Ercan Kumcu

Acil çözüm bekleyen sorunlar

29 Ekim 2006
IMF ile niyet mektubunun genel hatları hakkında mutabakata varıldı. Ama, gözden geçirmenin IMF Yönetim Kurulu’na girmesi Aralık ayında planlanıyor. O halde, Türkiye’nin bugünden aralık ayına kadar atacağı bir takım adımlar olacak. Toplantıya kadar bu adımların atılması bekleniyor.

Bu adımlar atıldığında, niyet mektubunda "bunları yaptık, şunlar için yasal düzenleme gerektiğinden tasarı Meclis’e sunuldu" gibi cümleler kullanılabilecek. O taktirde de, IMF Yönetim Kurulu ekim ayı sonunda tamamlanan gözden geçirmeyi onaylayıp programlanan kredi diliminin serbest bırakılmasına karar verebilecek.

KAMU FİNANSMANI

2007 yılı ekonomik programını yapmakta ciddi sıkıntılar yaşanıyor
. Sıkıntıların önemli bir bölümü kamu finansmanında, yürürlükteki mevzuat çerçevesinde, tasarruf yapılabilecek alnın neredeyse kalmamış olmasından kaynaklanıyor.

Kamu sektörü enflasyon kadar zam vererek maaşları ödemek durumundadır. Kamuda ciddi bir istihdam reformu yapmadan bu kalemde tasarruf yapmanın olanağı yoktur. Aksine, seçim yılı olması nedeniyle, "geçici işçi" statüsündekileri çalışanları kadrolu yaparak kamu sektöründeki istihdamı kalıcı bir biçimde artırmak söz konusu olabilecektir.

Faiz harcamalarından tasarruf yapmak olanaksızdır. İçinde yaşanan konjonktürde faizlerin hatırı sayılır bir biçimde düşüp faiz harcamalarında tasarruf yapılabileceğini iddia etmek ciddiyetten uzaktır. O halde, piyasa şartlarında oluşan faizlerin ima edeceği faiz harcamalarını kabullenmekten başka bir çare yoktur.

Sosyal güvenlik sistemi iktisadi açıdan çökmüş bir durumdadır. Toplam bütçe harcamalarının yüzde 15’inden büyük bir bölümü ve faiz dışı harcamaların yüzde 20’si sosyal güvenlik kuruluşlarının açıklarına gitmektedir. Yapılmış ve yapılacak her türlü reform kısa dönemde bu gerçeği değiştiremeyeceği gibi, önümüzdeki dönemde her yıl bu kalemdeki harcamalar otomatik olarak artmaya devam edecektir.

Sorunun bir kısmı yine sosyal güvenlik sisteminden kaynaklanan, sağlık harcamalarının önlenemez yükselişidir. Hesapsız bir biçimde uygulamaya konan "yeşil kart" sisteminin ekonomik maliyeti yeni yeni ortaya çıkmaktadır.

Bunlar kamu finansmanına yönelik sorunlardır. Bu sorunların kısa dönemde çözümü devletin ancak daha fazla gelir elde etmesiyle olabilecektir. Bu alanda da sınırlara yaklaşılmış görünmektedir. Dolaylı vergilere yüklenerek gelir artırımı giderek uygulanabilir olmaktan çıkmaktadır. Katma değer vergisindeki tahsilat performansı bu konuda alarm vermektedir. Kamunun ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarını artırmak bir başka kaynak kapısıdır. Ama, bütün bunların enflasyon görüntüsünü alt-üst etme riski vardır. Bu ikilem içinde, önümüzdeki yıl zamlardan ve dolaylı vergilerin artırılmasından başka çözüm de görünmemektedir.

MAKRO DENGE

Konunun bir de makro ekonomik boyutu vardır
. Cari işlemler açığının yükselişini kontrol etme ihtiyacı her yıl biraz daha artmaktadır. Bu sorunla mücadelenin en etkin yolu kamu ve özel kesim tasarruflarını artırmaktan geçmektedir. Kamu sektörü, bırakın tasarrufları artırmayı, otomatik mekanizmalar yoluyla tasarruf açığını artırma eğilimine girmiştir. Bütçe açığının 2006 yılında 3 milyar YTL olacağı tahmin edilirken, 2007 bütçe tasarısı açığın 16 milyar YTL’yi aşacağını öngörmektedir.

Önümüzdeki resim enflasyonun düşürülmesi, hatta bu düzeylerde tutulabilmesi açısından önemli bir tehdidin varlığını göstermektedir. Tehdidin azaltılması kamu finansmanında yaşanan katılıkların çözülmesi yoluyla olabilecektir. Bunun anlamı "oyunun kurallarının" değişmesidir. Aksi taktirde, kamu finansmanındaki katılıklar ekonomik istikrarsızlığı yeniden davet etme yönünde otomatik mekanizmalar oluşturmak üzeredirler. 2007 yılının iktisadi açıdan zor bir yıl olacağı buradan kaynaklanmaktadır.

Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Etraf temizlendikçe pislik daha fazla belli oluyor

27 Ekim 2006
HER tarafı pis bir ev düşünün. Her yer pis olduğu için tek tek pislikler dikkati çekmez. Pis deyip çıkarız işin içinden. Evin odaları temizlendikçe, pislikler daha çok göze batmaya başlar. Bir anlamda, temizlik pisliği ortaya çıkarır.

Ekonomide kamu finansmanının geldiği nokta da biraz buna benziyor. Kamu finansman dengesinin tutar tarafı olmadığı dönemlerde faiz harcamalarının büyüklüğüne kabahat bulunup işin içinden çıkılırdı. Faiz harcamaları bir düşse, bütçenin sorunu yokmuş gibi bir izlenim ortaya çıkardı. Diğer pislikler pek dikkati çekmezdi.

Bütçe dengesini tehdit eden diğer unsurlar göreli olarak hafife alınırdı. Hazine bonosuna yatırım yapıp yüksek faiz kazanan kesimlere söverek sorunun açığa çıkarıldığı düşünülürdü. Halbuki, gerçek çok daha farklıydı. Şimdi, bu farkın farkına varıyoruz.

FAİZ HARCAMALARI/images/100/0x0/55ea3d52f018fbb8f87356f5

O günler geride kaldı. Kamu finansman dengesinde küçümsenmeyecek iyileştirmeler yapıldı. Bütçe, en azından son dört yıldır, adet olsun diye değil, devletin uyması gereken bir hesaplar bütünü olarak kabul edildi ve hazırlandı. "Daha fazla harcama ancak daha fazla gelirle finanse edilebilir" mantığı son dört yıldır geçerli kılındı.

Faizler düştü. Bütçenin sadece faiz harcamaları 2001 yılında milli gelirimizin dörtte birine yaklaşmışken (1993-1994 yıllarında tüm bütçe milli gelirin daha düşük bir oranıydı), 2005 ve 2006 yıllarında yüzde10’un altına düştü. Bu yıl yüzde 8 civarında olacak. Yine de Türkiye bütçe yapmakta zorlanıyor. Belki de, eskisine göre, daha da fazla zorlanıyor.

Bütçede "faiz ayıbı" göreli olara azaldı. Ama, başka ayıplar daha da büyüyerek kendilerinin bütçenin faizden de büyük sorunu olmaya aday olduklarını şimdi daha da fazla göstermeye başladılar. Kısacası, kamu finansmanında temizlik yapılırken, eskiden göze batmayan pislikler şimdi daha da görünür hale geldiler. Faiz harcamalarına kabahat bulmak kolaydı. Şimdi görünen pisliklerin üzerine gitmek ise pek kolay değil.

SOSYAL GÜVENLİK

Bütçenin sorunlarının başında sosyal güvenlik sisteminin açıkları gelmektedir
. Bu sorun yeni değildir. Ama, sorun, artık pislikler içinde saklanamayacak hale gelmiştir. Grafikten de görüldüğü gibi, faiz harcamalarının son beş yıldır milli gelir içindeki oranı düşerken, bütçeden yapılan sosyal güvenlik harcamalarının milli gelir içindeki payı giderek artmaktadır ve birbirine çok yaklaşmıştır. Grafikte sol eksen faiz harcamalarının, sağ eksen de sosyal güvenlik açıklarının milli gelir içindeki paylarını göstermektedir.

Kısa dönemde, Türkiye bu sorunla bütçeyi büyütüp daha fazla gelir toplama yoluyla çözüm bulmaya çalışabilir. Şimdi yapılan da budur. Ama, bu strateji uzun dönemli olamaz. Sorunun başımıza bir bela gelmeden çözümü için gerekli zaman, şimdiye kadar yürürlüğe konan "sosyal güvenlik reformu" yoluyla elde edilecek tasarrufların devreye girmesinden daha kısa görünmektedir.
Yazının Devamını Oku

2007 bütçesi inandırıcı olmalı

26 Ekim 2006
BÜTÇENİN iki farklı siyasi ve iktisadi konjonktür arasında sıkıştığını biliyoruz. Ama, en azından, siyasi konjonktürü bir tarafa bırakıp 2007 bütçesinin iktisadi açıdan inandırıcı olmasına çalışılmalıdır. Bu yıl Nobel Ödülü’ne layık görülen Edmund Phelps’in bizlere öğrettiği önemli konulardan biri (1995 yılında Nobel almış Robert Lucas ile birlikte) ekonomi politikalarının inandırıcı olması durumunda, enflasyon ile büyüme arasında bir seçim yapılmasının gerekli olmayacağıdır. Yani, ekonomik büyümeden feragat etmeden de enflasyonla mücadele mümkündür. 2001 yılından bu yana Türkiye de bunu yaşayarak öğrendi. Ama, 2006 yılı ile birlikte ekonomi politikalarında yine bazı inandırıcılık sorunları yaşamaya başladık.

