8 Ocak 2007
GEÇEN yıl enflasyonun yüzde 5 olacağı hedeflenmişti. Gerçekleşme yüzde 9.65 oldu. İlk bakışta,
2006 yılı enflasyonunun hedefin çok üzerinde gerçekleşmesi yılın ortasında piyasalarda yaşanan çalkantılara bağlanabilir. Ama, daha ayrıntılı bir analiz tüm kabahatin döviz kurlarının fırlamasına bağlanmasının çok doğru olmadığını gösteriyor.
Döviz kurlarındaki dalgalanma yılın ikinci yarısındaki enflasyon dinamiklerini değiştirmiştir. Ama, geçen yılın ilk yarısında da enflasyon diğer yıllara göre, özellikle 2005 yılına göre, zaten yüksek gerçekleşiyordu. Grafik bu gerçeği aylık bazda açık bir biçimde göstermektedir.
KARŞILAŞTIRMA
2004 yılının ilk yarısında enflasyon bir önceki yılın aynı dönemine göre ortalama yüzde 8.4 olmuşken, 2005 yılında yüzde 8.6 olmuş, 2006 yılında ise yüzde 8.8 olarak gerçekleşmiştir.
Yılın ilk yarısı itibariyle, son üç yılda enflasyondaki en iyi dönem 2004 yılında, en kötü dönem de geçen yıl yaşanmıştır. Bu üç yılda da giderek azalan enflasyon oranları hedeflenmişti.
Yılın ikinci yarısı itibariyle ortalama enflasyon 2004 yılında yüzde 8.8, 2005 yılında yüzde 7.8 ve 2006 yılında yüzde 10.3 olmuştur.
2006 yılının ikinci yarısındaki geçmiş yıllara göre daha yüksek enflasyon büyük ölçüde döviz kurlarının hareketliliğinden kaynaklanmıştır denebilir.
Tüm yıla yönelik ortalama enflasyon verileri en iyi yılın 2005 olduğuna işaret etmektedir. Yıllık ortalama enflasyon 2004 yılında yüzde 8.63 iken, 2005 yılında yüzde 8.18, geçen yıl da yüzde 9.6 olarak gerçekleşmiştir.
Yılın ilk beş ayı itibariyle de geçen yılın enflasyon karnesi o denli iyi değildir. Yıllık hedefin yüzde 12 olduğu 2004 yılında ilk beş ayda ortalama enflasyon yüzde 8.7 olurken, hedefin yüzde 8 olduğu 2005 yılında yüzde 8.5 olmuş, hedefin yüzde 5 olduğu geçen yıl ise yüzde 8.6 olarak gerçekleşmiştir.
Kısacası,
döviz kurlarındaki hareketlerden bağımsız olarak, 2006 yılı enflasyon dinamiklerinin yüzde 5 olarak saptanan enflasyon hedefiyle çok uyumlu olduğu söylenemez. Döviz kurlarında yaşlanan hareketlilik enflasyon dinamiklerini daha da bozmuştur.
BU YIL
Bu yılın enflasyon hedefi yüzde 4 olarak saptanmıştır. Son birkaç aydır gözlenen enflasyondaki gelişmeleri hedeflenen enflasyonla uyumlu olduğu iddia edilemez. Ama, grafikten de görüldüğü gibi, döviz kurlarındaki hareketliliğin enflasyon üzerindeki etkilerinin iyice zayıfladığı düşünülen
kasım ve aralık aylarındaki enflasyon geçmiş yıllardakinin aynısıdır. Bunun anlamı, yıllık enflasyonun bugünkü değerinden daha aşağı gidebileceğidir. Ne kadar aşağı gidebileceği
kamu finansmanındaki gelişmelere,
uluslararası sermaye akımlarının yönüne ve bu gelişmeler karşısında
Merkez Bankası’nın bundan sonraki tutumuna bağlı olacaktır.
Normal şartlarda, bugünkü veriler ışığında,
yıllık enflasyon yeniden yüzde 7-8 bandına oturacakmış gibi görünmektedir. Hedefe daha fazla yaklaşabilmek için daha fazla çaba gerekmektedir
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2007
TÜRKİYE ekonomisinin 2007 yılındaki performansı çok büyük ölçüde siyasi belirsizliklerin nasıl idare edileceği ve kamu finansmanının alacağı şekil ile yakından ilgili olacaktır. Avrupa Birliği’ne tam üyelik yönündeki olumlu ya da olumsuz gelişmeler de ekonomik performansa etki yapabilecektir. Türkiye ekonomisi giderek kısa vadeli beklentilere çok daha fazla endekslenmektedir. Çünkü, ekonominin dinamiklerini belirleyen en önemli unsurlardan biri kısa vadeli yabancı sermaye girişidir. Yabancı yatırımcıların Türkiye ekonomisine yönelik tavırları yerli ekonomik birimleri de aynı paralelde etkilemekte ve mali piyasalarda çok sert fiyat (faiz ve kur gibi) oynamalarına neden olabilmektedir.
Küresel sermaye akımlarında belli bir küçülme öngörülmektedir. Dış piyasalardaki belirsizliklere Türkiye’ye özgü belirsizlikler de eklenince, yabancı sermaye girişi 2007 yılı boyunca oynak olabilecektir. Bu oynaklık hem belirsizlikleri artıracak hem de bazı makro ekonomik hedeflerin tutturulmasını zorlaştıracağından, ekonomik birimlerin daha da tutucu davranmalarına neden olabilecektir.
