7 Kasım 2006
EKİM ayı tüketici fiyatları endeksindeki ortalama artış beklentilerin altında çıktı. Yıllık enflasyon yeniden tek haneye indi. Son veriler bu açıdan sevindiriciydi. Ama, enflasyonun içsel dinamikleri kaygı vermeye devam ediyor.
Her şeyden önce ekim ayı enflasyonunun yıllık baza getirilmiş değeri yüzde 16.3’e gelmektedir. Bu rakam yüksektir. Ekim ayının mevsimsellikler dolayısıyla ortalamayı yansıtmadığını düşüyorsak, mevsimlik ürünlerden arındırılmış ekim ayı enflasyonun aynı bazda yüzde 8.8 olarak gerçekleştiğini not etmek gerekiyor. Yani, hedeflenen enflasyonun oldukça üzerinde bir enflasyon ile karşı karşıyayız.
Enflasyon dinamiklerinin olumlu yönde değişmediği sürpriz olarak alınmamalıdır. Son raporlarında Merkez Bankası da benzer bir olguya vurgu yapmaktadır. Özellikle (H) endeksindeki (işlenmemiş gıdalar, enerji, alkollü içkiler, tütün mamulleri ve altın fiyatları hariç endeks) artışlar "enflasyon düşüyor" yorumunu yapmayı zorlaştırmaktadır.
KAMU DENGESİ
Enflasyon dinamikleri henüz olumluya dönmemişken, hükümet enflasyonu doğrudan etkileyebilecek zor tercihlerle karşı karşıya kalmıştır. 2007 yılında kamu finansman dengesini makul sınırlar içinde tutabilmek için hem KİT ürünlerine zam yapmak gerekmektedir hem de vergi gelirlerini artırmak için dolaylı vergi oranlarının yükseltilmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Kamu finansman yapısının yapısal anlamda bozuk olduğu yeni bir olgu değildir. Son yıllarda kamu finansman dengesinde gözlenen iyileşme büyük ölçüde gelir artışından ve faizlerin düşmesinden gelmiştir. Harcama tarafında olumlu yönde kalıcı önlemler alınamamıştır. Faiz dışı giderlerin milli gelire oranı hala yüzde 23 civarında seyretmektedir.
2007 yılının zorluğunun önemli bir bölümü faiz dışı harcamalarda tasarruf yapabilecek kalıcı önlemlerin geçmişte alınamamasından kaynaklanmaktadır. Bu alanda birçok kalem otomatik olarak artmaktadır. 2007 yılında yaşanacak ek zorluklardan biri faiz harcamalarının da artış eğilimine girmiş olmasıdır.
2007 yılında ek gelir ihtiyacı iki önemli olgudan kaynaklanmaktadır. Birincisi, faiz dışı harcamalardaki otomatik artışının finansmanı ile ek faiz yükünün karşılanmasıdır. İkincisi ise, 2006 yılında bir kereye mahsus toplanan vergilerin yerine devamlılığı olan vergi geliri yaratma zorunluluğudur. Gelecek yılın seçim yılı olması nedeniyle bütçe ödeneklerinde yaşanabilecek aşımlar bu hesabın içinde değildir.
FARKLI ETKİLER
Bu olgulara duyarsız kalındığında, kamu finansman dengesi gelecek yıl küçümsenmeyecek boyutlarda bozulma eğilimine girecektir. Bu yılki kamu dengesinin geldiği nokta da 2007 yılını zorlaştırmaktadır. Yakın tarihimizde ilk kez kamu net tasarrufunun (toplam kamu tasarrufları eksi kamu kesimi yatırımları) bu yıl pozitif olacağı tahmin edilmektedir. Bunun devam ettirilmesi zor görünmektedir.
2007 yılında Kamu finansman dengesinin bozulması beklentileri bozacağı gibi, enflasyon üzerine olumsuz etkiler yapacaktır. Konunun bir başka boyutu, her şeyin aynı kaldığı ortamda, bozulan kamu dengesinin daha yüksek cari işlemler açığına işaret etmesidir.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2006
Hedefe bakıldığında, 2007 yılında enflasyonun dramatik bir biçimde düşeceği öngörülüyor. Bu öngörünün çok gerçekçi olmadığını hedefi koyanlar da biliyor. Tutturma olasılığı sıfıra yakın olan bir hedefe bağlı kalınması aslında itibarı zedeleyen bir yaklaşımdır. Çünkü, başarının ölçüsü ortadan kalkmaktadır. Yüzde 4 enflasyon hedefi tutmayacaksa, enflasyonun yüzde 8’e inmesi başarı olarak mı nitelenecektir?
