24 Aralık 2006
YAZILARIMI yakından takip eden bir okurum hatırlattı. 18. yüzyıl Avrupa’sında entelektüel hayatın en önemli kadınlarından biri, Gabrielle Emilie de Chátelet 300 yıl önce bu hafta doğmuştu. Karanlık Avrupa’da entelektüel çevrelerde yer bulamayan kadınlar daha sonra onun açtığı yolda hızla ilerleme olanağı buldular.
1706 yılında Paris’te doğdu. Kızların okuyup gelişmesinin önemli olmadığı, önemli olanın iyi bir eş bulmak için kızların hazırlanması gerektiğinin düşünüldüğü karanlık bir Avrupa’da yolunu bulmaya çalıştı. Hırsı ve kabiliyetlerinin karşısında duramayan asilzade babasının yardımıyla iyi bir eğitim aldı.
Kısa sürede İngilizce, Latince ve İtalyanca öğrendi. Matematik dersleri aldı. Lisana ve matematiğe olan yatkınlığı şaşırtıcı boyutlardaydı. O dönemin Avrupa’sında birçok kızın yaptığı gibi, aile baskısından kurtulmanın yolu olarak 19 yaşında kendinden oldukça yaşlı olan Marquis Florent du Chátelet ile evlendi. Bir çocuğu oldu, ama mutlu bir evliliği olduğu söylenemez. Yine de, evlilik ona yeni olanaklar açmıştı.
VOLTAIRE ETKİSİ
Eşinin vali olmasının yardımıyla Paris sosyetesinin renkli simalarından oldu. Voltaire ile tanıştı. Uzun süren bir beraberlikleri oldu. Voltaire ile bir malikaneye taşındı. Beraber çalışmalar yaptılar. Kiliseyle devletin ayrılması ve devletin gücünün sınırlanması ihtiyacı gibi konularında Avrupa’nın aydınlanmasına katkılar yaptılar.
Tarihçiler Chátelet’nin Voltair’den çok şey öğrendiğini vurgulamakla birlikte, Voltaire’in de du Chátelet’den çok şey öğrendiğini yazarlar. Özellikle matematik alanında Voltaire’in gelişmesine çok büyük katkılar yaptığı söylenir.
"Tabiat Üzerine Tezler" adlı kitabı 20 yaşındayken kız olduğu için giremediği Fransız Bilimler Akademisi’nden birincilik ödülü alamadı. O yıl büyük ödülü Euler almıştı. Ama, Chátelet’nin kitabı yeteri kadar önemli görülmüş ve Akademi tarafından basılmıştı.
Chátelet’nin en önemli eserlerinden biri Newton’ın Principia kitabının Fransızca’ya tercümesidir. Fransızlar uzun yıllar Newton’ı Chátelet’nin bu çevirisinden öğrenmişlerdir. Kitabın önsözünü Voltaire yazmıştır. Fransız entelektüel hayatına Chátelet’yi tanıtan da zaten Voltaire’dir.
Kadınların aşağılandığı bir dönemde Chátelet’nin Avrupa düşünce hayatına katkıları küçümsenemez. Kadınları aşağılamasıyla da ünlü Immanuelle Kant’a göre, "Chátelet’yi büyük bir düşünür olarak hayal etmek bir kadını sakallı hayal etmek kadar mantıksızdır." Belki çok büyük bir düşünür değildi, ama büyük bir mücadele kadınıydı.
GENÇ ÖLDÜ
Çok renkli bir kişiliği olan Chátelet sınır tanımayan bir kadındı. Zamanın beğenilen şairlerinden Jean-François de Saint-Lambert ile evlilik dışı ilişkisinden hamile kaldı. Voltaire sayesinde, eşini, çocuğun kendisinden olduğuna zorla ikna edebildi.
Yaşı kırkı geçmiş bir kadının çocuk doğurması o dönemde intihardan farksız değildi. Öleceğini biliyordu. Voltaire’in söylemiyle, "öleceğine kızmıyordu, ama daha gitmeye hazır olmadığı için hayal kırıklığı içindeydi." Çocuğunu doğurdu ve öldü. Bir süre sonra çocuk da öldü. Kırk üç yaşında öldüğünde daha bitiremediği eserleri vardı.
Vasiyeti üzerine cenazesinde yalnızca üç kişi katıldı: Eşi, sevgilisi ve Voltaire.
