Ercan Kumcu

Bankacılıkta risk yönetiminin bir işlevi olmalı

30 Temmuz 2006
BANKACILIK, riski yönetme sanatıdır, derler. Bu sanatı iyi icra etmenin anlamı ekonomi büyürken, borsa artarken, faizler düşerken değil, ekonomi durgunluğa girip şirketler bocalarken, borsa düşüp faizler tırmanırken, para kazanmaktır ya da para kaybetmemektir. Piyasalar iyiyken bankacılıkta para kazanmak göreli olarak kolaydır.

Risk yönetimi bulutlu havalarda para kazanmayı, en azından para kaybetmemeyi sağlamaya çalışır. Bir yandan kárlar azamiye çıkarılmaya çalışılırken, diğer yandan, risk yönetimi ile olası zararlar asgaride tutulmaya çalışılır.

Piyasaların olumlu seyredeceğine güvenerek yalnızca karları azamiye çıkarmaya yönelik bir strateji risk yönetimini içermez. Böyle bir strateji açıkça spekülatif pozisyon almaktır. Galiba, bizim bankalarımız da, risk yönetimi üzerine değil, spekülatif pozisyon alma üzerine uzmanlaşmış bir sektördür. Böyle bir sektörün kazançlarının sürdürülebilir olması mümkün değildir. Dönemsel olarak krizlerin yaşanması kaçınılmaz olur.

SERMAYE KAYBI

Bankacılık sektörünün
2006 yılı mayıs ayı itibariyle toplulaştırılmış bilançosu ve kár-zarar hesapları yayınlandı. Mayıs ayı sonunda faizler yüzde 20’lere henüz fırlamamıştı. Dolar kuru henüz 1.6 YTL olmamıştı. Ama, görünen o ki, bizim bankacılık sektörü daha çalkantının ortasında biraz dağılmış bir hal almış.

Banka bilançolarından ve kár-zarar hesaplarından bazı seçilmiş kalemler tabloda verilmektedir. Mayıs ayı sonunda gösterge Hazine bonosu faizi yüzde 16.5 civarındaydı. Ama, bankalarımızın satılmaya hazır menkul kıymet portföyündeki kıymet artışı nisan ayında 4.645 milyon YTL iken mayıs ayı sonunda 1.749 milyon YTL düzeyine geldi. Yani, bankalarımızın satılmaya hazır menkul kıymet portföyünden yazdıkları zarar bir ayda 2.9 milyar YTL oldu. Kár-zarar hesaplarında gösterilmese de, bu zarardır.

Bu zarara paralel olarak bankacılık sektörünün öz kaynakları bir ayda 56.6 milyar YTL’den 52.1 milyar YTL’ye düştü. Bir başka ifadeyle, bankacılık öz kaynaklarının yüzde 7.9’unu bir ayda kaybettiler.

Bilanço içinde takip edilen döviz pozisyonundan bankalarımız bir ay içinde 3.4 milyar YTL kaybettiler. Kayıplarını dövizdeki açık pozisyonları karşılığında aldıklarını söyledikleri türev enstrümanlarla kapattılar. Sonuçta, öz kaynak bazında kayıpları büyük oldu, ama dönem karları artmaya devam etmiş gibi göründü.

Mayıs ayında yaşananlar göreli olarak küçük bir sallantıydı. Bir ay içinde bankalarımızın mali performansındaki etkileri küçümsenmeyecek düzeyde oldu. Haziran ayında bu resim bozulmaya devam edecek. Haziran sonunda faizler yüzde 21’e fırlamıştı.

Bu hesaplarda henüz düşük faizlerle verilen uzun vadeli kredilerin getirileri ile bu kredilerin giderek pahalılaşan kaynakları nedeniyle zamana yayılan zararları yok. Kredi riskinin de ne derece gerçekleştiğini henüz bilmiyoruz.

Nisan ayında bankalarımızın sermaye yeterliliği yüzde 24 idi. Bu oran mayıs ayı sonunda yüzde 19’a indi. Özel-kamu ayırımında durum daha da tedirgin edici. Özel sektör bankalarında sermaye yeterlilik oranı, yarı dönemde yüzde 21’den yüzde 15’e geriledi. Aynı oran kamu bankalarında yüzde 41’den yüzde 28’e geriledi.

Bu sertlikte bir rüzgarda bankalarımız bu denli eğiliyorlarsa, bankalarımızda gerçek anlamda risk yönetiminin uygulandığını iddia edemeyiz. Durumu düzeltecek tek etken faizlerin ve döviz kurlarının yeniden düşmesi ile ekonomik büyümenin devam edip kredi risklerinin gerçekleşmemesidir.