ZAMANLAMA
2007 yılı iktisadi açıdan birçok riskler içermektedir. Risklerin en büyüklerinden biri de kamu finansman dengesinin makul sınırlarda kalabilmesi için alınması gereken önlemlerin enflasyon üzerindeki olumsuz etkileridir.
Katma değer vergisi, özel tüketim vergisi, akaryakıt tüketim vergisi ve alkollü içkilerle tütün mamullerinden alınan vergiler gibi dolaylı vergilerde oranların artırılması gündemdedir. Vergi oranlarının artırılması fiyatların artması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, fiyat endeksleri olumsuz etkilenecektir.
Vergi oranlarını artırmak kamu finansman dengesini kurtarmamaktadır. KİT ürünlerinde fiyat ayarlamaları da kaçınılmaz hale gelmiştir. Enerji fiyatı artacaktır. Elektrik fiyatının artırılması kaçınılmaz hale gelmiştir. IMF de bu önlemlerin alınmasını talep etmektedir.
Bayramdan önce IMF ile yapılan programın dönemsel gözden geçirmesi bittiği halde, gelişmelerin IMF Yönetim Kurulu’na ancak aralık ayı ortalarında görüşülecek olması anlamlıdır. Büyük bir olasılıkla, bu alanlarda IMF’nin aralık ayına kadar Türkiye’den ön tedbirler (prior actions) almasını beklemektedir.
Bütün bu önlemler enflasyon görüntüsünü bozacak önlemlerdir. Zamanlaması siyasi açıdan kötüdür. Çünkü, bir yıl içinde genel seçimler yapılacaktır. Hükümet, seçim döneminde, temel malların fiyatlarını artırmak zorunda kalmaktadır. Bu yolla, yeni bir enflasyon döngüsü yaratılacaktır.
Hükümetin en büyük başarılarından birinde, enflasyonun düşürülmesinde, belirsizlikler yaşanabilecektir. Bu gelişmeler Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelesini de zorlaştırıcı olacaktır. Enflasyon artışı, bu önlemler nedeniyle geçici olarak kabul edilse de, 2007 yılı boyunca enflasyonun nihai hedef olan yüzde 4’e yaklaşması zora girecektir.
SONUÇ DEĞİŞMEZ
2007 yılının bütününün kurtarılması açısından, gerekli vergi artışlarının ve KİT zamlarının bu yıl bitmeden yapılmasının önemli yararları vardır. Önlemler alındığında, kasım ve aralık aylarında enflasyon artıyor görünecektir. Yapılan zamların ikincil etkileri belki ocak ve şubat aylarına da sarkabilecektir. Ama, 2007 yılı sonuna geldiğinde, yıllık enflasyon yeniden daha makul sınırlara çekilmiş görünecektir. 2007 sonrası için olumlu bir zemin hazırlanmış olacaktır.
Hükümetin gerekli önlemlerin alınmasını seçim kaygılarıyla ertelemesi durumunda, IMF ile ilişkiler sarsılacaktır. Önemli bir güven sorunu yaratılacaktır. Çapalardan biri kırılma noktasına gelebilecektir. Kamu finansmanının bozulması kaçınılmaz olacaktır. Bütün bunların sonucu, vergiler artırılmadan ve KİT ürünlerine zam yapmadan, zaten daha yüksek enflasyondur.
O halde, gerekli önlemelerin şimdi alınmamasının siyasi açıdan hükümete fazla bir yararı olmayacaktır. Ekonomi 2007 yılı boyunca daha yüksek enflasyon ve daha yüksek faizlerle baş başa kalacaktır. 2007 sonrası ekonomik performans da daha yüksek risklerin içine atılmış olacaktır. Yüzde 4 enflasyon hedefi artık telaffuz edilemeyecek bir konuma gelecektir. Bu konuları ileride daha fazla açmaya çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2006
GEÇENLERDE Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 75. kuruluş yıldönümü nedeniyle Ankara’da bir resepsiyon verdi. Cumhuriyet’in en eski kurumlarından birinin doğum günü beni heyecanlandırdı. Heyecanım yalnızca bu kurumun eski bir mensubu olmamdan kaynaklanmadı. Merkez Bankası ulusal egemenliğin en önemli sembollerinden biri olan ulusal paranın sahibidir. Heyecanımın önemli bir bölümü ulusal paramızın önemini ve 75 yılık tarihini hatırlamamdandı.
