20 Temmuz 2006
ÇEŞİTLİ makro ekonomik ilişkilerde zaman içinde farklılıklar yaşanmaktadır. Bir anlamda, ekonominin genel yapısı ve üretim yapısı değişmektedir. İleriye dönük beklentileri oluşturmak ve tahmin yapabilmek için değişen makro ekonomik ilişkileri iyi yorumlayabilmek gerekmektedir.
Bazı verilerdeki eğilimlere
aylık bazda değil de, daha uzun dönemli bakmak eğilimlerdeki değişiklikleri çok daha çarpıcı yapabilmektedir. Ekonomi yeni denge arayışına girerken bazı yapısal eğilimleri irdelemekte fayda var.
DIŞ DENGE VE BÜYÜME
Son yıllarda en önemli yapısal değişikliklerden biri ithalat ile büyüme arasındaki ilişkide yaşanmıştır. Ekonomik büyümenin ithalat artışı gerektirdiği artık iyi bilinmektedir. Ama, 2002 yılından bu yana,
aynı ekonomik büyüme için daha fazla ara malları ithalatı gereksinimi doğmuştur. Son dönemlerde ara malları ithalatı toplam ithalatın yüzde 70’inden fazladır.
Grafikte her üç ay itibariyle yıllık bazda 1987 fiyatlarıyla toplam
gayri safi milli hasıla verileri ile yine her üç ay itibariyle yıllık bazda
ham petrol ithalatı hariç toplam ara malları ithalatı verilmektedir. 2002 yılına kadar her bir milyar dolarlık ham petrol dışı ara malları ithalatı 1987 fiyatlarıyla 4 trilyon TL’lik milli gelir yaratırdı.
Bu ilişki 2002’den sonra hızla değişti.
Aynı ithalat daha az milli gelir üretmeye başladı. Tersinden bakarsak, aynı milli geliri üretmek için daha fazla petrol dışı ara malları ithal etmek durumunda kaldık.
Son bir yıldır bu ilişki yeniden belli bir göreli istikrara kavuştu. İstikrara kavuşulan düzey,
her bir milyar dolarlık ham petrol dışı ara malları ithalatı artık ancak 1987 fiyatlarıyla 1.98 trilyon TL değerinde milli gelir üretmesidir.
Bunun anlamı milli gelir büyümesindeki düşüşler artık eskisi kadar ara malları ithalat talebini azaltmayacaktır. Bu ilişki değişmediği varsayımı altında,
ilerideki dönemde ekonomik büyümenin yavaşlamasının dış denge üzerine olumlu etkisi eskisine göre daha az olacaktır.
2002 yılından bu yana üretimde gerçekten önemli verimlilik artışları yaşandı. Verimlilik artışının bir bölümü
içeride üretilen ara mallar yerine üretimde ithal ara mallarının kullanılması yoluyla gerçekleştirildi. Döviz kurlarındaki istikrarın getirdiği rekabet baskısı ile bir ölçüde bu yolla mücadele edildi.
Böyle bir yapı döviz kurlarının artmasıyla ithal ara mallarının yurt içinde YTL cinsinden daha pahalı hale gelmesi hem
kurlardan enflasyona geçişi hızlandıran bir etkendir, hem de üretimde "
arz yönlü şok" olgusunun daha sert gerçekleşmesine neden olabilecek bir oluşumdur.
Yani,
döviz kurlarının artması bir yandan enflasyonu daha fazla olumsuz etkileyecektir. Diğer yandan, ithalat kısılması gerektiği durumda, ekonomik büyümeden daha fazla fedakarlık edilmesi gereği doğacaktır.
ELEKTRİK VE BÜYÜME
İlginç olan bir diğer ilişki enerji üretimi ile imalat sanayi üretimi arasındaki ilişkidir. Grafikte on iki aylık ortalama değişmeler verilmektedir. 2002 yılından sonra imalat sanayi üretimi artışları enerji üretimi artışlarının oldukça üzerinde gelişti.
Bu dönemde milli gelir büyümesi çoğunlukla sanayi sektöründen geliyordu. Elektrik kaçaklarına rağmen, enerji üretimindeki artışlar daha makuldü.
2005 yılının ortasından itibaren elektrik üretimindeki artışlar imalat sanayi üretimindeki artışları yeniden geçti. Bu gelişme de ekonomik büyümenin daha çok imalat sanayi dışındaki sektörlerden geldiğine işaret ediyor. Elektrik kaçaklarında bir artış olabileceği olasılığını da küçümsememek gerekir.
