17 Ocak 2007
PİYASA ekonomisinin en önemli girdilerinden biri "bilgi" olarak niteleyebileceğimiz makro ekonomik ve piyasalara yönelik verilerdir. Ekonomik verilere herkesin aynı anda ulaşabilmesi bilginin kendi kadar önemlidir. Ekonomik veriler farklı birimlerce üretilir. Halka açık şirketler kendilerine ait bilgileri belli zamanlarda kamuoyu ile paylaşmak zorundadırlar. Kamuoyu ile paylaşılmayan bilgi yardımıyla hisse senedi piyasasında para kazanmaya yeltenmek suçtur.
Aynı şekilde, devlet kurumları tarafından üretilen bilgilerin de tüm ilgili çevrelerce aynı anda bilinmesi esastır. Devletin bilip kamuoyundan saklanan bilgiler yoluyla devletin piyasalar üzerinde etkin olması ile kamuoyundan saklanan bir bilgi yoluyla bazılarının hisse senedi piyasasında vurgun vurması arasında fazla bir fark yoktur.
Serbest piyasa, ancak tüm katılımcıların aynı bilgi setine sahip olmalarıyla kendinden beklenen faydaları sağlayabilir. Aksi taktirde, "serbest piyasa" kavramı altında bir grubun diğerlerini soyması mekanizması oluşur.
YANLIŞ YAKLAŞIM
Bilginin, zamanında, doğru ve tüm katılımcılara ulaşabilecek bir biçimde yayılması serbest piyasa ekonomisinin can damarıdır. Dolayısıyla, devlet kurumları dahil kamuoyunu ilgilendiren her kurumun şeffaf ve hesap verebilir olması ulaşılmaya çalışılan hedeflerden biridir. Türkiye, bir çok açıdan, bu yolda küçümsenmeyecek bir mesafe almıştır. Ama, daha gidilecek yol vardır.
Geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, yorumlamakta güçlük çekilen ya da beklentilerin dışında iyi çıkan ekonomik veriler Türkiye’de her zaman belli bir şüphe ile karşılanmaktadır. Örneğin, enflasyonun hızla indiğine fazla güvenilmemektedir. Bazıları enflasyon kavramı ile fiyat düzeyi kavramını karıştırdıklarından enflasyon verilerine güvenmemektedir. Kimileri ise, çıplak gözle elde ettikleri bilgilerin yayınlanan verilerle uyuşmaması nedeniyle verilerden şüphe etmektedirler.
Yıl sonu enflasyonunun yüzde 10’un biraz altında çıkması "enflasyonu yüzde 10 olarak telaffuz etmemek" için yapılmış bir oyun gibi görülmektedir. Verilerle oynanıyorsa, neden yıl sonu enflasyonu yüzde 5’e yakın gösterilmedi? Merkez Bankası’nın ödemeler dengesi istatistiklerini revize etmesiyle cari işlemler açığının daha düşük çıkması bir başka hile olarak algılanmaktadır. Madem verilerle oynanıyor, cari işlemler açığı neden 5-6 milyar dolarda tutulmadı? Elde hiçbir inandırıcı kanıt olmadığı halde, sergilenen şüpheci yaklaşımlar yanlıştır ve tehlikelidir.
BİLEN KONUŞSUN
Ekonomik verilerin eldeki en iyi yöntemlerle üretildiği konusunda şüphe duymamalıyız. Şüphe duyuyorsak, yayınlanan hiçbir veriye inanmamamız gerekir. Öyle olduğunda, zaten ekonomik gidişat hakkında fikir yürütecek veri setinden mahrumuz demektir. Seçici olarak ekonomik verilerin doğruluğundan şüphe duymak anlamsızdır. En azından, şüphe duyulan kötü niyet kadar, kendimizin de kötü niyetli olduğu anlamına gelir.
Ekonomik verilerin zaman geçtikçe düzeltilmesi (revize edilmesi) doğaldır. Verilerin sonradan değişmesi bazen iyi yönde, bazen de kötü yönde olur. Tahminlerde "hata" miktarını azaltmak veri üreten kuruluşların en önemli hedeflerinden biri olmalıdır. Bütün dünya bu işi böyle yapmaktadır.
Elimizde kanıt olmadan, ekonomik verilerin inandırıcılığına gölge düşürmek ya da veriler ile oynandığını iddia etmek önemli iktisadi kayıplara yol açabilir. Bu konuda elinde aksine kanıtlar olanlar şüphe yaymayı bırakıp kanıtları ortaya koymalıdır.