Genelde, 2007 yılının ilk yarısı 2006 yılının ikinci yarısının devamı olacak gibi görünmektedir. 2007 yılının ikinci yarısı ise hem ilk yarıdaki siyasi risklerin nasıl idare edildiğine hem de uluslararası konjonktüre bağlı olacaktır.
Yazılarıma gelecek hafta başına kadar ara veriyorum.
Kamu finansman açığı Merkez’i zorlayacak
2007 yılı kamu finansmanı açısından son dönemin en zor yıllarından biri olmaya adaydır. 2006 yılında geçmiş kamu alacaklarının tahsil edilip vergi geliri olarak kabul edilmesiyle, bütçe beklenenin üzerinde olumlu bir performans sergiledi. Geçen yılın performansını bu yıl tekrarlamak olanaksızdır.
Bu yıl ekonomik büyümenin daha düşük olmasıyla vergi gelirlerindeki artış yavaşlayacaktır. Geçen yıl bir defaya mahsus elde edilen gelirler bu yıl olmayacaktır. Bütçenin içinde önemli yer tutan harcamalardan (memur maaşları, sosyal güvenlik, sağlık harcamaları ve faizler) tasarrufa gitmek olanaksız hale gelmiştir. Aksine, bu harcamaların beklenenden de hızlı artması söz konusu olabilecektir.
Bütün bu olumsuzlukların üzerine, bu yılın birden fazla seçimin yaşanacağı bir yıl olacağı düşünülürse, harcamalarda aşımlar görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Dolayısıyla, 16-17 milyar YTL civarında gerçekleşmesi öngörülen bütçe açığı içinde kalmak bu yıl zor olacaktır. Bu performans geçen yılın neredeyse dengede kapanan bütçesiyle karşılaştırıldığında, kamu finansman dengesinde çok ciddi bir bozulmaya işaret etmektedir.
Artan kamu finansman açıkları enflasyon ve faizler üzerinde olumsuz bir rol oynamaya adaydır. Merkez Bankası’nın işi bu açıdan da 2007 yılında zorlaşacaktır.
Enflasyon ve faizde zor bir yıl yaşarız
2007 yılı enflasyon açısından zor bir yıl olmaya adaydır. Küresel sermaye akımlarındaki oynaklıklara paralel olarak döviz kurlarında meydana gelebilecek çalkantılar enflasyonu da olumsuz etkileyecektir. 2006 yılından gelen enflasyon dinamiklerindeki bozulmalar ve bekletilen kamu zamları da dikkate alındığında, 2007 yılında yüzde 4’lük enflasyon hedefini tutturmak mucize gibi görünmektedir.
2006 yılında beklenmedik bir darbe alan para politikasının itibarını yeniden tesis etmeye yönelik olarak Merkez Bankası’nın eskiye göre daha tutucu davranması şaşırtıcı olmayacaktır. O nedenle, daha önce görülen sürekli faiz indirimlerini bu yıl beklemek çok gerçekçi değildir. Kaldı ki, Hazine’nin bütçe finansmanı için borçlanma gereği geçen yıla göre artacaktır. Bu olgu da faizler üzerine belli bir baskı yaratacaktır.
2007 yılında Hazine faizlerinin yüzde 15’e inebilmesi ve enflasyonun yüzde 7-8 civarına gelmesi önemli başarı olarak görülmelidir.
Cari açık 40 milyar doları da aşabilir
Düşüyor olsa da, ekonomik büyüme ithalat talebini canlı tutacaktır. Risklerin azalması ve ekonomik büyümenin hızlanması durumunda, yatırım talebinin de artmasıyla dış ticaret açığı geçen yıl görülen artışını bu yıl da tekrarlayabilir. Makul bir ihracat artışı varsayımı altında dahi, dış finansman olanaklarının kısılmaması durumunda, bu yıl da dış ticaret ve cari işlemler açıklarının artması beklenmelidir.
Dış finansman olanaklarının kısılması demek büyümenin durması, hatta ekonomik faaliyetlerin gerilemesi, döviz kurlarının artması ve dış açıkların azalması anlamına gelecektir. Normal şartlarda, bu yıl cari işlemler açığı 40 milyar doları aşabilecektir.
Döviz kurlarında dönemsel dalgalanmalar yaşasak da, ortalama bazda Türk Lirası’nın nominal değer kaybının enflasyon oranını aşması beklenmemelidir. Üretimde verimlilik artışlarının devam edeceği beklenmektedir. Bunun tersi, ekonomik görünümün kötüye gittiğinin işareti olacaktır.
Döviz kurları açısından mart-mayıs ve eylül-kasım dönemleri kritik olacaktır. Siyasi belirsizliklerin azamiye çıkabileceği bu dönemlerde döviz kurlarında geçici yükselişler görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Döviz kurlarındaki hareketliliğin kalıcı etkisinin olup olmayacağı Merkez Bankası’nın bu dönemlerde döviz piyasasında alacağı tutuma bağlı olacaktır.