İlgileneler benim "Kadın Matematikçiler" (Remzi Kitabevi, 2004) kitabındaki Chátelet bölümüne ve David Bodanis’in "Passionate Minds" kitabına bakabilirler.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2006
PİYASA ekonomisinin en önemli kurallarından biri piyasalara girişin de piyasalardan çıkışın da serbest olmasıdır. Giriş serbest, çıkış kısıtlı olduğunda, giriş de kendiliğinde kısıtlanmış olur. Giriş çeşitli nedenlerle kısıtlanmamışsa, o piyasada ahlak çöküntüsü yaşanacak demektir. Bu olguyu bankacılık sektöründe yaşadık.
Her hangi bir piyasada giriş kısıtlı, çıkış serbestse, o piyasada tekel konumu yaratılmış demektir. Böyle bir piyasayı oluşturmak maliyetlidir. Maliyeti tüm toplum öder.
TAYLAND ÖRNEĞİ
Son yıllarda yabancı sermayenin gelişmekte olan ülkelere daha önce görülmemiş boyutlarda artmasıyla belli rahatsızlıklar yaşanmaya başlandı. Yabancı sermaye girişi ile gelişmekte olan ülke paraları değerlendi. Ulusal paranın değerlenmesi yerli üretimi rahatsız etmeye başladı. Çeşitli çözümler önerilmeye başlandı.
Önerilerden biri de çeşitli şekillerde ya sermaye girişini kısıtlamak ya da çıkışı maliyetli yapmaktı. Geçenlerde Tayland bu öneriyi uygulamaya koydu.
Bundan böyle, Tayland’a dış ticaret, hizmet ihracatı ve doğrudan yabancı sermaye girişi dışındaki tüm döviz girişlerinin (bono ve hisse senedine giden) yüzde 30’u Tayland Merkez Bankası’na yatırılacaktı. Bu mevduata yabancı yatırımcı herhangi bir faiz alamayacaktı. Eğer giren para bir yıldan önce çıkmaya kalkarsa, yüzde 30’luk mevduat bir yılın sonuna kadar Merkez Bankası’nda sıfır getirili mevduat olarak kalmaya devam edecekti.
Bu kararların yürürlüğe girdiği gün Tayland Borsası çöktü. O günün akşamı hisse senedine yatırım yapan yabancı sermaye bu uygulamadan muaf tutuldu. Borsaya yeni yabancı sermaye girmesini istemediler, ama çıkışa da dayanamadılar.
Tayland devlet tahvillerine 100 milyon dolar yatırım yapmak isteyen bir yabancı yatırımcı dolar bazında yılda yüzde 20 getiri elde etmeyi umuyorsa, aslında yüzde 20 getiriyi 70 milyon dolar üzerinden kazanacak.
Yani, yıl bazında 14 milyon dolar getiri elde edebilecek. Ama, 100 milyon dolar toplam yatırım yaptığına göre, aslında gerçek getiri yüzde 14’e düşmüş olacak. Herhangi bir nedenle bir yıldan önce Tayland piyasasından çıkmaya karar verdiğinde, 30 milyon dolar faizsiz olarak Tayland’da takılmış olacak.
Bu şartlarda, Tayland’a giden yabancı sermaye doğal olarak azalacak. Diğer şartlar aynı kalıp borç verilen miktar azalacağına göre, Tayland’da getiriler artma eğilimine girecek. Büyük bir olasılıkla, yeni uygulamadan sonra çıplak getiri yüzde 20’nin üzerine çıkıp, yabancı yatırımcının gerçek getirisi yüzde 14 ile 20 arasında bir yere oturacak.
Ulusal paranın daha az değerlenmesi uğruna bugünkü konjonktürde biraz daha yüksek faizler tercih edilebilir. Konunun üzerinde durulması gereken tarafı gerçekten yabancı sermaye akımına ihtiyaç duyulduğunda faizlerin nerelere tırmanacağıdır. O dönemde, şimdi yürürlüğe konan uygulamalar kaldırılsa dahi, yabancı yatırımcıların benzer uygulamaların yeniden gündeme geleceği beklentisiyle talep edeceği risk primi yüksek olacaktır.
STOK İDARESİ
Çözüm, sermaye hareketlerini kısıtlamak değildir. Çünkü, sınırlayıcı politikalar akımı engellemeye çalışırken, stoku ihmal ederler. Asıl sorun ise stoku idare etmektir. Tayland bunu yaşayarak gördü. Yeni sermaye akımı istemeyebilirsiniz, ama gelmiş sermayenin çıkışına da dayanamazsınız.
Sermaye hareketleri ile mücadele edebilecek stratejilerin geliştirilmesi orta dönemde daha önemlidir. Bu stratejiler, gelen sermayenin çıkmasına neden olabilecek gelişmeleri önlemek ve ülkeye giren dövizlerin iç dengeleri en az değiştirecek biçimde sterilize edilmesi gibi konuları içermelidir.
