5 Şubat 2007
Yıl sonu enflasyon hedefinin yüzde 4 olduğu bir yılda, daha ilk ay enflasyon yüzde 1 oldu. Hedefin çok gerçekçi olmadığı zaten biliniyordu. Ama, yine de, enflasyonda yıla iyi bir başlangıç yapamadık sayılır. Ocak ayında enflasyonun beklenenin oldukça üzerinde çıkmasına çeşitli nedenler bulunabilir. Elma fiyatları çok arttı, armut fiyatları yeteri kadar düşmedi diye mal bazında bahaneler öne sürülebilir. Bu bahanelerin hiçbiri çok gerçekçi değildir.
Enflasyon makro ekonomik bir olgudur. Beklenenden yüksek çıkan enflasyonu açıklarken de makro ekonomik bir bakış açısı içinde konuyu irdelemek zorundayız.
MAKRO NEDENLER
Mevsimsel nedenler enflasyonun yüksek çıkmasını açıklamamaktadır. 2007 yılı ocak enflasyonu 2003 yılından bu yana en yüksek çıkan ocak ayı enflasyonudur. Kuraklık işlenmemiş gıda maddeleri fiyatlarını artırabilecektir. Ama, bu olasılığın rakamlara yansıması, yılın ilk ayında değil, daha çok yaz ve sonbahar aylarında görülecektir. Kuraklığın fiyatlara yansıması beklentisinin öne alınması söz konusuysa, konunun talep kısmı önemini artırmaktadır.
2004 yılının ocak ayında ortalama enflasyon yüzde 0.66 olduğu halde, mevsimsel ürünler hariç endeks yüzde 0.89 artmıştı. 2005 yılında ortalama enflasyon yüzde 0.55 olduğu halde, mevsimsel ürünler hariç enflasyon 0,86 oldu. 2006 yılında ortalama enflasyon yüzde 0.75 iken, mevsimsel ürünler hariç enflasyon yüzde 1.25 idi. Bu yıl ortalama enflasyon yüzde 1 olduğu halde, mevsimsel ürünler hariç diğer ürünlerdeki ortalama fiyat artışları yüzde 0.82 oldu.
Bazı makro ekonomik gelişmelerin enflasyona etkileri iyi irdelenmelidir. Örneğin,
1. parasal genişleme acaba çok fazla mıdır?
2. yıl ortasında yaşanan kur artışlarının tüketici enflasyonuna yansımaları acaba tahmin edilenden daha uzun bir zaman mı almaktadır?
3. iç talep artışı beklenen düzeyde düşmeyip üretim artışının çok daha hızlı düşmesiyle, fiyatlar üzerinde talep baskısı artmış olabilir mi?
Bu soruların yanıtları elbette ayak üzeri verilebilecek kadar basit değildir. Ama, bütün bu noktaların enflasyonun ocak ayında yüksek çıkmış olmasının üzerinde etkileri varmış gibi görünmektedir.
ODAK NOKTASI
Yılın ilk ayındaki enflasyondaki gelişmeler Merkez Bankası’nın geçen yılın ikinci yarısından bu yana kısa vadeli faizler konusundaki duruşunun haklılığını kanıtlamaktadır. Şimdi, bu duruşun hedeflenen enflasyon açısından yeterli olmaktan çok uzak olabileceğinin işaretleri gelmektedir.
Geçen yılın son çeyreğinden bu yana Merkez Bankası’nın günlük döviz alışlarının döviz kurlarının daha fazla düşmemesini ne denli etkilediğini tahmin etmek zordur. Ama, döviz alışlarının Merkez Bankası’nın bilançosundaki daralma eğilimini ters çevirdiği bir gerçektir. Yani, parasal genişleme söz konusudur.
Ne denli eleştirilirse, eleştirilsin, Merkez Bankası enflasyon hedefiyle tutarlı olmak amacıyla, döviz piyasasındaki son dönemdeki gelişmelere odaklanmak yerine, parasal gelişmelere odaklanmalıdır. Aksi taktirde, enflasyon hedefi ciddiyetini hızla kaybedebilecektir.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2007
SON altı yıldır gelişmekte olan ülkelerdeki makro ekonomik denge büyük ölçüde ülkelerin kendi dışındaki gelişmelerden etkilendi. Dünya ekonomilerinde genel hava "çok iyi" olunca, gelişmekte olan ülkelerin de daha sorumlu ekonomi politikalarını devreye sokmaktan kaçınacak bahaneleri kalmadı.