Merkez Bankası Başkanı atanmasında yaşanan sıkıntılar, mayıs ve haziran aylarındaki piyasa çalkantılarıyla bir araya gelince, para politikası sarsıntı geçirdi. Şimdi, kendini toparlamaya çalışıyor. Son yıllarda bütçe gelişmeleri genel olarak hedefle uyumlu gitti. Ama, bazı sıkıntılar şimdi daha çok etkili ve görünür olmaya başladı. Bu konuya yarın döneceğim.

AÇIKTAKİ ARTIŞ BÜYÜK

2007 bütçe tasarısı, Meclis’e sunulduğu şekliyle, 16.7 milyar YTL açık öngörülüyor
. Bu yıl ise bütçe açığının 3 milyar YTL olacağı tahmin ediliyor. Yani, bütçe açığı bu yıl milli gelirin yüzde 0.5’ine kadar geriletilmişken, gelecek yıl bütçe açığının milli gelire oranı beş katından fazla artıp yüzde 2.6’sını çıkması öngörülüyor. Bütçe açığındaki bu artış kabul edilebilir olmamalıdır. Enflasyonu yüzde 10 civarından yüzde 4’e indirmeyi hedefleyen bir maliye politikasının sahipleneceği bütçe bu değildir.

2007 yılı programında milli gelir deflatörünün düşük alındığı anlaşılıyor. Bu yılın milli gelir deflatörün ise yaklaşık yüzde 10.5 olacağı tahmin ediliyor. Enflasyondaki hızlı düşüş çok gerçekçi görünmüyor. Ama, toplam gelirler, özellikle vergi gelirleri (yüzde 14’ün üzerinde) oldukça hızlı artıyor. Toplam giderlerdeki artış (yüzde 16’nın üzerinde) ise küçümsenecek boyutta değil. Her şeyden önce, giderler gelirlerden daha hızlı artıyor. Her iki kalem de nominal milli gelir tahmininden hızlı artıyor. Bu nedenle de, bütçeyi inandırıcı yapmak zorlaşmaktadır.

IMF, ödeneklerin daha az artırılması yoluyla harcamaların kontrolü açısından programda enflasyon hedefinin muhafaza edilmesini tavsiye etmiş olabilir. Esnekliği kalmamış harcama kalemlerine yer açmak için diğer harcamalar düşük tutulmaya çalışılmış da olabilir. Ama, bu yaklaşımın ne denli gerçekçi olduğu tartışmalıdır.

Sosyal güvenlik kuruluşlarına bütçeden verilen yardımlar milli gelirin yüzde 5’i civarına gelmiştir. Faiz oranının artışıyla beraber bütçeden yapılacak faiz harcamaları geçen yılların aksine, 2007 yılında artış eğilimine girecektir. Bu iki kalemde 2007 yılına özgü yaşanacak artışlar mutlaka gelirlerin artırılması yoluyla karşılanmalıdır. Aksi taktirde, ekonomik istikrar açısından kabul edilemez bir bütçe açığı ile karşı karşıya kalınması riski söz konusu olacaktır.

HEDEFİN İNANDIRICILIĞI

2007 yılı için enflasyon hedefinin yeniden belirlenmesi bu aşamada faydalı olacak gibi görünmektedir
. İnandırıcı ekonomi politikaları ortaya koyamadıktan sonra enflasyon hedefinde ısrarcı olmak çok fazla anlam ifade etmemektedir.

Buna karşılık, bu yıldan gelen aksilikleri kabul edip inandırıcı ve uygulanabilir ekonomi politikalarıyla ortaya çıkmak ekonomik istikrarın çok daha çabuk tesis edilmesine katkı yapabilecektir.

2007 yılı bütçesi, yıllık programda ve nominal milli gelir tahmininde kullanılan çok gerçekçi olmayan enflasyon hedefi bir tarafa bırakılıp, daha gerçekçi enflasyon tahminleri kullanılarak hazırlanmış bir görüntü vermektedir. Bu görüntü inandırıcılığı zedeleyici gereksiz tartışmaların da kaynağı olacaktır.
Yazının Devamını Oku

İktisatta Nobel Ödülü (3)

25 Ekim 2006
1969 yılında verilmeye başlanan iktisat alanındaki Nobel Ödülü başlangıçta daha önce iktisadi düşünceye yeni bir yön veren ve halen yaşayan iktisatçılara verilerek bir anlamda stok temizlemesi yapılmıştı. Daha sonra bu ödülü kazananlara bakılınca, ödülü alan ilk isimlere haksızlık yapıldığı izlenimi almamak mümkün değildi. Çünkü, geçmişte göreli olarak katkıları çok büyük olan isimler stok temizleme dürtüsüyle bu prestijli ödülü başkalarıyla paylaşmak zorunda kalmışlardı.