Aynı zamanda, veri üreten kuruluşlar da kamuoyu önünde inandırıcı olabilmelidirler. Bu amaçla, ekonomik verilerin yayınlanması ve düzeltilmesi aşamasında teknik bilgiler kamuoyu ile zamanında paylaşılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2007
Büyük şehirlerde yaşamak hem olumlu hem olumsuz dışsallıklar içerir. Olumlu dışsallıklar (iş ve nakliye olanakları, mal tedarik etmede kolaylıklar gibi) büyük şehirlere daha fazla insan ve iş çekerken, olumsuz dışsallıklar (trafik, düzensiz yapılaşma, hava kirliliği gibi) büyük şehirleri giderek yaşaması zor hale getirirler. Olumlu dışsallıkların yarattığı ortamla körüklenen olumsuz dışsallıklarla mücadele ancak olumlu dışsallıkların fiyatlamasıyla olur. Olumsuz dışsallıklara getirilebilecek miktar kısıtlaması ise ancak rant yaratır. Yolsuzluklara davetiye çıkarır.
İKTİSADİ KURALLAR
İktisatta arz ve talep eşitliği esastır. Fiyat, arz ve talep eşitliğinin olduğu yerde teşekkül eder. Arz, talepten fazla olduğunda, fiyatlar düşme eğilimine girerler. Talep, arzdan fazla olduğunda ise fiyatlar yükselme eğilimi gösterirler.
Arz ve talebin eşit olduğu noktada oluşan fiyatın altında bir fiyat tespiti yapılıp uygulanabildiğinde, talep arzdan fazla olur. Düşük fiyatta talep miktarı arz miktarını geçer. Karaborsa oluşur. Yani, düşük fiyattan malı alabilen şanslı bireyler aynı mala daha fazla fiyat vermeye razı olanlara malı daha pahalıdan satabilirler. Bu yapıda iki sorun vardır. Birincisi, birileri havadan para kazanırlar. İkincisi, havadan para kazanacakların seçimi mutlaka kayırıcılığa neden olur. Fiyat mekanizması bozulduğunda, rant ve kayırıcılık öne çıkar.
Arz ve talebin eşitlendiği miktardan daha az miktar tespit edildiğinde, malın satış fiyatı alıcının ödemeye razı olduğu fiyatın altında kalır. Başbakan’ın, galiba lafın gelişine, İstanbul’da taşıt sayısını sınırlama önerisi bu anlama gelir. Otomobili kullanmak isteyenlerin plaka için ödemeye razı oldukları fiyat, devletin koyduğu sınırlar içinde vereceği plakalar için talep ettiği fiyattan çok yüksek olacaktır. Bu durumda, birileri aldığı plakayı çok daha yüksek fiyattan başkalarına kullandıracaklardır. Rant yaratılacaktır. Devletten kota dahilinde ucuza plaka alabilen şanslılar(!) kayrılmış olacaktır.
ÇÖZÜM
Sorunun çözümü yine fiyat mekanizması yoluyla olmalıdır. İstanbul’da trafiğe çıkan araç sayısı kısıtlanmak isteniyorsa, İstanbul’da taşıt plaka fiyatı diğer illere göre çok daha yüksek olmalıdır. Hatta, İstanbul’da yaşanan diğer olumsuz dışsallıklarla mücadeleye yönelik olarak İstanbul’da yaşamak diğer illere göre çok daha pahalı olmalıdır.İstanbul’da gelir vergisi daha yüksek olmalıdır. Emlak vergisi oranı yükseltilmelidir. Akaryakıttan alınan vergiler artırılmalıdır. Elektrik ve su çok daha pahalı olmalıdır.Kısacası, İstanbul’da oturmanın sabit maliyeti diğer illere göre çok daha yüksek olmalıdır.
İstanbul ile bir başka şehirde yaşamanın sabit maliyeti aynı olduğunda, insanların İstanbul’da oturmayı tercih etmeleri normaldir. Çünkü, olumlu dışsallıklar en fazla İstanbul’dadır. İstanbul’da, aynı maliyetle çok daha fazla olumlu dışsallıklara sahip olmak mümkündür. O halde, böyle gittiği taktirde, İstanbul kalabalıklaşmaya devam edecektir.