Hammadde fiyatları son altı yılda çok arttı. Ama, geçmiş deneyimlerin tersine, artan emtia fiyatları dünya ekonomilerinde korkulan enflasyonist süreci başlatmadı. Aksine, hammadde üreticisi olan gelişmekte olan ülkelerin gelirleri arttı. Üretici olmayan ülkeler ise artan sermaye akımlarıyla artan ithalat faturasını kolayca karşılayabildiler. Bir çok ülkede geçen yılki enflasyon son altı yılın ortalamasının altında gerçekleşti.
2000’li yıllara topluca bakıldığında, dünya ekonomilerinin hızla büyüdüğü, enflasyonun göreli olarak düşük kaldığı görülüyor. Dünya ekonomilerinin büyümesinden herkes az ya da çok bir pay aldı. Belki de, son altı yılda iktisadi açıdan son elli yılın en iyi dönemlerinden biri yaşandı.
GÖZLEMLER
Son altı yılın dikkati çeken gelişmeleri şöyle özetlenebilir:
1. Son altı yılda küçümsenmeyecek bir ekonomik büyüme yaşandı. Son yıllarda büyüme dünyanın tüm bölgelerinde hızlandı. Göreli olarak Latin Amerika ülkeleri en yavaş büyüyen ekonomiler oldu.
2. Enflasyon göreli olarak tüm dünyada düşük seyrediyor. Latin Amerika, Afrika ve Avrupa’daki gelişmekte olan ülkelerde enflasyon hala yüksek, ama gerileme eğiliminde.
3. Gelişmekte olan ülkelerin genelinde yerli para reel olarak değer kazanıyor. Bu konuda, diğer konularda olduğu gibi, Türkiye yalnız değil. Güney Kore ve Rusya gibi 2000’li yıllarda çalkantı yaşamamış ülkelerde yerli paranın değer kazanması çok daha büyük olmuş.
4. 2000 yılından bu yana emtia, enerji ve metal fiyatlarındaki artış yüzde 150’yi bulmuş durumda. Petrol fiyatlarının 2000 yılında varil başına yaklaşık 30 dolar civarında olduğu düşünülürse, petrol fiyatlarındaki artış da iki katına yaklaşmış durumda.
5. Gelişmekte olan ülkelere akan küresel sermaye 2000’li yıllarda hızla arttı. Son altı yılın yıllık ortalaması 300 milyar dolara yaklaşmışken, yalnız geçen yıl bu ülkelere giden uluslararası sermaye 500 milyar doları geçti.
RİSKLER
Son altı yılda makro ekonomik dengeler tüm dünyada hızlanarak düzeldi. Dengeleri düzelten unsurların devamlılığı giderek daha önemli hale geldi. Dengeler ülke bazında düzelirken, bölgesel dengesizlikler de arttı. Amerika’da dış ticaret ve cari işlemler açıkları artarken, Asya kıtası Amerika’yı finanse eder hale geldi.
Dünya ekonomilerinde bir düzeltme bekleniyor. O nedenle, ileriye dönük olarak ekonomik büyümenin yavaşlayacağı, sermaye akımlarının hacminde bir düşüş yaşanabileceği tahminleri yapılıyor. Ama, bu tahminler son iki yıldır devamlı yapıldığı halde, gelişmeler tam tersine oluyor.
Düzeltme beklenmedik bir biçimde sert olmadığı taktirde, yani küresel bir kriz (siyasi ya da iktisadi) çıkmadığı taktirde, dünya ekonomilerindeki bahar havasının devam etmemesi için çok fazla da neden görünmüyor. Şimdi önemli olan, bahar havasını ülke bazında da sürdürebilmektir.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2007
ESKİDEN "enflasyon merkez bankalarının işidir" denirdi. Son yıllardaki deneyimler, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, enflasyonun piyasaların insafına kalmış bir makro ekonomik veri olduğunu gösteriyor. Gelişmiş ülkelerde mali piyasalardaki araçların çeşitliliğinin artması ve piyasaların giderek daha da derinleşmesi merkez bankalarının fiyat istikrarı üzerindeki kontrollerini zayıflattı. Gelişmekte olan ülkelerde uygulanan "dalgalı kur" sistemi ise, uygulandığı biçimiyle, enflasyonun kaderini sermaye hareketlerinin yönüne teslim etmiş görünüyor.