John Hicks’in ya da Keneth Arrow’un iktisat bilimine yaptığı katkıları Kuznetz ya da Klein’ın katkılarıyla karşılaştırdığınızda, en azından bana göre, Hicks ve Arrow’a haksızlık yapıldığı izlenimi elde etmemek mümkün olmuyor. Ödülü Hicks ve Arrow başkalarıyla paylaşırken, Kuznetz ve Klein tek başına bu ödüle layık görülmüştü.

YENİ ADAYLAR

Artık göreli olarak daha marjinal katkılar yapmış iktisatçılar Nobel Ödülü’ne aday olmaya başladılar
. Bu iktisatçılar iktisadi düşünceyi alt-üst etmediler, ama gerçekten de belli konularda iktisadi anlayışı derinleştirdiler.

Önümüzdeki yıllarda Nobel ödülü alabilecek iktisatçılar arasında Priceton Üniversitesi’nden Gene Grossman ve Harvard Üniversitesi’nden Elhanan Helpman öne çıkan iktisatçılar arasındadır. İki iktisatçı da uluslararası ticarette teknolojinin önemini öne çıkarıp bu konudaki bilgilerimizi geliştirmişlerdir.

Aynı sınıf iktisatçılar arasına Paul Kruegman’ı da ekleyebiliriz. Genellikle tam rekabet şartlarında uluslararası ticaretin sonuçlarını irdelemeye alışmış iktisat biliminde tam rekabetten uzaklaşılması durumunda (tekelci rekabet) uluslararası ticaretin sonuçları konusunda Paul Kruegman bilgilerimizin derinleşmesine katkıda bulunmuştur.

Uluslararası ticaret konusunda bilgimizi derinleştiren bir başka iktisatçı da Columbia Üniversitesi’nden Jagdish Bhagwati olmuştur. Bhagwati yalnızca teorik çalışmalarıyla değil, teorik çalışmalarını uygulamaya yönelik olarak kullanmak için özel bir çaba harcamaktadır. Birleşmiş Milletler ve Dünya Ticaret Örgütlerinde içinde etkili çalışmalar yapmaktadır.

Bhagwati gibi, yaklaşık aynı konularda önemli çalışmalar yapmış olan ve IMF’den yeni ayrılan Anne Krueger da adaylar arasında olması gereken isimlerdendir. Gelişmekte olan ülkelere yönelik dış ticaretin serbestleşmesi konusunda yaptığı çalışmalar yanında, Krueger’ın "rant yaratan ekonomik faaliyetler" konularında yaptığı çalışmalar ile bu faaliyetlerin ekonomik sonuçları üzerine yaptığı analizler iktisat yazınında iz bırakmıştır. Bhagwati ve Krueger’ı beraber değerlendirmek gerekir.

New York Üniversitesi’nden Thomas Sargent "akılcı beleyişler" (rational expectations) teorisinin gerçek ekonomik verilerle sınanması konusunda önemli çalışmalara imza atmış bir isimdir. "Muth bu teoriyi ortaya atmış, Lucas teoriyi yüceltmiş, ama teorinin militanlığını Sargent yapmıştır" dense abartılı olmaz diye düşünüyorum. Sargent’ın akıl hocası diyebileceğimiz Neil Wallece’ı da unutmamak gerekmektedir. Perde arkasında kalmayı tercih etse de, Neil Wallece’ın özellikle Samuelson’ın geliştirdiği beraber bulunan nesiller modeli (overlapping generations model) yoluyla yaptığı analizler iktisadi anlayışın derinleşmesine katkıda bulunmuştur.

Son olarak, Stanford Üniversitesi’nden Paul Romer’ı da saymak gerekmektedir. 1980’lere kadar ekonomik büyümeyi iş gücü ve sermaye ile açıklamaya çalışıp büyümenin uyarıcılarını para ve maliye politikaları olarak gören iktisadi anlayışa ekonomik büyümenin teknolojik değişimle içsel de olabileceğini hatırlatanlar arasında şampiyon Romer olmuştur.

Büyük bir olasılıkla, önümüzdeki on yıl içinde bu isimlerin önemli bir kısmı Nobel Ödülüne layık görülecektir.
Yazının Devamını Oku

İktisatta Nobel Ödülü (2)

24 Ekim 2006
İKTİSAT alanında Nobel Ödülü alıp da iktisatçı olmayanların adını duymaları olasılığı oldukça az olan iktisatçı sayısı fazladır. Bu gerçek de, onların iktisat alanına yaptıkları katkıları küçültmez. Kamuoyunda popüler olmadıklarını gösterir. Bir anlamda, tribün oynamadıkları anlamı çıkarılabilir.