Risk yönetimi, riskleri hesaplayarak karar almaktır. Bu aşamada, bankacılık sektörü, risklere göre karar alan değil, piyasanın oynaklığı ile álákası olmayan yöntemlerle bulunan riskleri gözetim ve denetim otoritesine yalnızca rapor eden bir haldedir.
Yazının Devamını Oku

Bağımsız kurumları önce içimize sindirmeliyiz

28 Temmuz 2006
İHTİYAÇ duyduğumuz için değil, uluslararası kuruluşlar zorladığı için bir takım bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumlar kurduk. Bu kurumlar kamu otoritesine sahip olmakla birlikte, siyasi otoriteden talimat almaksızın kendi yasaları çerçevesinde iş görürler. Devlet içinde devlet değillerdir. Bağımsız kurumları içimize sindiremediğimizden, toplum olarak ilk tepkimiz bu kurumları da diğer devlet kuruluşlarına benzetmeye çalışmaktır. Önce, ilgili Bakan bu kurumların işine karışmaya kalkışır. Ardından, kurumların bütçeleri bir biçimde siyasi otoritenin denetimi altına alınmaya çalışılır. İşlerine bu denli karışılınca, ücret ve personel politikalarına da karışmak olağan hale gelir.

BÜTÇE BAĞIMSIZLIĞI

Bağımsız denetleyici ve düzenleyici kuruluşlar gelirlerini çalıştıkları sektörlerdeki ekonomik birimlerden elde ederler
. Kimileri, sektördeki kuruluşlardan verdikleri izin ya da lisanslar için ücret tahsil eder. Kimileri, kurallara uymayanlardan aldıkları cezalar yoluyla gelir elde ederler. Kimileri de doğrudan sektördeki kuruluşlardan büyüklükleri oranında yıllık bazda harç alırlar. Yani, bu kuruluşların gelirleri devletin topladığı vergilerden oluşmaz. Bu kuruluşlar devlet bütçesinden gelir elde etmezler.

Böyle bir sistem boşuna kurulmamıştır. Devlet bütçesinden gelir elde etmediklerine göre, bu kuruluşların kendi bütçelerini de siyasi otoriteden bağımsız bir biçimde hazırlamaları hedeflenmiştir. Bir başka açıdan, bu kuruluşlar devletin ücret cetveline ve personel rejimine bağlı değillerdir. Bütçeleri çerçevesinde istedikleri kişilere kendi koydukları kurallar çerçevesinde istedikleri ücreti verebilmelidirler. Kuruluş mantığı budur.

Bağımsız kurumlar, özellikle yeni kuruldukları dönemlerde, personelinin eğitimine özel bir önem vermek zorundadır. Ciddi boyutlarda eğitim harcamaları yapmak durumundadırlar. Daha sonra da, eğittikleri elemanları kuruluşlarında tutabilmek için piyasa şartları çerçevesinde ücret vermeleri gerekmektedir. Bu engellendiğinde, bu kuruluşlardan beklenen işlevi sağlamak mümkün değildir.

Bağımsız kurumları içimize sindiremediğimizden, basında çok sık bir biçimde şöyle bir haber görmek mümkündür: "filan bağımsız kuruluşun daire başkanı filan Bakanlığın genel müdüründen daha fazla maaş almaktadır." Bu haberi okuyan vatandaş da, konuyu yeterince bilmeden, genel müdürü haklı, bağımsız kuruluştaki daire başkanını devletin soyguncusu olarak görmektedir. Kamuoyunda bağımsız kuruluşlar haksız kazanç sağlayan kuruluşlar gibi gösterilmektedir. Amaç, herkesi en kötüde buluşturmaktır.

DERS ÇIKARILMALI

Bu kafadaki bir toplumda çalışma durumunda olan bağımsız kuruluşlardaki personel özel sektöre geçmekte, iki misli ücretle hayatını devam ettirmektedir. Olan, bağımsız kuruluşa olmaktadır. Eğitilememiş, doğru dürüst ücret alamadığı için çalışma şevki kırılmış personelin çalıştığı bağımsız kuruluşlar hayatından memnun ve çok daha bilgili personelin çalıştığı ekonomik birimleri denetlenmeye ve düzenlenmeye çalışılmaktadır. Böyle bir yapıda, bağımsız denetletici ve düzenleyici kuruluşlar fazla bir şey yapamazlar. Statüsü bağımsız, ama çalışmaları siyasi otorite tarafından yönlendirilen kuruluşlar olurlar.

Aslında, Türkiye’deki bağımsız denetleyici ve düzenleyici kuruluşlar deneyimi, bu kuruluşları bize kurduran uluslararası kuruluşlar için de çok önemli dersler içermektedir. Bağımsız kurumların statüsünü yazmak ve yürürlüğe koymak yetmemektedir. Yazılanı uygulayacak ve yazılanın uygulanmasına saygı duyacak bir siyasi yapı ve toplumsal kafa yapısı da şart olmaktadır. Bunlar olmadan, biz bu kuruluşların bütçelerini, personel ve ücret politikalarını daha çok tartışırız. Kısacası, bu kuruluşları içimize sindiremeden yol alamayız.