Olumlu dışsallıkları açıkça kullananlara farklı fiyat uygulaması yapılması da mümkündür. Örneğin, İstanbul’a kayıtlı tüm plakaların pahalılaştırılması yerine, plakaların kullanıldığı bölgelerde ek fiyat alınması söz konusu olabilir. Örneğin, şehir merkezine giren arabalardan otomatik olarak belli bir ücret alınabilir. Singapur’da böyle bir uygulama söz konusudur. New York’ta ise şehrin genel olarak daha pahalı yapılması ilkesi benimsenmiştir.
Ne yaparsak yapalım, sorunun çözümünü piyasa mekanizması (arz-talep ilkesi) içinde aramalıyız. Ancak bu şekilde, rant yaratılması önlenebilir. Ayırımcılık ve kayırıcılık yapılması olanağı ortadan kaldırılabilir. Zaten, bu fark dışında, miktar kısıtlaması da, maliyetleri artırmak da aynı sonuçları doğuracaktır. Yani, miktar kısıdı getirildiği taktirde de, İstanbul pahalılaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2007
TÜRKİYE ekonomisinin son beş yıldır sergilediği ekonomik büyüme performansı "muhteşem" olarak nitelendirilmelidir. Muhteşem performansın arkasında göreli olarak
disiplin içinde yürütülen kamu finansmanı,
enflasyona odaklanmış para politikası, bütün bunların sonucunda oluşan "
güven" ve
uluslararası sermaye hareketlerinin aynı dönemde daha önce görülmemiş boyutlarda artması vardır.
2001 yılından bu yana Türkiye ekonomisi yıllık ortalama yüzde 7.5 büyüdü. Dolar bazında 150 milyar olan milli gelirimiz 400 milyar dolara yaklaştı.
Ekonomik büyüme kesintisiz bir biçimde devam ederken aynı dönemde dış ticaret açığı (ödemeler dengesi bazında)
yıllık bazda 3.7 milyar dolardan 42 milyar dolara yükseldi. Cari işlemler dengesi de, 3.4 milyar dolar fazladan 34 milyar dolar açığa geldi.
Kısacası, dış ticaret ve cari işlemler açıklarını kolayca finanse edebilmemiz sonucunda, artan üretim için gerekli ithalat gerçekleştirilebildi. Ara malları ithalatı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki son beş yılda ortaya çıkmış bir olgu değildir.
Son beş yılda giderek daha fazla dikkat çeken olgu, aynı üretim düzeyi için giderek daha fazla ara malları ithalatı ihtiyacının doğmuş olmasıdır. İhracat için üretim dahil, tüm üretim giderek ithal ara malı bağımlısı olmuştur.
SEÇENEK KALMIYOR
1987 fiyatları ile ölçülen gayri safi milli hasılanın üç aylık yıllık bazdaki toplamları ile on iki aylık toplam petrol dışı ara malları ithalatı arasındaki ilişki 2001 yılından sonra radikal bir biçimde değişmiştir. Grafikte bu yılın üçüncü çeyreğine kadar bu ilişki verilmektedir. Benzer gelişme aylık bazda yıllık imalat sanayi üretim endeksi ile ara malları ithalatı (petrol ithalatının üç ay geriden verilmesi bir başka sorudur!) arasında da çarpıcı bir biçimde görülmektedir. Grafik 2005 yılının başından bu yılın kasım ayına kadar bu olguyu da açıkça göstermektedir.
Bu gelişmelerin ardında reel olarak değerlenen Türk parası etkisi elbette vardır. Fiyat istikrarının yakalanması sürecinde, eğer alınan önlemler gerçekçi ve inandırıcı ise, yerli paranın reel olarak değerlenmesi kadar doğal bir gelişme yoktur. O halde, gelişmeleri bir başka açıdan değerlendirmek gerekmektedir.
Değerlenmesi zaten beklenen yerli para karşısında, ekonomik büyüme, dış açıkları daha makul düzeylerde tutabilecek sınırların çok ötesinde gerçekleşmiştir. Ekonomik büyümenin kesintisiz bir biçimde, "
muhteşem" denebilecek boyutlarda gerçekleşmiş olması uluslararası finansman olanaklarının geçmişteki kadar açık olmaması durumunda,
ekonomik büyümeden fedakarlığın boyutlarının artması riskini de beraberinde getirmiştir.