YOKLARDI
Ulusal paraların değerleri ulusların paralarına gösterdikleri saygı ile çok yakından ilgilidir. Merkez bankalarına olan saygı da ulusal paraya olan saygıdan kaynaklanır. Ulusal paraya sahip çıkması gerekenlerin başında devlet gelir. Ulusal paranın var oluş nedeni zaten devlettir, koruması da en önce ona düşer.
Bu konuda en ileri gelen ülkelerden biri Almanya’dır. 1920’lerde yaşadıkları korkunç enflasyondan sonra Alman ulusal parası ve onun sahibi Bundesbank Almanya’da tabulaşmıştır. Bu kurumun üzerine toz kondurulmaz.
Bundesbank Başkanlığında görev değişimi bir festival niteliğindedir. Yeni Başkan’ın yemin töreni çok görkemlidir. Yemin töreninde devletin en üst katındakiler şahsen temsil edilirler. Çünkü, Bundesbank Almanya’nın sahip olduğu en kutsal kurumlardandır.
Bizde de böyle kurumlar vardır. Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay gibi kurumların çeşitli toplantılarında devlet en üst düzeyde temsil edilir. Aynı şekilde, Genel Kurmay Başkanlığındaki görev değişimi de görkemlidir. Öyle de olmalıdır.
Devletin en üst düzeyinin, devletin kurumlarına gösterdiği doğal saygı, en azından görünürde, maalesef ulusal paraya kadar uzanmıyor.
Merkez Bankası’nın 75. kuruluş resepsiyonu çok kalabalıktı. Eski ve yeni Merkez Bankası çalışanları ordaydı. Banka’nın eski başkanları gelmişlerdi. Çok az siyasetçi vardı. Bakanlardan bir tek Maliye Bakanı vardı gibi geldi bana. Sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri vardı. Bankacılar vardı. İş dünyasının temsilcileri oradaydı. Tarihi Ankara Palas en kalabalık davetlerden birine ev sahipliği yaptı. Bütün o kalabalığın arasında gerçekten orada bulunması gerektiğini düşündüğüm Cumhurbaşkanı ve Başbakan yoktu. Cumhurbaşkanı Genel Sekreterlik düzeyinde temsil edilmişti.
SEMBOLİZM
Devletin en üst düzeyinin bu çeşit toplantılarda kendilerini göstermeleri elbette semboliktir. Ama, çoğu zaman, sembolik duruşlar ulusların çeşitli kavramlara ve değerlere gösterdiği saygıyı yansıtır. Sembolik davranışlar ulusal paranın görmesi gereken saygının kalıcılığı ve ciddiyetini topluma kanıtlayan jestlerdir. Bu jestin yapılmamış olmasına, paramızın tarihine bakınca şaşırmadım, ama üzüldüm.
Devletin en üst düzeylerinin toplantılarına gitmeyi ihmal etmediği bağımsız yargı çok önemlidir. Güçlü bir ordu da çok önemlidir. Ama, ulusal paranın değerini ve itibarını korumakla görevli Merkez Bankası da en az diğerleri kadar önemlidir. Bu kişiler çok meşgul kişilerdir. Ama, resepsiyona uğrayacak beş dakikaları da mı yoktu?
Devlet, en üst düzeyde bu önemi vurgulayacak bir jest yapmayı bilerek ya da bilmeyerek ihmal etti. Merkez Bankası’nın kuruluşunun 100. yılında aynı hatayı yapmayacağını ümit ediyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2006
KALICI ekonomik istikrar açısından kamu finansman dengesi en önemli parametrelerden biridir. Enflasyonu ne kadar düşürürsek düşürelim, kamu finansman yapısı önemini korumaya devam edecektir. Kamu finansmanındaki bozulma enflasyonu yeniden azdırabilecektir. Bu nedenle, kamu finansmanındaki iyileşmenin kalıcı olması önemlidir. Kamu finansmanında harcamalar yönünde daha sık durulduğu halde, harcamaların finansmanı yönünde fazla durulmamaktadır.
Eskiden, borçlanma harcamaların finansmanı olarak görülürdü. Artık, IMF programlarıyla birlikte,
harcamaların finansmanında gerçek gelirler (vergi gelirleri)
göz önüne alınmaya başlandı. Doğru yaklaşım da budur.