Siyasi tansiyon ilk yarıda düşerse, ikinci yarıda büyürüz
EKONOMİK büyüme tahminlerin ötesinde düşme eğilimi göstermektedir. Yılın ilk yarısındaki siyasi riskler de hesaba katıldığında, belirsizlikler belli ölçüde ortadan kalkana kadar yatırım ve tüketim kararlarının ertelenmesi söz konusudur.
Geçen yılın ilk yarısındaki hızlı büyüme eğilimi karşısında bu yıl aynı dönemde ekonomik büyümenin eksi çıkma olasılığı oldukça fazladır. Siyasi tansiyonu düşürecek adımların yılın başında atılması durumunda, ekonomik büyümede gözlenen hakim eğilimin olumlu yönde değişmesi mümkün olabilir.
Siyasi tansiyonun yılın ilk yarısında düşürülmesi durumunda, uluslararası sermaye hareketlerinde bir kesinti olmayacağı varsayımıyla, yılın ikinci yarısında ekonomik büyümede bir hızlanma olması şaşırtıcı olmayacaktır.
Tüm yıl için ekonomik büyümenin yüzde 5 civarında olması başarıdır.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2006
2006 yılı Türkiye ekonomisi açısından ilginç bir yıldı. Bazı açılardan, bu yıl birbirinden oldukça farklı iki dönem yaşadık. Birinci dönem, özellikle ilk dört ay, oldukça parlaktı. Avrupa Birliği (AB) ile tam üyeliğe yönelik müzakerelerin başlayacağı beklentisiyle 2005 yılının son çeyreğinde oluşan olumlu beklentiler ekonomik büyümeyi hızlandırdı. Enflasyondaki düşüş beklentilerini güçlendirdi. Bu dönemde Türkiye ciddi miktarlarda yabancı sermaye girişi sağladı.
Yılın ikinci yarısı ise çok farklıydı. Mayıs ve haziran aylarında uluslararası piyasalarda yaşanan çalkantılardan diğer gelişmekte olan ekonomilere göre en fazla Türkiye olumsuz etkilendi. Artan cari işlemler açığının yatırımcıların daha fazla dikkatini çekmesi, giderek daha fazla konuşulan siyasi belirsizlikler ve AB’ye yönelik sönen beklentiler Türkiye ekonomisini daha zayıf hale getirdi. Piyasalarda oynaklıklar arttı.
Yılın ilk yarısında yıllık bazda yüzde 13’lere kadar inen Hazine borçlanma faizleri çalkantıyla beraber yüzde 23’e kadar fırladı. Dolar kuru 1.30’lardayken, çok kısa bir sürede 1.70’lere kadar fırladı. Bir ay içinde finans piyasalarında bir "mini kriz" yaşandı. Bu gelişmeler yılın ikinci yarısını birinciye göre çok farklı yaptı. Yılın iki yarısı arasındaki farklılık Türkiye ekonomisinin yapısal bazı sorunlarının daha net görünmesine de neden oldu. Kurlardan enflasyona geçiş küçümsendiği kadar düşük olmadı. Faizler yüzde 21’lerde takıldı kaldı.
Temel bazı makro ekonomik büyüklüklerin geçen yıldan bu yana gösterdikleri gelişmeler tabloda özetlenmektedir.
Bayramınızı kutlar, iyi yıllar dilerim.
Büyüme ’şaşırtıcı’ yavaşladı, cari açık 34.2 milyar dolara fırladı
YILIN ilk yarısında hızlanarak giden ekonomik büyüme şaşırtıcı bir biçimde yavaşladı. İlk yarıda ortalama yüzde 8.3’e kadar gelen reel ekonomik büyüme yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 3’e düştü. İlk dokuz aylık ortalama büyüme yüzde 6.8 oldu.
Kur ve faizlerin beraber fırladığı bir ortamda özel tüketim harcamalarındaki büyüme bıçak gibi kesilmiş görünüyor. Özel kesim talebinin bu denli çabuk ve keskin tepki vermesinin arkasında döviz kurlarının ani fırlamasının etkisi küçümsenemez.
Ekonomik büyüme yavaşladığı halde, benzer bir yavaşlamayı ithalat talebinde gözlemiyoruz. Son yirmi aydır toplam ithalat yıllık bazda yüzde 18-20 arasında artmaya devam etmektedir. Tüketim ve yatırım malları ithalatındaki büyümede bir yavaşlanma gözlenmektedir. Ama, ara malları ithalatındaki artış hızında önemli bir değişme yoktur.
Türkiye’de üretim giderek daha fazla ithal ara malları bağımlısı olmuştur. Dolayısıyla, ekonomik büyümenin yavaşlaması aynı paralelde ithalat talebindeki artışta bir yavaşlamaya neden olmamaktadır. En azından, son veriler bu yolda bir izlenim vermektedirler. Dış açığın makul düzeylerde tutulması için eskiye göre büyümeden çok daha fazla feragat edilmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
2005 yılında 23.2 milyar dolar olan cari işlemler açığı 2006 yılının ekim ayı itibariyle on iki aylık bazda 34.2 milyar dolara fırlamıştır. Büyümenin yıllık bazda yüzde 3 olduğu yılın üçüncü çeyreğindeki cari işlemler açığı 6.2 milyar dolar olmuştur. Geçen yılın aynı döneminde bu rakam 2.7 milyar dolardı.