Diyeceksiniz ki, böyle olsaydı, bu kurumların kurulması için dışarıdan zorlamaya gerek yoktu, ihtiyaç gördüğümüz için bu kurumları zaten kurardık. Siz de haklısınız.
Yazının Devamını Oku

Her kurum kendi görevini yapmalı

27 Temmuz 2006
ARTAN uluslararası sermaye akımlarıyla oluşan döviz fazlasının döviz kurları üzerine aşağı yönde baskı yapması gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından biri haline gelmişti. Bu sorunla mücadele etme arzusu çeşitli çözüm önerilerini de beraberinde getirdi.

Önerilerden biri bankacılık kesiminin risk yönetimine yönelik olan bazı parametrelerin değiştirilerek bankaların daha fazla döviz tutmalarını teşvik etmek biçiminde özetlenebilir. Bu yolla, artan döviz arzının karşısında döviz talebi artırılacak ve döviz kurlarının aşağı yönde gitmesi bir ölçüde engelleneceği düşünülmektedir.

ARAÇ-AMAÇ KARGAŞASI

Ekonomi politikalarında varılmak istenen hedef kadar, hedefe yönelik olarak kullanılacak araçlar da önemlidir
. Tespit edilen hedeflere varmak için en etkin ve en az maliyetli araçların seçilmesi esastır. Sapla saman birbirine karıştırılmamalıdır.

Bankacılık kesiminin risk idaresine yönelik olarak kullanılan parametrelerin bir takım makro hedeflere ulaşabilmek için kullanılması, hedef doğru da olsa, yanlış araç kullanımı demektir. Çünkü, risk idaresi bir konudur, makro ekonomik hedefler bir başka konudur. Bu iki konu birbirine bağlı hale getirildiğinde, zaman içinde ya makro hedeflerden ödün verilecektir ya da risk idaresi risk idaresi olmaktan çıkacaktır.

Bankacılık Üst Kurulu (BDDK) gibi siyasetten bağımsız ve yalnızca bankacılık sektörünün gözetim ve denetiminden sorumlu bir kuruluşun kurulmasının ardında da bankacılık kesiminin gözetim, denetim ve risk idaresinin başka hiçbir şeyle karıştırılmaması gerektiği ilkesi yatmaktadır. Aksi taktirde, bankacılık sektörünün gözetim ve denetimi Merkez Bankası tarafından da yapılabilirdi. Ama, para politikası ve bankacılığın denetiminin aynı çatı altında olması para politikası ile bankacılık kesiminin sağlamlığının birbirine karıştırılması riskini taşır. BDDK gibi bir kurumun kurulmuş olması bu riskten kaçmak anlamına gelir.

RİSK İDARESİ

Genellikle, çeşitli makro ekonomik dengeler içinde çaresizlik içinde makul gibi görünen öneriler oluşturulur. Örneğin, Hazine borçlanmakta zorluk çekerse, bankaların Hazine bonosu tutma zorunlulukları artırılır. Bankacılık sektörü kar etmekte zorlanıyorsa, mevduat munzam karşılıkları düşürülüp, düşen kısım kadar bankaların Hazine bonosu tutması zorunlu kılınır. Bütün bunlar para politikası, borçlanma politikası ve bankacılık sektörünün risk idaresinin birbirine karıştırılmasıdır. Ya risklerden fedakarlık edip para politikası oluşturulmaktadır ya da daha fazla risk pompalayarak doğru olmayan kamu finansmanı politikasının devamı sağlanmak istenmektedir.

Döviz kurlarının düşmesini önlemeye yönelik olarak da bankaların daha fazla döviz tutmalarını istemek benzer bir olgudur. Bir başka ortamda, döviz kurları fırlama eğilimi gösterdiği zaman da bankaların döviz satmaları istenecektir. Hangisi doğrudur? Bankaların daha fazla mı yoksa daha az döviz tutmaları mı doğrudur? Makro ekonomik hedeflere göre bankacılıkta risk idaresi yaklaşımı eninde sonunda bankaların çok zor durumlara düşmesi anlamına gelir. 2001 yılında yaşananların bir bölümünün arkasında bankacılık sektöründe risk idaresi ile makro ekonomik hedeflerin karıştırılması olgusu yatmaktadır.