Bakış açısı değişince, kamu harcamalarının finansmanı da zorlaşmaya başladı. Borçlanma gerçek gelirlerle yer değiştirmek zorunda kaldı. Doğrudan vergiler yoluyla gelir elde edemeyen devlet
katma değer vergisi, akaryakıt tüketim vergisi ya da
özel tüketim vergisi gibi dolaylı vergiler yoluyla gelir elde etme çabasına girdi.
Bir başka deyişle,
Türkiye’de vergi gelirleri yapısı gelirlerden değil, harcamalardan alınan vergi yapısında dönüştü. Benzin istasyonları vergi dairesi gibi çalışmaya başladı.
ÇARPITMA
Grafikten de açıkça görüldüğü gibi,
1994 yılında toplam vergi gelirleri içinde dolaylı ve doğrudan vergi gelirleri payları yarı yarıyken, 2005 yılında vergi gelirlerinin yüzde 70’i dolaylı vergilerden oluşmaya başladı. Geliri üzerinden vergi vermekten kaçınan bir toplumdan harcamaları üzerinden vergi alınma çalışılmaktadır.
"Gelir, gelirdir" diyerek konuyu hafife alamayız. Aslında, harcamalar üzerinden alınan vergilerin artırılmasıyla, vergi kaçağı hem dolaylı hem de doğrudan vergilerde teşvik edilmektedir. Sattığını inkar eden tüccar gelirini de inkar etmek zorunda bırakılmaktadır.
Harcamalar üzerinden alınan dolaylı vergiler fiyat pazarlığının bir parçası haline getirilmektedir. Daha da önemlisi, dolaylı vergiler yoluyla
ekonomideki göreli fiyat düzeyleri çarpıtılarak üretim, tüketim ve yatırım kararları çarpıtılmaktadır. Kıt kaynakların en verimli bir biçimde kullanılmaları engellenmektedir.
Önerilen şekliyle, 2007 yılı kamu sektörü dengesi yine dolaylı vergiler yoluyla dengelerin tutturulmaya çalışılacağını ima etmektedir.
Ayrıca, 2006 yılının doğrudan vergi gelirleri içinde bir defalık vergi gelirlerinin önemli bir yer tuttuğu hesaba katılırsa (milli gelirin yüzde 1’inden fazla),
2007 yılında dolaylı vergilerin önemi daha da iyi ortaya çıkmaktadır. Bu yıl toplanan bir defalık doğrudan vergiler nedeniyle gelecek yıl oluşacak vergi geliri kayıpları dolaylı vergiler yoluyla kapatılmaya çalışılacaktır.
GELİR REFORMU
Türkiye’de harcamalar yönünde esnekliğini kaybetmiş kamu sektörünün artan harcamalarının finansmanı için daha fazla gelire ihtiyacı vardır. Kamu finansman dengesinde son beş yıldır bu yolla iyileşme sağlanabilmiştir.
Bu yıl artan ortalama devlet borçlanması maliyeti ile beraber, artan maliyetleri finanse etmek için daha fazla gelire ihtiyaç vardır.
Yani,
hem bu yılki bir defalık vergi gelirlerini karşılayacak hem de artan borçlanma maliyetlerini karşılayacak ek gelirlere ihtiyaç vardır. Bu gelirler için başvurulabilecek tek kaynak yine dolaylı vergiler gibi görünmektedir. Gelinen noktada, bu alanda da esneklik giderek azalmaktadır.
Bugüne kadar, sosyal güvenlik açıkları gibi harcamalara yönelik yapısal reformlar gündeme getirildi. Bu alanda başarı şansımız düşük görünüyor. Artık,
devletin gelir yapısı alanında reformların konuşulması gerektiği de giderek önemli hale gelmektedir.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2006
İLERLEME raporunun resmileşmesine bir hafta kala Avrupa Birliği ile ilişkiler yine gündemde birinci konu haline geldi. Her altı ayda bir heyecanlanıyoruz. Sonra dinlenmeye çekiliyoruz. Son ayların popüler konusu "tren kazası" olup olmayacağı oldu. Bir önceki toplantıda son dakikada konan cümleler ya da kelimelerin bir sonraki toplantıda ne anlam ifade edip etmediği tartışılıyor. Son güne yaklaştıkça, tansiyon artıyor. Tansiyon arttıkça, AB ile ilişkilerin kesilip kesilmeyeceği (tren kazası) gündeme geliyor.
Artık buna alışmalıyız.