Vergi benzeri önlemler kısa dönemde her zaman cazip görünmektedir. Ama, orta-uzun dönemde bu çeşit önlemler topluma daha pahalıya mal olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2006
MERKEZ Bankası bilançosu katıdır. Bilançonun büyüklüğünü kontrol etmek için Merkez Bankası’nın döviz işlemleri yapmaktan başka seçeneği yoktur. Halbuki, Merkez Bankası Türk parası varlıklarıyla oynayarak bilançosunu kontrol edebilmelidir.
Merkez Bankası’nın üzerinde geçmişten gelen yükler vardır. Bu yükler kalktığında, bilançoya sınırlı bir esneklik kazandırılabilecektir. Ama, sorun kökten çözümlenmeyecektir. Para ikamesinin olduğu bir ekonominin merkez bankası, artan küresel sermaye hareketleriyle birlikte, kendi bastığı paradan çok döviz üzerinden işlem yapar hale dönüşmektedir.
MERKEZ BANKASI’NIN KONUMU
Merkez Bankası bilançosunun varlıklar kısmının yüzde 87’si döviz üzerindendir. Buna karşılık, yükümlülüklerinin yüzde 60’ı döviz üzerindendir. Yani, Merkez Bankası’nın TL varlıkları toplam bilançosunun yüzde 13’ü, TL yükümlülükleri ise bilançosunun yüzde 40’ı civarındadır. Bu yapı bilanço idaresini de, enflasyonun kontrolünü de zorlaştırmaktadır.
Merkez Bankası net bazda piyasalardan borç alan bir konumdadır. Yani, piyasaya çeşitli nedenlerle fazla para çıkardığından, belli bir faiz oranından bastığı fazla parayı geriye çekmek durumundadır. Bilançosundaki katılık nedeniyle de, fazladan bastığı parayı borçlanma dışında, TL varlıklarını küçülterek gerçekleştirememektedir.
Bir anlamda, Merkez Bankası piyasalara mahkumdur. Çünkü, piyasaların Merkez Bankası’na borç verip vermemeleri piyasaların karar vereceği bir iştir. Merkez Bankası piyasaları ancak teklif ettiği faiz oranını değiştirerek borç vermeye ikna edebilir. Bir başka deyişle, Merkez Bankası fiyatı kontrol edip miktarı kontrol edemeyen bir konumdadır.
Bu konumdan çıkması ekonomik büyüme, enflasyon ve para ikamesinin tersine dönmesi gibi nedenlerle Türk parasına talebin artması yoluyla olacaktır. Para talebi arttıkça, bugün fazla gibi görünen Merkez Bankası’nın piyasaya sürdüğü para ekonomi tarafından kullanılacak, Merkez Bankası bu parayı borçlanma durumunda kalmayacaktır.
Daha da ötesinde, piyasanın daha fazla para talep etmesiyle Merkez Bankası para piyasasında borç veren konumuna gelebilecektir. Böyle bir konuma geldiğinde, Merkez Bankası, fiyattan ziyade, doğrudan miktarı kontrol eden bir para otoritesi olacaktır. Farklı dengelerde, piyasalara vereceği borç vereceği para miktarını ayarlayarak, oluşacak dengelerin fiyat istikrarına olası olumsuz etkilerini asgaride tutabilecektir. Piyasaların takip ettiği ve Merkez Bankası’nın belirlediği faiz borçlanma faizi değil, borç verme faizi olacaktır.
HAZİNE’NİN KONUMU
Dünkü yazıda vurgulandığı gibi, bu ayın başında Merkez Bankası bu konuma çok yaklaşmıştı. Ama, Hazine bonolarının itfa ettiğinde Hazine’nin borçlanmaması nedeniyle ortada kalan fazla parayı yeniden Merkez Bankası borçlanmak durumunda kaldı. Olması gereken konumdan yeniden uzaklaştı.
Hazine, para piyasasındaki en büyük ve en önemli aktörlerden bir olarak, piyasadaki likidite miktarı açısından tarafsız (nötr) kalması gereken bir kurum olmalıdır. Önceden açıkladığı program çerçevesinde, her itfada, itfanın belli bir bölümünü yeniden borçlanarak hem piyasalara hem de Merkez Bankası’na karşı eşit uzaklıkta durmalıdır.
Aksi taktirde, Hazine dönemsel olarak piyasalarda yaratacağı fazla likidite ya da likidite sıkışıklığı ile hem para politikasını dönemsel olarak zorlaştıracak hem de piyasada oluşan faizleri gereksizce daha oynak hale getirecektir. Para politikasının uygulanması zorlaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2006
UZUN zamandır Merkez Bankası bilançosunda esnekliğin kalmadığı vurgulanıyor. Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğüne yönelik tek kontrolü döviz varlıklarının düzeyinin kontrolü yoluyla oluyor. Piyasadan döviz aldığında Merkez Bankası bilançosu şişiyor. Döviz sattığında, bilanço küçülüyor. En önemli görevi piyasadaki Türk parası likiditesini ayarlamak olan Merkez Bankası elindeki Türk parası varlıkların miktarıyla oynayarak likidite kontrolü yapamıyor. Devamlı piyasaya borçlu kalıyor.
BORÇ VEREN OLMALI
Merkez Bankası’nın analitik bilançosunda varlıklar bölümü iki bölüme ayrılabilir: döviz varlıkları ve TL varlıkları. Merkez Bankası elinde devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) tutarak ya da bankalara kredi vererek TL varlıkları yaratır. Doğrudan döviz alımları ve döviz borçlanmaları yollarıyla biriktirdiği dövizler de döviz varlıklarıdır.
Son yıllarda Merkez Bankası bilançosundaki varlıkların çok önemli bir bölümü döviz varlıkları olmuştur. Bu yılın kasım ayında ortalama olarak döviz varlıklarının toplam varlıklara oranı yüzde 87’den fazladır. Geriye kalan yüzde 13’den az TL varlıklarının çok önemli bir bölümü 2001 yılında Hazine’nin Merkez Bankası’na verdiği uzun vadeli ve piyasası olmayan (yani, Merkez Bankası’nın elinden çıkarabilme olanağı olmayan) DİBS dir. TL varlıklarındaki zaman içindeki oynamalar çok büyük ölçüde Merkez Bankası’nın döviz pozisyonu üzerinden elde ettiği kárlarla normal dönemsel karlardaki (zararlardaki) değişmelerden kaynaklanmaktadır.
Merkez Bankası bilançosunun yükümlülükler bölümü de döviz ve TL yükümlülükleri olarak iki bölüme ayrılır. Döviz yükümlülükleri Merkez Bankası’nın döviz borçlanmalarıdır. Bu kalemin büyük bir bölümü yurt dışındaki vatandaşlarımızın Merkez Bankası’ndaki döviz mevduatlarıdır. Merkez Bankası’nın TL yükümlülüklerine de Merkez Bankası Parası denir.
Merkez Bankası Parası’nın en önemli iki bileşeni Rezerv Para denen ekonominin kullandığı para ile Merkez Bankası’nın piyasadaki dönemsel likidite ihtiyacına göre borç verdiği ya da borç aldığı paralardır (açık piyasa işlemleri). Açık piyasa işlemleri yoluyla Merkez Bankası’nın piyasadan borçlanması elinde tuttuğu döviz ya da TL varlıklarının karşılığında çıkan paranın piyasa tarafından istenmeyip yeniden Merkez Bankası’na borç verilmesi anlamına gelir. Açık piyasa işlemleri yoluyla Merkez Bankası’nın piyasaya borç vermesi ise yarattığı döviz ya da TL varlıklarıyla piyasaya sürdüğü paranın yeterli olmaması nedeniyle piyasaya ek likidite verilmesidir.
Merkez Bankası’nı piyasada güçlü kılan, mali piyasalardaki dengenin Merkez Bankası’nın piyasaya borç vermesi gerektiği şekilde oluşmasıdır. Son dönemde bu dengeye doğru bir eğilim gözlenmekteydi. Bu yılın ortasından bu yana Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri yoluyla piyasadan borçlanması azalmaktadır. Aralık ayının ilk iki haftasında açık piyasa işlemleri yoluyla yapılan ortalama borçlanma 1.2 milyar YTL civarındadır. Grafikten de görüldüğü gibi, bu eğilim yılın ortasında Merkez Bankası’nın döviz varlıklarını azaltmasıyla (sol eksen) başlamıştır. Zaten, açık piyasa işlemleri yoluyla borçlanmanın (sağ eksen) artması da 2004 yılı sonundan beri Merkez Bankası’nın hızla döviz varlıklarını artırması yoluyla olmuştu.
Açık piyasa işlemleri yoluyla Merkez Bankası’nın borçlanması son DİBS itfasıyla yeniden artış eğilimine girmiştir. Hazine’nin piyasadaki davranışları doğal olarak Merkez Bankası’nın piyasadaki konumunu etkilemektedir. Bu konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2006
YILLIK enflasyon yüzde 10 civarında katılık gösteriyor. Ama, bu yıl sonu yüzde 5 civarında olacağı varsayımıyla gelecek yıl sonu için enflasyon yüzde 4 olarak hedeflenmişti. Böyle bir ortamda bu hedefin tutturulmasına çalışılıyor. Enflasyon hedefi artık bir oyuncak olmaktan çıktı. Eskiden olduğu gibi, enflasyon hedefi artık moralleri yüksek tutmak için belirlenmiyor. Hedef, tutturulmak için konuyor. Arkasına da, parayı basan kuruluşun itibarı konuyor.
YENİ BİR GERÇEK
Gelecek yıl sonu enflasyon hedefinin yüzde 4 olmasında ısrar edilmesinin sonuçları galiba iyi anlaşılamadı. Merkez Bankası’nın "tutturulması zor da olsa, hedefe büyük ölçüde yakınsama sağlanmaya çalışılacaktır" cümlesinin arkasında gelecek yılın zor bir yıl olacağı mesajı vardır. Bu mesaj "temkinli durmak" ve "faizlerin düşme olasılığının zayıflığı" gibi ibarelerle özetlenebilir.
Hal böyleyken, muhalefet temsilcileri Merkez Bankası’nın bu tavrını Bütçe Kanun Tasarısı’nın tartışmaları sırasında gündeme getiriyor. Hükümete "sizin Merkez Bankası ne diyor?" demeye getiriyor. Bir kaç kez ayıp ediyor.
Merkez Bankası’nın para politikasının nasıl şekilleneceği Meclis Genel Kurulu’nda hükümete sorulacak bir soru değildir. Para politikasının nasıl belirleneceği hükümetin değil, Merkez Bankası’nın yetkili organlarının vereceği bir karardır. Eski alışkanlıklarla, para politikası konusunda hükümeti köşeye sıkıştırmaya çalışmak alaturkalıktır. Merkez Bankası’nın yeni konumunu hazmedememektir.
Kaldı ki, Merkez Bankası Başkanı belli aralıklarla uygulanmakta olan para politikası ve Merkez Bankası’nın ileriye dönük görüşleri hakkında Meclis Bütçe ve Plan Komisyonu’na bilgi vermektedir. Eğer siyasetçilerimiz bu konulara çok merak duyuyorlarsa, kafalarındaki soruları doğrudan Merkez Bankası’na sorabilme olanağına sahiptirler. Bunun dışındaki çıkışlar türbinlere oynamaktan ileri gitmez. Bu yaklaşım eski usul siyasettir.
Başbakan da muhalefetten aldığı ilhamla para politikası ile hiçbir ilgisi olmayan bir ortamda Merkez Bankası’nın gelecek yıl faizlerin düşmesi olasılığı konusunda yaptığı öngörüyü biraz da abartarak eleştirdi. Başbakan’ın mesajı da, mesajın verildiği yer de yanlıştı. Bu çıkışla iktidar da muhalefet gibi davranmış oldu.
Merkez Bankası Başkanı belli aralıklarla Bakanlar Kurulu’na da uygulamadaki para politikası ve Merkez Bankası’nın ileriye dönük düşünceleri hakkında bilgi veriyor. Hükümetin para politikasıyla sıkıntıları varsa, ki olması doğaldır, bu sıkıntılar o toplantılarda dile getirilebilir. Ama, kamuoyu önünde "faizler konusunda da son sözü ben söylerim" izlenimi vermek hem amacını aşar, hem de "Merkez Bankası’nın statüsünü içine sindirememişlik" izlenimi verdiğinden doğru değildir.
Türkiye’de siyaset yeni bir gerçeğe alışmaya çalışıyor.
ORTAK YAN
İktidar ve muhalefetin yaptıklarının ortak yanı para politikasından duydukları sıkıntıları kamuoyu önünde tartışma ihtiyacı duymalarıdır. İşin bu tarafı sevindiricidir. Demek ki, Merkez Bankası doğru bir şeyler yapıyor.
Merkez Bankası’nın siyasetten bağımsızlığı göreli olarak yeni bir olgudur. Tarafların bu yeni olguya alışmaları elbette zaman alacaktır. Alışana kadar, görünürde ve görünmeyen alanlarda sıkıntılar çıkması doğaldır. Daha da ötesi, alıştıktan sonra dahi, sıkıntılar çıkabilecektir.