Yarın ithalat ve ihracatın yapısı ve bunlar arasındaki ilşkiyle devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2006
Yasası gereği, Merkez Bankası enflasyon hedefini ıskaladığında nedenlerini ve önerilerini bir mektupla hükümete iletmek durumundadır. Mektubu kamuoyu ile paylaşması gerekmektedir. IMF ile yapılan stand-by düzenlemesi çerçevesinde mektubun bir kopyası IMF’ye de gönderilmektedir. Yılın ortasında enflasyon hedefinden ciddi bir sapma olduğuna göre, Merkez Bankası gereğini yapıp bir mektup kaleme alıp hükümete göndermiştir. Hükümet içinde Merkez Bankası’nın ilgili Bakanı Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’dır. Dolayısıyla, mektup doğru adrese gönderilmiştir.
Bağımsız bir merkez bankasının hükümetteki bakanlarla bir işi yoktur. Kendi sorumluluk alanlarında yasal bazı düzenlemeler gerektiğinde merkez bankaları hükümeti yasal düzenlemeler konusunda ikna etmek durumundadır. Yasasının gerektirdiği hallerde ve devletin bir organı olarak merkez bankaları bilgilendirme ve görüş verme çerçevesinde siyasetçilere muhatap olurlar. Dolayısıyla, merkez bankaları hükümetin bir bakanına bağlanmazlar, bir bakan ile ilgilendirilirler.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığına siyasi otoritenin saygılı olduğu görüntüsü içinde, Merkez Bankası’nın hükümet içinde ilgilendirilmesi gereken Bakan hükümetin başı, yani Başbakan’dır. Maalesef, 59. Hükümet bu duyarlılığı göstermeyip Merkez Bankası’nı hükümet içinde bir bakan ile ilgilendirmiştir. Görüntü bozukluğu bu noktadadır. Aksi taktirde, 59. Hükümet’in kurduğu yapı içinde Merkez Bankası mektubu doğru adrese göndermiştir.
İŞİN ÖZÜ
Mektubun içeriği ise tartışmaya çok açıktır. Enflasyon, üç-beş ay evveline kadar oluşan beklentilere göre de, hedefe göre de, yüksek gerçekleşmiştir. Bu durumu açıklaması ve öneri getirmesi durumunda olan Merkez Bankası, "biz de, hükümet de her işi iyi yapıyor, ama kabahat dışarıda" diyerek işin içinden sıyrılma görüntüsü vermiştir. Bu haliyle, en azından, mektup, üzerinde iyi çalışılmamış bir çalışma görüntüsü vermektedir. Böyle bir mektup elbette muhtıra olamaz, ama şimdi de "adet yerini bulsun" yaklaşımı benimsenmiştir.
Herhangi bir iktisadi gelişmede tek kabahatli bulmak olanaksızdır. Farklı derecelerde, farklı etkenler olumlu ya da olumsuz iktisadi gelişmelere katkı yaparlar. Yılın ortasında enflasyonun hedeften ciddi boyutlarda sapması da kabahatlisi bir hayli fazla olan ekonomik gelişmelerden biri olmuştur. Merkez Bankası, kendine göre derecelendirerek tüm kabahatli tarafları yaptıkları ya da yapamadıklarıyla mektubunda açıkça dile getirmeliydi. Yasasının özü de bunu gerektirmektedir.
ÖNCE KENDİNE BATIR
Merkez Bankası’nın ekonomik gelişmeler göre gösterdiği tepkiler ve kamuoyu önündeki çıkışları bağımsızlığının ve itibarının en önemli güvencesi ve kaynağıdır. Merkez Bankası ekonomik gelişmelere vereceği doğru ve zamanında tepkilerle bağımsızlığını elde edip koruyabilecektir. Aynı şekilde, para politikasındaki itibarını Merkez Bankası ekonomik gelişmeler karşısında kamuoyu önündeki çıkışlarıyla elde edebilecektir.
Bu alandaki eksiklikler ya da suskunluklar Merkez Bankası’nın bağımsızlığını da, para politikasının itibarını da zedeler. Gerçek bağımsızlık ve kamuoyu önündeki itibar yasalarla ne oluşturulabilir ne de garanti edilebilir. Bunu davranışlar belirler.