Not: Dünkü yazıdaki grafikte sol eksen basım hatası nedeniyle yüzde -10 ile yüzde 50 arasında çizilmiş görünmektedir. Grafikteki eğiriler doğrudur, ama sol eksende minimum nokta yüzde 1, maksimum nokta yüzde 5 olacaktı.
Yazının Devamını Oku

Amerika’da enflasyon görünümü

26 Temmuz 2006
Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Bernanke’nin son konuşması finans piyasalarını iyimserliğe itti. Konuşmanın yorumlandığı biçimiyle, FED ağustos ayından sonra otomatiğe bağladığı faiz artırımlarına ara verecekti. Bernanke elbette doğrudan böyle bir şey söylemedi. Söylediği, bundan böyle ekonomik verilere bakarak karar alacaklarıydı. Yani, yeni veriler ışığında faiz artırımlarının otomatikten çıkarılabileceği mesajını vermek istedi.

ENFLASYON

Amerika’da enflasyon eğilimleri
gerçekten faiz artırımlarının otomatikten çıkarılmasına müsait mi? FED Başkanı ekonomik büyümenin yavaşlamaya başladığını düşündüğünü dolayısıyla, enflasyonist baskıların azalabileceğini ima etti.

FED faizleri yüzde 1 düzeyindeyken, 2004 yılının ortasından bu yana, FED yaptığı her toplantıda kısa vadeli faizleri yüzde 0.25 puan artırdı. Otomatiğe bağlanmış faiz artırımları zamanın FED Başkanı Greenspan tarafından önceden piyasalar alıştırılarak yapıldı. O dönemde durum neydi?

Greenspan’in "Amerika’da kısa vadeli faizler artmalı" ikazları başladığında, 2004 yılının başında, tüketici fiyat endeksindeki (TÜFE) artış yüzde 2’nin altındaydı. Aynı dönemde, TÜFE içinde besin maddeleri ve enerji’nin hariç tutulduğu endeksteki (çekirdek) artış yüzde 1’in çok az üzerindeydi. Kısacası, dönemin verilerine bakarak Amerikan ekonomisinde enflasyon baskısı olduğu iddia edilemezdi.

2004 yılının ortasında FED’in otomatik faiz artırımları başladığında, TÜFE enflasyonu yüzde 3.3’e, çekirdek enflasyon yüzde 1.9’a gelmişti. FED haklıydı. Belki de, faiz artırımlarına başlaması biraz geç olmuştu.

FED faizleri 2004 yılının ortasından bugüne yüzde 1’den yüzde 5.25’e geldi. Cari enflasyonla reel faizler negatiften pozitife değişti. Ama, enflasyondaki olumsuz yöndeki eğilimin kırılabildiği söylenemez. Yıllık bazda, bu yılın haziran ayı itibariyle, TÜFE enflasyonu yüzde 4.3, çekirdek enflasyon yüzde 2.6 oldu. Yani, Amerika’da enflasyon artmaya devam ediyor. Amerika’da enflasyonda gelinen nokta bizim orta dönemli enflasyon hedefimizin üzerindedir.

TÜFE enflasyonu geçen yılın eylül ayında yüzde 4.7’ye kadar çıktı. Ardından bu yılın mart ayında yüzde 3.6’ya kadar düştü. Nisan ayında Bernenke’nin "faiz artırımına ara verilebilir" mesajı galiba bu eğilimin yarattığı iyimserlikti. Ama, mart ayından bu yana Amerika’da TÜFE enflasyonu yeniden artış eğilimine girdi.

İlginç olan mart ayından bu yana çekirdek enflasyonda da bir artış eğilimi görülüyor. Son iki yıl boyunca yüzde 2 civarında salınan çekirdek enflasyon haziran ayı itibariyle yüzde 2.6 oldu.

BÜYÜME/images/100/0x0/55eb5208f018fbb8f8b9b005

Amerika’da ekonomik büyümedeki olası yavaşlama son üç ayda gözlenen olumsuz enflasyon eğilimlerini değiştirebilir mi? Bu yılın ilk üç ayında Amerika’nın milli geliri geçen yılın aynı dönemine göre nominal olarak yüzde 8.9, reel olarak yüzde 5.6 arttı. Büyümedeki küçülme ne denli radikal olursa olsun, büyüme eğilimlerinin enflasyonun kontrolüne yardımcı olabileceği olasılığı az görülüyor.