Risk gerçekleşirse, fedakarlığın boyutlarının artması olgusu her ay biraz daha artmaktadır. Dolayısıyla,
bundan böyle uygulanabilecek strateji, eldeki olanaklar ölçüsünde, uluslararası finansman riskinin gerçekleşme olasılığını asgaride tutacak ortamları sağlamak gibi görünmektedir. Bunu başaramadığımızda, rahatımız kaçacaktır.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2007
DÜNYA ekonomisi 1800’lü yıllara kadar çok önemli bir büyüme kaydetmedi. Ama, 1800’lü yıllarla beraber ekonomik büyüme dünyada çok büyük bir çıkışa geçti. Ekonomik büyümenin çıkışa geçmesiyle fakir ile zengin arasındaki fark da aynı hızda açıldı. 1800’lü yılların başında, kişi başına gelir açısından fakir ülkelerle zengin ülkeler arasındaki fark 1’e 4 gibiydi. 2000’li yıllara geldiğimizde bu fark 1’e 20 oldu.
FAKİRLER ARTIYOR
Son 200 yılda Kuzey Amerika kıtasındaki kişi başına ortalama yıllık milli gelir büyümesi yüzde 1.7 oldu. Bu oran Japonya’da 1.9, Batı Avrupa’da yüzde 1.5, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da yüzde 1.2, Asya’da yüzde 0.9 ve Afrika’da yüzde 0.7 oldu. Yıllık bazda, farklı kıtalardaki ekonomilerin büyümeleri çok farklı değilmiş gibi görünse de, yıllık bazdaki küçük fark 200 yıllık bir sürede çok büyük farklara neden olmaktadır. Zengin ile fakir ülkelerdeki kişi başına gelirin 1800’lü yıllardan bu yana bu denli açılmasının ardında bu gerçek vardır.
Dünyada 6.5 milyar civarında insan yaşamaktadır. Toplam dünya nüfusunun altıda biri yüksek gelir grubundadır. Onun altındaki 2.5 milyar kişi orta gelir grubunda kabul edilebilir. Orta gelir grubunun altındaki 1.5 milyar kişi fakirdir. Bu insanlar yaşamlarını ancak sürdürebilmektedirler. En alttaki bir milyar kişi, yani dünya nüfusunun altıda biri fakirin de fakiridir.
Dünya Bankası iktisatçılarından Shaohua Chen ve Martin Ravallion’un hesaplarına göre, günde 1 dolardan az geliri olan (fakirin de fakiri) insanların toplamı son yirmi yılda 1.5 milyardan 1.1 milyara düştü. Bu gelir grubundaki insanların sayısı Asya kıtasında 1981 yılında 800 milyonken, 2001 yılında 250 milyona düştü. Ama, Orta Afrika’da fakirin fakiri insan sayısı 1981 yılında 150 milyonken, 2001 yılında 300 milyona ulaştı. Fakirin de fakiri insan sayısı dünyanın hemen her yerinde azalırken, Orta Afrika’da artıyor.
2001 yılında Asya kıtasındaki insanların yüzde 16’sı (1981’de yüzde 57 idi) fakirin de fakiri olarak kategorize edilirken, Orta Afrika’da yaşayanların yüzde 45’i (1981’de yüzde 41’i) fakirinde fakiri durumundalar.
İLK BASAMAK
Bu insanların dünyanın ekonomik büyümesinden pay alması (adil pay almasını kastetmiyorum) mümkün değil. Çünkü, bu insanlar temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz
durumdalar. Temiz suları yok. Yeterli beslenemiyorlar. Bu insanlar aç. Eğitim olanakları sıfıra yakın. Hemen hepsi hasta. Sıtma ya da AIDS’den genç yaşta ölüyorlar.
Hayat beklentisi, Zambiya ve Zimbabwe’de 37, Uganda’da 43, Swaziland’de 40, Somali’de 46, Sierra Leone’de 45, Rwanda’da 39, Nijer’de 41, Nabimya’da 42, Malavi ve Mozambik’te 37, Etiyopya’da 45, Fildişi Sahilleri’nde 45, Kongo’da 47, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde 44, Botswana’da 39, Angola’da 38 olduğunu okursanız şaşırmayın.
Kısacası, bu insanlar ekonomik faaliyetin içine giremiyorlar. Ekonomik faaliyetin içine giremeyenlerin ekonominin büyümesinden pay alabilmesi elbette düşünülemez. O halde, bu insanların ekonomik faaliyete katılmalarını sağlayacak ortamın yaratılması öncelikli bir konu haline gelmektedir. Ekonomik faaliyetin artması bu anlamda ikinci plandadır.