Gerçekten Merkez Bankası bağımsız olacaksa, sıkıntıların talimatlar yoluyla hafifletilmesi yoluna gidilmeyecek, para politikası dışındaki diğer alanlarda uygulamaya konabilecek politikalarla giderilebilecektir. Kamuoyu önündeki son çıkışları, talimatla para politikasının yürütülme olasılığının oldukça düşmesine vermek gerekiyor. Olasılığın sıfıra geldiğini şimdi iddia etmek zor. Onu yaşadıkça göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2006
BİR ekonominin dönemsel dalgalanmalardan en az kayıpla çıkması ve ekonomik büyüme potansiyelinin artması finans, mal ve hizmet ile emek piyasalarındaki esnekliğe bağlıdır. Piyasalardaki esneklik yeni dengelere uyumu hızlandıran bir unsurdur. Son yıllarda çok lafı edilen "yapısal reformlar" kavramı, en geniş anlamıyla, ekonomideki çeşitli piyasalardaki esneklikleri artırmayı amaçlayan düzenlemeleri içerir. Bu düzenlemeler genellikle rekabetin önünü açmak, rekabeti engelleyen yapısal ve hukuki engellerin kaldırılmasıdır. Amaç, kaynakların en verimli şekilde kullanılmasını sağlamaktır.
KORUMANIN MALİYETİ
1980’lerden bu yana Türkiye ekonomisinde atılan adımlar önce dış ticaret rejiminin serbestleşmesini, ardından da finans piyasalarının rekabete açılması yönünde olmuştur. Bu alanlarda sağlanan esnekliklerle ekonomik şoklardan çıkış göreli olarak kolaylaşmıştır. Çünkü, bu piyasalar katılıkların giderilmesiyle değişen şartlara çok çabuk ayak uydurabilme kabiliyetine kavuşmuşlardır.
Mali, hizmet ve para piyasalarında dünyaya örnek olabilecek yapısal reformlar yapılırken, ekonomik esnekliğin en önemli unsurlarından olan emek piyasalarının esnekliği konusunda Türkiye hiçbir şey yapamamıştır. Aksine, emek piyasası zaman içinde çok daha katı hale getirilmiştir.
Emek piyasası katılaştırılırken, yapılan düzenlemeler "sosyal adalet" ve "güçsüzün korunması" gibi ulvi görünen amaçlar uğruna gerçekleştirilmiştir. Ama, getirilen katılıkların, sonuçta, yine korunmaya çalışılan kesimlerin zararına olduğu hep göz ardı edilmiştir.
Bugün, Almanya gibi Avrupa Birliği’nin büyük ülkeleri 1960’lı ve 1970’li yıllarda emek piyasasına getirdikleri katılıklardan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Bu alanda ancak sınırlı bir ilerleme gösterebiliyorlar. Çünkü, verilen tavizlerden geri dönmek genellikle zor olmaktadır. Bunun fiyatını da Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerine göre çok daha yüksek işsizlikle ödüyorlar.
Türkiye, 2001 yılının ortasında, ekonomik krizin en derin noktasında, emek piyasasını daha da katı hale getiren düzenlemeleri yürürlüğe koydu. İşletmelerin işçi çıkarma maliyetini çok artırdı. İşletmeler işten çıkarılması pahalı olan işçiyi istihdam etmekten kaçınmaya başladılar. Çok konuşulan yüksek işsizliğin, ekonomik büyümenin istihdam yaratmaması gerçeğinin ardında 2001 yılı düzenlemelerinin olumsuz katkılarını küçümseyemeyiz. Yeni düzenlemelerle çalışanları koruyalım derken, işsizleri işsiz kalmaya mahkum ettik.
POTANSİYELİ ARTIRMAK
Hafta içinde cnbc-e televizyonunun yılın en iyileri ödül töreninde konuşmacı olan IMF eski Başkan Yardımcısı Anne Krueger’ı dinleme fırsatım oldu. Yanlış anlamadıysam, OECD verilerini kaynak gösteren Krueger, işçi çıkarmanın azami maliyetinin en yüksek olduğu ülkelerden birinin 90 haftadan fazla ücretle Türkiye olduğunu söyledi. Bu maliyet "sosyal demokrat" politikalarıyla ünlenen Kuzey Avrupa ülkelerinden dahi daha yüksektir.
Bugün Amerikan ekonomisinin diğer büyük dünya ekonomilerine göre çok daha başarılı olmasının ardında piyasalarındaki esnekliklerin göreli olarak yüksek olması vardır. Türkiye de sürdürülebilir ekonomik büyümeyi azamide tutmak istiyorsa, tüm piyasalarda esneklikleri artırmayı hedef almak zorundadır. Ancak, mal, hizmet ve emek piyasalarında esneklikleri artırarak ekonomik şoklarla mücadele kolaylaşacak ve ekonomik büyüme potansiyeli artırılabilecektir.