Her iki ülke grubundaki gelişmeler korumacılık eğilimlerini artırıyor. Çözümsüzlüğün çözümü korumacılıkta aranıyor.
GELİŞMİŞLER
İngiltere Merkez Bankası 2003 yılından bu yana belirli aralıklarla kısa vadeli faizleri artırıyor. Enflasyon hedefi yıllık yüzde 2 olduğu halde, İngiltere’de enflasyon yüzde 3 civarında dolaşıyor. Faiz artırımları işe yaramıyor mu?
Amerika’da resmen açıklanan belli bir enflasyon hedefi yok. Ama, enflasyonun yüzde 2 olması umuluyor. Enflasyonist baskılarla mücadeleye yönelik olarak Amerikan Merkez Bankası da faizleri hatırı sayılı ölçüde artırdı. Buna rağmen, enflasyon yüzde 3’ün altına inmekte direniyor. Temel enflasyon dedikleri büyüklük ise faizler yüzde 1 iken de yüzde 2.5 civarındaydı, faizler yüzde 5.25’e geldiği halde, yine yüzde 2.5 civarında dolaşıyor.
Faizlerin vade eğrisi ters döndüğünde (kısa vadeli, faizlerin uzun vadeli faizlerden daha yüksek olması), ekonomik durgunluk beklenirdi. Son iki yıldır birçok gelişmiş ülkede vade eğrisi ters olduğu halde, ekonomik durgunluktan söz etmek olanaksızdır.
Bütün bu gelişmeler gelişmiş olan ülkelerde merkez bankasının fiyat istikrarı üzerindeki etkisini doğal olarak sorgulatmaktadır. Kabahat genellikle finans piyasalarındaki yeni buluşlara, yeni araçlara ve sermaye hareketlerindeki oynaklıklara bulunmaktadır. Piyasaların gözetim ve denetimi adına korumacılık eğilimleri öne çıkmaktadır.
GELİŞMEKTE OLANLAR
Gelişmekte olan ülkelerde de durum çok farklı değildir. Sermaye hareketlerindeki oynaklıkların neden olduğu döviz kurlarındaki kıpırdanmalar gelişmekte olan ülkelerde doğrudan enflasyona yansımaktadır. Döviz rezervlerini koruma güdüsü ve dalgalı kur sistemine bağlı kalma altında, merkez bankaları durumu seyretmektedirler.
Tek haneli rakamlara gelmişken, 2002 yılında Brezilya’da enflasyon birden bire yüzde 15’lere fırlamıştır. Enflasyon hedeflemesi alt-üst olmuştur. Daha yeni enflasyon yüzde 5’in altına gerileyebilmiştir. Bu gelişmelerin arkasında sermaye hareketlerindeki oynaklık vardır.
Güney Afrika da benzer bir deneyimden geçmiştir. 2002 yılında Güney Afrika’da da enflasyon yüzde 2’lerdeyken, yüzde 12’yi geçmiştir. 2006 yılının ortasına kadar enflasyon yüzde 3’lerde seyrederken, yıl ortasındaki çalkantılarla enflasyon yüzde 6’ya yaklaşmıştır.
Türkiye’de benzer bir olayı yaşadık. Açık enflasyon hedeflemesine geçilen ilk yılda sermaye hareketlerinin azizliğine uğradık. Hedef enflasyon yüzde 5 olduğu halde, geçen yılın ortasında yaşanan çalkantıyla beraber yıllık enflasyon yüzde 10 civarında gerçekleşti.
Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bütün bu deneyimler merkez bankalarının hem iş yapış şeklini hem de fiyat istikrarını oluşturma ve koruma konusundaki itibarını zedelemektedir.
