Ercan Kumcu

Yüksek reel faiz fiyat istikrarını tehdit edebilir

5 Aralık 2006
GERÇEKTEN enflasyonu kamuoyuna açıklanan hedef düzeyine indirmekte ciddiysek, Türkiye’de reel faizler çok yüksek demektir. Reel faizlerin yüksekliği kendi başına enflasyon için en büyük tehditlerden biridir. Anketlerden çıkan enflasyon beklentilerine bakarak hesaplanan Hazine borçlanmalarındaki reel faiz kasım ayı içinde ortalama yüzde 12.8 oldu. Bu düzeydeki bir reel faiz reel ekonomik büyümenin çok üzerindedir.

Reel ekonomik büyümenin çok üzerinde bir reel faiz kalıcı bir biçimde devam ettiği taktirde kamu finansmanı ve dolayısıyla para politikası tehdit altında anlamına gelir. Türkiye ekonomisinin orta dönemli görünüşü açısından reel faizlerin yüksekliği belirleyici olabilecektir.

PARA POLİTİKASI SIKI MI?

Yıllar önce, Thomas Sargent ile Neil Wallace bilimsel içeriğinden çok, pedagojik içeriği çok güçlü bir makale yazmışlardı. "Pek Hoş Olmayan Paracı Aritmetik" (Some Unpleasant Monetarist Arithmetic) başlıklı makale

(www.minneapolisfed.org/research/qr/qr531.pdf) çok da geçek dışı olmayan varsayımlarla reel faizlerin ekonomik büyümeden kalıcı bir biçimde yüksek olması durumunda bugün uygulanan sıkı para politikasının yarın para politikasının gevşemesi anlamına geleceğini gösterir. Reel faizlerin yüksekliği nedeniyle artan devlet borçlarının ilerideki bir tarihte parasallaşması kaçınılmazdır.

Reel faizi üç farklı bileşene ayırabiliriz. Reel faiz aslında nominal faizlerden enflasyon beklentisinin çıkarılıp risk priminin eklenmesiyle bulunur. Enflasyon beklentisi değişmediği halde, risk priminin artmasıyla da reel faizler artabilir. Son dönemde, Türkiye böyle bir olguyu yaşamaktadır. Anketlere göre, on iki ay sonrası enflasyon beklentileri geçmişe göre 2-3 puan kadar artmış göründüğü halde, reel faizlerdeki artış 5 puanı geçmiştir.

Genelde, gelişmiş ekonomilerde, reel faizlerin yüksekliği sıkı para politikasıyla özdeş tutulur. Bizim gibi ülkelerde ise, para politikasının duruşu reel faizlerin yüksek olmasını gerektirmese dahi, reel faizlerin risk priminin artması nedeniyle yüksek olması olasıdır. Şu sıralarda böyle bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Yani, yüksek reel faizlerin para politikasının sıkılığına bağlanmasının çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum.

Böyle düşünmem Sargent ve Wallace’ın öğrettikleri olguyu değiştirmemektedir. Bu makaleden yola çıkarak yüksek reel faizler devam ettikçe bugünkü para politikasının ileride gevşemesinin kaçınılmaz olabileceğini söyleyebiliriz. Çok daha yüksek enflasyon düzeylerinde Türkiye bu olguyu çok yaşadı. Devlet borçlarının parasallaşması olgusunu açık ya da zımni bir biçimde çok gördük.

RİSK PRİMİ YÜKSEK Mİ?

Bugün reel faizlerin istikrarlı bir biçimde reel ekonomik büyümendin çok üzerinde olması nedeniyle ileride para politikasının gevşeme zorunluluğu riskine karşı bugün para politikasını daha da gevşetmek çözüm değildir
.

Kalıcı çözüm risk priminin düşürülmesi yoluyla reel faiz düzeyinin reel ekonomik büyüme oranına yaklaştırılmasıdır. Bu açıdan, siyasi ve iktisadi risk yaratan uygulama ve söylevlerden kaçınmak makro ekonomik idarenin giderek daha önemli bir parçası haline gelmektedir.