Örneğin, 1969 yılında ilk Nobel Ödülünü alanlardan biri Regnar Frisch’dir. 1974 yılında Gunnar Myrdal, 1975 yılında Leonid Vitaliyevich Kantorovich, 1988 yılında Maurice Allais, 1989 yılında Trygve Haavelmo, 1993 yılında Robert Fogel ve Douglass North, 1994 yılında John Harsanyi (John Nash ile beraber), 2002 yılında Danier Kahneman gibi isimler Nobel Ödülü almışlardır. Yalnızca iktisatçı olmayanlar değil, büyük bir olasılıkla iktisatçı olanlar dahi bu isimleri duymamış olabilirler. Biyografisi yazılıp sinemaya uyarlanmasaydı, Jonh Nash’i de çok az kişi bilecekti.

EKONOMİYE KATILIM

Bu yıl Nobel Barış Ödülü bir iktisatçıya, bir iktisadi olaya verildi. Mikro kredi programının mucidi Bangladeşli Muhammed Yunus ve onun mikro kredi kuruluşu Nobel Barış Ödülü aldı. Fakirlikle mücadelenin dünya barışına yaptığı katkıyı hesaba katılarak ilk kez Ödül bir kuruluş ya da bir siyasetçi değil, bir iktisatçı ve bir bankaya verildi.

Yaklaşık otuz yıl önce Muhammed Yunus çok küçük krediler yoluyla bireylerin üretime katılabilmelerinin sağlanabileceğini düşünmüş. Krediler 25-30 dolar civarında tutulmuş. Bir anlamda, iki çile yün alacak parayı verip kadınların piyasaya yönelik hırka örmeleri sağlanmış. Örülen hırkanın satılarak yeni yünler alınması ve alınan kredinin bir bölümünün ödenmesi düşünülmüş. Otuz yıllık süre içinde iş gelişmiş. Bugün milyonlarca kişi Bangladeş’te bu çeşit kredilerden yararlanabiliyor. Milyonlarca kişi ekonomik faaliyetin bir parçası oluyorlar. Programın başarısı küçümsenemez.

Bu çeşit kredilerde batık oranı da, Muhammed Yunus’un ifadesiyle, yüzde 1’i geçmiyormuş. Yine Muhammed Yunus’un ifadesiyle, aldığı borcu ödeyemeyenin imdadına komşusu yetişiyormuş. Krediyi bankaya komşusu ödeyip banka borcunu komşu üstleniyormuş. Okuyunca ve dinleyince, Yunus’un girişimi gerçekten hayret verici ve göz yaşartıcı bir başarı hikayesi.

MODEL Mİ?

Muhammed Yunus, yalnızca bir kredi türü mucidi değil, aynı zamanda yaptığını iyi tanıtan halkla ilişkiler kabiliyeti gelişmiş bir kişilik. Dünya Bankası gibi küresel düzeyde yoksulluğu azaltmaya çalışan kuruluşlar bu kredi modelini gelişmekte olan ülkelere tavsiye etmeye başladılar. Türkiye’de de konu gündeme geldi. Hatta, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu mikro kredi verecek kuruluşlar hakkında bir düzenleme dahi yaptı.

Bir ülkede iyi çalışan bir model başka ülkelerde de iyi çalışacak anlamına gelmiyor. Ama, daha iyisini bulup ortaya çıkaramadıklarından, Dünya Bankası gibi kuruluşlar bu çeşit modellerin derde deva olabileceğini düşünerek her yere tavsiye ediyor. Eski komünist ülkelerde benzer kuruluşlar kuruldu. Ama, hiçbiri Yunus’un başarısına yaklaşamadı.

Daha önce, mikro kredi modelinin Türkiye’de doğru çalışma olasılığının düşük olduğunu vurgulayan yazılar yazmıştım. Kredi veren kuruluşların bu krediler için nasıl ve hangi şartlarda kaynak bulacaklarının önemini vurgulamıştım. Riski idare etmenin önemini öne çıkarmıştım.

Bireysel kredilerde batık oranının oldukça yüksek olduğu Türkiye’de mikro kredi modelinin Bangladeş’te söylendiği gibi çalışabileceği konusundaki kaygılarımı sürdürüyorum. Hatırlanacak olursa, Türkiye’de 1970’li yıllarda da, Yugoslavya’ya özenip "işçi şirketleri" kurulmuştu. Çoğu battı. Batmayanlar Kalkınma Bankası’nın malı oldular. Kendi ayakları üzerinde duran birkaç tane "işçi şirketi" kaldı. Yugoslavya da çalışıyor gibi görünen bir model Türkiye’de çalışmadı.