Bir şeylerin değişmesi gerekmektedir. Ama, korumacılık çözüm diye düşünülmemelidir. Çünkü, korumacılık herkesi daha kötüde buluşturmak anlamına gelir. Çözüm, değişen şartlarda ekonomi politikalarının tepkisinde aranmalıdır diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2007
KÜRESELLEŞME yalnızca gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde de para politikasının gücünü giderek azaltmaktadır. Fiyat istikrarını hedefleyen ülkelerde para politikasının gücünün zayıflaması merkez bankalarını doğal olarak çok daha tutucu konuma itmektedir.
Finans piyasalarında 1970’li yıllardan beri gerçekleştirilen serbestleşme hem mali araçların çeşitlenmesine hem de piyasaların derinleşmesine neden oldu. Mali araçlar çeşitlenip piyasalar derinleştikçe, piyasalar yoluyla yaratılan "para" üzerinde giderek merkez bankalarının otoritesi zayıflamaya başladı. Klasik para politikası araçları yetersiz kalmaya başladı. Merkez bankalarının en büyük silahı olan kısa vadeli faizlerin uzun vadeli faizleri etkileme gücü de eskiye göre çok azaldı.
PARA BASMA
Ekonomide "para" yaratılması birbiriyle iç içe geçmiş iki mekanizma ile olur. Birincisi, merkez bankalarının doğrudan para yaratmasıdır. En geniş anlamda, bu mekanizma merkez bankalarının bilanço büyüklüğünü kontrol etmesidir. İkinci mekanizma, mali piyasaların merkez bankaları yoluyla yarattıkları varlıkları/yükümlülükleri piyasada işlem gören mali enstrümanlara çevirip yeni yükümlülükler/varlıklar yaratarak "para" yaratmasıdır. Bu mekanizma, en basit şekliyle, bankaların topladıkları mevduatları kredi olarak vermesiyle, krediyi alanların yeni mevduatlar yaratmasıdır.
Serbest piyasa koşulları içinde, merkez bankaları finans sisteminin kendileri dışında para yaratmasını kısa vadeli faiz oranları ile oynayarak kontrol etmeye çalışırlar. Kısa vadeli faizler yükseldiğinde, merkez bankalarından borç almak pahalılaşacaktır. Merkez bankalarına sistem borç veriyorsa, kısa vadeli faizlerin yükselmesi merkez bankasına borç vermeyi özendirecektir. Her iki durumda da, merkez bankalarının piyasadaki parayı geri çekmeleri kolaylaşacaktır. Sistemin daha fazla para yaratması engellenecektir.
Merkez bankalarının esas amacı kısa vadeli faizler yoluyla uzun vadeli faizleri etkileyip ekonomideki tüketim ve yatırım kararlarını etkilemektir. Bu yolla, iç talep kontrolü gerçekleşecek ve fiyat istikrarına yönelik tehditler ortadan kaldırılabilecektir. Kısacası, kısa vadeli faizler merkez bankaları için ekonomiyi yönlendirmenin dümenlerinden en önemlilerindendir.
VADE EĞRİSİ
Son yıllarda fiyat istikrarına yönelik tehditlerin büyüdüğünü düşünen gelişmiş ülkelerdeki merkez bankaları kısa vadeli faiz oranlarını artırıp para politikasını sıkılaştırmayı düşündü. Örneğin, kısa vadeli faizler Amerika’da yüzde 1’den yüzde 5.25’e, Avrupa’da yüzde 2’den yüzde 3.5’e, Japonya’da 0’dan yüzde 0.25’e, İngiltere’de yüzde 3.5’den yüzde 5.25’e artırıldı. Ama, bu ülkelerin hiçbirinde uzun vadeli faizler beklenen kadar artmadı. Hatta, uzun vadeli faizler kısa vadeli faizlerin altında kaldı.