Türkiye bu konuya çok ciddi eğilmek zorundadır. 2006 yılına göre 2007 yılında ortalama faizlerin daha yüksek olacağı varsayımı altında 2007 bütçesinde artan faiz harcamalarını karşılayacak ek gelirler yaratmanın ne denli zor olduğu bilinmektedir. Reel büyümenin çok üzerinde oluşan reel faizler nedeniyle her yıl bütçenin ek gelir ihtiyacı içinde olmasının ne demek olacağını düşünmeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Doların hızla değer yitirmesinin kimseye faydası yok

4 Aralık 2006
SON günlerde Amerikan doları Avrupa paralarına göre hızla değer yitiriyor. Buna karşılık, Japon Yeni hariç, Çin başta olmak üzere Asya ülkelerinin bir çoğu paralarını dolara karşı paralel götürmeye çalışıyorlar. Doların değeri bu paralara karşı fazla oynamadı. İhracatımızın önemli bir bölümünün Avrupa paraları cinsinden olması ve ithalatımızın da önemli bir bölümünün Amerikan doları üzerinden olması nedeniyle, doların değer kaybetmesi bizim işimize geliyor gibi görünüyor. Değeri düşen paradan ithalat yapıp değeri artan bir parayla ihracat yaparak avantajlı bir duruma geleceğimiz düşünülebilir. Ama, konu o denli basit değil.

Ekonomide bazı fiyatlar değişip diğer her şey aynı kalmıyor. Dolayısıyla, doların hızla değer yitirmesiyle diğer her şey de aynı kalmayacaktır. Aynı kalmayan şeyler bizim gibi ekonomileri olumsuz etkileyebilecektir.

FARKLI ETKİLER

Son aylarda Amerikan ekonomisinin yavaşladığına yönelik bazı sinyaller geliyor
. Yavaşlayan ekonomi ile beraber enflasyon tehdidinin azaldığı beklentisiyle Amerika’da faiz artışlarının sonuna gelindiği düşünülüyor. Buna karşılık, Avrupa ekonomileri canlanma sinyalleri veriyor. Avrupa’da faiz artırımlarının devam edeceği bekleniyor. Faiz paritesinin yeniden Avrupa yönünde değişeceği beklentisiyle Euro ve diğer Avrupa paraları dolara karşı değer kazanıyor. Ama, hareket beklenenden çok daha sert oluyor.

Amerikan doları dünya ödemeler sisteminde rezerv paradır. Yani, dünyadaki merkez bankaları döviz rezervlerinin önemli bir bölümünü dolar olarak tutarlar. Doların değer kaybetmesi ülkelerin döviz rezervlerinin reel olarak değer kaybetmesi anlamına gelir.

Dünyada ticareti yapılan birçok hammadde Amerikan doları üzerinden fiyatlandırılır. Doların değer kaybetmesi herhangi bir arz ya da talep özendirmesi olmadan dünyada hammadde fiyatlarının dolar üzerinden artacağı anlamına gelir. Hammadde üreticisi olmayan ülkelerin üretim maliyetleri artar. Bu ülkeler dış ticaret yoluyla yurt dışından enflasyon ithal etmeye başlarlar. Hammadde fiyatlamalarının değeri giderek artan bir başka para cinsinden yapılması bu durumu değiştirmez.

Doların hızla değer kaybetmesi Amerika’da ithal mallarını pahalılaştıracağından, iç talep daralmasıyla beraber Amerika’da enflasyonist baskıların artması söz konusu olabilecektir. Doların değer kaybetmesi nedeniyle Amerikalı üreticilerin kısa sürede ihracata kaymalarını beklemek ise çok gerçekçi görünmemektedir. Dolayısıyla, 2000’li yıllarda dünya büyümesinin yüzde 90’ınından fazlasını tek başına sağlayan Amerikan ekonomisindeki durgunluk tüm dünyayı olumsuz etkileyebilecek boyutlarda olabilecektir.

YUMUŞAK İNİŞ

Son veriler ışığında, Amerikan ekonomisinin, enflasyonist baskılar tam olarak yok olmasa da, "yumuşak iniş" yapabileceği yönünde izlenimler güçleniyordu. Ama, doların hızlı düşüşü enflasyonu artırırken, yumuşak inişi sertleştirebilecektir.