Yıllar önce A.O. Hirschman’ın ortaya attığı tabirle, bu insanlar ekonomik kalkınmanın eşiğini atlayıp kalkınma merdiveninin birinci basamağına henüz ulaşamalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2007
ÖNÜMÜZDEKİ yıllarda tüm dünyayı ilgilendiren en önemli iki iktisadi sorun küreselleşmenin giderek daha fazla ortaya çıkardığı makro ekonomik risklerin idaresi ile çok fakir ülkelerin kalkınmasının ateşlenmesidir. Önce çok fakir ülkelerin kalkınmasının ateşlenmesi sorunuyla başlayacağım. Bu sorun yalnızca iktisadi değil, ileride siyasi sorunları da beraberinde getirebilecek bir yara haline gelmektedir. Diğer konulardan zaman kaldıkça aralıkla da olsa bu konulara geri döneceğim.
AFRİKA YALNIZLAŞIYOR
Yapılan tüm çalışmalar, dünya ekonomilerinde her şeyin aynı kalacağı varsayımıyla, çok fakir ülkelerin önümüzdeki yirmi beş yılda göreli olarak daha da fakirleşeceğini göstermektedir. Bu ülkelerde dünya nüfusunun yaklaşık beşte biri, 1.5 milyara yakın insan yaşamaktadır.
Dünyanın beşte biri henüz ekonomik kalkınma merdiveninin birinci basamağına dahi ayak basamamışlardır. Bu nüfusun tümü belli ülkelerde değil, son yıllarda ekonomik performanslarını beğeni ile izlediğimiz Çin ve Hindistan gibi ülkelerde de yaşamaktadır.
Dünya Bankası tarafından hazırlanan Küresel Ekonomik Görünüm (Global Economic Prospects: Managing the Next Wave of Globalization) raporuna göre, son otuz beş yılda dünya ülkelerinin ihracatı ikiye katlanıp toplam milli gelirin dörtte birine ulaştı. Önümüzdeki yirmi beş yılda, dünya üretiminin ikiye katlanacağı hesaplanıyor. Gelişmekte olan ülkelerin milli gelirleri ise üçe katlanacak. Dış ticaretin yaygınlaşması hiç şüphesiz tüm dünyanın gelirlerini artırıyor. Ama, bu gelişmeler fakirlerin durumunun iyileceği anlamına gelmiyor.
Rapora göre, Doğu ve Güney Asya ülkeleri ile Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde kişi başına gelir satın alma paritesiyle bugünkü gelişmiş ülkeler düzeyine yaklaşacak. Çin’de dahi kişi başına gelir dünya ortalamasının yüzde 19’undan yüzde 42’sine gelecek. Ama, Orta Afrika (Sub-Saharan) ülkeleri gerilemeye devam edecek.
Kişi başına günde bir dolardan az geliri olanların (Dünya Bankası’nın "fakirin de fakiri" ölçütü) sayısı 1.1 milyardan 550 bin kişiye düşecek. Günde iki dolardan az geliri olanların sayısı da 2.7 milyardan 1.9 milyar kişiye düşecek. Bu düşüşler Asya ekonomilerinde yaşanacak. Orta Afrika göreli olarak artan oranda dünyanın "fakirin de fakiri" olmaya devam edecek. Afrika ülkeleri fakirlikte giderek yalnızlaşacak.
Bugün dünya nüfusunun en fakir yüzde 10’nun yüzde 60’ı Asya’da yaşarken, yüzde 30’ü Afrika’da yaşamaktadır. Yirmi beş yıl sonra, dünya nüfusunun en fakir yüzde 10’unun yüzde 30’u Asya’dayken, yüzde 55’inin Afrika’da olacağı tahmin edilmektedir.
BÜYÜME ÇÖZÜM MÜ?
Bütün bu hesaplar dünya üretiminin önümüzdeki yirmi beş yılda ortalama yıllık yüzde 3.1 büyüyeceği varsayımıyla yapılmıştır. Ortalama büyümenin daha düşük olması durumunda durum çok daha vahim olacaktır. Küreselleşmenin olumsuz taraflarına kapılarak dünyada korumacılığın artması "fakirleri kurtaralım derken, fakirleri öldürmek" olacaktır.