Şan olsun diye FED faiz artırımlarına ara verir gibi yapsa da, Amerika’da kısa vadeli faizlerin daha bir süre daha artması olasılığı çok yüksektir. Ekonomik büyümeden çok fazla fedakarlık yapmamak için alınacak tutum petrol fiyatlarının geldiği düzey itibariyle Amerikan ekonomisini bir kez daha 1970’lerdeki "enflasyon-resesyon" döngüsüne sokabilir.
Yazının Devamını Oku

FED üzerine spekülasyonlar

25 Temmuz 2006
AMERİKAN Merkez Bankası (FED) içinde bulunduğumuz dönemde yalnızca Amerika’nın değil, küresel ekonominin merkez bankası rolünü oynuyor. FED yetkililerinin her cümlesi küresel finans piyasalarını oynatabiliyor. Tüm ülkeler FED’in ne yapacağına bakıyorlar. Geçen hafta çarşamba günü FED Başkanı Ben Bernanke’nin yaptığı konuşma küresel piyasaları birden bire iyimserleştirdi. Yaratılan iyimserlik rüzgarlarının arkasında finans piyasalarının FED Başkanı’nın konuşmasında Amerikan faizlerinin belki bir kez daha artırılacağı ve ardından artışlara ara verilebileceği iması vardı.

ÖNCELİKLER

FED Başkanı gerçekten ne söylemek istedi?
Bernanke faizler bir kez daha 0.25 puan artar, ondan sonra durur mu dedi? Bu soruyu kesin bir biçimde yanıtlamak mümkün değil. FED Başkanı’nın bundan böyle ekonomik verilere bakarak karar alacaklarını söyledi. Bu ne demek? Hangi veri daha önemli? Enflasyon mu? Büyüme mi?

Alan Greenspan gibi efsanevi bir FED Başkanı’ndan sonra piyasaların Bernanke’ye alışması biraz zaman alıyor. Bu da normal karşılanmalıdır. Greenspan için de zamana ihtiyaç vardı. Yine de, geçmişleri benzeşse de, Greenspan ile Bernanke arasında çok fazla dillendirilmeyen bazı farklılıklar var.

Bernanke’nin konuşmalarında ve teşhislerinde akademik geçmişi daha ağır basıyor. FED Başkanı olmadan hemen evvel Amerikan Başkanı’nın iktisadi konularda başdanışmanı olması Bernanke’nin ekonomik büyüme konusunda en azından şimdilik daha duyarlı olduğu izlenimini veriyor.

Böyle bir geçmişle, Bernanke, enflasyonun kontrolünü ekonomik büyümenin daima önüne koymuş FED Yönetim Kurulu üyelerinin ve bazı FED bölgesel şube başkanlarının karşısında oturuyor. Belli ölçüde bir fikir birliği ile para politikasını oluşturmaya çalışıyor.

FED Yönetim Kurulu üyelerinin çoğu Greenspan ile uzun yıllar çalışmış insanlardır. FED şube başkanları ise genellikle kariyerlerini FED’de yapmış insanlardır. Yani, onlar için enflasyonun başını kaldırmaması her şeyden önemlidir. Çünkü, klasik merkez bankası anlayışına göre, ki bu anlayışın doğruluğu deneyimlerle de kanıtlanmıştır, enflasyonu kontrol altında tutmanın ekonomik maliyeti yükselmiş enflasyonu tekrar düşürmenin olası maliyetlerine göre çok daha azdır. Kısacası, klasik merkez bankacılar ekonomik büyümeden gereğinden daha fazla fedakarlık etmeyi enflasyondaki artış olasılığını abartmaya tercih ederler. Bernanke’de şimdilik böyle bir vizyon olduğu söylenemez.

İLETİŞİM SORUNU

Bernanke böyle bir yapıda imrendirici kariyerinin verdiği rahatlıkla kamuoyu önünde yalpalamaktadır
. Bu yılın nisan ayı sonunda yaptığı bir konuşmada Amerikan ekonomisinin yavaşlamaya başlayıp enflasyonist baskıların azaldığı izlenimi elde ettiğini söyleyerek faiz artışlarının sonuna gelindiği mesajı vermişti. Söyledikleri çıkmadı. Amerikan ekonomisi Bernanke’nin söylediği ölçüde yavaşlamadı. FED faiz artışlarını durdurmadı.

Mayıs ayında yalnızca gelişmekte olan ülkelerde değil, tüm finans piyasalarında küçümsenmeyecek oynaklıklar yaşandı. Yaşananların ardında Bernanke’nin piyasalarla iletişim sorunu içinde olduğu gerçeği küçümsenemez. FED Başkanı olmadan Amerika’nın para politikasında "enflasyon hedeflemesi" yaklaşımını benimsemesi gerektiğini düşünen biri olarak Bernanke’nin iletişim sorunu piyasaları önemli ölçüde şaşırttı. Çünkü, enflasyon hedeflemesi yaklaşımının en önemli öğelerinden biri bu yaklaşımı benimseyen para otoritesinin iletişim sorununun olmamasıdır.

Bernanke’nin Başkan olmasından sonra bir ara FED’in örtülü enflasyon hedeflemesi yaklaşımını benimsediği dahi iddia edildi. Ama, geldiğimiz noktada FED’in ya da FED Başkanı’nın gerçekten ne düşündüğünü anlayabilmek geçmişe göre çok daha zor bir hale geldi. Bernanke yine Amerikan ekonomisinin yavaşladığından söz ediyor.

Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Enflasyondaki eğilimleri tersine çevirmek

24 Temmuz 2006
PARA politikasının işi fiyat istikrarının devam ettiği dönemlerde dahi olası bir enflasyon baskısı ile mücadele etmektir. Fiyat istikrarının olmadığı ortamlarda para politikasının işi çok daha zordur. Dünkü yazıda enflasyondaki eğilimin geçen yılın son döneminden itibaren olumsuz yönde değişmekte olduğunu vurgulamıştım. Eğilimlerdeki değişimin geçici ya da kalıcı olduğunu teşhis etmek elbette çok zordur. Ama, uluslararası piyasalardaki çalkantılar sırasında Türk Lirası’nın değer düşüşüne seyirci kalınmasıyla "arz yönlü bir şok" oluşmasına izin verilmiş ve enflasyondaki eğilimlerdeki değişme bir anlamda perçinlenmiştir.

GÖRÜNTÜ BOZUKLUĞU

Enflasyondaki
eğilimlerin kalıcı ya da geçici olduklarını anlayabilmek için "temel enflasyon" denen mevsimsellikten ve arızi gelişmelerden arındırılmış bir fiyat endeksi kullanılır. Mevsimsellikler ve arızi gelişmeler kalıcı olmadığından, temel enflasyon kavramı orta dönemli enflasyon eğilimleri hakkında iyi bir fikir verir.

Bütün bunlar her ay açıklanan ortalama enflasyon rakamlarının önemsiz oldukları anlamına gelmez. Aksine, para politikasının yoğunlaşması gereken enflasyon rakamı kamuoyunun takip ettiği, kalıcı ya da geçici olsun, ekonomik birimlerin muhatap olduğu ortalama enflasyon rakamlarıdır. Ücret ve fiyatlar bu enflasyon baz edilerek tespit edilmektedir. Dolayısıyla, "temel enflasyon" rakamı analiz açısından sağlıklı bir göstergedir, ama para politikasının tek ya da en önemli kılavuzu olamaz.

Bu yaklaşım içinde, fiyat istikrarını amaçlamış bir para politikasının orta dönemde enflasyon eğilimlerinin değişmediği, ama kısa dönemde enflasyonda çıkışların yaşanabileceği bir ortamı kabul edebilmesi mümkün değildir. Kısa dönemdeki gelişmeler beklentileri olumsuz yönde değiştirerek orta dönemdeki görünümü de mutlaka bozacaktır.

Uluslararası piyasalardaki çalkantıların Türkiye’de oldukça fazla hissedilmesi sırasında para politikasının yaptığı en büyük hata burada olmuştur. Temel enflasyon kavramı altındaki orta dönemli görünüme bakarak döviz kurlarının beklentileri alt-üst edecek boyutlarda fırlamasına izin verilmiştir. Sorun, para politikasının bir sorunu olarak çok geç görülmüştür.

Likidite ve döviz kurları üzerinde kararlı tutum geç alınmıştır. Haftada bir Para Politikası Kurulu toplayarak para otoritesi gelişmeleri arkadan takip ettiği ve kararlarını panik havasında aldığı izlenimini vermiştir. Gerçekten öyle olmasa da, bu görüntü işleri daha da zorlaştırmış ve ortamı germiştir.

FAİZ ARTIRIMI

Enflasyonist baskıları dizginleyebilmek için ekonominin üstlenmesi zorunlu olabilecek ekonomik maliyetler, enflasyon yükseldikten sonra indirmeye yönelik üstlenilecek maliyetlere göre çok daha azdır
. Dolayısıyla, olası maliyetleri asgaride tutup fiyat istikrarını hedefleyen bir para politikası daima olası enflasyonist baskılarla mücadele edip, her ne pahasına olursa olsun, enflasyonun çıkmasına izin vermemelidir. Bu aşamada, bu tren kaçırılmış görünmektedir. Şimdi, belli maliyetler ödenecektir.,

Her şeyden önce, enflasyonu yeniden eski düzeylerine çekmek için daha yüksek bir reel faize alışmak durumunda kalacağız. Merkez Bankası eskiye göre çok daha dikkatli bir tutum takınacaktır. Enflasyonda yukarı yönde yanlış yapmaktansa, ekonomik büyümede aşağı yönde yanlış yapmak daha kabul edilebilir hale gelmiştir. Kısacası, Merkez Bankası kendisinin önde koştuğu görüntüsü vermesi gerektiği artık daha iyi anlaşılmış görünmektedir.