Muhammed Yunus mikro kredi modeli ile Nobel Ödülü aldı. Belki, ödül barış için değil de, iktisadın uygulanması alanında verilseydi daha yerinde olurdu. Ama, Bangladeş’te çalışan bir modelin Nobel alması nedeniyle bizlerin de özenip mikro kredi modeline sarılmamız "işçi şirketleri" modelinin akıbetine zemin hazırlamamız anlamına gelebilir.
Yazının Devamını Oku

İktisatta Nobel Ödülü (1)

23 Ekim 2006
NOBEL ödülü almak herhangi bir insan için kariyerinde ulaşılabilecek en büyük başarıdır. Bu ödülü alanlar, hangi nedenlerle olursa olsun, nasıl eleştirilirlerse eleştirilsinler, durum değişmez. Nobel ödülü almak çalışılan alana dünya çapında kalıcı bir iz bırakıldığının simgesidir. Aslında, iktisat alanında Nobel Ödülü konmamıştır. Ödül daha sonraları, 1969 yılında, İsveç Merkez Bankası’nın bağışı ile başlamıştır. İsveç Merkez Bankası Nobel Ödülü Jürisine yetki vererek seçilen iktisatçıya 1.4 milyon dolara yakın parayı kendisi vermektedir. Verilen ödülün Nobel ile alakası yoktur. Ödülün asıl adı da Sveriges Riksbank Ödülü’dür. Yine de, Nobel Jürisi tarafından seçilip İsveç Merkez Bankası tarafından ödüllendirilen iktisatçıya Nobel Ödülü almış denmektedir.

HAKSIZLIK MI?

Bu yıl iktisat alanında Nobel Ödülü’nü Amerikalı iktisatçı Edmond Phelps
aldı. Phelps bu ödüle layık değildi diyen birinin çıkacağını sanmıyorum. Ama, iktisat alanında Nobel Ödülü’nün dağıtımında bir haksızlık olduğunu düşünüyorum

İktisat bilimi fizik, kimya ya da tıp gibi değildir. İktisatta bir araştırma ile dünyayı değiştiremezsiniz. Ama, tıpta kansere çözüm bulursanız ya da kimya da çok önemli bir element keşfederseniz (çok kısa sürebilen ya da çok uzun zaman alabilen) bir araştırma ile çok rahat Nobel Ödülü almaya hak kazanabilirsiniz.

İktisatta Nobel Ödülü alabilmeniz için bir dizi araştırmayla iktisatçıların her hangi bir iktisadi konuya bakış açısını değiştirebilmeniz gerekir. Yani, yeni araştırma alanı açmanız lazımdır. Bu, bazen çok çabuk olur, bazen de iktisatçı yaşamını yitirdikten sonra yaptığı katkıların değeri anlaşılabilir. Örneğin, 1970 ve 1980’li yıllarda akademik dünyayı sarsan akılcı bekleyişler teorisinin 1960’ların başında temellerini atan John Muth Nobel Ödülü alamadı, ama onun yaklaşımını makro ekonomiye uyarlayıp önemli politika sonuçları çıkarak Robert Lucas 1995 yılında Nobel Ödülü almaya hak kazandı.

Uzun dönemde politika yapıcıları açısından enflasyon ile büyüme arasında bir seçimin (Phillips eğrisi) mümkün olmadığını, böyle bir seçimin kısa dönemde ve geçici olabileceğini akılcı bekleyişler teorisinin şampiyonları göstermişti. Edmund Phelps bu teoriyi geliştirdi. Tek başına Nobel Ödülü almaya hak kazandı. Bütün bu konuları iktisatçıların başına 1958 yılında yaptığı bir çalışma ile açan Ablan William Phillips ise 1975 yılına kadar yaşamasına rağmen Nobel Ödülü alamadı.

STOK TEMİZLİĞİ

1969 yılında iktisat alanındaki Nobel Ödülü’nü Frisch ve Tinbergen paylaştı. 1970 yılında Samuelson ve 1971 yılında Kuznetz bu ödülü tek başına aldı. 1972 yılında Arrow ve Hicks Nobel Ödülü’nü paylaştılar. 1974 yılında Hayek Nobel Ödülünü Myrdal ile paylaştı. 1975 yılında Koopmans ile çoğu kimsenin adını bile bilmediği Kantorovich ödülü paylaştılar. 1976 yılında Friedman, 1977 yılında Meade ve Ohlin ödülü paylaştılar. Listeyi daha çok uzatabiliriz.

İktisadi düşüncenin yakın tarihine bakıldığında, iktisadi düşünceyi sarsan iktisatçılar arasında Samuelson, Arrow ve Hicks, Hayek, Koopmans, Tinbergen ve Ohlin iktisadın çeşitli alanlardaki çığır açan katkılarıyla ilk başlarda yer alır. Bunlardan yalnızca, Samuelson ve Friedman tek başlarına ödüle layık görülmüşlerdir. Ödül diğer çığır açanlarda bir başkası ile paylaştırılmıştır. Haksızlık edilmiştir.

İktisatta Nobel Ödülü giderek göreli olarak daha marjinal sayılabilecek çalışmalara verilmektedir. Bu gerçek Phelps’in bu ödülü hak etmediği anlamına gelmemektedir. Yalnızca bir olguyu yansıtmaktadır. 1970 ve 1980’li yıllarda bir anlamda stok temizliği yapılmıştır.