Para politikasına endeksli enflasyon hedefe uzak düştü
KAMU finansmanındaki disiplinin devam etmesiyle enflasyondaki görünüm giderek daha fazla para politikasının duruşuna endekslenmeye başlamıştır. 2006 yılında bu gerçek daha fazla su üzerine çıkmıştır. Bu anlamda, para politikasının 2006 yılında eskisi kadar başarılı olduğu söylenemez.
2005 yılının son çeyreğinden itibaren döviz alımları yoluyla Merkez Bankası bilançosu hızla büyüme eğilimine girmişti. Para talebinin aynı hızda artmaması sonucunda Merkez Bankası döviz alımları yoluyla yarattığı likiditeyi kısa vadeli borçlanmalar yoluyla sterilize etmek durumunda kaldı.
2005 yılının son çeyreğinde başlayan parasal genişleme bu yılın nisan ayında enflasyonda bir sürpriz yaptı. Nisan ayında yüzde 1’in oldukça altında beklenen aylık enflasyon yüzde 1.34 oldu. Ardından gelen mali piyasalardaki çalkantılarla fırlayan döviz kurlarının mal ve hizmet fiyatlarına yansımasıyla, yıl sonunda yüzde 5 olarak hedeflenen yıllık enflasyon temmuz ayında yüzde 11.7’ye kadar çıktı.
Bu yıl sonu enflasyon yüzde 10 civarında gerçekleşecek. Hedeften oldukça uzağa düşüldü.
10 ayda 37.1 milyar dolar geldi, oynak yabancı sermaye gerekiyor
SON beş yıldır gözlenen makro ekonomik dengelerin en önemli belirleyicilerinden biri hiç kuşkusuz Türkiye’ye giren yabancı sermaye hacmindeki sürekli artışlardır. Bu sayede Türkiye ekonomisi tarihinde daha önce yaşamadığı boyutlarda cari işlemler açığı verebilmiştir.
Ödemeler dengesi istatistiklerine göre, 2005 yılında Türkiye’ye giren yabancı mali sermaye 44.1 milyar dolar olmuştur. Bu yılın ilk on ayında da bu rakam 37.1 milyara ulaşmıştır. Geçen yıl Türkiye’ye giren yabancı sermaye tüm Latin Amerika kıtasındaki ülkelere giden toplam yabancı sermaye tutarı kadardı. Büyük bir olasılıkla bu yıl da benzer bir performans gözlenecektir.
Geçen yıl net bazda doğrudan yabancı sermaye girişi 8.7 milyar dolar civarındaydı. Bu yıl aynı kalemden giren yabancı sermaye ilk on ayda 15.3 milyar dolar oldu. Her ne kadar son yıllarda doğrudan yabancı sermaye girişi artma eğilimindeyse de, artan cari işlemler açığının finansmanı için Türkiye ekonomisi artan miktarda oynak yabancı sermaye girişine (sermaye piyasaları yoluyla) ihtiyacı artarak devam etmektedir.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2006
DÜNYA ekonomisi için 2006 yılı beklentilerin üzerinde iyi bir yıl oldu. Yılın başında dünya ekonomileri için düşünülen risklerin neredeyse hiçbiri gerçekleşmedi. Amerikan ekonomisi büyümeye devam etti. Avrupa ekonomileri ve Japonya büyüme sürecine girdikleri sinyalleri vermeye başladı. Gelişmekte olan ülkeler büyük ekonomilerden gelen talep ve sermaye akımlarıyla en iyi dönemlerinden birini yaşadılar.
Amerika tüketip Asya ekonomileri üretmeye devam etti. Amerika’da cari işlemler açığı giderek artarken, başta Çin olmak üzere, Doğu Asya ekonomileri cari işlemler fazlası vermeye ve döviz rezervlerini artırmaya devam ettiler. Bir anlamda, Amerika dolar bastı. Diğer ekonomiler kazandıkları dolarları bir kenara koydular.
2006 yılı tüm dünya ekonomileri için iyi bir yıl olduğu kadar ileriye dönük risklerin daha da arttığı bir yıl oldu.
ÖNEMLİ ÜLKELER
Gelişmiş ülkelerde enflasyonist baskılarla mücadeleye yönelik olarak para politikası sıkılaşmaya devam etti. Yılın ilk yarısında Amerika faiz artırdı. Avrupa faiz artırmaya devam ediyor. Japonya’dan para politikasının daha sıkılaşacağı konusunda işaretler gelmeye başladı.
Gelişmiş ülkelerdeki para politikasının ekonomik büyüme üzerindeki olası etkileri belirsizliğini koruyor. Sıkı para politikasının gerçekten enflasyon riskini düşürdüğü yönünde de belirsizlikler devam ediyor. Kısacası, para politikasının önümüzdeki dönemde nasıl bir şekil alacağını belirleyecek makro ekonomik veriler birbiriyle çelişkili sinyaller veriyorlar.
Amerikan ekonomisindeki büyümenin yavaşladığı izlenimi giderek güçleniyor. Ama, enflasyon riskinin azaldığı izlenimi o denli güçlü değil. Avrupa ve Japonya’da faizlerin artacağı beklentisi ağırlık kazanıyor. Çin gibi Amerika’nın üreticisi durumunda olan ülkeler de ekonomilerini soğutma ihtiyacı içindeler. Dolayısıyla, dünya ekonomisinde ekonomik büyümenin yavaşlayacağını düşünebiliriz.