Merkez Bankası’nın küçük de olsa son faiz artırımı bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yazının Devamını Oku

Türkiye ekonomisindeki ilginç eğilimler (3)

23 Temmuz 2006
ALIŞTIĞIMIZIN çok altında bir enflasyonla yaşıyoruz. 2004 yılının şubat ayından bu yılın mayıs ayına kadar yıllık tüketici fiyatları endeksindeki artış yüzde 10’un altındaydı. İlk kez geçen ay enflasyon yıllık bazda yeniden çift haneli oldu. Yıllardır yıllık yüzde 60-70’lerde dolaşan bir enflasyonla yaşamış bir toplum olarak şimdiki enflasyon "hiçbir şey değil" gibi görülebilir. Ama, küçük enflasyon düzeylerinde enflasyondaki ufak kıpırdanmalar yüzde 60 enflasyon düzeyindeki bir enflasyon ortamında enflasyonun yüzde 70’e çıkmasından çok daha tedirgin edicidir.

ENFLASYONDAKİ EĞİLİM

Enflasyonda son aylarda ivme olumsuz yönde değişti
. İvmenin değişmesinin mayıs ve haziran aylarında yaşanan piyasa çalkantılarıyla da doğrudan alakası yok. Mali piyasalardaki çalkantılar enflasyonda olumsuz yönde değişen ivmenin üzerine tuz-biber ekti ve kalıcılığını uzattı.

Enflasyon parasal bir olgudur. Aylık bazda değil de, daha uzun dönemli bakıldığında, enflasyondaki çıkışların ardında mutlaka para arzının artışı vardır. Türkiye 2004 yılına kadar enflasyonu çok hızlı indirebilmiştir. Daha sonra, yıllık bazda yüzde 7-9 arasında oluşan enflasyonun katılığına çarpmıştır. Geçen yılın son çeyreğinden bu yana enflasyonu indirme konusunda patinaj yapıyoruz. Aynı dönemde, Merkez Bankası’nın aylık ortalama bilanço büyüklüğü de hızla artmaya başlamıştır.

2003 yılı ortasından 2005 yılı ortasına kadar yıllık yüzde 4.8 artan Merkez Bankası bilançosu 2005 yılının ikinci yarısından itibaren hızla artış eğilimine girmiştir. Bu yılın haziran ayı itibariyle aylık ortalamalar bazında bilançodaki yıllık artış yüzde 43’ü geçmiştir. Aynı dönemde para talebinin de paralel bir biçimde arttığını iddia etmek çok zordur. Çünkü, aynı dönemde, Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri yoluyla piyasadan çektiği para da artmaya başlamıştır. Yani, Merkez Bankası bastığı paranın giderek daha fazlasını geri çekmek durumunda kalmıştır.

Üçer aylık dönemler itibariyle aylık ortalama fiyat artışlarına baktığımızda, enflasyon dinamiğinde aşağı yönde önemli bir değişme olmadığı fark edilmektedir. Aksine, enflasyonda yukarı yönde bir eğilim gözlenmektedir. 2006 yılının ilk çeyreğinde ortalama aylık enflasyon yüzde 0.41 olarak gerçekleşti. Halbuki, 2005 yılının aynı döneminde ortalama aylık enflasyon yüzde 0.28 idi. Aynı şekilde, geçen yılın ikinci çeyreğinde ortalama aylık enflasyon yüzde 0.58 olmuşken, bu yıl aynı dönemde ortalama aylık enflasyon yüzde 1.18 olarak gerçekleşti.

Arızi fiyat artışlarından arındırmaya yönelik olarak mevsimsel fiyat hareketleri içeren mallarla vergi ve benzeri nedenlerle fiyat düzeyi etkilenen mallar dışarı bırakıldığında bulunan (G) endeksine baktığımızda benzer bir olguyu görmekteyiz. (G) endeksi geçen yılın ilk üç ayında ortamla ayda 0.13 düşmüşken, bu yıl aynı dönemde 0.1 artmıştır. Yılın ikinci üç ayında da bu yıl yüzde 1.83 olan ortalama aylık artış geçen yıl yüzde 1.31 olmuştu. Bu endeks kümülatif olarak yıl başından bu yana zaten yüzde 5.9 artmış durumdadır.

BİLANÇO İDARESİ

Son dokuz aydır yaşananlar, aslında, enflasyon hedeflemesi olan bir merkez bankasının döviz kurlarının düşmemesi yönünde bir hedefi ya da stratejisi olamayacağını göstermektedir. Çünkü, geçen yılın üçüncü çeyreğinden bu yana Merkez Bankası bilançosunun büyümesinin arkasında döviz kurlarının düşmesini engellemeye yönelik Merkez Bankası’nın döviz alımları vardır.

