bankası rolü oynatarak ekonomide "para politikası otoritesi" sorgulanır hale gelmiyor mu? Galiba, kafalarımız biraz karışık.

TMSF’nin dövize müdahalesi için bir atımlık barutu vardır. Elindeki üç-beş milyar dolar döviz bozdurulduktan sonra ne olacaktır? Döviz piyasasının üç-beş milyar dolar satarak durulacağı mı hesaplanmaktadır? Bu çeşit haberlerle döviz piyasasında gereksiz dalgalanmalar yaratılmaktadır. Çelişkiler yaşanmaktadır. Haberin zararı faydasından fazla olmaktadır. Merkez Bankası ve otoritesi küçültülmektedir.

TEK OTORİTE

Türkiye yıllarca birden fazla para otoritesi kullanma yoluyla ekonomi politikalarını yönetmeye çalıştı
. Makro sorunlara mikro çözümler arandı. Bazen Hazine Merkez Bankası rolünü üstlendi. Bazen, Özelleştirme İdaresi bu rolü oynamaktan hoşlandı. Kimi zaman BDDK’nın bu rolü üstlenmesi arzu ediliyor. Bir kurumun yapması gerekeni başka kurumlar üzerinden yapmaya çalışma stratejisi hiçbir zaman çalışmadı. Çalışsaydı, zaten Türkiye ekonomisi çok farklı yerlerde olurdu.

Sinirlerimiz bozuldukça, çözüm arayışlarımız kafalarımızın karıştığını daha fazla ortaya çıkarıyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye diğer ülkelerden ayrışabilir

29 Mayıs 2006
SON dört yıldır Türkiye ekonomisi küçümsenmeyecek bir gelişme kaydetti. Olumlu gelişmelerin tümünü yabancı sermaye girişine bağlamak elbette doğru olmaz. Çok önemli reformlar yapıldı. Ekonomi politikalarında çok önemli değişikliklerine gidildi. Yabancı sermaye girişi uyumu kolaylaştırdı ve çabuklaştırdı. Aynı paralelde, finans piyasalarındaki son çalkantıların tümünü yabancı sermaye çıkışına bağlamak da doğru değildir. Sermaye piyasalarında küresel bir sorun olduğu doğrudur. Ama, Türkiye’deki finans piyasalarının tepkileri benzer ülkelere göre çok daha sert olmuştur. Türkiye farklı bir görünüm vermiştir.

FARKLI RİSKLER

Türkiye bir anlamda diğer gelişmekte olan ülkelerden farklılaşmıştır
. Gelişmekte olan ülkelerin tümünden yabancı sermaye çıkışı olmuştur. Ama, en fazla Türk parası değer kaybetmiştir. En fazla Türkiye Borsası düşmüştür. Bilmiyoruz, ama belki de en az Türkiye’den yabancı sermaye çıktığı halde böyle olmuştur.

Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye’den daha az ya da daha çok yabancı sermaye çıktığı halde, fiyatların en fazla Türkiye’de oynaması risk değerlendirmesi açısından Türkiye’yi diğer ülkelerden ayrıştırmaktadır. Görünen o dur ki, Türkiye piyasalarında fiyat riski daha fazladır.

Aynı paralelde, Türkiye’de siyasi riskler giderek artmaktadır.

Amerikan Merkez Bankası (FED) bir süre daha faizleri artıracak gibi görünmektedir. Kaçınılmaz olarak, Avrupa ve Japonya da FED’i bir ölçüde izleyecektir. Galiba, FED kısa vadeli faizleri yüzde 6’ya getirene kadar Amerika’daki faiz belirsizliği devam edecek gibi görünmektedir.

Gelişmiş ülkelerdeki bu eğilim karşısında gelişmekte olan ülkeler faiz artırımına zorlanacaklardır. Direnmeler olacaktır. Ama, göreli faiz oranları belli bir dengeye gelene kadar küresel sermaye akımlarındaki tedirginlik sürecek, bir süre sonra da yeni göreli faiz düzeyinde durulacaktır.

Bu aşamada, Türkiye ekonomisi uluslararası sermayenin küresel tedirginliğinden ve bunun tehdidinden uzaklaşmış olacaktır. Bir anlamda, küresel dış tehdit bitmiş olacak içeriden kaynaklanan riskler daha da göze batar hale gelebilecektir.

Küresel sermaye yeniden gelişmekte olan ülkeleri seçerken Türkiye’nin siyasi riski öne çıkabilecektir. Haziran ayı ortasında Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’ye yönelik yayınlayacağı ilerleme raporu önemli bir aşamadır. Ortaklık görüşmelerinin sonuna doğru masaya konması beklenen bir takım isteklerin daha görüşmelerin başında masaya getirileceği izlenimi AB çapasını tahrip edici nitelikte olabilir. "Seçim" kelimesi Türkiye’de daha fazla telaffuz edilir hale gelecektir. Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı önemlidir.

YALNIZ KALABİLİRİZ

Türkiye’de ekonomik riskler de giderek daha dikkat çekici olmaya başlamıştır
. Son üç yıldır konuşulan cari işlemler açığının önlenemeyen yükselişi ve geldiği düzey artık herkesi rahatsız etmektedir. İleriye dönük olarak enflasyona yönelik belirsizlikler yeşermeye başlamıştır. Piyasalardaki son çalkantılar ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyip cari işlemler açığını düşürmeye yönelik bir işlev görürken, enflasyon görünümü ve buna bağlı olarak faizlerin artması olasılığı bir başka risk faktörü olarak görülebilecektir.

Kısacası, yurt dışında ortalık durulsa dahi, Türkiye’ye özgü riskler uluslararası platformda daha fazla konuşulur olacaktır. Bu da, Türkiye piyasalarındaki oynaklığı yurt dışına göre daha fazla artırabilecektir. Gelişmekte olan piyasalar içinde Türkiye yalnız kalmaya aday gibi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku