10 Ekim 2006
2001 Krizi’nden sonra, para politikasının dayandığı temel unsurlar dalgalı kur rejimine geçişle radikal bir biçimde değişti. Para politikasının tek amacının enflasyonun düşürülmesine ve fiyat istikrarının korunması olarak tanımlandı. Bu yaklaşım yasa da yapılan değişiklikle bir anlamda güvence altına alındı. Bu çerçeve de, para politikası değerlendirilirken, enflasyonun düşürülmesi, göz önüne alınması gereken ilk kriter olmak zorundadır. Çünkü, çeşitli devrelerde çeşitli sorunlarımızın çözümü için para politikası işaret edildiğinde, bunun enflasyon üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkileriyle beraber değerlendirilmesi zorunludur.
Örneğin, "Merkez Bankası döviz kurlarına müdahale ederek dolar kurunu 1.50’nin altına düşürmemelidir" gibi bir önerinin enflasyon üzerindeki etkileri iyi irdelendikten sonra tartışmaya açılmalıdır. Böyle bir yaklaşımın enflasyon üzerine olumsuz bir etkisi varsa, para politikasına böyle bir görev yüklemek gerçekçi olmamaktadır.
KURLARDA OYNAKLIK
Dalgalı kur rejimine geçip para politikası yeniden şekillendirildiğinde, para otoritesi tarafından iki söylev daha geliştirildi. Birincisi, Merkez Bankası’nın döviz kurlarının düzeyi ile bir alakası olmadığı ve ancak kurlarda oynaklık (volatilite) arttığında döviz piyasasına müdahale edeceğiydi. İkinci söylev, enflasyon hedefi ile çelişmediği ve piyasalar müsait olduğu dönemlerde Merkez Bankası kur düzeyine müdahale etmeksizin döviz rezervlerini artırmak amacında olduğu şeklinde özetlenebilir.
Son dört yıllık deneyimlerden çıkan Merkez Bankası’nın kullandığı "oynaklık" kavramının muğlak olduğudur. Aslında, istatistik biliminde birden fazla tanım yapılabilse de, "oynaklık" kavramı muğlak değildir. Ama, Merkez Bankası "oynaklık" kavramı arkasında aslında döviz kurlarında gelinen yeri beğenmediği için piyasalara müdahale etmektedir. Farklı istatistiksel tanımlar altında yaşanan oynaklıklara Merkez Bankası sessiz kalırken, kurlar çok yükseldiğinde ya da çok düştüğünde, kurlara müdahaleler söz konusu olmuştur. O halde, para politikasının itibarı açısından, Merkez Bankası "oynaklık" olgusunu tanımlamalıdır. Böyle bir tanım verilemiyorsa, amaç fonksiyonunu (ne yapmaya çalıştığını) "oynaklık" terimi kullanmadan piyasalara anlatabilmelidir.
DÖVİZ REZERVLERİ
Döviz rezervi biriktirme amacı bir başka bilinmeyendir. Genellikle, döviz rezervlerinin düzeyi dalgalı olmayan kur rejimlerinde önemlidir. Çünkü, Merkez Bankası’nın beğenmeyebileceği kur düzeylerinde müdahale etmesi gerekecektir. Bu nedenle de, dalgalı olmayan kur rejimlerinde döviz rezervlerinin düzeyi, kısa vadeli borçlar gibi, aniden ekonomiyi terk edebilecek döviz miktarı ile ilişkilendirilir. Döviz çıktığında, Merkez Bankası’nın yeterli rezervleri olup kurların fırlayıp fırlamayacağı olasılığı hesaplanır.
Deneyimler de gösterdi ki, Merkez Bankası kolayca döviz rezervlerini kullanmak istememektedir. Örneğin, 2001 Krizi’nde 25 milyar doların üzerine döviz rezervi vardı. Kullanılmadı. Mayıs-Haziran çalkantılarında dolar kuru 1.30’dan 1.70’e fırladı. On kez düşündükten sonra 3-4 milyar dolar satıldı. Kullanılmayacaksa, neden döviz rezervi biriktiriyoruz? Çünkü, döviz rezervi biriktirmek de maliyetli bir iştir.
IMF’ye olan borçlarımızı ödemek için döviz rezervi biriktirmek istiyorsak, bu iş için yeteri kadar döviz rezervimiz var gibi görünüyor. Merkez Bankası’nın yurt dışında yerleşiklerden aldığı perakende mevduatlar (16 milyar dolara yakın) bir çırpıda ödenmek isteniyorsa, ki bu çok olumlu olur, bu iş için de döviz rezervi biriktirmek çok fazla gündemde tutulacak bir konu değildir. Merkez Bankası neden daha fazla döviz biriktirmek istediğini kamuoyuna açıklamalıdır.
Dalgalı kur rejimi altında kurlardaki dalgalanmaların döviz rezervlerinin düzeyinin artırılmasıyla azalacağı düşünülüyorsa, biraz fazla iyimser tavır sergileniyor denebilir. Piyasalar döviz rezervlerinin kullanılmasında cimri davranıldığını anladığında rezerv düzeyinin pek bir işlevi kalmamaktadır.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
Türkiye çeşitli şekillerde en fazla enerji ithal eden ülkelerden biridir. Petrol tüketiminin yüzde 80’ini civarı ithaldir. Doğalgaz tüketiminin tümü ithaldir. Elektrik üretiminde kullanılan kömürün de önemli bir bölümünü ithal etmekteyiz. Böyle bir yapıda,
enerji fiyatlarının küresel bazda artması ithalatın faturasını doğal olarak şişirmektedir. Ama, yükselen enerji fiyatları yoluyla artan ithalat faturasına bağlayarak artan dış ticaret açığını ya da cari işlemler açığını açıklamaya çalışmak çok doğru bir yaklaşım olmamaktadır.
TÜM DENGE
İktisatta resmin bir bölümüne bakarak bazı analizler yapmak (kısmi denge analizi) alışılmış bir uygulamadır. Resmin bakılmayan yanının, bakılan yanıyla çok fazla ilişkisi olmadığında, bu yaklaşım çoğu zaman doğrudur da. Özellikle pedagojik açıdan, konular
kolaylıkla basitleştirilebildiğinden,
kısmi analiz çok da faydalı bir analiz türüdür.
Son günlerde, cari işlemler açığındaki artışı yükselen enerji fiyatları ile açıklamaya çalışma gayretleri var. Gerçekten de, enerji fiyatları son üç-dört yıldır artmasaydı, 10 milyar dolara yakın daha az ithalat yapmış olacaktık. Dolayısıyla, dış ticaret ve cari işlemler açıkları da daha makul düzeylerde olacaktı gibi bir sonuç çıkarılıyor.
Tüm dünyada enerji fiyatları artarken başka hiçbir malın fiyatı artmıyor mu? Tüm mallar aynı fiyatta kalıp yalnızca enerji fiyatları mı artıyor? Galiba, sorun o denli basit değil. Resmin bir bölümüne değil, bütününe (tüm denge analizi) bakmak zorundayız. Çünkü, resmin bakılan yanı, bakılmayan yanı ile çok yakından ilgilidir.
Ekonominin bir tarafında dengeler değiştiğinde, diğer taraftaki dengeler de değişmektedir.
Enerjinin pahalılaşıp diğer hiçbir malın fiyatının etkilenmeyeceğini düşünmek konuyu çok fazla basitleştirmek olmaktadır.
Dış ticaret açığındaki artışın fiyattan mı yoksa miktardan mı kaynaklandığını görebilmek için en iyi veri
Türkiye İstatistik Kurumu’nun hazırladığı dış ticaret endeksleridir. 2003 yılı 100 kabul edilerek tabloda ithalat ve ihracatın birim fiyat endeksleriyle, miktar endeksleri verilmektedir.
MİKTAR ÖNEMLİ
İthalat birim fiyatları artmaktadır. Bu yılın ilk yedi ayında ortalama ithalat birim değeri 2003 yılı ortalamasına göre yüzde 32 artmış görünmektedir. Ama, aynı dönemde ihracat birim değer endeksi de yüzde 27 artmıştır. Bir anlamda,
Türkiye ekonomisi enerji fiyatlarının getirdiği ek maliyeti ihracat fiyatlarına önemli ölçüde yansıtabilmiştir. Dış ticaret haddini ihracat birim fiyatının ithalat birim fiyatına bölümü olarak tanımlarsak,
dış ticaret haddi 2003 yılında 1 iken bu yılın ilk yedi ayında ortamla 0.96 olmuştur. Bir başka ifadeyle, dış ticaret haddindeki bozulma 2003 yılına göre yüzde 4 civarındadır.
Miktar endekslerinin zaman içindeki seyri ise çok farklı bir gelişim göstermektedir.
Miktar olarak ihracat bu yılın ilk yedi ayında 2003 yılına göre ortalama yüzde 27 artmışken, ithalattaki artış yüzde 41’e yaklaşmıştır. İhracat/ithalat miktar dengesindeki bozulma yüzde 10 civarındadır. Mevsimsel nedenlerle, yıl sonuna doğru bu bozulma daha da artabilecektir.
Dış ticaret ve cari işlemler açığındaki artışları enerjinin pahalılaşmasına bağlamak çok sağlıklı bir yaklaşım olmamaktadır.
Üzerinde durulması gereken konu, ithal fiyatlarının artması değil, iç talep ve ekonomik büyümenin yarattığı reel ithalat talebidir.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2006
FİYAT istikrarının ya da istikrarsızlığının siyasi bir seçenek olmaktan çıkaran ülkelerde Merkez Bankası’na yapılan atamalar sorun olmaz. Oralarda da seçimi siyasi iktidar yapar. Ama, güdülen amaç siyasi fiyat istikrarından taviz vermeyecek bir kişinin atanmasıdır. Atanan kişilerle ekonomik birimlerin bu yolda beklentilerini oluşturması sağlanmaya çalışılır.
Bizde ise Merkez Bankası atamaları her zaman sorun olmuştur. Siyasi otoriteden yasası yoluyla bağımsızlaştırıldıktan sonra da, öncesinde de bu kuruma atamalar hep sorun olmuştur. Sorun olmaya da devam etmektedir.
DİRENME
1970’li yıllardaki koalisyon hükümetleri dönemini hatırlayalım. Hükümetler değiştikçe, Merkez Bankası Başkanı değişti. Bazen yasal olduğu tartışılabilecek yöntemler uygulandı. 1975-1986 döneminde bir Başkan üç yıldan fazla görevde kalamadı. Bu dönemde dört Başkan görev yaptı.
1996 yılından sonra Başkan’ların uygulamadaki görev süresi uzadı. Yasasında Başkan’ın görevden alınması diye bir uygulama olamayacağı hükme bağlanmışken, bu hükmün değiştirilmesi geçmişte sıkça gündeme geldi. Kısacası, Türkiye’de siyasi otoritenin Merkez Bankası ile bir çeşit sorunu vardır. Sorun hep aynı, ama siyasi otorite iktidardaki parti bazında farklı oluyor.
Siyasi otorite para politikasının bağımsız bir kurum tarafından oluşturulup yürütülmesine bir şekilde direniyor. Direnç, kendini Merkez Bankası atamalarında gösteriyor. Yasa da ne yazarsa yazsın, siyasi otorite Merkez Bankası’nın kendi arzuları doğrultusunda hareket etmesini arzuluyor. Bazen bunun adına ekonomi politikalarının koordinasyon içinde yürütülmesi adı veriliyor. Bazen de, siyasi otoritenin ekonomide karışamayacağı alan olmayacağı görüşünden hareket ediliyor.
Hangi kılıf altında olursa olsun, asıl arzu edilen, Merkez Bankası’nın uygulamada siyasi otoritenin güdümünde olmasıdır. Bir başka açıdan, siyasi otorite, açıkça ya da zımnen, fiyat istikrarının da siyasi bir seçenek olmasını arzulamaktadır. Yani, gerekirse, fiyat istikrarından feragat edilebilir denmektedir. Belki bu arzulanmamaktadır. Ama, yapılanlar bu anlama gelmektedir.
İTİBAR ZEDELENMESİ
Geçen ilkbaharda Merkez Bankası Başkanı’nın atanması yine sorun oldu. Başkan atandı. Bu kez boş Başkan Yardımcılığı’na atama yapılmadı. Geçenlerde, Para Politikası Kurulu’ndaki (PPK) Hükümet Temsilcisi konumundaki üyelik boşaldı. Yani, para politikasının oluşturulmasından sorumlu en yüksek organ olan PPK iki eksik üye ile toplanmaya başladı. Bu koltukların boşalacağı önceden biliniyordu. Boşaldıkları gün doldurulabilirlerdi. Ama, yapılamadı. Hala da yapılamıyor.
Gerçekten atamalarda sorun var mı ya da yok mu sorusuna yanıt veremeyiz. Ama, atamaların gecikmesiyle sorun varmış görüntüsü verilmektedir. Verilen görüntü para politikasının itibarını zedelemektedir. Şu an içinde bulunduğumuz ekonomik ortamda yapılacak en büyük yanlışlardan biri para politikasının itibarını zedelemektir.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2006
İktisatçılar para talebinin bir göstergesi olarak "paranın dolaşım hızı" diye bir kavramdan yararlanırlar. Paranın dolaşım hızı, bir birimlik ortalama para arzının belli bir dönemde yarattığı nominal milli gelir olarak tanımlanabilir (nominal gelir/para arzı).
Paranın dolaşım hızı düştüğünde para talebi artıyor demektir. Çünkü, düşen dolaşım hızında, daha fazla para arzı eskiye göre aynı düzeyde milli gelir üretiyor anlamına gelir. Ekonomik birimler parayı mal ve hizmetler alımında harcamak yerine bir kenarda tutuyor demektir. Bir başka ifadeyle, paranın dolaşım hızının düşmesi durumunda artan para arzının, belli bir reel gelir büyümesinde, enflasyon yaratma gücü azalmaktadır.
Buna karşılık, paranın dolaşım hızı arttığında, aynı para arzı düzeyinde daha fazla nominal milli gelir yaratılmaktadır. Ekonomik birimler para arzının daha büyük bir bölümünü mal ve hizmet alımına harcayıp para arzının enflasyon yaratma gücünü artırmaktadırlar.
Paranın dolaşım hızı reel faizler ve para ile rekabet eden diğer yatırım araçlarının reel getirileri gibi değişkenlerden etkilenen bir büyüklüktür.
YAKIN GEÇMİŞ
Çeşitli para arzı tanımlarına göre paranın dolaşım hızı nominal milli gelir para arzına bölünerek bulunabilir. Grafikte, M2 ve M2Y para tanımlarına göre hesaplanmış paranın dolaşım hızları verilmektedir. M2 dolaşımdaki para ile vadeli ve vadesiz YTL mevduatlarını içerirken, M2Y, M2 ve döviz mevduatlarının toplamıdır.
YTL talebinin zaman içindeki seyrini izleyebilmek için M2 para tanımına göre hesaplanmış paranın dolaşım hızı daha anlamlı olacaktır. Farklı para arzlarına göre hesaplanmış dolaşım hızı, üçer aylık bazda son dört çeyrekteki toplam nominal milli gelirin aynı dönemdeki ortalama para arzına bölünerek bulunmuştur.
Grafikten de görüldüğü gibi, 2003 yılının üçüncü çeyreğinden sonra para arzının yıllık bazdaki dolaşım hızında belirgin bir düşme yaşanmaya başlamıştır. Bu eğilim, yalnızca YTL cinsinden parasal varlıkları içeren M2 dolaşım hızında çok daha iyi görünmektedir.
2003 yılının üçüncü çeyreğinden bu yılın ilk yarısı sonuna kadar M2’nin dolaşım hızı 5.27’den 3.43’e gerilemiştir. Bir anlamda, para arzının enflasyon yaratma gücü kabaca yüzde 35 kadar azalmıştır. Bu nedenle de, bu dönemde çoğu para arzları yıllık bazda yüzde 40 düzeylerinde arttığı halde, aynı paralelde enflasyon gözlenmemiştir. Çünkü, artan para arzına paralel olarak para talebi de artmıştır ya da paranın dolaşım hızı düşmüştür..
YENİ DÖNEM
Bu yılın üçüncü çeyreğinde durum biraz değişti. Para talebi düştü. Üçüncü çeyreğe yönelik nominal milli gelir rakamlarını henüz bilmediğimizden, para talebinin ne denli düştüğü tam olarak bilinmemektedir. Ama, kaba tahminler yıllık bazda yılın ikinci çeyreğinde 3.43 olan M2’nin dolaşım hızının yılın üçüncü çeyreğinde 3.44’in üzerinde olabileceğini göstermektedir. Yıllık bazda bu yükseliş küçük gelebilir. Ama, tahminlere göre, bu yılın üçüncü çeyreğindeki dolaşım hızının geçen yılın aynı çeyreğine göre yükselişi oldukça serttir.
Yani, bu eğilim devam ettiği taktirde, aynı para arzı artık daha fazla enflasyon yaratacaktır. Para arzındaki büyümenin daraltılması yüksek reel faizler yoluyla paranın dolaşım hızının düşürülmeye (para talebinin artırılmaya) çalışılması enflasyonun kontrolü açısından bu nedenle önemli olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2006
HEDEFLENEN enflasyonun baz edildiği tüketici fiyatları eylül ayında geçen yılın aynı aynına göre daha fazla arttı. Tüketici fiyatlarındaki artış geçen ay yüzde 1.29 oldu. Geçen yılın eylül ayında bu rakam yüzde 1.02 olmuştu. Daha ayrıntılara girildiğinde, mevsimlik ürünleri dışarında bırakan endeksin bu eylül ayında ortalamaya göre daha az arttığı, ama geçen yılın eylül ayına göre yine de daha fazla arttığı görülüyor. Merkez Bankası’nın yakından takip ettiği bilinen işlenmemiş gıdalar, enerji, alkol ve tütün mamulleri ile altın fiyatlarını dışarıda bırakan H endeksinde ise artış ortalamanın üzerinde görünüyor.
Altı aylık enflasyon artışlarına aylık bazda baktığımızda, yılın birinci yarısında güzlenen geleneksel enflasyon düşüşü ile yılın ikinci yarısında gözlenen geleneksel enflasyon artışı bu yıl farklı bir görünüm sergiliyor. Bu yılın ilk yarısında enflasyon düşme eğilimindeyken nisan ayından sonra eğilimlerde bir kırılma oluyor. Enflasyondaki düşüş duruyor, hatta bir miktar artıyor.
PARADA ARZ-TALEP
Nisan-ağustos dönemindeki bir arızadan sonra eylül ayı itibariyle altı aylık düşüşün yeniden devam ettiği görülüyor. Grafikten de görüldüğü gibi, 6-aylık enflasyon eylül ayında yüzde 5’in altına geriledi. Ekim ayında altı aylık enflasyon yeniden başını kaldırarak esli eğilimine geri dönecektir. Nisan-ağustos döneminde enflasyon hapşırdı denebilir. Hapşırmanın devam edip etmeyeceği büyük ölçüde para arzı ile para talebi arasındaki dengeden kaynaklanacak gibi görünüyor.
Özellikle 2005 yılının son çeyreğinden sonra artan para talebine paralel olarak Merkez Bankası para arzının artmasını sakıncalı bulmadı. Tablodan da görüldüğü gibi, tüm para arzı tanımlarında 2005 yılının eylül ayından sonra büyüme hızlandı. Mayıs ve haziran aylarındaki çalkantılarla para talebindeki büyümenin oldukça hızlı düşmesi parada arz talep dengesini bozdu. Artan para arzı, düşen para talebiyle, bir anlamda ortada kaldı. Haziran ayından sonra para arzı genişlemesi yavaşlamaya başladı. Ama, yine de özellikle geniş anlamlı para arzındaki artışlar yüzde 25 civarında gerçekleşiyor. Bu yılın eylül ayı itibariyle, özellikle geniş kapsamlı para arzlarındaki büyüme geçen yılın aynı dönemine göre daha yüksek seyretmeye devam ediyor.
Merkez Bankası da para arzı ile para talebi arasındaki dengede kendi dışındaki etkenler nedeniyle ters köşeye yattığının farkında olduğu izlenimini veriyor. Dolayısıyla, para arzı genişlemesinde bir yavaşlamanın devam edeceğini beklemek çok yanlış olmayacaktır. Para talebindeki gelişmeler ışığında, önümüzdeki dönemde en azından enflasyonun bugünkünden çok daha fazla olmayacağını beklemeliyiz.
Para talebinde canlanma olduğunda, Merkez Bankası para arzının genişlemesi açısından daha tedbirli olabilecektir. Buna karşılık, para talebinde bir canlanma olmadığı taktirde, para arzının daha da sıkılaştırılması gündeme gelebilecektir.
Para talebi konusunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2006
ÖZELLİKLE para politikası enflasyonu düşürmeye odaklandıktan sonra çeşitli ekonomik birimlerin enflasyon beklentilerinin ölçülmesi yaygınlaştı. Bazı kuruluşlar, Merkez Bankası da dahil olmak üzere, anketler yoluyla ekonomik birimlerin enflasyon beklentilerini ölçüyorlar.
Akademik çalışmalar ağızdan çıkan enflasyon beklentilerinin ekonominin dinamikleriyle pek alakası olmadığını, önemli olanın, alınan ekonomik kararların içinde saklı olan enflasyon beklentilerinin önemini vurgularlar. Başka bir ifadeyle, söylenen önemli değildir, yapılan önemlidir. Yine de, anketler yoluyla elde edilen enflasyon beklentilerinin belli bir "bilgi" değerinin olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu verilerdeki "bilgi" içeriğinin mutlaka gerçek enflasyon beklentilerini de kapsadığını çok fazla iddia edemeyebiliriz.
FARKLILIKLAR
Beklenti anketlerine verilen cevapların analitik bir çalışmanın ürünü olarak enflasyon beklentilerini yansıtmasından çok, enflasyon konusundaki hissiyatı daha fazla yansıtması olasılığı çok fazladır. Örneğin, bir kuruluşun yaptığı ankette üretici fiyatlarındaki eylül ayı enflasyon beklentisi yüzde -0.9 ile +0.8 arasında değişiyordu. Ortalaması yüzde 0.07’ye gelmişti.
Tüketici fiyatlarındaki aynı dönemdeki artış beklentileri arasında iki mislinden fazla farklar söz konusuydu. Yapısı ne olursa olsun, farklı analitik yaklaşımların bu denli farklı sonuçlar vermesi doğal değildir. Bu çeşit sonuçlar genellikle "olsa olsa" yöntemiyle anketlere hissiyatı içeren cevaplardan çıkabilir
Bir başka ilginç eğilim finans piyasalarındaki birimlerle reel sektör birimleri arasındaki enflasyon beklentileri farklılaşmasıdır. Örneğin, eylül ayına yönelik olarak, reel sektör birimleri üretici fiyat enflasyonunu yüzde 0.65 beklerken, finans piyasasındaki birimler neredeyse sıfır enflasyon bekliyorlardı. Reel sektör birimleri tüketici fiyatlarındaki enflasyonu finans sektörüne göre neredeyse yarı yarıya bekliyorlardı. Bu denli farklılaşma, aslında, enflasyon beklenti anketlerinin, enflasyon beklentilerinden çok daha başka konularda bilgi içerebileceği yönünde şüpheler oluşturmaktadır.
Anketlerde çıkan daha uzun dönemli enflasyon beklentileri ise birbirine yaklaşmaktadır. Ekonomik birimler çoğunlukla Merkez Bankası’nın beklentileri doğrultusunda uzun dönemli enflasyon beklentileri olduğunu dile getirmektedirler. Bu yaklaşım, anketlerin gerçekten enflasyon beklentilerini yansıttığı varsayımı altında, para politikasının itibarının oldukça yüksek olduğu yönünde önemli bir işarettir. Varsayım yanlışsa, ekonomik birimlerin Merkez Bankası’na "aman bizi şaşırtıcı bir şey yapma" mesajı göndermek istediği söylenebilir.
GERÇEKLEŞMELER
Beklentiler birimler arasında bu denli dağınık olunca, beklenen enflasyonla gerçekleşen enflasyon arasındaki farka bakarak "beklentiler doğrultusunda" ya da "şaşırtıcı" gibi nitelemeler yapmak da zorlaşmaktadır.
Eylül ayında tüketici fiyatları yüzde 1.29 arttı, üretici fiyatları yüzde 0.23 azaldı. Kimilerine göre bu rakamlar "şaşırtıcı," kimilerine göre "beklentiler doğrultusunda" diye nitelendirilecektir. Ortalamalara bakıldığında ise, tüketici fiyatları beklentilerin üzerinde gerçekleşirken, üretici fiyatları beklentilerin altında gerçekleşmiştir.
Enflasyon parasal bir olgudur. Parasal gelişmeleri göz ardı ederek yapılacak enflasyon yorumları sakat olacaktır. Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
DEĞİŞEN uluslararası ekonomik konjonktürde milli gelirimizin yüzde 8’ine yaklaşan cari işlemler açığını uzun süre finanse edebilmemiz zor görünüyor. Doğrudan yabancı sermayenin artması da sorunumuza kalıcı bir çözüm olmaktan uzaktır. İhracatı artırmaya çalışmak iyidir, ama derdimize deva değildir. Çözüm, ekonomik büyümenin daha makul sınırlara çekilmesinde yatmaktadır.
Geçen çarşamba günkü yazımda ekonomik büyümedeki küçülmenin ya ekonomi politikaları yoluyla bir yumuşak iniş biçiminde gerçekleşebileceğini ya da yüksek cari işlemler açığı verebilmek için dış finansman bulunamaması nedeniyle bir çakılma biçiminde olabileceğini vurgulamıştım. İlk bakışta, şansımız yardım ederse, bir üçüncü yol da olabilir gibi görünüyor.
BELİRSİZLİK YARATMAK
Üçüncü yol üzerimize gelen dalgaların sıklığının ve boyutlarının artarak devam etmesi olabilir. Döviz kurlarının ve faizlerin bir hafta fırlayıp bir sonraki hafta durulmaları, ardından yeniden tırmanışa geçmeleri gibi mali piyasalarda belirsizliklerin artmasıyla da iç talep büyümesi kendiliğinden kesilebilir. Çünkü, Türkiye ekonomisi döviz kurlarına ve kurlardaki istikrara son derece hassastır.
İç talebin yaratılan belirsizlikler yoluyla kontrolü dalgalanmaların yüksek boyutlarda ve sık olması gerekmektedir. Son dalgalanmalar (çırpıntılar) derdimize dava olacakmış gibi görünmemektedir.
Türkiye’de ticareti yapılan malların tümünün fiyatları döviz kurlarına endeksli değildir. Ama, malların fiyatlandırılmasında döviz kurlarının düzeyi de, ilerideki beklenen düzeyi de önemli parametrelerdendir. Çünkü, döviz kurları aynı zamanda yerli ekonomik birimler açısından servet koruma (wealth portection) parametrelerinden biridir. Döviz kurlarının beklenmedik bir biçimde fırlamasıyla, Türkiye’de ticaret yavaşlar, hatta durur. Kurların nerede göreli istikrara kavuşacağına göre fiyat tespiti yapılır. Örneğin, son iki cuma günü demir gibi birçok maddede fiyat oluşturmak zorlaşmıştı.
Finans piyasalarında belirsizliğin önemli boyutlarda artmasıyla (buna mutlaka kriz adını vermemiz gerekmiyor) iç talep artışı frenlenebilir. Ama, buna yumuşak iniş demek zordur. Yumuşak iniş enflasyonda gelinen noktadan ve hedeflerden taviz vermeden oluşacak yeni dengedir. Finans piyasalarında yaratılan büyük belirsizlikler yoluyla sağlanacak iç talep frenlemesi enflasyonu olumsuz etkileyecektir.
SEÇİM SONRASI
Uluslararası piyasalarda yaşanan gerginlik ve eğilimlerde sert denebilecek kırılmalar Türkiye’yi olumsuz bir konjonktürde yakalamıştır. İç talep büyümesinin önüne geçmek için daha sıkı maliye politikalarına ihtiyaç vardır. Daha sıkı maliye politikaları kaçınılmaz olarak daha yüksek vergiler ile daha az harcamaları içerecektir. Bir yıl içinde genel seçimlerin yapılacağı bir ülkede daha sıkı maliye politikalarının uygulamaya konulması olasılığı yok denecek kadar azdır. Aksine, maliye politikaları yoluyla iç talebin biraz daha kamçılanması söz konusu olabilecektir.
Böyle bir konjonktürde olan biteni seyretmekten başka bir seçenek kalmamış gibi görünmektedir. Genel seçimlere kadar yüksek düzeydeki cari işlemler açığını göreli istikrarı bozmadan sürdürebildiğimiz taktirde, seçimlerden sonra iç talep artışını kontrol etmeye yönelik politikaların yürürlüğe konması kaçınılmaz olacaktır. Sürdürülebilir ekonomik büyüme için ancak o dönemde bir şeyler yapabilme olanağı olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2006
MAYIS ve haziran aylarındaki çalkantılardan sonra ben de dahil çoğu kimse ekonomik büyümenin biraz yavaşlayacağını umdu. İç talep büyümesinin hızının kesilip dış açıklara çare olabileceği düşünüldü. Ama, son veriler umutların pek gerçekleşmediğine işaret ediyorlar. Ekonomik birimler galiba çalkantının geçici olduğunu düşünüp umursamadı.
Yakında finans piyasalarında bir "cuma sendromu" başlayacak gibi görünüyor. Son iki haftadır cuma günleri finans piyasalarının ağzının tadı kaçıyor. Her hangi bir nedenle, döviz kurları ve faizler yükseliyor. Sanki, mini çalkantılar dönemine girmiş gibiyiz.
Piyasada oynaklıklar arttı. Bugünün küçük oynaklıkları yarının fırtına habercisi de olabilirler. Ama, bugünkü haliyle, mini oynaklıkların da dış açıkların makul düzeylere çekilmesi için bir ilaç olacağını ummak çok gerçekçi görünmemektedir. Bu konuya yarın gireceğim.
ARTIŞA DEVAM
Cuma günü ağustos ayına ait dış ticaret rakamları yayınlandı. İhracat küçümsenmeyecek düzeyde artıyor. Ama, aynı zamanda ithalat da artmaya devam ediyor. Çok da anormal olmayan bu gelişme şaşırtıcı olarak nitelendiriliyor. Üç aydır beklenen, ithalatın hızının kesilmesi bir türlü gerçekleşmiyor.
Aslında, dış ticaret açığı son üç aydır çok hafif de olsa bir azalma eğilimi içine girmiş görünüyor. Grafikten de görüldüğü gibi, aylık bazda üç aylık dış ticaret açığı haziran ayında 14.8 milyar dolar düzeyine ulaşarak rekor kırmıştı. Üç aylık dış ticaret açığı temmuz ayında 14.3 milyar dolara, ağustos ayında da 14.1 milyar dolara geriledi. Gerileme mevsimsel görünmüyor. Çünkü, bundan önceki yıllarda aynı dönemde üç aylık dış ticaret açığı artmaya devam ediyordu. Yine de, ağustos ayındaki üç aylık dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13.5 artmış görünüyor. Geçen yıl bu rakam yüzde 30 civarındaydı. Açığın eylül ayı ile birlikte yeniden artış eğilimine girmesi de şaşırtmamalıdır.
Kısacası, son üç aylık veriler dış ticaret açığındaki artışın hızının kesildiğini söylüyor. Ama, dış ticaret açığı artmaya devam ediyor. Artış hiç de küçümsenecek boyutlarda değil. Yıllık bazda dış ticaret açığı 50 milyar dolara gelmiş bulunuyor ve artmaya devam ediyor.
Ağustos ayında tüketim malları ithalatında geçen yılın aynı ayına göre çok az bir azalma görünüyor. Bu gelişmeyi hemen "iç talepte bir daralmanın yaşandığı biçiminde" yorumlamak en azından şimdilik çok doğru olmayacaktır. Benzer bir olguyu, hatta daha çarpıcı bir biçimde geçen yılın ocak ve mayıs aylarında da yaşamıştık. Halbuki, o dönemde iç talep artıyordu. Tüketim malı ithalatı geçici bir süre için artan vergilere tepki vermişti. Daha sonra artan vergilere de alışılmıştı. Dolayısıyla, tüketim malları ithalatındaki ağustos ayındaki çok küçük gerilemenin geçici olma olasılığı küçük değildir.
SIKIŞIYORUZ
Konunun korkutucu yanı ara malları ithalatındaki artıştır. Geçen kasım-ocak döneminde artışının yavaşladığı gözlediğimiz ara malları ithalatı son iki aydır yıllık bazda yüzde 22 civarında artmaya devam etmektedir. Ara malları ithalatındaki artış ihracattaki artışla uyumlu görünmektedir. İhracata yönelik üretimde ithal ara mallarının ağırlığının giderek arttığı çok açıktır.
Bir yandan ekonomik büyüme, diğer yandan ihracata yönelik üretimde ithal ara mal talebinin artması dış açıklar konusunda Türkiye ekonomisini sıkıştırmaktadır. İhracat yapısında bir günden diğerine radikal bir dönüşüm olmayacaktır. Ekonomik büyümenin dış açıkları makul düzeye çekecek bir eğilim içinde olduğu yönünde ise henüz bir işaret bulunmamaktadır.
Yazının Devamını Oku