Bu açıdan, Merkez Bankası önce öz eleştiri yapmalıydı. Merkez Bankası’nın hatası kendine göre toplam içinde küçük de olsa, Merkez Bankası önce çuvaldızı kendine batırmalıydı. Sonradan da, iğneyi genel makro ekonomik idareye ve dış piyasalara batırmalıydı. Çünkü, enflasyonun hedeften şaşması durumunda, "Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir" cümlesi önce Merkez Bankası’nın ne yapıp ne yapmadığını sorgulatır. Riskler dışarıdan da gelse, riskleri sıralamak durumu kurtarmaz. Beklenen, oluşan risklere karşı gerekli önlemleri almaktır.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2006
TÜRKİYE ekonomisindeki son üç yıldır karşı karşıya kalınan en büyük risklerden biri iç talep artışıyla körüklenen artan cari işlemler açığıydı. Bu riskle mücadelenin tek yolu ekonomideki toplam tasarrufların artırılmasıydı. Büyümeden fedakarlık yapılmak istenmediğinden, bu yol işimize gelmedi.
Ekonomide, işimize gelmediği için gerekli önlemler almayarak riskli dengeleri sürdürmek mümkün olamıyor. Bir gün riskler gerçekleşiyor. Gerçekleştiğinde, önlem alınmasa da, tabiat kendi yolunu buluyor. Büyük bir olasılıkla, şimdi de böyle olacak.
ZİKZAK DENGELER
Döviz kurlarındaki belirsizlikler ve artan faizler iç talep artışını yavaşlatacak, hatta durdurabilecektir. Ekonomide gerekli tasarruf artışı, en azından şimdilik, özel kesimin (hane halkları dahil) tüketim ve yatırımlarını kısarak gerçekleşecektir. Ekonomi politikaları yoluyla gerçekleşmesinden çekindiğimiz olgu kendiliğinden olacaktır.
Ama, bu da geçici olabilecektir. Çünkü, özel sektörün talebinin kısılmasına yol açan nedenler ekonomide rahatsızlık yaratan cinstendir. Döviz kurlarında belirsizlik istenmemektedir. Faizlerin yüksek kalması hiç kimsenin işine gelmemektedir. O halde, bir gün faizlerin düşmesi için baskılar artacaktır. Döviz kurlarının istikrara kavuşması ya Merkez Bankası’nın inandırıcı çabalarıyla ve/veya uluslararası yatırımcıların tercihlerinin yeniden gelişmekte olan piyasalara kaymasıyla olacaktır.
Böyle olduğunda, özel sektörün davranış değişikliğinden kaynaklanan iç talep artışı yeniden gündeme gelecektir. Bu duruma "işler düzeldi" olarak bakacağız. Ama, aynı risklerle bir kez daha karşı karşıya kalacağız. Yani, geçen nisan ayına yeniden dönmüş olacağız. Halbuki, istikrar içinde sürdürülebilir büyüme için kalıcı önlemlere ve dengelere ihtiyacımız vardır.
Kalıcı önlemler kamu finansman dengesinden geçmektedir. Gelinen noktada, özel sektör tasarruflarını kıstığı oranda kamu kesiminin tasarruflarını artırması gerekmektedir. Kamu kesiminin "ben yapacağımı yaptım, artık yapacak bir şey yoktur" anlayışı Türkiye ekonomisini eski ve yeni risklerle karşı karşıya bırakabilecektir.
Kamu kesiminin bu yönde tepkiler verebilmesi için kamu finansmanının esnek olması ön şarttır. Çünkü, kamu kesiminin tasarruflarının artırılması, daha fazla vergi koyma ya da vergi oranlarını artırma yoluyla değil, daha az harcama ve bugünkü vergi mevzuatında daha fazla vergi toplayabilme ile gerçekleşmek zorundadır.
Kısa dönemde, kamu kesiminde ne harcamalar aşağı yönde esnektir ne de aynı vergi mevzuatında vergi gelirleri yukarı yönde esnektir. O halde, ekonomi bir süre daha zikzak’lar çizmek zorunda kalacaktır.
Ekonomide çizilen zig-zag’ların maliyeti oldukça yüksektir. Maliyetlerin en büyüğü de enflasyondaki oynaklıklar nedeniyle ekonomik istikrar konusunda ekonomik birimlerin kafalarında şüphelerin uyandırılıyor olmasıdır. Şimdi, böyle bir dönemden geçiyoruz.
ESNEKLİK
Sürdürülebilir büyüme sürecinde iç talep artışının kontrolü ekonomik belirsizlik yaratma yoluyla olmamalıdır. Maalesef, bugüne kadar bu yol benimsendi. "Büyümeye engel olmayalım" anlayışıyla, dışsal etkenlerin sorunlarımıza çözüm olması zorunlu kılındı. Bu yaklaşımla sürdürülebilir büyüme sürecine girmek her açıdan olanaksızlaşmaktadır.
O halde, yeni dengede olumsuzluklarla mücadele ederken, kamu finansmanında her yönde esnekliği getirecek yapısal reformları da zaman geçirmeden tamamlamalıyız. Aksi taktirde, istesek de "yumuşak iniş" stratejilerini benimsememiz mümkün olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2006
HAZİRAN ayı öncesi verilerin ileride oluşacak ekonomik denge hakkında bilgi verme gücünün olmadığını daha önce vurgulamıştım. Artık yepyeni bir dengeye doğru ilerliyoruz.
Yeni dengenin boyutlarını şimdiden kestirmek ise çok zor. Çünkü, uluslararası piyasalardaki dalgalanmaların şiddeti, sıklığı ile ekonomi politika yapıcılarının alacağı tavırlar yeni dengenin boyutlarını belirleyecektir.
Bugün dış denge ile enflasyon konusundaki olası görünümü özetleyeceğim. Ayrıntıları ilerideki yazılarda ele alacağım.
DIŞ DENGECari işlemler açığı yılın ilk beş ayında 16.5 milyar dolar civarında gerçekleşti. Ödemeler dengesi bazında dış ticaret açığı (fob) da aynı dönemde 17.2 milyar dolar oldu. Bu yılın başından beri dış ticaret açığında bir hızlanma (yüzde 25’lerden yüzde 32’ye) söz konusuydu. Ama, daha önce yıllık bazda yüzde 30’larda artan yatırım malları ithalatındaki artış yılbaşından beri tek haneli rakamlardaydı.Yeni dengede dış ticaret açığındaki hızlanma duracak hatta dış ticaret açığı yıllık bazda azalabilecektir. Yatırım malları ithalatı düşerken, ara malları ithalatındaki artış küçümsenmeyecek boyutta yavaşlayacaktır. Sonuçta, cari işlemler açığındaki artış hızı da kaçınılmaz olarak yavaşlayacak, hatta durabilecektir. Bu gelişmeler arz yönlü şokun bir parçasıdır.
Yılın ilk beş ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 50 civarında artan cari işlemler açığı yılın bütününde geçen yıldan çok faklı olmayabilecektir. Son on iki ayda cari işlemler açığı 28.7 milyar dolar oldu. Ama, yıllık bazda bu rakam ilerideki aylarda düşecektir.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2006
1980’li yıllarla birlikte uluslararası finans piyasasında "yükselen piyasalar" (emerging markets) diye bir kavram oluştu. Uluslararası sermaye hareketlerini serbest bırakmış, piyasa ekonomisine dayalı politikalar uygulayan ve yabancı yatırımcıların bir şekilde ilgisini çeken ülkeler bu grup altında toplandı.
Bu grup ülkelere verilen isim ilginçti. Bu ülkeler gelişmiş ülke piyasalarına göre henüz yükselememişlerdi. Ama, yükselmekte olduğu düşünülüyordu. Yani, bu ülkeler uluslararası yatırımcılar açısından gözde ülkelerdi.
Uluslararası piyasalar bu ülkelerdeki yatırımlarını farklı bir biçimde değerlendirdiler. Gelişmiş ülkelerdeki yatırımlarından ayrı tuttular. Bu ülkeler "gelişmiş ülke" konumunda değil, "gelişmekte olan ülke" konumundaydılar.
MEZUN OLAN YOK
Genel olarak, yükselen piyasalar ligindeki ülkelerde kişi başına milli gelir 10 bin doların altında olmaktadır. Kurumsallaşma gelişmiş ülkeler düzeyinde değildir. Piyasa ekonomisi uygulamaktadırlar (Çin hariç), ama ekonomik politikalarında zaman içinde çeşitli zig-zaglar görmek mümkündür. Politikalarda devamlılık söz konusu olmayabilmektedir. Siyasi istikrar bu ülkelerde geçici olabilmektedir. Hukuk tam oturmamıştır. Bu ülkelerde yatırım riski göreli olarak yüksektir. Dolayısıyla, getiriler de yüksek olmak zorundadırlar.
Kısacası, aslında yükselen piyasalar grubuna giren ülkelere yatırım yapmak uluslararası yatırımcılar açısından çok dikkat isteyen bir olgudur. Dengeler bu ülkelerde her zaman bozulabilir. O nedenle de, bu ülkelerdeki yatırımlardan elde edilen getiriler gelişmiş ülkelerde elde edilen getirilere göre, oldukça yüksektir. Risk ağırlıklı getiriler ise zaman içinde küçümsenmeyecek boyutlarda oynaktır.
Daha doğru bir yaklaşımla, aslında bu ülkelere "yüksek getirili ülkeler" demek daha uygun düşmektedir. Çünkü, yükselen piyasalar dendiğinde, bu piyasaların bir gün yüksekte olacağı, yani gelişmiş piyasalar statüsüne geçeceği izlenimi verilmektedir. Halbuki, bu kategorideki ülkelerin hiçbiri bugüne kadar gelişmiş piyasa statüsüne geçememişlerdir.
Güneydoğu Asya ülkeleriyle somutlaşan "yükselen piyasalar" kavramı bu ülkelerin bir gün gelişmiş piyasa statüsüne geçebileceği beklentisini güçlendirmişti. Ama, 1997 yılında çıkan krizle birlikte bu ülkeler de hep "yükselen" kaldılar, ama yükselemediler.
İspanya, Portekiz ve Yunanistan Avrupa Birliği’ne girmeden önce "yükselen piyasalar" kavramına uygun ülkelerdi. Bu ülkeler Avrupa Birliği’ne tam üye olduktan sonra Avrupa içinde değerlendirilmeye başlandı. Farklı bir kategoride değerlendirildi. Ama, yükselen piyasalara yönelik uluslararası piyasalarda bir tedirginlik çıktığında, onlara yükselen piyasa ekonomileri denmese de, çalkantılardan nasiplerini alıyorlar.
YİNE GERİYE DÜŞÜLDÜ
Yükselen piyasalar son on yıl içinde uluslararası piyasalar içinde çok popüler oldu. Bu ülkelerdeki getirinin yüksekliği gelişmiş piyasalardaki fonların bir bölümünün bu ülkelere kaymasını teşvik etti. Gelişmiş ülkelerde 2000’li yıllarda getirilerin düşüklüğü de yükselen piyasalara fon akımını hızlandırdı. 1990’lı yılların ortasında yükselen piyasalara giden fonlar yılda 300 milyar dolara yaklaşmışken, 2005 yılında bu rakam 400 milyar dolar oldu.
Son dönemde, yüksek fon akımı sayesinde dolar bazında çıkarılmış yükselen piyasalardaki hazine bonosu getirileri ile gelişmiş piyasalardaki hazine bonosu getirileri arasındaki fark yüzde 2’ye kadar düştü. Ama, kur riski alınarak yapılan yatırımlarda getiri farkı çok daha yüksek olabilmekteydi. Yani, az daha, yükselen piyasalar, paralarının gelişmiş ülke paralarına göre değer kazanmasını bir kenara bırakacak olursak, "yüksek getirili piyasalar" olmaktan çıkıyordu. Son çalkantılar durumu yine değiştirdi. Kurlar yükseldi. Riskler gerçekleşti.
Yükselen piyasalar bir türlü yükselemeyen piyasalar olarak kalacak gibi görünüyor. Aynı şekilde, işlerin eskiye dönmesi için bu ülkeler yüksek getirili ülkeler olarak da kalmak durumundadırlar. Yani, yüksek nominal getirilerin yanında döviz kurlarındaki göreli istikrar, bu ülkeleri uluslararası yatırımcılar gözünde yeniden çekici yapabilecektir.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2006
EKONOMİK birimlerin beklentilerini olumlu yönde oluşturacak bir piyasa liderine ihtiyaç olduğunu dün vurgulamıştım. Mali disiplinin süreceği varsayımı altında, bu rolü oynayabilecek en iyi aktör Merkez Bankası olmalıdır.
"Biz üzerimize düşeni yaptık, piyasalar kendi dengelerini bulur" yaklaşımı genelde doğru olabilir. Ama, dış şoklara karşı dayanıklılığın artırılması içeride itibarı olan kurumların liderliğine ihtiyaç vardır. Dümeni rotada tutmak yetmeyebilir, rüzgarın yönü ve şiddeti de dümenin ayarlanmasını gerektirebilir. Pasif ekonomi politikaları, doğru yönde de olsalar, her derde deva olmayabilirler. Liderlik, tutarlı politikaların uygulanması yanında, itibarı olan yönlendirmeleri de içerir.
GERİ ÇEKİLME
Dış şokların derecesinin azaldığını düşünmek bu aşamada yanlıştır. Küresel bir tedirginlik yaşanmaktadır. Tedirginlik yalnızca küresel ekonomik belirsizliklerden değil, siyasi gelişmelerden de kaynaklanmaktadır.
Bugünlerde, Irak’ta çözüm üretememenin yanında, Kuzey Kore konusu Amerikan kamuoyunu en fazla meşgul eden konulardandır. Yakın geçmişte ortaya çıkan İran sorunu henüz kalıcı bir çözüme ulaşmamıştır. İsrail-Filistin gerginliği global siyasi tedirginliğe tuz-biber ekmektedir. Sorun giderek küresel piyasaları etkileyebilecek boyutlara tırmanmıştır. Bush İdaresi’nin itibarı hızla gerilemiştir.
İktisadi alanda, Çin’in ticaret fazlası hızlanarak artmaktadır. Amerika’nın dış ticaret açıklarında bir gerileme gözlenmemektedir. Ama, küresel alanda sorun Çin’in parasının yapay olarak değersiz tutulmasına bağlanmaktadır. Halbuki, Çin’in fazlası Amerika’nın açıklarının beşte biri civarındadır. Sorun, Amerikan ekonomisindedir. Beklentiler tersine de olsa, Amerika’da kısa vadeli faizlerin artmaya devam etmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Küresel belirsizlikler paralelinde küresel alanda faaliyet gösteren büyük yatırım fonları yalnızca gelişmekte olan ülkelerden değil, genelde tüm ülkelerdeki risklerini azaltma eğilimi içindedirler. Özellikle, geçmişte elde ettikleri varlıklarını teminat gösterip yeni borçlanma yoluyla (leverage) varlıklarını büyüten büyük küresel fonlar varlıklarını küçültüp borçlarını geri ödeme eğilimi içine girmişlerdir.
Herkes geçmişte elde ettiği yüksek getirilerin üzerine yatma eğilimi içinde görünmektedir. Gelişmekte olan piyasaların yanında, New York ve Tokyo borsalarının da arada bir tepe taklak gitmelerinin ardında bu gerçek vardır. Örneğin, Mayıs ayı Amerikan ekonomisi için de tatsız bir ay olmuştur. Kısacası, yatırımcılar açısından küresel düzeyde bir "geri çekilme" söz konusudur. Herkes için risk burada yatmaktadır.
FİLM BİTMEDİ
Bu çerçevede, önümüzdeki altı ay hiçbir ekonomi için rahat bir dönem olmayacaktır. Piyasalardaki oynaklıklar devam edecek, hatta artabilecektir. Küresel oynaklıklardan en az etkilenmek ekonomi politikası duruşunun amaçlardan biri olmak zorundadır.
Türkiye için bu konu çok daha önemli hale gelmiştir. Çünkü, Mayıs ve haziran aylarında en çok sallanan ülkenin Türkiye olması yatırımcıların dikkatinden kaçmamıştır. Dolayısıyla, yeni bir dalgada uluslararası sermaye açısından gelişmekte olan ülkelerden çıkılacaksa, Türkiye, çıkılacak ülkelerin başında gelmektedir.
Mayıs ve haziran aylarındaki oynaklıkların Türkiye’de aynı derecede tekrar etmeyeceği yönünde hem iç hem de dış piyasalar ikna edilmeye muhtaçtır. Bu sağlanamadığı taktirde, faizlerin daha da artmasının, Türk parasının daha da değer kaybetmesinin olasılığı küçümsenmeyecek boyutlarda yüksektir. Bir anlamda, film henüz bitmemiştir.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2006
İKTİSADİ tahminler yapabilmeye yönelik önemli katkılar yapmış olan Nobel Ödülü sahibi Lawrence Klein’ın şaka yollu söylediği bir saptama vardır: "İktisadi tahminlerde ya zaman ve ya da büyüklük ver, ama ikisini birden değil." Tahminler her zaman belli bir yanılma içerir. Dolayısıyla, "yıl sonunda enflasyon yüzde 5 tahmin edilmektedir" gibi bir cümle çok büyük olasılıkla yanlış çıkacaktır. Halbuki, "enflasyon ileride yüzde 5 olabilir" gibi bir cümlenin bir zamanda doğru çıkması olasılığı çok daha fazladır. Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesi de biraz böyle oldu.
Enflasyon hedeflemesinin daha ilk yılında çuvalladık. Yıl sonu için yüzde 5 enflasyon hedeflenirken, şimdi, yıl sonunda enflasyonun tek haneli rakamlarda çıkması başarı olacakmış gibi görünüyor. Para politikasının uygulanmasında yol gösterici durumundaki enflasyon hedefi, "kurlar biraz artsın da Türk parasının reel değerlenmesi azalsın ya da dursun" anlayışına feda edildi. Şimdi yepyeni bir denge arayışı içindeyiz.
ARZ YÖNLÜ ŞOK
Yeni denge nerede ve nasıl oluşacak? Bu sorunun yanıtı herkes için çok büyük bir bilinmeyen durumunda. Geçmişten gelen ekonomik veriler bu konuda doğru dürüst ipucu verebilme durumunda değiller. Örneğin, tüketici fiyatları enflasyonu beklentilerin altında geldi, ama üretici fiyatlarındaki bir aylık artış yüzde 4’ün üzerindeydi. Üretici fiyatlarından tüketici fiyatlarına geçiş nasıl ve hangi zaman diliminde olacak? Kısacası, makul bir hata marjı içinde ekonomik beklenti oluşturmak zorlaştı. Sonuçta, ekonomik birimler daha tutucu olmak durumunda kaldılar.
Bu aşamada, sektör bazında gelen haberler ekonomik beklentileri oluşturmada daha etkin olabilirler. Döviz kurlarının fırlayıp faizlerin artmasıyla önce konut sektöründe bir durgunluğun yaşanmaya başladığı haberi geldi. Ardından, otomotiv sektöründe iç talebin azalmakta olduğu anlaşıldı. Gelen haberlerle, ekonomik büyüme dönemindeki "yıldız sektörler" son ekonomik olaylardan en fazla etkilenmiş görünüyorlar.
Yaratılan belirsizlik ortamının olumsuz sonuçları yalnızca konut ve otomotiv sektörleriyle kısıtlı kalamaz. Az ya da çok, diğer sektörler de ekonomik belirsizliğin yarattığı olumsuzluklardan nasiplerini alacaklardır. Çünkü, gelişmelerin ve yaşanan belirsizliğin en önemli özelliği ekonomide "arz yönlü bir şok" yaratmış olmalarıdır. Arz yönlü şoklar ekonomik faaliyetlerin azalmasının yanında fiyat artışlarını da körükleyen şoklardandır. Bu risk vardı. Riski gerçekleştirmeyi başardık!
LİDER ROLÜ
Merkez Bankası enflasyonu yüzde 5 olarak hedeflemeye devam edecek gibi görünmektedir. Ama, yüzde 5 enflasyonun ne zaman gerçekleşeceği belirsizdir. Klein’ın şakası gerçek olmuştur. Yüzde 5 enflasyon, hedeften çok gerçekleşme zamanı verilmeyen bir tahmin niteliğine bürünmüştür. Hedef bu yıl mı, gelecek yıl mı, yoksa bir sonraki yıl mı tutturulacaktır? Hedefi tutturabilmek için ne yapılacaktır?
Ekonomik dengelerin arzulanan yönde oluşabilmesi yurt dışındaki yatırımcıların portföy tercihlerine mi bırakılmıştır? Şu anda takınılan tutum ekonomik gelişmelerin yurt dışındaki yatırımcıların kararlarına bırakılmış olduğu izlenimi veriyor.
Bir başka deyişle, ekonomi politikalarında pasif bir konum alınmış havası var. Halbuki, bu gibi durumlarda piyasalara bekleyişler yoluyla yön verecek bir lidere ihtiyaç vardır. Bu rolü 2002 yılından bu yana Merkez Bankası çok iyi oynamıştı. Yol kazasını hafif atlatabilmek için Merkez Bankası yeniden bu role soyunmak zorundadır. Aksi taktirde, "gelişmeleri izliyoruz" tutumunun belirsizlikleri artırmasıyla oluşacak tahribat beklentilerin üzerinde olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2006
YILLAR önce rahmetli Demir Demirgil, "konjonktüre bakmayın orta dönemde bir Amerikan Doları iki Alman Markı’dır" derdi. Aynı şekilde, "Amerika’da kısa vadeli faizler orta dönemde yüzde 6, Almanya’da da yüzde 4’dür" diyerek hocamız orta dönemde kurlarda ve faizlerde bir çekim merkezi düzeyi olduğunu vurgulardı.