Küresel rekabetin arttığı günümüzde bu konular giderek çok daha fazla önem kazanmaya başlamıştır. Yabancı sermaye çekmek istiyorsak, bu konuları iyi düşünmemiz gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2006
ZAMAN içinde parayı "para" olmaktan çıkardığımızdan, Türk milletinin parasına olan saygısı kalmadı. Türk milleti parasına güvenmiyor. Parasını sevmiyor. O kadar ki, Türk milleti parasına fiziki olarak da saygı duymuyor. Çoğu kişi dolarlarını ve eurolarını cüzdanlarına güzelce istiflerken, Türk parasını cebince adi bir kağıt parçası gibi taşır. Paranın üzerine notlar yazar. Doğal olarak, fiziki kalitesi ne denli iyi olursa olsun, Türk parasının hep eski bir görünümü vardır. Yeni çıkan YTL banknotları dahi birkaç yılda eski bir görünüm aldılar.
PARA İKAMESİ
Türk milleti parasının gelecekteki değerine güvenmediğinden mali yatırımlarının önemli bir bölümünü dolar ve euro gibi paralarda tutar. Türk parasının getirisini yüksek görüp dövizden para kazanmadığını gördüğünde, yatırımlarını Türk parasına dönmeden önce beş kere düşünür. Danışmadığı kişi kalmaz. Ama, döviz kurları biraz oynadığında, hiç düşünmeden dövize döner. Türk parası mali piyasalarda bir spekülasyon aracı olmuştur.
Bütün bunları yapmakta Türk milleti haksız değildir. Yıllarca, değeri sürekli eriyen Türk parasını kullanarak birikimlerini artırmaya çalışanlar doğal olarak kendilerine gelecekteki değerine güvenebilecekleri yatırım araçları aramışlardır. Bu yatırım aracı, kendi devletinin bastığı para değil, başka devletlerin bastıkları paralar olmuştur.
Ekonomide bu olguya "para ikamesi" denmektedir. Para ikamesi olgusu fiyat istikrarını sağlamayı zorlaştıran, sağlandığı taktirde, fiyat istikrarını korumayı engelleyen bir etkendir. Bu nedenle merkez bankacılar toplumu paraya saygı duymaya davet ederler. Geçenlerde, Merkez Bankası Başkanı da haklı olarak bu konuya parmak bastı.
AYIPLAR
Paraya saygı davetle olmuyor. Paraya sahip çıkmak için bilinen bir teşvik mekanizması da yoktur. Paraya saygının tek kaynağı fiyat istikrarını sağlayıp korumaktır. Yani, parayı ciddiye almaktır. Bu nedenle paraya önce devlet saygı duymalıdır. Maalesef, Türkiye’de Türk parasına en büyük saygısızlığı devletin kendisi yapmaktadır. Devlet kendi parasına güvenmemektedir.
Kamu kurumlarının özelleştirilmesinde teklifler dolar üzerinden alınmakta ve kamu kurumları Türk Devleti tarafından bir başka devletin parasıyla (çoğunlukla dolarla) satılmaktadır. Satışlarda uygulanan taksitler dolar üzerinden yapılmaktadır.
Kamu ihaleleri döviz üzerinden yapılabilmektedir.
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu el konan bankaların varlıkların çoğunu döviz üzerinden fiyatlayarak satmaktadır. Satış tutarlarını döviz üzerinden tahsil etmektedir.
Devlet bazı kurumların bilanço ve kar-zarar hesaplarını döviz üzerinden tutmalarına izin vermektedir. Hatta, devlet kendi vatandaşlarından yabancı para üzerinden vergi dahi almaya kalkışmıştır.
Devlet yurt içi borçlanmalarını döviz üzerinden yapabilmektedir. Yurt içindeki yatırımcılarına borçlarını döviz üzerinden ya da dövize endeksli olarak ödeyeceğini taahhüt etmektedir.
Devlet nakit fazlalarını döviz üzerinden tutabilmektedir.
Kısacası, paranın itibarının kaynağı olan devlet, kendi parasına itibar etmemektedir. Kendi parasına itibar etmeyen devletin parasına başkalarının itibar etmesi beklenemez. Dolayısıyla, paraya saygı devletten başlamalıdır. Devlet kendi parasını başkalarınkiyle ikame ederse, vatandaş ne yapsın?