Bu gelişmelerden en çok etkilenecek ülkeler grubu ekonomileri açık ya da zımni dolara endeksli ülkelerdir. Türkiye de zımni olarak dolara endeksli bir ekonomiye sahip olduğu söylenebilir. Kısacası, Amerikan ekonomisinin karışmasından hiç kimsenin fayda görmesi mümkün görünmemektedir.
Yazının Devamını Oku

Nüfus yapısı Türkiye’yi zorlayacaktır

3 Aralık 2006
2000 yılı sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 67.8 milyondur. Yapılan tahminlere göre, 2006 yılı ortasındaki nüfusumuz 73 milyon civarındadır. Geçmişe göre, Türkiye’de nüfus artışı düşmektedir. 1960 yılına gelene kadar yıllık nüfus artışı yüzde 3’e dayanmışken, 2000 yılı sayımında nüfus yıllık artışının yüzde 2’nin altına geldiği tespit edildi. Şu sıralarda yıllık nüfuz artışının yüzde 1.5’in altında olduğu tahmin ediliyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) tahminlerine göre, Türkiye’nin nüfusu 2025 yılında 88 milyona, 2050 yılında da 96.5 milyona çıkıp istikrara kavuşacağı hesaplanmaktadır. Amerikan Sayım Büro’su (Bureau of the Census, U.S. Department of Commerce, International Programs Center) tahminlerine göre ise, Türkiye’nin nüfusu 2025 yılında 82 milyon kişi, 2050 yılında ise 87 milyon kişi olacaktır.

Nüfus büyümesinin düşmesi kendi başına olumlu bir gelişmedir. Nüfus büyümesinin düşmesiyle zaten kıt olan kaynakların daha az büyüyen nüfusu beslemesi sağlanabilecektir. Ama, toplam nüfus artışının yavaşlaması tüm sorunları da çözdüğü anlamına gelmemektedir.

SORUN DEĞİŞİYOR

Türkiye çok genç bir nüfusa sahiptir
. 1950’li yıllarda okul çağına gelen nüfus yılda yüzde 3.5 civarında büyürken, bu oran şimdi çok küçülmüştür. 2000 yılında 0-14 yaş grubundaki insan sayısı 20 milyon civarındadır. Bu civarda istikrara kavuşması beklenmektedir. Dolayısıyla, okullaşma talebi açısından Türkiye önümüzdeki dönemde rahatlayacaktır. Bu gruptaki nüfusun önümüzdeki dönemde düşmesi beklenmektedir.

0-14 yaş grubu 1970’lere gelene kadar toplam nüfusun yüzde 40’ı civarındaydı. Şimdi bu oran yüzde 30’un altına geldi. 2050 yılında yüzde 17’lere geleceği tahmin edilmektedir.

Okul çağına gelen nüfusun istikrara kavuşup düşmeye başlamasıyla, sorun, çalışma çağına gelmiş nüfus ile yaşlı nüfusa kaymaktadır. 1950’li yıllarda yılda yüzde 2’nin biraz üzerinde büyüyen 15-64 yaş arası nüfusun artış oranı yıllık yüzde 3’ gelmiştir. Bu grupta 1980 yılında 43 milyon kişi varken, 2006 yılında 48 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Yani, yılda yüzde 2’ye yakın büyümektedir. Bu artan nüfusun okutulması geçmişin en önemli sorunuydu, şimdi bu nüfusun iş bulunması sorun olmuştur.

15-64 yaş arası grup 1970’lere gelene kadar toplam nüfusun yüzde 54’ü civarındaydı. Şimdi bu oran yüzde 65’e geldi. 20025 yılında yüzde 69’a yükselip 2050 yılında yüzde 65’de istikrara kavuşacağı tahmin ediliyor.

ÇAN EĞRİSİ

Geçmişteki hızlı nüfus artışının önümüzdeki dönemde yaratacağı bir başka sorun yaşlı nüfusun hızla artmasıdır
. Önümüzdeki dönemde, sosyal güvenlik sisteminin üzerine gelecek ek yük açısından bu konu giderek önem kazanmaktadır. 65 yaş üzeri nüfus 1960’larda 1 milyon kişiyken, toplam nüfusun yüzde 3.5’i kadardı. 2006 yılında bu yaş grubundaki insan sayısının 4 milyonu aştığı ve toplam nüfusun yüzde 6 sı olduğu tahmin ediliyor. TUİK tahminlerine göre, 65 yaş üzeri nüfus 2050 yılında 17 milyon kişiye ulaşıp toplam nüfusun yüzde 17.6’sı olacak.
/images/100/0x0/55eaa2c0f018fbb8f88cf16f
Nüfusun yaş dağılımı giderek çan eğrisi haline gelme eğilimindedir. Grafikten de görüldüğü gibi, 1965 sayımına göre (mavi), 0-14 yaş grubu kalabalık, yaşlı nüfusu az bir ülkeydik. 2000 yılına geldiğimizde (pembe) 0-14 yaş grubunun göreli ağırlığının azalıp 15-64 yaş grubunun kalabalıklaştığı, yaşlı nüfusun göreli öneminin değişmediği bir yapı oluştu. 2050 yılı tahminlerine göre, 0-14 yaş grubunun göreli önemi daha da azalıp 15-64 yaş grubunun önemi aynı kalacak, ama 65 yaş üzeri grubun önemi 0-14 yaş grubu düzeyine gelecektir.
Yazının Devamını Oku

Model farklı ama sorun aynı

1 Aralık 2006
1980’li yıllarla beraber, Türkiye, içe kapanık sabit kur rejimine dayanan ekonomik modeli bırakıp daha esnek bir kur rejimi altında dışa açılmaya başladı. Dışa açılma geleneksel döviz sorununu çözeceği düşünüldü. Ama, olmadı. Sorun, döviz miktarı sorunu olmaktan çıkıp döviz kuru sorununa dönüştü. Ödemeler dengesi kısıdı ekonomik büyümenin önündeki en önemli engel olarak kaldı. Böyle bir engel olmasaydı, geleneksel olarak "büyüyebildiğimiz kadar büyüyelim" anlayışındaki siyasetçilerimiz fiyat istikrarını gözetmeksizin ekonomiyi büyütmeye çalışabilirlerdi. Siyasetçilerimiz, ayağını gaz pedalından kaldırmak istemeyen sürücü gibidirler. Bu nedenle Türkiye ekonomisini ödemeler dengesi kısıdına çarpmaktan kurtarabilme olasılığı azdır.

1980’Lİ VE 1990’LI YILLAR

1970’lerde işçi dövizlerini keşfeden Türkiye
, 1980’lerle beraber turizm gelirlerini keşfetti. Dış ticaret açığı 1980’li yıllarda ortalama yıllık 3 milyar doları geçtiği halde, 1980-84 döneminde cari işlemler açığı yıllık ortalama 2 milyar doların altında kaldı. 1985-89 döneminde cari işlemler açığı yok denecek kadar az oldu. Çünkü, turizm gelirleri sayesinde hizmetler dengesi (cari transferler dahil) giderek daha büyük fazla vermeye başladı. 1980’li yılların ikinci yarısında ciddi bir ödemeler dengesi sorunuyla karşılaşmadan genel seçimlerden sonra iç talebi kesici politikaların uygulanması da etkili oldu.

1990’lı yıllarda dış ticaret açığı yeni rekorlara koşmaya başladı. Dış ticaret açığı 1990-94 döneminde 8.7 milyar dolara, 1995-99 döneminde 12.8 milyar dolara ulaştı. Dış ticaret açığının geldiği noktada cari işlemler dengesi turizm ve diğer transferlerdeki ciddi artışlarla kurtarıldı. Bu dönemde de yıllık ortalama cari işlemler açığı 1.5 milyar doların altında kaldı. İki dönemde de yol kazaları yaşandı./images/100/0x0/55ead31df018fbb8f8991125

2000’Lİ YILLAR

2000’li yıllarda işçi dövizleri önemini kaybetti
. Turizm gelirlerindeki hızlı artış da yavaşlama eğilimine girdi. Ama, dış ticaret açığı hızlanarak büyüdü. 2000-2004 döneminde dış ticaret açığı yıllık ortalama 14.7 milyar dolar olurken, son iki yılda açığın 38 milyar dolara yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu büyüklükleri 2000’li yıllarda 10 milyar doların altında kalan hizmetler dengesindeki fazla da taşıyamamaya başladı. Cari işlemler açığı, 2000-2004 döneminde, 2001 Krizi’ne rağmen, yıllık ortalama 6.4 milyar dolar olarak gerçekleşirken, son iki yılda da 28.6 milyar dolar olduğu tahmini yapılıyor.

Bu boyuttaki bir cari işlemler açığının finansmanı her zaman kolay olmayabilecektir. Uluslararası finansman olanakları kısıldığında, ekonomik büyümenin önünde bir kez daha ödemeler dengesi kısıdını görebileceğiz.
Yazının Devamını Oku

Uzun dönemde dış açık gelişmeleri

30 Kasım 2006
TÜRKİYE ekonomisinde uzun dönemli yıllık ekonomik büyüme yaklaşık yüzde 4.5 civarındadır. 2002 yılından bu yana gözlenen yüksek büyüme dönemi ve 1995-1997 yılları hariç, uzun dönemli ortalamanın üzerinde en fazla iki yıl üst üste büyüme gerçekleştirilebilmiştir. Ortalamanın üzerindeki büyümedeki kesinti hep bir çeşit ödemeler dengesi sorunu nedeniyle olmuştur.

Bu açıdan, ekonomik büyümenin sürdürülebilir olup olmadığı cari işlemler açığının sürdürülebilir olup olmadığı ile çok yakından ilgilidir. 1950 yılından bu yana ödemeler dengesindeki gelişmelere daha yakından bakmak farklı dinamikleri anlamakta yardımcı olabilecektir.

SİSTEM FARKLI SORUN AYNI

1950 yılından bu yana Türkiye çeşitli ekonomik modeller denedi
. 1980’lere kadar sabit kur rejimi altında içe dönük bir büyüme modeli benimsendi. 1980’li yıllarla beraber döviz ve dış ticaret rejimlerinde serbestliğe gidilirken, ekonomide uluslararası rekabete açılmaya çalışıldı. 2002 yılından bu yana da tam dalgalı kur rejimi uygulanıyor.

1980’lere kadar sabit kur rejimi altında ödemeler dengesi sorunu dövizin bitmesi olarak karşımıza çıkıyordu. Yani, yurt dışından kaynak getiremediğimizde, dövizin bitmesi yoluyla cari işlemler açığındaki büyüme kısılıyordu. IMF’ye gidip ek kaynak temini karşılığında devalüasyon yapıyorduk.

1980’lerden sonra, kur rejiminin serbestleşmesiyle, ödemeler dengesi sorunu döviz kurlarının fırlaması yoluyla karşımıza çıkmaya başladı. Yurt dışı kaynak getiremediğimizde, kurların fırlaması yoluyla iç talep kesilip cari işlemler açığındaki büyüme durdurulabiliyor. Kısacası, miktar kısıdından fiyat kısıdına geçtik. Yine IMF’ye gidip uyumun daha az acılı olması için kaynak talep eder olduk.

Cari işlemler dengesini dış ticaret dengesi ile hizmetler ve cari transferler dengesinin toplamı olarak iki bölüme ayırırsak, aslında cari işlemler açığının büyümesinin arkasında dış ticaret açığındaki büyüme olduğunu görürüz. Hizmetler (cari transferler dahil) dengesi özellikle son otuz yıldır küçümsenmeyecek fazlalar vererek dış ticaret açığını dengeleyip cari işlemler açığını dış ticaret açığından daha düşük yapan bir kalemdir.

Yıllık dış ticaret açığındaki ilk kırılma 1950’lerden 1960’lara geçerken yaşandı. 1950-54 ve 1955-59 dönemlerinde yılda ortalama 100 milyon dolar kadar dış ticaret açığı verilirken, 1960-69 döneminde yıllık ortalama dış ticaret açığı neredeyse ikiye katlandı. Hizmetler dengesinde o dönemlerde doğru dürüst bir fazla ya da açık olmadığından, benzer gelişme (kırılma) cari işlemler açığında da gözlendi.

1970’LER DÖNEMİ

1970-74 dönemi dış ticaret açığının hızlanmaya başladığı bir dönemdir
. İhracatın çok artamadığı bir dönemde artan petrol faturasıyla beraber dış ticaret açığı bu dönemde artmaya başlamış (yıllık 1 milyar dolar civarında), 1975-79 döneminde yıllık 2.9 milyar dolara fırlayarak patlama yapmıştır. Ama, Türkiye bu dönemde işçi dövizlerini keşfetmiştir.

Sayıları giderek artan yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarının, ailelerinin Türkiye’deki geçimlerini sağlamaya yönelik gönderdikleri dövizler hizmetler dengesinde o dönemler için küçümsenmeyecek fazlaların oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle, 1970-74 döneminde dış ticaret açığı arttığı halde, cari işlemler açığı çok daha düşük kalmıştır.

1975-79 döneminde dış ticaret açığındaki patlama karşısında işçi dövizleri girişleri de cari işlemler açığının büyümesini engelleyememiştir. Bu dönemde yıllık ortalama cari işlemler açığı 2 milyar dolara yaklaşmıştır. Doğal olarak, bu dönem IMF ile yaşanan bir dönem olmuştur.