Bizler fiyatlarda bir çekim merkezi düzeyi olduğu kavramını doğal olarak algılayamazdık. Çünkü, Türkiye’de fiyatlar devamlı yükselirlerdi. Dolayısıyla, enflasyonla beraber giderek "orta dönemli fiyat" kavramı da Türkiye ekonomisinde yok oldu.
1970’li yılların sonunda ve 1980’li yılların başında Amerika’da faizler yüzde 20’lere kadar çıktı. 1997 ve 1998 yıllarında yaşanan küresel krizlerin sonrasında Amerika’da faizler yüzde 1’e kadar düştü. Şimdi, faizler yeniden yüzde 6’ya yaklaşıyor. Zaten, ekonomiyi son otuz yıldır izleyenlere sorarsanız, konjonktürden bağımsız, Amerika’da faizlerin yüzde 6 civarında olduğu cevabını alırsınız.
Henüz çok fazla bilgimiz olmadığı halde, orta dönemde bir Amerikan Doları’nın bir Euro’ya eşit olacağı yönünde de bir yargıya varabiliriz. Euro’nun ilk piyasaya çıkışında, bir Euro 1.17 dolar civardaydı. Daha sonra parite 0.8’e kadar düştü. Bir ara 1.30’ları gördük. Bugünlerde 1.25’lerde salınıyor. İleride paritenin yeniden 0.8’lere gelmeyeceğini hiç kimse iddia edemez. Dolayısıyla, Euro-dolar paritesinde orta dönemli çekim merkezi düzeyi bir olabilir.
ÇAPALAR YIKILDI
Enflasyon düşüp fiyat istikrarı oluştukça, Türkiye’de de çekim merkezi olacak fiyat düzeyleri oluşması kaçınılmazdı. Hatta, daha da ileri giderek, bir ekonomide çekim merkezi fiyat düzeyleri oluşmasının bir anlamda fiyat istikrarının da bir güvencesi olduğunu söyleyebiliriz. Piyasalarda son yaşanan çalkantılarla Türkiye bu yolda önemli sayılabilecek bir fırsatı kaçırmıştır. En azından, yeniden aynı duruma gelebilmek için daha uzun bir zamana ihtiyaç vardır. Geçici olabilecek, ama kısa dönemde "çapa" rolünü oynayabilecek potansiyel çekim merkezleri düzeyleri dağılıp gitmişlerdir.
Faizler yüzde 13’lerde alışkanlık yapmaya başlamıştı. Dolar kuru 1.35 YTL civarında çekim merkezi olma yolundaydı. Hatta, 1.30’a indiğinde gözlenen Merkez Bankası müdahaleleriyle, piyasalar Merkez Bankası’nın da 1.35 düzeylerinde memnun olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Her ay yüzde 0.5 civarındaki enflasyon rakamları da doğal karşılanmaya başlamıştı. Önce, enflasyondaki çekim merkezini kaybettik. Ardından, faizlerdeki ve kurlardaki çekim merkezleri alt-üst oldu. Yıkılan bir çekim merkezi diğer çekim merkezlerinin de sallanmasına ve sonunda yıkılmasına neden oldu.
NE KAZANDIK?
Döviz kurları yükselirken, kısa vadeli faizleri artırmanın da ötesinde döviz piyasasına Merkez Bankası’nın müdahalesi kurların "çekim merkezi" düzeyinden fazla uzaklaşıp beklentileri alt-üst etmemesi açısında önemliydi. Ama, ekonomi politikası "Türk parası çok değerlendi" saçmalığına kurban gitti. Kurlar yükselirken bir çoğumuz "bu bir düzeltmedir" diye düşünüp Merkez Bankası’nın piyasalara karışmamasını savunduk. Sonradan panikleyip tüm kesimler Merkez Bankası’nı piyasalara karışmaya davet etti. Sonunda ne oldu?
Enflasyon artış eğilimine girdi. Bu olguyu ilerideki aylarda daha iyi anlayacağız. Ama, doğru politikalar uygulanırsa, Türk parası bulunduğu noktadan yeniden değerlenmeye başlayacaktır. Yani, kurlar aynı düzeyde kalıp, hatta düşerken, daha yüksek enflasyonla baş başa kalacağız. Ne değişecek? Hiçbir şey. Bir şeyleri değiştirmeye kalkarsak, yeni ekonomik krizlere de davetiye çıkarmış olacağız.
O halde, son dönemde yaşanan kafa karışıklığı ile Türkiye ekonomik istikrar yolunda boşu boşuna hem zaman hem de irtifa kaybetti.
Yazının Devamını Oku