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2006
TÜRKİYE ekonomisi geleneksel olarak dış ticaret açığı verip hizmetler dengesindeki (cari transferler ve net yatırım gelirleri dahil) fazla ile cari işlemler dengesini makul düzeylerde tutan bir ekonomidir.
2000’li yıllarda bu gelenek keskin bir biçimde bozulma eğilimine girmiştir. Dış ticaret açığındaki büyüme hizmetler dengesindeki fazla ile dengelenemeyecek boyutlarda artmıştır. Diğer taraftan, hizmetler dengesindeki fazla da erime eğilimine girmiştir.
BOZULMALAR
Hizmetler dengesinin üç ana kalemi vardır: turizm, müteahhitlik gibi mal değil de, hizmet ihracatı ile ithalatı arasındaki fark, yurt içindekilerin yurt dışındaki yatırımlarından elde ettikleri gelirlerle yurt dışındakilerin Türkiye’deki yatırımlarından elde ettikleri gelirler arasındaki fark (yatırım gelirleri dengesi) ve işçi dövizleri gibi cari transferlerden elde edilen net gelirler.
Hizmet ihracatı ile ithalatı arasındaki fark zaman içinde dalgalı bir eğilim göstermektedir. Dalgalanma çoğunlukla turizm gelirindeki dalgalanmadan kaynaklanmaktadır. Örneğin, geçen yılın ilk on ayında turizm gelirleri 14 milyar doları geçmişken bu yılın aynı döneminde 13 milyar doların altında kalmıştır.
Hizmetler dengesinin göreli olarak önemli kalemlerinden net navlun gelirleri hızla düşme eğilimindedir. Net navlun gelirleri 2002 yılına kadar artıdayken, Türkiye navlun hizmetleri dengesinde açık vermeye başlamıştır.
Açık, 2005 yılında 1.5 milyar dolara ulaşmış ve bu yılın ilk on ayında 1.2 milyar dolar olmuştur.Müteahhitlik hizmet gelirleri de 1990’lı yıllara göre düşmüştür. 1998 yılında 2.3 milyar dolara kadar yükselen müteahhitlik gelirleri 2005 yılında 874 milyon dolara gerilemiş, bu yılın ilk on ayında 732 milyon dolar olmuştur.
Yatırım gelirleri dengesi hızla Türkiye ekonomisi aleyhine bozulmaktadır. Bu kalemde yurt dışından kazanılan faiz gelirleriyle, yurt dışına ödenen faizler ağırlıktadır. Yatırım dengesindeki açık 1980’li yıllarda yılda ortalama 2 milyar doların altındayken, 1990’lı yıllarda yılda ortalama 3 milyar doların altında kalmış, 2000’li yıllarda ise yılda ortalama 5.3 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu yılın ilk on ayında yatırım gelirlerindeki açık 5 milyar dolar olmuştur.
Cari transferler kalemindeki en önemli gelir kalemi işçi dövizleridir. Türkiye’nin işçi dövizleri gelirleri yurt dışında çalışan vatandaşların demografik yapısı değiştikçe 1990’lara kadar devam eden önemini kaybetmiştir. 1980’lerde işçi dövizleri girişi yılda ortalama 2 milyar dolarken, 1990’larda 3.6 milyar dolar olmuştu. 2000’lerd ise işçi dövizleri girişi yeniden 2 milyar doların altına düşmüş ve bu yılın ilk on ayında 900 milyon dolar civarında gerçekleşmiştir.
Özellikle 2002 yılından bu yana, dış ticaret dengesi hızla bozulurken, cari işlemler dengesinin diğer önemli alt kalemi olan hizmet dengesindeki (cari transferler ve yatırım gelirleri dahil) geleneksel fazla da bozulma eğilimine girmiştir. Geçmişte gelinen azami büyüklüklerle karşılaştırıldığında; 2005 yılında müteahhitlik gelirlerinin 2.3 milyar dolardan 900 milyon dolara düştüğünü; net navlun gelirleri dengesinin 700 milyon dolar fazla verirken, 1.5 milyar dolar açık verdiğini; yatırım gelirleri dengesindeki açığın 5.5 milyar dolar dayandığını; ve cari transferlerdeki dengedeki fazlanın ise 5.5 milyar dolardan 1.5 milyar dolara düştüğünü görüyoruz.
Kısacası, cari işlemler dengesindeki sorunumuzu yalnızca dış ticaret dengesine yoğunlaştırmak sorunun ancak bir bölümüne odaklanmak olmaktadır.Yazının Devamını Oku