Dönemsel rakamları içeren tablo ile beraber yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Bankacılık sektöründe risklerin ölçülmesi

29 Kasım 2006
BANKACILIKTA sermaye yeterliliğine giderken hesaba katılan bir diğer unsur piyasa riskidir. Piyasa riski bankaların ellerinde tuttukları varlıkların fiyatlarının bir günden diğerine değişmesi riskidir. Örneğin, faizlerin artmasıyla bankaların ellerinde tuttukları bonoların değerleri düşmektedir. Bonolardaki değer düşüşü bankaların cari öz kaynaklarının azalması anlamına gelmektedir. Bu risk karşısında bankaların belli bir miktarda ve oranda sermaye tutmaları istenmektedir.

Ülkemizde piyasa riskleri de bugünkü haliyle kaba bir biçimde ölçülmektedir. Ölçüldüğü düşünülen risk aslında gerçek piyasa riskini ölçmemektedir. Geçmiş deneyimleri hesaba katarak hesaplanabilecek piyasa riskleri aslında kaba biçimde ölçülen piyasa risklerinden çok daha fazladır. Dolayısıyla, bu çeşit riskler için tutulması gereken sermaye miktarı aslında daha fazla olmalıdır.

GEÇİŞ DÖNEMİ

Yeni yürürlüğe girecek düzenlemelerle bankaların işlevsel (operasyonel) riskler karşısında da sermaye ayırmaları istenecektir. Para çalınması, kayıtlarda yapılabilecek hatalar, tabii afetler sonucunda oluşabilecek kayıplar karşısında da bankaların ek sermaye ayırmaları talep edilecektir. Asgari sermaye ile çalışmaya çalışan bankalar bu riskleri alacakları önlemlerle asgaride tutmaya çalışacaklardır. Yani, maliyeti düşürmek riskleri azaltmakla mümkün olabilecektir.

Bütün bu alanlarda Türkiye’de bankacılık sektörü geçiş dönemini yaşamaktadır. Çünkü, bütün bu kavramlar Türkiye için göreli olarak yeni kavramlardır. Önce kavramlara alışacağız. Sonra, doğru ölçümlemeler için veri tabanları oluşturacağız. Daha sonra, doğru ölçülen risklerle, riskleri hesaba katarak bankacılık sektörünü şekillendireceğiz.

Bu süreç zaman almaktadır. İdeal duruma gelene kadar, kaba biçimde ölçülen risklerle bankacılık sektörünün sağlığını tehdit altına sokmayacak bir sermaye yeterliliği oranı ile yaşamak durumundayız. BDDK’nın asgari sermaye yeterlilik oranını bir hedef olarak yükseltmesi bu açıdan doğrudur.

İDEAL DURUM

Daha iyi ne yapılabilir?

Her şeyden evvel, bankalar kredi verecekleri müşterilerinin borçlarını geri ödeme kabiliyetini objektif bir biçimde ölçebilmelidirler. Şirketler kredi derecelendirme kuruluşları tarafından bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdırlar. Bağımsız bir biçimde yapılacak bu değerlendirmeler farklı bankaların aynı şirketlere farklı bakmalarını da önleyecektir.

Farklı kredi değerliliğine sahip şirketlere verilecek krediler tüm bankacılık sektörü tarafından farklı risk kategorilerine konarak, riskle paralel sermaye tahsisi söz konusu olacaktır. Rekabet, bankalar arasında eşit düzeyde oluşturulmuş olacaktır.

Kredi derecelendirme kuruluşları şirketlerin YTL ve döviz yükümlülüklerini farklı bir biçimde değerlendireceklerinden, özellikle döviz kazanmayan şirketlerin dövizdeki açık pozisyonları riskleri artıracağından, dolaylı olarak açık pozisyon maliyetini de artıracaktır. Yani, sistem kendi içinde daha objektif kurallar içinde dengesini bulabilecektir.

Ekonominin önemli bir bölümü kayıt dışı olan, patronuna bir bilanço, bankalarına bambaşka bir bilanço, Maliye Bakanlığı’na da üçüncü bir bilanço veren şirketlerin yoğun olduğu bir ekonomide riskleri objektif olarak ölçebilmenin zorluğu ortadadır. Dolayısıyla, ideal sisteme geçmek doğal olarak zaman alacaktır.

Bu dönemde, kaba olarak ölçülen risklerle tutucu olmak gerekmektedir. Her zaman olduğu gibi, bu konulara ciddiyetle yaklaşmadığımız sürece, düzgün şirketler düzgün olmayan şirketlerin yükünü çekmeye devam edeceklerdir. Düzgün şirketlerle çalışan bankalar diğerlerine göre daha az rekabetçi olacaklardır. Yani, sistem çarpılmaya müsaittir.
Yazının Devamını Oku

Bankalarda sermaye yeterliliği

28 Kasım 2006
HER iş kolunda olduğu gibi, hissedarlar açısından, bankacılıkta da asgari sermaye ile azami iş yapmak esastır. Tüm sektörün uzun dönemli sağlamlığı açısından ise, bankacılıkta "yeterli sermaye" denebilecek bir sermaye miktarı yoktur. Bankacılığın gözetim ve denetiminden sorumlu kurumlar ikisi arasında bir orta yol bulmaya çalışırlar. Bulunacak orta yol, "yeterli sermaye" kavramını, bankaların normal kar edebilmesini sağlayacak kadar düşük, ama sektörün sağlığını kalıcı kılacak kadar da yüksek sermaye miktarı olarak tanımlamaktır.

YÜKSEK Mİ?

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
(BDDK) geçenlerde hedef sermaye yeterliliğini yüzde 12 olarak tespit etti. Yasal açıdan, bankalarda asgari sermaye yeterliliği oranı, toplam öz kaynakların risklerine göre ağırlık verilmiş toplam varlıklara oranı, yüzde 8’dir. Artık bu oranın tüm bankalar için yüzde 12 olması hedeflenmektedir.

Bir açıdan, BDDK sermaye yeterlilik oranı yüzde 8 ile 12 arasında olan bankalara yol göstermektedir. Sermaye yeterliliği yüzde 12’nin altında olan bankalara yeni şube açma gibi BDDK onayına tabi büyüme stratejileri uygulamalarına izin verilmeyeceği vurgulanmaktadır. Yani, "benden onay istiyorsan, sermaye yeterliliğin asgari yüzde 12 olmalıdır" denmektedir. Bugünkü haliyle, sermaye yeterlilik oranı yüzde 8 ile yüzde 12 arasında olan bankalara da şimdilik ses çıkarılmamaktadır. Şimdi sermaye yeterliliği yüzde 12’nin üzerinde olan bankalara da, "sermaye yeterliliğini yüzde 12’nin altına getirme" denmektedir.

BDDK’nın bu kararı hem zamanlama, hem de konuya yaklaşımı açısından son derece yerindedir. Birkaç hafta içinde faizlerin beş puan, kurların yüzde 20 oynayabildiği bir ülkede, bankalar öz kaynaklarının yüzde 10’una yakın bir bölümünü kaybedebiliyorlarsa, düzenleyici otorite açısından, bugün ölçülebildiği şekliyle, sermaye yeterliliği oranının her zaman düşük olduğu düşünülecektir. Yani, sistem riskini asgaride tutabilmek için bizim gibi ülkelerde sermaye yeterlilik oranı göreli olarak yüksek olmak zorundadır.

RİSK ÖLÇÜMÜ

Sermaye yeterlilik oranı, bankaların öz kaynaklarının risklerine göre ağırlık verilmiş varlıklarına bölümüdür. Bu ölçümlemede bankaların çeşitli sınıf varlıklarına değişen risk ağırlığı verilmektedir. Ama, bugünkü haliyle, risk ağırlıkları çok kaba bir biçimde hesaplanmaktadır.

Örneğin, ülkenin en büyük ve en sağlam özel sektör şirketine verilen kredilerle köşedeki bakkala verilen kredi aynı risk ağırlığına sahiptir. Bir şirkete imza karşılığı verilen kredi ile çeşitli şekillerde maddi teminatlar alınarak verilen krediler aynı kefeye konmaktadır.

Halbuki, kredilerin hangi bilanço yapısına sahip şirketlere verildiği, verilen krediler karşısında teminat yapısının ne olduğu kredilerin geri ödenip ödenmeyeceği ya da ödenmediği taktirde, bankaların zarara uğrayıp uğramayacağı açısından son derece önemlidirler.

Farklı krediler çok farklı riskler taşımaktadır. Bankacılıkta "asgari sermaye yeterliliği" kavramına giderken, önce "risk" olgusunun ölçülebilir olması ve iyi ölçülmesi gerekmektedir. Henüz Türkiye’de bankacılık sektörü bu noktaya gelmedi.