KAMUOYU İDARESİ
Bu yılın konusu Türkiye’nin AB’nin tüm tam üyeleri ile serbest ticareti oldu. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin tanımadığı bir ülkeyle (Güney Kıbrıs) AB’nin tam üyesi olması sıfatıyla serbest ticareti başlatması gündemin birinci maddesi. Aslında, sorun pratik olarak da, teorik olarak da zor bir sorun. Ama, son dakikada bu sorun da bir şekilde aşılacaktır. Çünkü, gelinen noktada ne Türkiye ne de AB ilişkilerde süresi belirsiz bir kesilmenin yaşanmasına izin veremeyecek kadar birbirlerine bağlanmış durumdadırlar.
Bu gözlem ve yargı sorunların çözüleceği anlamına gelmemektedir. Aksine, bu kez de bulunacak yeni çözümler bir sonraki toplantının sorunları haline dönüşecektir. Ve bu süreç böyle devam edecektir. Türkiye-AB müzakereleri on beş yıl sürer dendiğinde bu çeşit sorunların zaman alması hesaba katılıyordu. Yoksa, siyasi cambazlıklardan arındırılmış salt müzakerelerin üç-beş yılda biteceğini her iki taraf da gayet iyi biliyor.
AB’ye şimdi tam üye olmuş diğer ülkelerin adaylık süreçlerine bakıldığında benzer iniş çıkışların yaşandığı görülüyor. Bizim süreç biraz daha sert oluyor. Belki ileride daha da sertleşecek. Bunu da normal karşılamak gerekiyor.
Türkiye’nin tam üyelik sürecinde, iki taraf da, süreci bir şekilde devam ettirmeye çalışırken, kamuoylarını da süreçten olumlu yönde kopartmayacak davranışlar içine girmesi gerekiyor. Yıllar geçtikçe AB içinde Türkiye’nin üyeliğine olumlu bakanlar artacak, Türkiye’de ise Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına olumsuz bakanlar artacaktır. Başarı için süreç böyle olmalıdır. Bu dengenin iyi muhafaza edilmesi her şeyden daha önemli görünmektedir.
AB’de Türkiye’nin tam üyeliğine olumlu bakanların sayısı yeteri kadar hızlı artmadığında (hatta daha da azaldığında) ve/veya Türkiye’de Türkiye’nin AB üyeliğine olumsuz bakanların hızla artması durumunda ilişkiler sekteye uğrayabilecektir. Böyle olmaması için iki taraf da çok çalışmak ve dikkatli olmak zorundadır. Yani, asıl sorun ve maharet kamuoylarının idaresidir. Şimdiye kadar, gerçi zaman çok kısaydı ama, iki tarafın da bu konuda çok başarılı olduğu söylenemez.
FİNANS PİYASALARI
İki taraf için de "ölümü göster, sıtmaya razı et" anlayışı geçerlidir. Bu oyun daha çok oynanacaktır. "Tren kazası" lafı daha çok kullanılacaktır. Ama, bunların hiçbiri önümüzdeki üç-beş yılda Türkiye-AB ilişkilerinin daha kötü bir noktaya gideceği anlamına gelmemektedir.
Galiba, bu gerçeği en iyi uluslararası finans piyasaları kavradı. Piyasalar AB-Türkiye ilişkilerindeki iniş-çıkışlara şimdilik fazla aldırmamayı öğrendi. Çünkü, onlar AB’nin altı ülkeden yirmi beş ülkeye genişlemesini çok yakından takip ettiler. "Perşembenin gelişini çarşambadan görebilmeyi" öğrendiler.
Önümüzdeki dönemde, dönemsel olarak AB çapası zayıflıyormuş gibi görünse de, IMF’den daha sağlam bir çapa olacaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2006
BRAVO Merkez Bankası’na. Enflasyon konusundaki belirsizliklerin arttığı, hatta enflasyonun elden kaçma olasılığının dahi olduğu bir ortamda kendinden beklenen çıkışı yaptı. Hükümete gönderdiği bir önceki mektuba göre daha derli toplu bir duruş sergiledi. Enflasyonun yüzde 4’e yaklaşmasının önündeki riskleri sıraladı. Hükümetin atması gereken adımlar konusunda yoruma muhtaç olmayan ipuçları verdi.