Ortalama büyümenin yıllık yüzde 4 civarına gelmesi durumunda ise dünya yılda 10 trilyon dolar daha fazla gelir elde edecektir. Yirmi beş yıl sonraki dünya milli geliri yüzde 44 daha fazla olacaktır. Dağılım biraz daha iyileşecektir.
Dünya ekonomilerinin daha hızlı büyümesi dünyada "fakirin de fakiri" insanların sayısının daha hızlı azalmasına hiç şüphesiz önemli katkılar sağlayacaktır. Ama, çözümün tümü dünya ekonomisinin daha hızlı büyümesi değildir. Pazar günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2007
BU yılın başında Bulgaristan ve Romanya Avrupa Birliği’ne tam üye oldular. İki ülke de hem yüzölçümü bakımından hem de ekonomik büyüklük olarak Türkiye’den küçük. Slovanya daha önce AB’ye katılan on ülke içindeydi.
Bu yılın başında Slovenya Euro Bölgesi’nin on üçüncü ülkesi oldu. İktisadi açıdan bu ülkeleri daha yakından tanımakta fayda var diye düşünüyorum.
Nüfus açısından, Romanya Türkiye’nin üçte birinden daha küçük, Bulgaristan onda birimiz kadar, Slovenya ise otuz beşte birimiz büyüklüğünde. Milli gelir açısından, Romanya Türkiye’nin yaklaşık dörtte biri, Bulgaristan yüzde 8’i, Slovenya ise yüzde onda biri büyüklüğünde. Satın alma paritesiyle kişi başına gelir açısından ise, Slovenya hariç,
bu ülkelerin kişi başına gelirleri Türkiye’ninkine çok yakın.
YENİ TAM ÜYELER
Romanya son yıllarda disiplinli bir kamu finansman politikası izledi. Genel devlet bütçesindeki açık 2000’in başında milli gelirlerinin yüzde 4’üne yakınken, 2006’da yüzde 1’in altına getirdi. Aynı şekilde, devlet borçları da 2000 yılında milli gelirlerinin yüzde 30’una yakınken, 2006 yılında yüzde 15 civarına geriledi.
Romanya’da enflasyon düşüyor, ama hala AB ortalamasının üzerinde. 2000 yılında yüzde 30’ları geçen yıllık enflasyon geçen yıl yüzde 5 civarına geriledi.
Romanya’da ekonomik büyüme 2000’li yıllarda ortalama yüzde 5’in üzerinde gerçekleşti. Ama, cari işlemler açığı da aynı paralelde arttı.
2000’li yılların başında cari işlemler açığının milli gelir içindeki payı yüzde 5’lerdeyken, geçen yıl 10’u geçti.
Bulgaristan’da ekonomik büyüme 1990’lı yıllarda ortalama negatif olmuşken 2000’li yıllarda ortalama yüzde 5 civarında gerçekleşti. Genel devlet bütçesi kronik olarak açık verirken son yıllarda milli gelirin yüzde 3’üne varan fazla vermeye başladı.
Bulgaristan’ın 1990’lı yılların ortasında milli gelirlerinin üç katına çıkan devlet borçları geçen yıl yüzde 28’e kadar geriledi.
1990’ların ikinci ayrısında hiperenflasyon yaşayan Bulgaristan’da enflasyon 1998’den sonra hızla düştü. Ama, kalıcı bir fiyat istikrarı yakaladığı söylenemez.
Bulgaristan’da enflasyon yüzde 4 ile 6.5 arasında salınmakta. Cari işlemler açığı da son yıllarda hızlanarak milli gelirlerinin yüzde 10’unu aştı.
YENİ EURO ÜYESİ
Slovenya’da ekonomik büyüme son yıllarda hızlanma eğiliminde. Geçen yılki büyümenin yüzde 5’e geleceği tahmin ediliyor. Slovenya’da enflasyon yok denebilir. Bütçe dengesi bazı yıllar fazla, bazı yıllar açık veriyor. Açık verdiğinde, bütçe açıkları milli gelirin yüzde 0.5’ini geçmiyor. Devlet borcu da milli gelirlerinin yüzde 30’unun altında. Kısacası,
birçok kritere göre de, Slovenya Euro Bölgesi’ne girmeyi hak etmiş bir ülke görünümünde.