Ancak, farklı riskleri iyi ölçebildiğimiz taktirde, bankalardan da riski gözeten, bilimsel temeli olan sermaye miktarı isteyebileceğiz. Bu aşamaya gelene kadar, tutucu olmak zorundayız. BDDK’nın yeni düzenlemesi bu yönde değerlendirilmelidir.

Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

İç talep ekonomik büyüme ve fiyat istikrarı

27 Kasım 2006
SON iki yazıda geçmiş otuz beş yıldaki ekonomik büyüme performansını iç talep gelişmeleri ışığında değerlendirdim. Bu yazılarda vurgulanması önemli iki nokta vardı: Türkiye’de ekonomik büyümenin iç talep bağımlısı olduğu ve son yıllarda gözlenen yüksek orandaki büyümenin ise uzun dönemli eğilimlerin değişmesinden çok dönemsel şartların etkisinden kaynaklandığıydı.

Türkiye’de ekonomik büyümenin en büyük uyarıcısı iç talep büyümesidir. İç talep büyümesinin ya da küçülmesinin kompozisyonu dönemsel olarak değişmektedir. Örneğin, 1980’li yıllarda iç talep genişlemesi daha fazla kamu sektörü talebinin büyümesinden kaynaklanırken, kriz dönelerindeki iç talep küçülmeleri ve son dönemdeki iç talep büyümesi özel kesimin talebindeki değişmelerden kaynaklanmıştır. Krizlerde küçülmenin başını çeken hep özel kesim olmuştur.
/images/100/0x0/55eaf8a1f018fbb8f8a28e97
İç talep büyümesinin kamu sektöründen kaynaklandığı dönemlerde cari işlemler açığı kaygı verici boyutlara ulaşmamaktadır. Cari işlemler açığını kaygı verici boyutlarda tetikleyen özel kesim talebinden kaynaklanan ekonomik büyüme olmaktadır.

DÖNEMSELLİKLER

İç talepteki büyümenin kompozisyonunun değişmesinin bir başka etkisi enflasyon üzerine olmaktadır. Kamu sektörünün tetiklediği iç talep büyümesi enflasyonun yüksek olduğu dönemlerle çakışırken, özel kesim talebinin artmasıyla uyarılan ekonomik büyüme düşük enflasyon dönemleriyle çakışmaktadır. Bu konu çok daha derin araştırmalar gerektirmektedir. Bazı gözlemler ilginçtir.

1980-89 döneminde ortalama gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) artışı yıllık 4.7 olmuştur. Bu büyümenin yüzde 50’sinden fazlası kamu sektörü harcamalarındaki (tüketim ve yatırım harcamaları toplamı) artıştan kaynaklanmıştır. Bu dönemde ortalama tüketici enflasyonu yaklaşık yıllık yüzde 55 olmuştur.

2000-2005 döneminde ortalama GSYİH artışı yıllık yüzde 4.8 olarak gerçekleşmiştir. Yani, bu dönemdeki ortalama büyüme 1980-89 dönemindekine çok yakındır. Ama, 2000-2005 dönemindeki GSYIH büyümesinin yüzde 108’i özel kesim harcamalarındaki artıştan kaynaklanmıştır. Bu dönemde ortalama yıllık enflasyon 21 civarında olmuştur.

Büyümenin dış finansman ihtiyacı özel kesim kaynaklı büyümede artmış görünmektedir. 1980-89 arasındaki on yıllık dönemde yıllık yüzde 4.7 GSYİH büyümesi için toplam 10.4 milyar dolar kadar cari işlemler açığı gerekirken, 2000-2005 arasındaki altı yıllık dönemde yıllık yüzde 4.8 büyüme için ihtiyaç duyulan cari işlemler açığı toplam 55 milyar doların üzerinde olmuştur.

1990-1999 dönemi karışık bir dönemdir. Büyüme düşmekte, enflasyon artmaktadır. Buna karşılık, toplam cari işlemler açığı arttığı halde, kamu talep değişmesinin GSYİH değişmesi içindeki payı da azalmaktadır. Her açıdan, 1990-1999 dönemi kaynakların diğer dönemlere göre cömertçe harcanıp olumlu bir sonuç alınamayan bir dönem olmuştur. Bu dönemin herhangi bir eğilimi yansıtması söz konusu değildir.
Yazının Devamını Oku