Gelişmiş ülkelerde faizlerin vade eğrisi ters döndü. Yani, kısa vadeli faizler yüksek, uzun vadeli faizler yüksek kaldı. Merkez bankaları kendilerinin doğrudan kontrolü olduğu "para" miktarını kısarken, finans sistemi kendi "para" yaratmasını çeşitli mali araçlar yoluyla hızlandırdı. Bir anlamda, merkez bankalarının ekonomi üzerindeki etkileyici gücünü tırpanladı. Bu durum merkez bankalarının gücünü de sorgulatmaya başlattı.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2007
2000 yılından bu yana makro ekonomik politikanın merkezine kamu sektöründeki faiz dışı fazla hedefi oturmuştu. Kamu sektörünün borçluluğunun milli gelir kadar olduğu bir dönemde bu yaklaşım çok doğaldı. Artık durum değişti. Bundan sonra önemli parametre, genelde kamu sektörünün finansman dengesi ve özelde merkezi bütçenin gelir-gider dengesi olacaktır. Türkiye’de kamu sektörü gelir-gider dengesini tutturmak durumundadır. Bu aşamaya çok yaklaşılmıştır. Ama, gidilecek biraz daha yol vardır.
FAİZ DIŞI FAZLA
Son altı yıldır faiz dışı fazla hedefinin önemli olması kamu sektöründe gelir-gider dengesizliğin boyutlarını azaltıp kamunun toplam borçluluğunun milli gelir büyümesinden daha yavaş artmasını sağlayabilmekti. Faiz dışı fazla vererek kamu toplam faiz giderlerinden daha az borçlanma durumunda kalıyordu. Bu yolla, ödenen faizlerin bir bölümü borçlanmayla değil, elde edilen gelirlerden finanse ediliyordu.
Faiz dışı fazlanın boyutu çok tartışıldı. Milli gelirin yüzde 6.5’i kadar faiz dışı fazla hedefinin çok yüksek olduğu savunuldu. Gerçekten de, son yıllarda istikrar programı uygulayan ülkeler içinde en yüksek faiz dışı fazla hedefi belirleyen ülke Türkiye oldu.
Faiz dışı fazla hedefinin boyutu, toplam borçluluğun (milli gelire oranı olarak) büyüklüğü, sürdürülebilir milli gelir artışı ve kamu borçluluğunun belli bir düzeye indirilmesi için hedeflenen zaman aralığı ile doğrudan ilgili bir parametredir. Belli varsayımlar altında, bu hedef yüzde 6.5 olarak saptanmıştı. Büyük ölçüde de, başarıyla uygulandı. Sonuçta, kamu borçluluğunun milli gelir içindeki payı yüzde 100’leri bulmuşken, beş yıl içinde yüzde 60’lara yaklaştı. Ama, Türkiye’de kamu sektörü toplam borçluluğu hala yüksektir.
Geçmişte faiz dışı fazla hedefini küçültseydik, bugün kamu borçluluğu çok daha yüksek olacaktı. Belki de, faizler bu denli hızlı düşmeyerek kamu borçluluğunda çok büyük bir mesafe alamamış olacaktır. Ekonomik istikrara yönelik olarak önemli bir fedakarlık yapılmıştır. Ama, dişimizi sıkmaya devam etmeliyiz.
KÜRESEL SERMAYE
Bundan böyle, kamu sektöründe gelir gider dengesini tutturmak önemli olmaktadır. Bunun anlamı bütçe açıkları vermemektir. Bütçe açığı kamu borçluluğunun nominal olarak artmaya devam etmesidir. Geçmişte yüksek oranda faiz dışı fazla verdiğimiz halde, bütçe açıkları nedeniyle kamu borçları artmaya devam etmiştir. Artık, bütçe dengesini sağlayarak kamu borçluluğunun artmasını önlemeliyiz. Bu şekilde, milli gelirin artması yoluyla, kamu borçluluğunun milli gelir içindeki oranı çok daha hızlı bir biçimde düşmeye devam edecektir. Türkiye, kamu sektörü borçluluğunun en yüksek olduğu ülkelerden biri olmaktan çıkacaktır.
Faiz dışı fazla faiz ödemelerine eşit olduğu noktada toplam gelir-gider dengesi tutturulmuş demektir. Türkiye ekonomisinde kamunun ödediği faiz hala milli gelirin yüzde 6.5’inden yüksektir. O halde, dişimizi sıkıp yüzde 6.5’lik faiz dışı fazla hedefine sıkı sıkıya sarılmak zorundayız.