Döviz alımları yoluyla çıkan parayı çekerek bilanço büyümesini engelleyecek Merkez Bankası’nın elinde hiçbir araç yoktur. Bu aşamada, Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğünü belirleyen tek kalem döviz alım-satımlarıdır.

Nitekim, Merkez Bankası’nın döviz satımları sonucunda bilanço büyümesi temmuz ayında durmuş, hatta bilanço bir miktar küçülmüştür. Temmuz ayında bugüne kadar oluşan ortalama bilanço büyüklüğündeki artış geçen yıla göre yüzde 30’lara inmiştir.
Yazının Devamını Oku

Türkiye ekonomisindeki ilginç eğilimler (2)

21 Temmuz 2006
TÜRKİYE ekonomisinde ithalatın da ihracatın da genel yapısında dikkat çekici gelişmeler yaşanmaktadır. Toplam ithalatın daha büyük bir bölümü ara mallar ithalatına kayarken, toplam ihracat içinde yatırım ve ara mallar ihracatı giderek artmaktadır.

1990’lı yılların ortasında sermaye malları ihracatı toplam ihracatın yüzde 5’i civarındaydı. Aynı dönemde, ara malları ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 40 civarındaydı. Türkiye ihracatının yarısından fazlası tüketim malları ihracatıydı.

2005 ve 2006 yıllarına geldiğimizde, toplam ihracat içinde yatırım malları ihracatının yüzde 10’u aştığını, ara malları ihracatının ise yüzde 43 civarında olduğunu görüyoruz. Yatırım ve ara malları ihracatının toplamdan aldığı paydaki artışın neredeyse tümü tüketim malları ihracatının payının düşmesiyle sağlanmış görünmektedir. Göreli olarak tüketim malı ihracatçısı olmaktan çıkıyoruz./images/100/0x0/55ea0e3ff018fbb8f8680bf5

İHRACAT-İTHALAT

İhracatın yapısındaki bu değişme bir ölçüde "ihracat için ithalat" gereksinimini de beraberinde getirmektedir
. Dolayısıyla, ithalattaki değişmeler, her ne kadar ekonomik büyüme ile yakından ilgiliyse de, ihracattaki gelişmelere de bağlı olmaya başlamıştır. Artık, ihraç ürünleri, daha fazla yerli girdiler kullanan sektörlerden yapısal ve konjonktüre bağlı olarak (dünkü yazıda söz edildiği gibi) daha fazla ithal girdiler kullanan sektörlere ya da teknolojilere kaymaktadır.

Grafikte, 1998 yılından bu yana, on iki aylık tarım malları dışındaki toplam ihracatın dolar değeri ile aynı bazda ham petrol dışındaki toplam ara malları ithalatı verilmektedir. 2002 yılının ortalarından sonra bu iki seri şaşırtıcı bir biçimde paralel gitmektedir.

İhracatımızın yüzde 90’ının tarım ürünleri olduğu dönemleri çoktan geride bıraktık. 1990’larda dahi tarım ürünleri ihracatının payı toplam ihracat içinde yüzde 10’lara düşmüşken, bu oran bugünlerde yüzde 5’in altındadır.

Türkiye’nin ithalatı giderek ara mallara kaymaktadır. 1990’lı yılların ortalarında yatırım malları ithalatı kabaca toplam ithalatın dörtte biriyken, 2005 yılına doğru, yatırımların en hızlı arttığı dönemlerde dahi, bu oran yüzde 15-17 düzeylerine gerilemiştir. Buna karşılık, ara malları ithalatının toplam ithalat içindeki payı aynı dönemde yüzde 65’lerden yüzde 71-73 düzeylerine gelmiştir.

Genel izlenimin tersine, Türkiye yoğun bir biçimde tüketim malları ithalatı yapan bir ülke konumunda değildir. Tüketim malları ithalatının en fazla yoğun olduğu yıllarda dahi, tüketim malları ithalatı toplam ithalatın yüzde 13’ü civarında gerçekleşmiştir. Genelde bu oran yüzde 10-12 arasında salınmaktadır.

DIŞ DENGE

Bu yapı içinde, makul bir ekonomik büyüme altında dış ticaret dengesinde sürdürülebilir bir dış açığın oluşumu oldukça zor görünmektedir. Orta dönemde, Türkiye ekonomisinde üretim ara mal ithalatı bağımlılığından kurtulduğunda, "sürdürülebilir ekonomik büyüme" de daha gerçekçi bir proje olacak gibi görünmektedir.

Konu bu çerçeve içinde irdelendiğinde, ihracatın teşviki de sorgulanmaya başlanmalıdır. İhracatın teşviki giderek ithalatın teşviki anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla, "sürdürülebilir dış denge" amacına yönelik olarak ihracatın teşvikine daha mikro bazda bakmak zorunluluğu doğmaktadır.
Yazının Devamını Oku