KÜRESEL SERMAYE
Ekonomik büyümenin yavaşlamasının dünyanın çeşitli bölgelerindeki risk algılamasını ne yönde değiştirebileceğini kestirebilmek zor görünüyor. Ekonomik büyüme ve spekülatif alımlarla şişen dünyadaki petrol ve emtia fiyatlarının yavaşlayan büyüme ve spekülatif satışlarla hızlı bir biçimde düşme riski devam ediyor. Böyle bir gelişme enflasyonla mücadeleyi kolaylaştırırken, uluslararası mali piyasaları alt-üst edebilecektir.
Bizim gibi ekonomiler açısından, uluslararası mali piyasalardaki gelişmeler giderek daha fazla önem kazanmıştır. Gelişmiş ülkeler ekonomilerine yönelik risklerin artmasıyla küresel sermaye akımlarının gelişmekte ülkeler aleyhine gelişmesi yöresel mali piyasalarda sıkıntılar çıkarmaktadır. Bunun örneğini bu yılın mayıs ve haziran aylarında yaşadık.
2006 yılında küresel sermaye çok büyük paralar kazandı. Dünyanın büyük bankaları menkul kıymet ve emtia ticaretinden tarihlerindeki en büyük karları elde ettiler. Elde edilen karlar olası risklerin göz ardı edilmesine neden oldu. Ama, mali piyasalarda riskler ve kırılganlıklar arttı.
Ani fiyat değişmeleri çok büyük fonları çok zor durumda bırakabilecektir. Geçmiş yıllardaki getirileri devam ettirebilmek için uluslararası piyasalarda risk iştahı artarak devam edecek gibi görünmektedir. Yine de, küresel sermaye daha oynak bir döneme girmektedir.
Dünya ekonomilerindeki uyumun sert olmaması durumunda, küresel sermayedeki oynaklık belli dar limitler içinde devam edecektir. Uluslararası sermaye akımlarına yönelik olarak 2006 yılına benzer bir dönemin gelecek yıl da yaşanması olasıdır. Kısacası, 2007 yılı büyük bir olasılıkla 2006 yılı kadar iyi olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2006
KÜRESEL sermaye bir ülkeye girdiğinde mucizeler yaratıyor denebilir. Varlık fiyatları artıyor. Yatırım olanakları genişliyor. Enflasyonist baskılar azalıyor. Ekonomik büyüme artıyor. Her şey güzel görünüyor. Küresel sermaye hisse senedi piyasasına girdiğinde, hisse fiyatları artıyor. Borsa rekorlar kırıyor. Bono piyasasına yabancı sermaye girdiğinde, faizler düşüyor. Piyasa derinleşiyor. Bankaların yurt dışı borçlanmaları arttığında, yurt içindeki kredi piyasası canlanıyor. Bankaların uzun vadeli kredi verme olanakları artıyor. Doğrudan yabancı sermaye yeni iş olanakları açıyor. Yerlilerin elindeki kuruluşları satın alarak yerli yatırımcıların yatırım alanlarını genişletebilmelerine olanak sağlıyor.
YABANCI SERMAYE SORUNU
Bütün bu gelişmeler karşısında, küresel sermaye akımlarına karşı durmanın çok fazla mantığı kalmıyor. Sorun iki alanda ortaya çıkıyor.
Birincisi, yabancı sermaye girişiyle yerli para değer kazanıyor. Aynı paralelde verimlilik artışı sağlanamadığı taktirde, yerli üretim rekabetçi konumunu yitirmeye başlıyor. Verimlilik artışı sağlandığında ise, ekonomik büyümenin istihdam yaratma kabiliyeti azalıyor.
İkinci sorun, gelen yabancı sermayenin çıkmak istediğinde ortaya çıkıyor. Özellikle sermaye piyasasına giren yabancı sermayenin çıkması durumunda, bono ve hisse senedi piyasaları alt-üst oluyor. Ülkenin borçlanma olanakları kısılıyor. Piyasalar daralıyor. Kurlar fırlıyor. Ekonomik büyüme duruyor. Enflasyon azıyor.
Özetlersek, yabancı sermaye girsin, ama, yerli para değerlenmesin istiyoruz. Giren yabancı sermayenin de çıkmamasını arzuluyoruz. Elbette, bu isteklerin hepsine "asprin" gibi bir çözüm bulunamıyor.
Bu sorunlara çözümler genellikle bir başka makro ekonomik hedefle ya da uygulamadaki kur rejimiyle çelişiyor. Örneğin;
Yabancı sermaye girerken yerli paranın değer kazanmasının önlenmesini istemek Merkez Bankası’nın gelen dövizleri alıp para yaratmasını, dolayısıyla, enflasyon hedefi ile çelişkili bir uygulama yapması anlamına gelir. Dalgalı kur sisteminin savunucuları Merkez Bankası’nın işin içine karışmasını istemezler.