Bu zorunluluk ekonomik istikrarı mümkün olan en kısa zamanda yakalamanın da ötesinde, olumlu ekonomik dengelerin muhafazası için de son derece önemli olmaktadır. Küresel sermaye Hazine bonolarında oynamayı çok sevmektedir. Ama, Hazine’nin kalıcı açıklarını doğrudan finanse eden bir kaynak olmak istememektedir.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2007
KÜRESEL sermayenin nerelere gittiği ve Türkiye’nin göreli konumunu irdelemekte yarar var. Çünkü, küresel sermaye gelişmekte olan ülkelerden paldır küldür çıkmaya kalkmayacak, ama bazı ülkelerden dönemsel olarak soğuyabilecektir. Cuma ve dünkü yazılarımda söz ettiğim gibi,
uluslararası yatırım yapılabilecek fonlar çığ gibi büyümektedir. Tüm bölgelerdeki yükselen ekonomiler (emerging markets) çok ciddi boyutlarda cari işlemler fazlası vermektedirler. Petrol gibi hammadde fiyatlarının yüksek seyretmesi bunları üreten ekonomilerde çok ciddi nakit fazlaları yaratmaktadır.
KARŞILAŞTIRMA
Tabloda bölgesel olarak yükselen ekonomilere giden sermaye akımları ile cari işlemler dengesi, 2006 yılı tahmin bazında olduğu için, 2005 yılı için verilmektedir.
Tüm bölgelerdeki gelişmekte olan ülkeler toplamda cari işlemler fazlası vermektedir. Buna karşılık Türkiye’de hatırı sayılır bir cari işlemler açığı söz konusudur.
Avrupa’daki yükselen ekonomiler ve özellikle Türkiye hariç,
yükselen ekonomiler aldıkları uluslararası sermayeyi genellikle doğrudan yabancı yatırım olarak almaktadır. Hisse senedi alımı yoluyla gelen yabancı sermaye göreli olarak azdır.
Avrupa’daki yükselen ekonomilerle Türkiye göreli olarak borçlanma yoluyla sermaye çeken konumdadırlar. Asya ekonomilerinde gelen toplam sermaye akımlarının yaklaşık üçte ikisi doğrudan yatırım, üçte biri ise borçlanma yoluyla olmaktadır. Avrupa ülkeleri uluslararası sermaye akımını büyük ölçüde borçlanma yoluyla çekmektedir. Türkiye ise aldığı sermaye akımlarının yarısından fazlasını borçlanma yoluyla gerçekleştirmektedir.
Latin Amerika ülkeleri net bazda dış borç ödeyicisidirler. Afrika/Ortadoğu ülkeleri ise net bazda borçlanmamaktadırlar.
2006 yılına yönelik yapılan tahminler bu görüntüyü radikal bir biçimde değiştirmemektedir. Cari işlemler fazlası Avrupa’daki ülkelerde biraz düşerken, dünyanın diğer kıtalarında artmaktadır. Türkiye’de de cari işlemler açığı artmaktadır.
Avrupa göreli olarak borçlanma yoluyla uluslararası sermaye çeken bir konumdadır. Diğer kıtalarda durum 2006 yılında da aynıdır.
Tüm bölgelerde rezerv artışları 2006 yılında hızlanmış görünmektedir. Türkiye’de ise rezerv artışının 2005 yılına göre daha az olacağı tahmin edilmektedir.
Bu resim Türkiye’nin dikkat çekici bir noktada olduğunu gösteriyor. "
Sürüden ayrılanı kurt kapar" özdeyişini hatırlayarak sürüden ayrılmamaya çalışmamız küresel sermaye çekimini sekteye uğratmamak açısından önemli görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2007
Daha tutarlı makro ekonomik politikalar dünya ekonomilerini daha dayanıklı hale getirmeye başladı. Ekonomilerin eskiye göre dış borçlanma ihtiyacı azaldı. Amerika gibi yüksek cari işlemler açığı veren birkaç ülkeyi dışarıda bırakırsak, neredeyse tüm dünya ekonomileri mali fon yaratır duruma geldiler.
Hammadde zengini ülkeler fiyatların artmasıyla çok daha büyük nakit fazlaları vermeye başladılar. Böyle bir ortamda, küresel sermayenin gelişmekte olan ülkelere ilgisi çok daha fazla arttı. Bir anlamda,
küresel sermayenin gidecek fazla bir yeri de kalmadı.
ÇİFT YÖNLÜ AKIM
Tablodan da görüldüğü gibi, gelişmekte olan ülkelerin (emerging markets) döviz rezervleri 2000 yılından sonra hızlanarak artıyor. Aslında, gelişmekte olan ülkeler bir yandan çok ciddi boyutlarda yabancı sermaye çekerken, diğer yandan
döviz rezervlerini tuttukları paraları basan ülkelere borç vermeyi artırıyorlar. Bu alanda, dolar ve Amerika başta geliyor.
Gelişmekte olan ülkeler yalnızca döviz rezervlerini artırarak resmi yollardan büyük ülkelere finansman sağlamamakta, aynı zamanda, kendi dışındaki ülkelere özel sektör yoluyla da borç vermektedir. Tabloda yerleşiklerin alacakları kalemi net bazda her yıl özel sektörün verdiği dış borçları kapsamaktadır. Bu kalem çoğunlukla satıcı kredilerinden oluşmaktadır. Dikkat edilirse,
gelişmekte olan ülkelerde, özel sektörün verdiği dış borçlarla aldığı dış borçlar neredeyse aynı düzeye gelmiştir. Yani, net bazda özel sektör borçlanması neredeyse sıfırdır. Kısacası,
küresel sermaye akımları tek yönlü değil, çift yönlü olmaya başlamıştır.
Tabloda görülen bir başka ilginç gelişme banka dışı kesimin
verdikleri borçlardaki artış eğilimidir. Daha çok satıcı kredileri diyebileceğimiz bu kalemden gelişmekte olan ülkeler yılda 100 milyar doları aşan finansman sağlamaya başlamışlardır.
FİNANSMAN OLANAKLARI
2001 yılından bu yana gelişmekte olan piyasalar giderek uluslararası sermayenin ayrılmaz bir parçası durumuna gelmişlerdir. Dolayısıyla, küresel sermayenin bir anda bu ülkeleri terk etmesi gibi bir olasılık giderek azalmaktadır. Böyle bir durumun gerçekleşmesi 1990’larda olduğu gibi bölgesel bir kriz değil, küresel bir kriz anlamına gelir. Gelinen büyüklükler itibariyle, dünya ödemeler sistemi başımıza çöker.
Bütün bu gelişmeler dönemsel olarak bazı ülkelerin küresel sermayeden her zaman aynı payı alacağı anlamına gelmemektedir. Aksine, dönemsel olarak bazı ülkeler küresel sermaye çıkışlarıyla zor duruma düşebileceklerdir. Dolayısıyla, Türkiye’nin de küresel sermayenin belirlediği dengeleri kaybetmesi olasılığı küçük değildir. Ama, normal şartlarda, görünüm bozulmadığı taktirde,
gelinen noktada Türkiye’nin geçmişe göre çok daha yüksek cari işlemler açıklarını finanse edebilme kabiliyeti olduğu bir gerçektir.
Üzerinde durulması gereken olgu, artan finansman olanaklarına güvenerek makro ekonomik politikaları oluşturmaktan kaçınmaktır.
Sermaye akımları gereksinimini tek yönden çift yöne kaydırarak küresel sermaye akımlarının ayrılmaz bir parçası olmaya çalışmamız gerekmektedir. Bunu en iyi beceren şimdilik Asya ülkeleridir. Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2007
DÜNYA’nın fakirin de fakiri insanları giderek Afrika kıtasında yoğunlaşmaya başlıyorlar. Asya bir ölçüde kendini toparlamaya başladı. Afrika’nın tuzağındaki insanların kendilerini kurtarmaları zor görünüyor. Konu az gelişmişlikten açılınca, az gelişmişliğin nedenlerini sıralamak kolay oluyor. Bu ülkelerde gelir olmadığı için tasarruf yoktur. Teknoloji yoktur. Eğitilmiş işgücü yoktur. Tabii kaynaklar tek elde toplanmıştır.
Fakir ülkelerde ahlaksızlık diz boyu oluyor. Yolsuzluk çok yaygın. Gelir bölüşümü bozuk demek haksızlık olur, yok demek daha doğru bir tanımlamadır. Ekonomik faaliyetler kontrol alındadır. Demokrasiden söz etmek olanaksızdır. Gelenekler yalnızca sosyal değil, ekonomik hayatta da baskındır. Kısacası, abartılı da olsa, fakirin de fakiri ülkelerde modern ekonomik kalkınmanın gerektirdiği hiçbir tohum yoktur denebilir.
GERİ KALMIŞLIK
Ekonomik kalkınma için gerekli tohum az olunca, nereden başlanacağı da konuya eğilenlerin önceliklerine göre değişiyor. Kimileri, devletin (kabile reisinin) ekonomideki etkinliğinin azaltılmasını ve dış ticaret rejiminin serbestleşmesi gereğini vurguluyor. Bir grup iktisatçı tabii kaynakların doğru işletilmesi için yabancı sermayeye izin verilmesini savunuyor.
Siyasi bilimcilere göre, sorun devletin yapısındadır. Bu ülkelere tam demokrasi getirilmelidir. Göz boyayan seçimlerle iktidara gelen diktatörlük yapısından uzaklaşılmalıdır. Ülkenin tabii kaynakları birkaç kabilenin eline bırakılmamalıdır.
Sosyologlar geleneklerin baskınlığından söz etmektedirler. Gelenekler nedeniyle kadının toplumdaki göreli konumu tartışılmaktadır. Akraba birleşmeleri konuşulmaktadır. Pazar kavramını inkár eden kabile yaşantısı içinde kendine yeterlilik ilkesinin baskın olması vurgulanmaktadır.
Fakirin de fakiri ülkelerde, yolsuzluğun toplumsal hayat tarzının bir parçası olduğu iddia edilir. Demokrasinin gelişemediği ülkelerde bu teşhis, büyük ölçüde doğrudur. Bu gerçekten yola çıkarak, gelişmiş ülkeler fakirin de fakiri toplumlara yeterli yardımı yapmaktan kaçınmaktadırlar. Söz konusu yardım top ya da tüfek değildir. Bu insanların ilaca, hastaneye, doktora, hemşireye ihtiyaçları vardır. Bu insanlara sağlık malzemesi ve kendileri gibi hasta olmayan sağlık personeli gerekiyor.
ÖNCELİKLER
Birleşmiş Milletler örgütü, bu konuda gerekli donanımı oluşturmaya ve maddi kaynakları bir araya getirmeye çalışıyor. Ama, bugün Birleşmiş Milletlerin sonuç veren girişimlerinin boyutu Gates ve Carter gibi kişisel vakıfların yaptıklarının neredeyse gerisinde kalıyor. Gelişmiş ülke hükümetlerini ikna etmek bu konulara gönül vermiş bir takım özel girişimcileri ikna etmekten daha zor oluyor.
AIDS’den kırılan Malawi’de hastalığa yakalanmış nüfusun üçte birine (300 bin kişi) beş yıl içinde ulaşılabilmesi yönünde kapsamlı bir program ortaya konuyor. Jeffrey Sachs’ın vurguladığı gibi, çeşitli komitelerden geçen bu plan ancak 25,000 kişiye ulaşılabilmesi için yeterli mali desteği bulabiliyor. Yani, ülke ölüme terk ediliyor. Kısacası, gelişmiş ülkeler, çeşitli nedenler ileri sürerek, soruna kapsamlı çözüm olabilecek yeterli katkıdan kaçınıyorlar.
Halbuki, konuşulan rakamlar göreli olarak o denli büyük değil. Örneğin, Amerika uluslararası terörle mücadele kapsamında bütçesine her yıl 500 milyar dolar civarında para koyuyor. Bunun binde birini çalışabilir bir yapı içinde fakirin de fakiri toplumlara aktarsa, o yörelerde durum çok farklı olabilir.
Galiba, öncelikler yanlış saptanıyor. Sorunlar temelinden değil, yüzeyden saptanmaya çalışılıyor.
Yazının Devamını Oku