2007 yılı bütçesi enflasyonun önümüzdeki bir-bir buçuk yılda yüzde 4’e yaklaşmasına yönelik önemli riskler içermektedir. Hükümetin önündeki seçenekler gayet açıktır: ya harcamalar kısılmalıdır ya da kısılamayan harcamaları karşılayacak gelirler elde edilebilmelidir. Enflasyon hedefine sorunsuz bir biçimde yaklaşılabilmesi açısından vergi artışları yoluyla gelirleri artırmak yerine, harcamaların kısılması tercih edilmelidir.
BİR DERS
Merkez Bankası bu risklere dikkat çekiyor. İç talep büyümesinin kontrolü vurgulanıyor. Enflasyon beklentilerindeki göreli katılığın hedefe ulaşılmasının önünde önemli engellerden biri olduğu söyleniyor. Uluslararası piyasalardaki olası olumsuz gelişmeler bu risklerle birleşince, Merkez Bankası’nın orta vadeli hedefi tutturma kararlılığının bir göstergesi olarak faiz politikasını aktif olarak kullanacağı belirtiliyor.
Bütün bunlar çok iyi, ama hükümeti yeteri kadar enflasyon hedefiyle tutarlı davranması yönünde zorlayıcı değil. Bu yaklaşımıyla Merkez Bankası hala zorlayıcı değil, ricacı konumunda. Halbuki, enflasyon riskleriyle mücadele eden bir merkez bankası böyle dönemlerde zorlayıcı olmak durumundadır.
1970’lerde petrol şoklarının enflasyon üzerindeki baskılarıyla mücadele eden Alman Merkez Bankası (Bundesbank) hükümeti enflasyon hedefiyle tutarlı politikalar izlemeye zorlayan bir tavır takınmıştı. Yüzde 3 hedeflenen enflasyona rağmen hükümetin de desteği ile asgari ücretin yüzde 5’in üzerinde artırılması konuşulduğunda, Bundesbank böyle bir karara faizleri artırarak tepki vereceğini önceden açıklamıştı. Asgari ücret o dönemde yüzde 5’in üzerinde artırıldı, aynı gün de Bundesbank faizleri artırdı. Hükümet dağıldı. Bundesbank fiyat istikrarının yılmaz bir bekçisi olduğu konusunda tarih yazdı. Bu çeşit olaylar merkez bankalarına itibar kazandırıyorlar. Bu deneyimler hükümetleri fiyat istikrarıyla çelişmeyen politikalar uygulamalarına zorluyorlar.
KALICI İTİBAR
Enflasyon görünümünün geldiği nokta dikkate alınırsa, şimdi, bizim Merkez Bankası’nın da önceden açıklanan tepkiler verme zamanıdır. Merkez Bankası bir adım daha atmalıdır. Bütçe uygulaması enflasyonla mücadeleyi kolaylaştırmayan bir yöne gittiğinde, kriterler koyarak, uygulamaların enflasyon üzerindeki etkilerini görmeyi beklemeden Merkez Bankası harekete geçebilmelidir.
Örneğin, dolaylı vergi artışlarıyla artan bütçe harcamalarını finanse etmeye çalışmak enflasyonla mücadeleyi zorlaştıran bir etkendir. 2005 yılında bu görüldü, ama hedefi tehdit etmedi. Benzer bir uygulama 2007 enflasyon görünümünü alt-üst edici nitelikte olabilecektir. O halde, Merkez Bankası açısından kriter, bütçe harcamalarının dolaylı vergileri artırmaya ihtiyaç göstermeyecek bir biçimde kısılmasıdır. Bu yapılamadığında, Merkez Bankası otomatik olarak tepki verebilmelidir. Bu tepkiyi şimdiden açıklamalıdır.
Hükümetleri zorlayıcı tavır alamayan merkez bankaları hükümet politikalarının esiri olmak durumundadırlar. Enkaz yaratıldığında da, altında kalmaktan başka bir seçenekleri kalmamaktadır. O nedenle, Merkez Bankası’nın kalıcı itibarı açısından, ricacı değil, zorlayıcı olmanın zamanı gelmiştir.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2006
TÜRKİYE’de asgari ücret düzeyinin yüksek olup olmadığı son dönemlerde daha sık tartışılmaya başlandı. Asgari ücretin yüksek olup olmadığına karar vermeden önce, asgari ücret uygulamasının ne işe yaradığını tespit etmek daha önemlidir.
IMF ve OECD gibi kuruluşlar asgari ücretin göreli olarak yüksek olduğunu iddia ederken, Türkiye’deki ilgili makam ve kuruluşlar bu konuya yorum getirmekten kaçınıyorlar.