Yabancı sermaye ülkeyi terk ederken fırlayan kurları kontrol altına almak için Merkez Bankası’nın döviz piyasasına müdahale etmesini istemek yabancıların geçmişte elde ettikleri tatlı karları hiçbir zarara uğramadan ceplerine atması anlamına gelir. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin azalması demektir. Dalgalı kur savunucuları bunu da istemez. IMF’nin böyle durumlarda döviz satılmasına sıcak bakmadığını biliyoruz.
O halde, dalgalı kur savunucuları, bir anlamda, yabancı sermaye girerken ülkenin rekabet gücünün kaybolmasına göz yumar bir tavır takındıkları söylenebilir. Aynı şekilde, yabancı sermaye çıkarken de, döviz kurları ve faizlerin fırlayıp sermaye piyasalarının göçerek ülke ekonomisinin daralmasına seyirci kaldıkları iddia edilebilir. Bunların hiçbiri elbette tam doğru değildir. Ama, görünüm böyledir.
ŞIMARMAYI ÖNLEMEK
Dalgalı kur sistemini savunup da, yabancı sermaye girişi ve çıkışı sırasında yaşanan olumsuz sonuçlardan şikayet etmek çok fazla anlam taşımamaktadır. O halde, dalgalı kur rejimi neden savunulmaktadır?
Dalgalı kuru savunmanın arkasındaki en önemli ve en geçerli neden serbest piyasada belirlenen fiyatların arz ve talep dengesini yansıtmasıdır. Dalgalı kur rejimi aynı zamanda makro ekonomik politikaları disiplin altında tutan bir uygulamadır. Politika yapıcılarının şımarmasını önler. Şımardıklarında, fatura kurların fırlamasıyla ödenir. Bu fatura iyi bilinir.
Yoğun bir biçimde yabancı sermaye girişi de politika yapıcılarını şımartmıyor mu? Şımardıklarında, yabancı sermaye girişinin pislikleri örtmesiyle, şımarmalarının maliyeti belli bir süre için dahi olsa, gözden kaçmıyor mu?
Önümüzdeki dönemde bu konular dünya ekonomi gündeminde en çok tartışılan konulardan olacaktır. Yeni yılda daha ayrıntılı bir biçimde bu konulara gireceğiz.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2006
KÜRESEL sermaye akımları dün başlamış olup yarın da yok olacak bir oldu değil. Yalnızca bizim gibi ülkeler değil, gelişmiş ülkeler de küresel sermayeyi yönetme ve yarattığı risklerle yaşamayı öğrenmek durumundalar. Amerika Birleşik Devletleri ekonomisine her ay giren yabancı sermaye akımı 60 milyar dolar civarında. Bu boyutta bir yabancı sermaye akımı gelmese, Amerikan ekonomisi perişan olacak. Ama, giriyor. Bu boyuttaki bir sermaye akımının girişini garantilemek için de, Amerikan ekonomisi gerekli faizi vermeye razı oluyor. Konuyu böyle koyduğunuzda, Türkiye ekonomisiyle paralellikler gözlemek mümkün oluyor.
GÖZLEMLER
1997 yılında yaşanan Asya Krizi ile birlikte küresel sermaye akımlarının idaresinin önemi ortaya çıktı. Krizden üç önemli sonuç çıkarıldı: küresel sermaye kabul eden ülkeler dalgalı kur rejimini kabul etmeliler; ekonomik istikrara yönelik doğru makro ekonomik politikalar uygulanmalı; ve finans sisteminde gözetim ve denetim güçlendirilip "iyi yönetişim" ilkeleri (corporate governance principles) en üst düzeyde uygulanmalıdır.
Bu alanlarda tüm dünyada önemli ilerlemeler sağlandı. Ama, küresel sermayenin yarattığı risklerin idaresinde beklenen sonuçların elde edildiği iddia edilemez. Riskler artarak devam ediyor. Küresel sermayenin gelişmekte olan ülkelerden çıkma riski ve çıktığında neden olduğu tahribat olasılığı herkesi korkutuyor.
Şu gözlemleri yapabiliriz:
Dalgalı kur rejimi küresel sermaye hareketlerini disiplin altına sokan bir uygulama olamadı. Aksine, dalgalı kur rejimi döviz piyasasında spekülatif hareketleri artırıp küresel sermayenin getirisini artıran bir unsur oldu. Sermayenin çıkışını kurların fırlaması yoluyla dizginleyeceği düşünüldü. Tam tersine, döviz kurları fırladıkça, küresel sermayenin çıkışı hızlanma eğilimine girdi. Kısacası, dalgalı kur sistemi küresel sermaye için riskten çok, fırsat oldu.
Dalgalı kur rejiminin ekonomik dengesizlikleri serbest piyasa kuralları içinde düzelteceği düşünüldü. Örneğin, yüksek cari işlemler açığının kurlardaki düzeltmeyle önlenebileceği varsayıldı. Olmadı. 1970’lerdeki deneyimlerle öğrenilen kurların belirlenmesindeki öncelikler unutuldu. Kurların aslında mal ve hizmet piyasalarında değil, sermaye piyasalarında belirlendiği gerçeği göz ardı edildi. Değerlenen ulusal parayla yüksek cari işlemler açığının aynı anda yaşanıp dalgalı kurun buna ilaç olamayacağı anlaşıldı. Dalgalı kurun kendisi bir risk haline dönüştü. Bu olguyu son dönemlerde Türkiye, Macaristan ve Güney Afrika yoğunlukla yaşamaktadır.