İyi bayramlar dilerim.
Yazının Devamını Oku

Bravo hükümete

22 Ekim 2006
YARIN üç gün sürecek Şeker Bayramı başlıyor. Bu ve gelecek hafta sonlarını da eklerseniz, perşembe ve cuma günleri tatil ilan edilseydi, dokuz günlük tatil yaratılacaktı. Hükümet, geçmiş alışkanlıklardan farklı olarak, bu kez iki günü tatil ilan etmedi. Bravo. Verimlilikten söz ediyoruz. Sürdürülebilir büyümenin yakalanabilmesi için verimlilik artışının şart olduğunu vurguluyoruz. Ardından da, ilk fırsatta uzun bayram tatillerini daha da uzatarak, halka şirin görünme gayretleriyle, çalışmamayı teşvik ediyoruz. Hükümeti, seçimlere bir yıl kala böyle bir tuzağa düşmemesinden dolayı kutlamak gerekiyor.

İYİ YÖNETİŞİM

Hükümetin tatilleri uzatma ya da yeni tatiller yaratma yetkisi olduğu sayılı ülkelerden biriyiz herhalde
. Aynı zamanda, en çok tatil yapan ülkelerden de biri olduğumuzu sanıyorum. Bu kadar tatil yapan bir ülkenin verimliliği de doğal olarak aynı paralelde oluyor. Tatilleri uzatmak eğilimindeyiz, ama aynı zamanda Çin ile de rekabet edemediğimizden şikayetçiyiz! İlk fırsatta yan gelip yatmayı tercih ediyoruz.

İyi yönetişimin önemli bir ayağı iyi tanımlanmış ve önceden bilinen kurallar çerçevesinde yönetimdir. Bu çerçevede, zorunlu nedenler olmadıkça, hükümetlerin tatilleri uzatmak bir yetkisi olmamalıdır. Resmi tatil günleri yasalarla belirlenir. Hükümet yasaları uygular. Geçmişte yapıldığı gibi, "idari izin" ya da "idari tatil" gibi gelişigüzel uygulamalar kamu yönetiminde iyi değil, kötü yönetişimin örnekleridir.

İyi yönetişimin bir diğer unsuru kuralların zamandan, mekandan, kişi ve gruplardan bağımsız olarak uygulanması ilkesidir. Bu ilkeye yalnızca merkezi hükümet değil, yerel otoriteler de uymak zorundadırlar.

Yarın bayram. Üç gün boyunca belediyeye ait toplu taşıma ücretsiz olacak. Oto yol ve Boğaz köprülerinden bedava geçeceğiz. Belediyeler borç batağı içindeler. Merkezi idareye olan borçlarının silinmesi için büyük çaba harcıyorlar. Ardından da, toplu taşıma araçlarını ücretsiz yapıyorlar. Bu bir çelişkidir. Har vurup harman savurmaktır. Kamu kaynaklarının gelişigüzel istismar edilmesidir.

Karayolları İdaresi otoyol ve köprülerin bakım maliyetlerinin arttığını bahane ederek geçiş ücretlerini daha yeni yüzde 30 civarında artırmıştır. Şimdi, aynı otoyol ve köprülerin kullanımını bayram süresince ücretsiz yapacaktır. Kamu yönetiminde, yetkisiz para harcanmayacağı gibi, gelişigüzel kararlarla gelirlerden feragat etmek de hiçbir ilkeye uygun değildir. Otoyol ve köprüleri kullananlara ayrıcalık tanınmaktadır. Bu çeşit gelişigüzel kararlarla kamu kaynaklarının kullanılmasına izin veren sayılı ülkelerden biriyiz herhalde.

ÇARPIK BEKLENTİLER

Kamu idaresinde idari ve mali disiplinin önemli ilkelerinden biri kuralların gelişigüzel uygulanmaması ve gelişigüzel uygulamaya izin verilmemesidir
. Bu ilkeye sadık kalmak, yalnızca kamu kaynaklarının çarçur edilmesini önlemek için değil, kamuoyunda çarpık beklentiler oluşturmamak için de önemlidir.

Örneğin, küçücük çocuklar, geçmişten edindikleri deneyimle, bayramdan sonraki iki iş gününde oluların tatil olacağını beklediler. Hükümet çok doğru kararla bu günleri tatil ilan etmedi. Çocuklar bozuldular. Daha çocukluk dönemlerinde insanlarımızda hakları olmadıkları bir takım avantajlara sahip olabilecekleri beklentisini yaratıyoruz. Kamu yönetiminde gelişigüzel uygulamaların en kötü tarafı da bu oluyor.
Yazının Devamını Oku

Banka kredisi sermaye değildir

20 Ekim 2006
TÜRKİYE’de bankacılık değişiyor. Değişme, hem bankacılığı yönlendiren kuralların değişmesinden kaynaklanıyor hem de bankacılıkta yabancı sermaye ağırlığının artmasından geliyor. Bu şartlarda, Türkiye’de şirketler kesiminin de değişmesi kaçınılmaz olacaktır.

Kredi piyasasında şirketler bankalarca şımartılmıştır. Ortada herhangi bir proje yokken, işletme kredisi altında bankalardan şirketlere bir imza ile "sermaye benzeri" diye tanımlanabilecek krediler aktarılmaktadır. Kredinin vadesi yoktur. Faizi değişkendir. Bankalar faizi yükselttiğinde, şirketler bağırmaya başlarlar: "Güneşte şemsiye veren bankalar yağmurda şemsiyeyi geri aldı" diye. Aslında, şirketler, sermaye sandıkları kaynağın maliyetinin artmasından ya da sermaye sandıkları vadesi olmayan borçların geri çağrılmasından şikayet etmektedirler.

Üç ayda bir kredinin faizini ödendiği sürece banka açısından sorun yoktur. Zamanla kredi limiti de artırılarak aslında bankalar arasında kaydırmalar yapılarak faiz borcu da kredi borcuna dönüştürülebilmektedir. Popüler deyimiyle, bu da bir çeşit saadet zinciridir.

SERMAYENİN ÖNEMİ

Şirketler bankalara ipotek gibi teminatlar vermeye razı olduklarında, kredi limitinde sınır yoktur denebilir
. Bilançolar o denli önemli olmaktan çıkarlar. Bu yolla şirketler almak istedikleri gayrimenkulü teminat olarak göstererek beş kuruş sermaye koymadan gayrimenkul zengini olabilirler. Böyle şirket sayısı Türkiye’de küçümsenmeyecek kadar fazladır.

Bir milyon YTL sermayeli bir şirket 50 milyon YTL ciro yapıp borçları 200 milyon YTL’ye dayanmış ve 200 milyon YTL değerinde sabit değerle çok iyi bir bilançoya sahip olduğunu düşünebilir. Türkiye’de borcu kadar gayrimenkul sahibi olan bir şirkete çok borçlu denmez. "Borcu kadar varlığı vardır" anlayışıyla bu şirketler itibarlı şirketlerdir. Türkiye reel sektöründe sermaye ve sermayenin gerekliliği önemli sayılmaz.

Sermaye koymadan banka kredileriyle biriktirilen bu servetin devamı için kredi faizlerinin ödenmesi gerekmektedir. Böyle olunca, ciroyu artırmak oyunun kuralı haline gelir. Zarar edilse de, ciroyu artırmak gerekmektedir. Cironun artışı yoluyla kredi faizleri ödenecek, zararların bir kısmı yeni banka borçlarıyla bir kısmı da tedarikçilere borçlanılarak finanse edilecektir. Bu oyun bir süre devam edebilir. Ama, piyasa hafif sallandığında, bu şirketler dökülmeye başlarlar. Yabancı turist akımında ufak bir gerilemenin turizm şirketlerini zora sokmasının arkasında bu gerçek vardır.

Uluslararası bankacılık ilkeleri artık kredilerin sağlamlığına göre bankaların sermaye tahsis etmelerini gerekli kılmaktadır. Yani, bilançosu iyi olmayan şirketlere verilen krediler için bankalar daha fazla sermaye tutmak zorunda kalacaklardır. Buna karşılık, bilançosu düzgün şirketlere verilen krediler için bankaların sermaye tutma yükümlülüğü daha az olacaktır.

DEĞİŞEN İLİŞKİLER

Belli bir sermaye ile daha fazla iş yapmaya çalışan bankacılık sektörü verecekleri kredileri bilançosu göreli olarak daha sağlam şirketlere yoğunlaştıracaklardır
. Ya da, bilançosu iyi olmayan şirketlerin kredi maliyetleri göreli olarak çok artacaktır. Dolayısıyla, şirketler bilançolarına çekidüzen vermek zorunda kalacaklardır. Aksi takdirde, bankacılık kesiminden kredi kullanmaları zorlaşacaktır.

Bankalardaki sahipliği yabancı sermayeye geçmesiyle banka yöneticileri bu konulara çok daha fazla dikkat etmek zorunda kalacaklardır. Eskisi gibi, ahbap-çavuş ilişkileriyle değil, bilançoların konuştuğu dil ile banka-şirket ilişkileri düzenlenecektir. Kısacası, çok ciddi bir dönüşümden geçen ve halen geçmekte olan bankacılık sektörünün karşısındaki şirketler kesimi de benzer ciddiyette bir dönüşümden geçmek zorundadırlar.

Şirketler kesimindeki dönüşümün birinci ayağı, şirketlerin bankalardan aldıkları kredilerinin sermaye olmadığını idrak etmeleridir.
Yazının Devamını Oku