Çalışanların zar zor geçindiği bir ortamda "asgari ücret nasıl yüksek olurmuş?" gibi yuvarlak bir cümle ile konu geçiştiriliyor. Ne asgari ücretin ne işe yaradığı tam olarak biliniyor ne de uluslararası rekabet şartları ücret düzeyi tartışılırken hesaba katılıyor.
MUHASEBE BİRİMİ Mİ?
Asgari ücret uygulamasının mantığı çalışanlara asgari bir hayat düzeyinin sağlanmasıdır. Bu mantığın dayandığı en önemli varsayım, böyle bir uygulamanın olmaması durumunda piyasada oluşacak ücretin daha düşük olacağıdır.
Dolayısıyla, asgari ücretin piyasada belirlenen ücretten daha yüksek olması beklenir. Asgari ücret, arz ve talep dengesinin belirleyeceği "piyasa ücreti" düzeyinden daha yüksek olduğuna göre, bu uygulamayla belli bir işsizlik düzeyine (arz fazlasına) de müsamaha ediliyor demektir.
Asgari ücret uygulaması gerçekten Türkiye’de işsizlik oranının yüksek olmasının nedenlerinden biri midir? Türkiye’de çalışanların kaçta kaçı asgari ücret uygulaması sayesinde alabileceğinden daha fazla ücret almaktadır? Asgari ücret uygulaması gerçekten asgari bir hayat standardını sağlamada önemli parametrelerden biri midir? Uluslararası rekabet şartları asgari ücret düzeyini haklı çıkarmakta mıdır? Bu uygulamadan, eğer varsa, hangi sektörler göreli olarak daha olumsuz etkilenmektedir.
Bu soruların yanıtlarını vermek o denli kolay değildir. Her soru bir doktora tezi olabilecek derinliktedir. Ama, maalesef, "asgari ücret" tartışılırken bu uygulamanın amaçladığı önemli hedeflere ne kadar yaklaşıldığı göz ardı edilmektedir.
Belki, Türkiye’de "asgari ücret" düzeyi bir kısıt olma durumunda olmayabilir. Yani, çoğu çalışanlar gerçekte zaten asgari ücretin üzerinde ücret almaktadırlar; asgari ücret düzeyi bir muhasebe birimi olarak kullanılmaktadır.
Belki, Türkiye’de asgari ücret düzeyinin değil, ortalama ücret düzeyinin yüksek ya da düşük olduğu tartışılmalıdır.
Resmi veriler bu konularda çok az ipucu verebilmektedirler. Örneğin, Türkiye’de ücretten alınan gelir vergisinin çok büyük bir bölümü asgari ücret üzerinden alınan gelir vergisidir. Bunun gerçeği yansıtması olasılığı oldukça düşüktür.
Aynı şekilde, Sosyal Sigortalar Kurumu’nun topladığı primlerin önemli bir bölümü asgari ücretli görünenlerden toplanan primlerdir. Çalışanların önemli bir bölümü gerçekten asgari ücret düzeyinden ücret alıyorlarsa, asgari ücret uygulaması yeniden gözden geçirilmelidir.
DAHA FAZLA ARAŞTIRMA
Bütün bu verilerin gerçeği yansıttıklarını iddia etmek zordur. Çünkü, bütün bu rakamlar Türkiye’de çalışanların önemli bir bölümünün asgari ücret aldığına işaret etmektedir. Buna karşılık, çoğunlukla kayıt dışında bulunan çoğu düz inşaat işçilerinin eline asgari ücretten daha yüksek bir meblağın geçtiği bilinmektedir. O halde, asgari ücret, kayıt içindeki istihdamın resmi ücret düzeyidir gibi bir izlenim doğmaktadır.
Eğer durum gerçekten böyleyse, asgari ücret düzeyinin artması istihdamda kayıt dışılığı artırabilecek ya da devletin gelir vergisi tahsilatını artırabilecektir. Ama, gerçekten çalışanların ücret düzeyini artırıp artırmayacağı şüphelidir. En azından, bu yönde elimizde fazla bir bilgi yoktur.
Bu konuda işçi ve işveren kuruluşlarıyla üniversite araştırmacılarına önemli görevler düşmektedir. Asgari ücret üzerinde afaki tartışmalar yapmak yerine, asgari ücret uygulamasının gerçekten ne işe yaradığı bilimsel yaklaşımlarla derinlemesine analiz edilmelidir.