Küresel sermaye akımlarının artmasının da yardımıyla, tüm dünyadaki makro ekonomik görünüm iyileşti. Kamu açıkları düştü. Enflasyon büyük ölçüde kontrol altına alındı. Ekonomik büyüme yükseldi. Giderek düzelen makro ekonomik görünüm küresel sermaye akımlarını cesaretlendiren bir diğer unsur oldu.
Finans sisteminde gözetim ve denetimin güçlendirilmesi elbette finans sisteminin dayanıklılığını artırdı. Finans sisteminin artan dayanıklılığı küresel sermayeyi çeken bir başka unsur oldu. Küresel sermayenin bazı risklerini azalttı.
KABA ÖNLEMLER
Kısacası, 1997 Asya Krizi’nden sonra küresel sermayenin kendini daha rahat hissedeceği gerekli ortam sağlanmış oldu. Ama, küresel sermayenin çıkışı sırasında ekonomileri darma duman eden etkilerini hafifletici hiçbir şey yapılamadı. Yapılabilir miydi? Bu da, konunun üzerinde düşünülmesi gereken bir tarafıdır. Herkes böyle bir riski kabullendi. Ama, riskin idaresi konusunda fazla bir çaba gösterilmedi.
Çok kaba önlemler çözümmüş gibi görünmeye başladı. Tayland bu kaba önlemleri almayı göze aldı. Şimdi bocalıyor. Unutmayalım ki, bu çeşit kaba önlemler üç-beş yıldır Türkiye’de de ara sıra gündeme gelmektedir.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2006
TARİHİMİZİN en kapsamlı istikrar programının devreye alınması küresel sermaye hareketlerinin de ne yoğun yaşandığı bir döneme rastladı. Bu tesadüf istikrar programının uygulanmasını kolaylaştırdı. Küresel sermaye akımları sayesinde enflasyonun düşüşü hızlandı. Enflasyonun düşürülmeye çalışıldığı bir dönemde ekonomik büyümeden hiçbir fedakarlık yapılması gerekmedi. Aksine, ekonomik büyüme hızlandı.
Bütün bunlar ekonomik istikrar yolunda Türkiye’nin hiçbir şey yapmadığı anlamına gelmiyor. Küresel sermaye hacmindeki artış Türkiye’nin yaptıklarını tamamlayıcısı oldu. Ama, aynı zamanda, beraberinde riskler oluşturdu.
Küresel sermaye akımlarındaki artış Türkiye ekonomisi için cari işlemler açığındaki artış anlamına geldi. Cari işlemler açığının artışı sayesinde enflasyon daha hızlı düştü, ekonomik büyümeden fedakarlık yapılması gerekmedi.
ÇARESİZLİK Mİ?
Şimdi bir dönüm noktasına yaklaşmış gibi görünüyoruz. Bugüne kadar cari işlemler açığının artışına tek gözle bakıp fazla önemsemedik. Ama, uluslararası piyasalardaki gelişmeler ve mayıs-haziran aylarında yaşanan çalkantılar Türkiye’nin cari işlemler açığına kayıtsız kalamayacağının işaretlerini verdi.
Ekonomik büyümeden biraz fedakarlık edilmesinin makro ekonomik riskleri yönetebilmek için önemli olduğu anlaşılmaya başlandı. Bu noktada bir başka sürpriz yaşandı. Son açıklanan milli gelir rakamları herkesi şaşırttı.
Ekonomik büyüme yüzde 8’lerden yüzde 3’lere düşmüş göründüğü halde, büyümenin öncü göstergesi olarak kabul edilen ithalat rakamları benzer bir eğilim göstermedi. Ara malları ithalatındaki artışta heyecan verici bir daralma görülmediği halde, ekonomik büyüme dikkat çekici bir biçimde küçülmüş göründü. Bu olgu yeni bir soruyu gündeme getirdi: dış açığı makul sınırlara çekebilmek için ekonomik büyümeden fedakarlık etmenin boyutları ne olmalıydı?
Son verilerin ima ettikleri gibi, gerekli fedakarlık çok büyük olacaksa, dış açık riskini azaltacak büyümeden fedakarlık dışında başka yollar yok muydu? Bu sorunun yanıtı da eskiden beri kur rejimine takılıp kalmaktadır. Eğer Türk parasının son beş yıldır reel olarak değerlenmesine izin verilmesiydi, Türkiye ekonomisinin dış açık sorunu olmazdı gibi bir yargıya ulaşılmaktadır.
Çeşitli nedenlerle kur rejiminin sorgulanması istenmiyorsa, çözüm, küresel sermaye hareketlerinin bir biçimde kontrol edilip döviz kurları üzerinde baskı yaratmalarının hafifletilmesi olarak görülmektedir. Ekonomi politikaları çaresiz gibi görününce, çözüm kabalaşmaktadır. Bu sorun, yalnızca Türkiye için değil, küresel sermaye akımları alan tüm gelişmekte olan ülkeler için geçerlidir.
TAYLAND’IN ÇIKIŞI
Geçen hafta Tayland’ın girişimi böyle bir düşünce sisteminin ürünüydü. Yalnızca kendilerini batırmadılar bizim gibi diğer gelişmekte olan ülkelerin de risklerini artırdılar. Yabancı yatırımcılar açısından, küresel sermaye akımlarını idare etmekte zorlanan tüm ülkelerde, Türkiye’de dahil, sermaye hareketlerine kısıtlama koyma riski Tayland’ın son hareketiyle artmıştır.