Bu üç ülkenin de en önemli ortak noktası iktisadi açıdan
çok küçük olmaları. Dolayısıyla, AB’nin bu ülkeleri kolayca hazmetmesi söz konusu. Diğer sübjektif etkenler bir tarafa,
Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusundaki önemli objektif engellerden birinin büyüklük olduğu bu ülkelere bakınca daha iyi anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2007
PARANIN ölçülmesinde sorun olunca, para ile enflasyon arasındaki ilişkiyi kullanarak enflasyonist baskıları önceden görebilmek de zorlaşmaktadır. Para politikası enflasyonist baskıları görerek şekillenmek zorundadır. Para politikası enflasyonu gördükten sonra şekillendiğinde geç kalınmış demektir.
Merkez bankaları paraya bakmayacaksa, neye bakarak enflasyonist baskıları önceden görüp para politikasını şekillendirecektir? Sonuçta, uygulamaya koyacağı para politikası paraya yönelik bir politikadır. İşin sanat tarafı da burada devreye girmektedir.
FARKLI YAKLAŞIMLAR
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Amerika’da uygulanan para politikası genel olarak değerlendirildiğinde, çoğu kimse "çok başarılı" olarak niteleyecektir. Çünkü, son yirmi yıldır Amerikan ekonomisi fiyat istikrarı içinde göreli olarak çok yüksek bir ekonomik büyüme gerçekleştirmiştir. Böyle bir performans sonucunda bu dönemde Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) Başkanı olan Alan Greenspan efsaneleşmiştir.
Son yirmi yılda Amerika’da fiyat istikrarı bozulmamıştır. Ama, para arzı (hangi şekilde ölçülürse ölçülsün), farklı dönemlerde çok farklı gelişmeler göstermiştir. Dolayısıyla, para arzının enflasyonist baskıları önceden haber verme özelliği Amerika’da giderek azalmıştır. Para dışı varlık değerlerinin artması, ev, otomobil ve diğer dayanıklı tüketim mallarına artan talep gibi göstergeler enflasyonist baskıları daha iyi gösteren değişkenler olarak öne çıkmışlardır. Öne çıkan yeni etkenlere bakarak oluşturulan para politikası da FED’i en azından şimdiye kadar mahcup etmemişlerdir.
Avrupa konuya biraz daha farklı yaklaşmaktadır. Avrupa Merkez Bankası (AMB) felsefe olarak eski Almanya Merkez Bankası’nın (Bundesbank) etkisi altındadır. Bu da doğaldır. Çünkü, Bundesbank’ın fiyat istikrarı konusundaki karnesi dünyadaki hiçbir merkez bankasının ulaşamadığı kadar iyidir. Bundesbank öğretisinde, para, enflasyonist baskıları ölçmenin merkezinde oturur. Dolayısıyla, AMB’nın para politikası kararlarında parasal analiz önemlidir. Para, en yakından takip edilen değişkenlerden biridir. Bu yaklaşımıyla OECD gibi kuruluşlar AMB’nı son dönemlerde eleştirmeye başlamışlardır.
HATA TERCİHİ
Aynı amaç (fiyat istikrarı) için iki farklı yaklaşımdan söz edilmektedir. Uygulamadaki yaklaşım hatalıysa, iki olasılık söz konusudur: enflasyonist baskı olmadığı halde anti-enflasyonist para politikası yürürlüğe koymak ya da enflasyonist baskılar olduğu halde, hiçbir şey yapmamak. İlki, ekonomik büyümeyi gereksiz yere sekteye uğratır. İkincisi, enflasyonun gerçekleşmesine neden olur. Merkez bankaları hangi yanlışı yapmayı tercih ederler?
Elbette, asıl amaç, hata yapma olasılığını asgariye indirmektir. Ama, hata yapılacaksa, Avrupa, büyümeden fedakarlığı enflasyonun gerçekleşmesinin önüne koyar. Yani, fiyat istikrarını tercih eder. Amerika ise, biraz enflasyona rağmen, büyümeye Avrupa’dan daha fazla önem verir. İkisinin de ürettiği tablo beğenilir. Ama, iki tablo arasında farklı renkler öne çıkar. Bu anlamda, gerçekte son derece teknik olan para politikasının matematiği yoktur.