Bu konularda şimdiye kadar yapılmış münferit çalışmaları yeterli kabul etmek yapılabilecek bir başka yanlıştır.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2006
2007 yılı ekonomik programın en önemli hedeflerinden biri, enflasyonu orta dönemli hedefe yaklaştırırken, cari işlemler açığının yükselmesini dizginlemek olacaktır. Hem enflasyonu, artık orta dönemli hedef denilen yüzde 4’e yaklaştırmak hem de cari işlemler açığının dizginlenmesi bazı kaçınılmaz çelişkilerin daha da su yüzüne çıkmasına neden olabilecektir. Bazı tedbirlerin de beraberinde gelmesi gerekmektedir.
Cari işlemler açığı sorunun en önemli kaynağı artan ithalattır. İthalatın artması yurt içinde fiyat artışlarını dizginleyen bir unsurdur. İthal mallarıyla rekabet halindeki yurt içindeki üretim gelişigüzel fiyatları artıramamaktadır. Aksi taktirde, yurt içi üretim yurt dışından ithalat yoluyla rekabetçi olmaktan çıkmaktadır.
İthalatın artışı yurt içindeki fiyatlandırmayı disiplin edicidir. Enflasyonun düşürülmesine ve kontrolüne yardım eden bir olgudur. Cari açığın kontrolünü hedefleyen ekonomi politikaları doğal olarak ithalat artışını frenlemeye yönelik olacaktır. O halde, ithalattan gelen "enflasyonu dizginleme" işlevi bir anlamda azalacaktır. Buna karşılık, iç talep kısılmasının enflasyon üzerinde olumlu katkısı söz konusu olacaktır.
KUR BASKISI
Konunun bir de finansman (parasal) boyutu vardır. Cari işlemler açığı, uluslararası sermaye akımları yoluyla gelen dövizlere ek talep yaratan bire olgudur. Yani, ülkeye giren fazla dövizlerin bir kısmı cari işlemler açığı yoluyla yurt dışına yapılan harcamalara dönüşür. Gelen dövizlerin tümü ülkede kalmaz. Dolayısıyla, uluslararası sermaye akımları yoluyla gelen dövizlerin döviz kurları üzerinde düşürücü baskısı cari işlemler açığı yoluyla bir miktar hafifletilmiş olur.
Yurt içine gelen dövizlerin bir bölümü özellikle ithalatın finansmanına yöneliktir. Dolayısıyla, ithalatın azalmasıyla bu çeşit girişlerin de göreli olarak azalması beklenebilir. Ama, cari işlemler açığının azalmasının, sermaye akımı devam ettiği sürece, yurt içinde döviz kurlarında aşağı yönde baskının artması yönünde bir işlev görmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, uluslararası sermaye akımlarında bir azalma olmadığı taktirde, cari işlemler açığının azalması ya kurları daha da düşürecektir ya da kurlar düşmesin diye Merkez Bankası’nın daha fazla döviz almasını gerekli kılacaktır.
POLİTİKA ESNEKLİĞİ
Merkez Bankası’nın döviz alması bilançosunu büyüten bir olgudur.Yani, Merkez Bankası döviz alarak para basmış olur. Bastığı parayı da, enflasyonist etkisini asgaride tutmak amacıyla, ya yeniden borçlanır ya da elindeki döviz dışı varlıkları elinden çıkararak geri çekmeye çalışır. Kısacası, Merkez Bankası piyasadan döviz almak durumunda kaldığında, bastığı paranın enflasyonist olmaması için bilançosunda esnekliğe ihtiyaç vardır. İhtiyaç duyduğunda, bilançosunu küçültmek amacıyla Merkez Bankası elindeki YTL varlıklarını satabilmesi gerekir.
Yurt dışından kaynaklanabilecek ekonomik riskleri asgaride tutabilmek için cari işlemler açığının giderek büyümesini durdurmak kaçınılmazdır. Ama, bu yoldaki politikalar kaçınılmaz olarak enflasyonla mücadeleyi zorlaştırıcı unsurları da içermektedir. Hem enflasyonu hedeflenen doğrultuda düşürmenin hem de cari işlemler açığını kontrol etmeye yönelik önlemeler almanın (bu arada kurların fazla düşmemesine çalışmak) birbirleriyle çeliştiği durumları idare edebilmek için Merkez Bankası’nın para politikasında, araç çeşitliliği açısından, elinin serbest olması şarttır.
Yazının Devamını Oku