Benzer ülkelerin Tayland’ı takip etme olasılığı sıfıra yakındır. Yine de, Tayland, küresel riskleri artırarak yalnızca gelişmiş ülkelerde değil, gelişmekte olan ülkelerdeki politika koordinasyonun önemini bir kez daha göstermiştir.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2006
DÜNYANIN en genç nüfusuna sahip ülkelerden biriyiz. Teorik olarak, çalışanı çok, emeklisi az bir nüfusa sahip olmamız gerekiyor. Ama, gerçek çok farklı. Çalışan neslin emekli nesli çok kolayca beslemesi gereken bir nüfus yapısına sahip olduğumuz halde, sosyal güvenlik sistemi iflas etmiş durumda. Çalışanların çoğu sosyal güvenlik sistemine katkı yapmıyor. Katkı yapması gerekenlerin çoğu da zaten emekli olmuş durumda. Kısacası komik bir durum ile karşı karşıyayız.
Sosyal güvenlik sisteminin iflas etmesiyle, devlet bütçesi sosyal güvenlik sistemine verilen mali yardımlar tarafından esir alındı. Bütçede faiz dışı harcamaların neredeyse dörtte biri, çalışan nüfus emekli nüfusu besleyemediği için, sosyal güvenlik kuruluşlarına aktarılıyor. Bütçenin "sosyal devlet" işlevi yalnızca emeklilerine maaş ödemek ve sağlık hizmeti sunmakla sınırlı kalıyor.
Sistemin yanlışı çok. O kadar ki, artık herkes haklı.
GERİ DÖNÜŞ
Nüfus genç diye, yeni nesillere iş olanakları açmak için emeklilik yaşını giderek düşürdük. Kırk yaşındaki insanlar emekli oldular. Ama, beklendiği gibi, işgücü piyasasını terk etmediler. Hem çalışmaya devam ettiler hem de emekli maaşı almaya başladılar. İşgücü piyasasında genç nesillere iş olanakları da açamadık. Emekli nüfusu artırarak genç nesillerin emeklilere bakabilme olanağını yitirdik. İktisadi temellere oturması gereken bir sistem çeşitli iktidarların elinde siyasetin malzemesi oldu.
Sosyal güvenlik sistemi, giderek ülkenin emeklisine daha az para ödeyen, ama çalışanlarından daha fazla katkı almaya çalışan bir konuma geldi. İstihdamı pahalılaştıran bir unsur oldu. Kayıt dışı istihdam özendirilerek sosyal güvenlik sisteminin gelirleri daha da düştü. Geri dönmesi zor bir kısır döngü yaratıldı.
Bir ülkede bir tane sosyal güvenlik sistemi olur. Herkes aynı sosyal güvenlik sisteminin bir parçasıdır. Türkiye’de üç ayrı sistem kuruldu. Yasaları hazırlayan memurlar ve onaylayıcısı milletvekilleri doğal olarak kendilerini, kendilerinin bağlı olduğu sosyal güvenlik kuruluşunu kayırdılar. Üç farklı sistem üç farklı sosyal güvenlik şemsiyesi doğurdu. Daha cömert bir sistem olan Emekli Sandığı’na talep arttı. Şimdi herkes memur olmak istiyor.
IMF’nin zorlamasıyla yıllardır bir sosyal güvenlik reformu üzerinde çalışılıyor. Her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de gerçekleştirilmesi en zor reformlardan biri sosyal güvenlik reformu oldu. İte kaka bir şeyler yapılmaya çalışıldı. Şimdiye kadar "reform yapıyormuş" gibi görünmeye çalıştık. Yasalaşan son taslak, sistemin toptan kurtarılması için yetersiz de olsa, bugüne kadar yapılanların en ciddisiydi. En can alıcı bazı maddeleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Çatı da çöktü, reformun bel kemiği de kırıldı.
İLERİYE BAKIŞ
Şimdiye kadar siyasi direnç söz konusuydu. Çaresizlikler karşısında siyasi direnç biraz kırılır gibi oldu. Bu kez, yasal dirençler devreye girdi. Ne olacağı belli değil. Belli olan bir şey varsa, sosyal güvenlik sistemini ayakları üzerinde duracak bir sistem haline getirmek kısa dönemde olanaksız gibi görünmektedir. Yani, Türkiye çıkmaz bir yolda debelenmeye mahkum edilmektedir.
Bu yolun bizlere getireceği yük istikrarsızlıktan başka bir şey değildir. Hiç kimse geçmişte yapılan yanlışların faturasını ödemek istememektedir. Geçmişte elde edilen iktisadi açıdan "haksız" kazanımları geri vermek istememektedir. İktisadi açıdan haksız olan kazanımlar sosyal açıdan "haklı" kazanımlar haline dönüşmüşlerdir.
Ama, eninde sonunda, iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır. Bundan kaçışımız yoktur. Reformun yürürlük tarihini ileriye atmak gerçeklerden kaçmaktır. Kaçtıkça, zararımız daha da büyüyecektir.
Yazının Devamını Oku