Türkiye’nin para politikasındaki yaklaşımı konusunda bir yargıya varmak için henüz çok erkendir. Ama, yüksek enflasyon düzeyini terk edip kalıcı bir fiyat istikrarı oluşturmaya çalışan bir merkez bankası açısından, Avrupa yaklaşımının benimsenmesi fiyat istikrarının kalıcılığının tesisi ve para politikasının itibarı açısından çok daha önemli görünmektedir. Önümüzdeki dönem bu konularda davranışların test edileceği önemli gelişmelere gebedir.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2007
ENFLASYON parasal bir olgudur. Ekonomide her şey aynı kalıp para miktarı arttıkça enflasyon da artar. "Fiyat" denilen kavram mal ve hizmetlerin değerinin para cinsinden ifadesidir. Tersten bakıldığında, "fiyat" paranın mal ve hizmetler cinsinden değeridir. Aynı miktarda mal ve hizmetlerin peşinden daha fazla para koştuğunda, fiyatlar artış eğilimine girerler.
Enflasyon ile para arasında bu denli yakın bir ilişki olduğuna göre, "para" kavramının çok iyi tanımlanması gerekmektedir. Para yalnızca cebimizde taşıdığımız banknotlar ve madeni paralardan oluşmaz. Mal ve hizmet alımlarında kullanabileceğimiz bankalardaki mevduatlar da "para" kavramının bir parçasıdır.
PARA TANIMI
Para kavramını banknotlar ve madeni paraların dışına taşıdığımızda, işler karışmaktadır. Çünkü, para kavramı içine koyduğumuz banka mevduatları (ve mevduat benzeri diğer mali araçlar) hem mal ve hizmetlerin alımında kullanılabilecek niteliktedirler, hem de bono ve hisse senedi gibi, ekonomik birimlerin tasarruflarını değerlendirdikleri varlıklardandır. Dolayısıyla, ekonomik birimlerin bankalardaki mevduatlarını artırmaları mutlaka mal ve hizmetlerin peşinden koşan para miktarının arttığı anlamına gelmez.
Ders kitaplarında, para, banknotlar ve madeni paralarla farklı mevduat çeşitlerinin toplamı olarak tanımlanır. Enflasyon ile para arasındaki ilişkiyi ölçmek için bu para tanımları kullanmak çoğu zaman doğru resmi göstermez. Özellikle, çok düşük enflasyon düzeylerinde, ders kitabı tanımındaki para arzı artışı ile enflasyon arasında ciddi bir ilişki dahi bulunamayabilir. Çünkü, para arzı içine alınan mevduatların çok büyük bir bölümü mal ve hizmetlerin peşinde koşan değil, bono ve hisse senedi gibi varlıklar niteliğindedir. Örneğin, yıllık enflasyonu yüzde 2 civarında dolaşan ülkelerin çoğunda geleneksel para arzı tanımlarındaki yıllık artış yüzde 10’u geçebilmektedir.
Yüksek enflasyon düzeylerinde ise mali bir varlık olarak paradan kaçış vardır. Bu ekonomilerde ders kitaplarında tanımlanan paranın neredeyse tümü mal ve hizmetlerin peşinde koşan paradır. Dolayısıyla, geleneksel para tanımlarıyla enflasyon arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. O kadar ki, yüksek enflasyon yaşayan ülkelerde paradaki artışın mı enflasyon yarattığı ya da yüksek enflasyonun mu para yarattığı istatistiksel olarak birbirinden ayrıştırılamayabilir. Bu gibi ülkelerde, geleneksel para arzı tanımlarındaki yıllık artış yüzde 20’ler civarında olduğu dönemlerde dahi, enflasyon yüzde 50’lere gelebilmektedir. Türkiye geçmişte bu gibi dönemler yaşamıştır.
FARKLI EKOLLER
Bütün bu açıklamalar enflasyonun yüksek ya da düşük olduğu farklı ortamlarda, para ile enflasyon arasındaki ilişkinin öneminin farklı olduğu anlamına gelmez. Farklı olan, paranın ne olduğudur. Yani, sorun, enflasyon yaratan paradaki gelişmeleri analiz edebilmektir. Sorunun basit bir yanıtı yoktur.
Bu sorun, bugün bütün ülkelerdeki para politikasının şekillenmesindeki en büyük sorunlardan biridir. Konuya farklı merkez bankaları farklı yaklaşmaktadırlar. Farklılık giderek daha fazla kendini göstermektedir. Amerikan ekolü diyebileceğimiz yaklaşım enflasyonist baskıları ölçmekte paranın önemini göreli olarak göz ardı ederken, Avrupa ekolü, göreli olarak paranın enflasyonist baskı yaratmadaki önemini vurgulamaya devam etmektedir. Devamı var.
Yazının Devamını Oku