14 Şubat 2007
EKONOMİK büyümenin itici sektörleri yıldan yıla değişiyor. Bir sektör parlıyor, diğerleri geriye düşüyor. Ama, yine de yıldan yıla şimdiye kadar yüksek büyüme performansını devam ettirmeyi başardık. Örneğin, 2002 yılından 2005 yılına kadar büyümenin çok önemli bir bölümü
imalat sektörü üretim artışından kaynaklanmıştı. 2005 yılında itici sektör genelde
hizmetler sektörü, özel olarak da
inşaat sektörü oldu.
2005 yılı birçok açıdan önceki yıllara göre farklı bir yıl oldu. Daha önce yüzde 10 civarında büyüme gösteren imalat sanayi üretiminde büyüme 2005 yılında yavaşladı. Ama, aynı yıl inşaat sektörü üretimi patladı. Sonuçta,
imalat sanayi üretimi yıllık ortalama bazda yüzde 4.8 kadar büyüdüğü halde, milli gelir büyümesi yüzde 7.6 oldu.
2006 YILI PERFORMANSI
2006 yılı yine farklı bir yıl oldu. Farkı daha iyi görebilmek için 2006 yılını iki ayrı yarı yılda incelemek daha aydınlatıcı olacaktır.
Mayıs ve haziran aylarında yaşanan çalkantıyla beraber, imalat sanayi üretimi biraz düştü. 2006 yılının ilk yarısında imalat sanayi üretim artışı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 6.2 olmuşken, yılın ikinci yarısında aynı bazdaki artış yüzde 5.3 oldu. Tüm yıldaki artış ise yüzde 5.8’de kaldı. Yine de
, imalat sanayi üretimi 2006 yılında bir önceki yıla göre göreli olarak daha fazla arttı.
2006 yılının ilk yarısında inşaat sektörü üretimi patlamaya devam etti denebilir. Yılın ilk üç ayında yüzde 27 civarında (bir önceki yıl yüzde 20.6 idi) büyüyen inşaat sektörü üretimi yılın ikinci yarısında 14.1 büyüdü ve yılın ilk yarısındaki toplam büyüme yüzde 20 oldu.
Yılın üçüncü çeyreğinde ise inşat sektöründeki büyüme yüzde 20 oldu. Ama,
ticaret ve ulaştırma sektörlerindeki üretim artışı düşüşleriyle milli gelir büyümesi son dört yılın en düşük üç aylık düzeyine düştü.
2006 yılında imalat sanayi üretimi yeniden milli gelir büyümesinin itici gücü konumuna gelebilir. İnşaat, ticaret ve ulaştırma sektörlerindeki büyümenin geçmişe göre azalması durumunda, 2006 yılı büyümesini kurtaracak sektör yine imalat sanayi üretimindeki büyüme olabilir. Tarım sektöründeki gerilemeyle beraber,
2006 yılında büyümenin geçen yıllara göre daha düşük olacağı tahmin edilmektedir.
İTİCİ SEKTÖRLER
Elektrik üretimi son iki yıldır imalat sanayi üretim artışının üzerinde artmaya devam ediyor. Halbuki, 2001 yılından 2004 yılına kadar elektrik üretimi artışı imalat sanayi üretim artışının altında seyrediyordu. Son yıllardaki gelişmeyi elektrikte kaçakların artmasına bağlamak çok doğru görünmüyor.
Dönemsel dalgalanmalar gösterseler de, imalat sanayi üretimindeki artışının arkasındaki itici alt sektörler
kimya, makine, mobilya, elektrikli eşyalar ve taşıt araçları sektörleri oldu.
Tekstil sektörü en kötüyü görmüş gibi duruyor. Son dönemde, tekstil sektörünün üretimi belli bir istikrara kavuşmak üzere izlenimini veriyor. Hazır giyim için aynı yargıya varmak henüz mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2007
2001 krizinden sonra uygulamaya geçen istikrar programı sayesinde yüzde 100’lere yaklaşan enflasyon göreli olarak çok hızlı bir biçimde yüzde 10’un altına çekildi. Tam üç yıl önce, 2004 yılının şubat ayında yıllık enflasyon yüzde 9.5 olmuştu.
Bu tarihten sonra enflasyon inmekte nazlanmaya başladı. 2005 yılının ekim ayında en düşük düzeyini gördü ve yıllık enflasyon yüzde 7.5 oldu. Daha sonra yükselmeye başladı. Geçen yılın ortasında yaşanan çalkantı öncesi, yıllık enflasyon yüzde 8.8 idi. Çalkantıyla beraber yüzde 10’un üzerine geldi. Geçen ay itibariyle de, yıllık enflasyon yüzde 9.9 civarında gerçekleşti.
KÖTÜ HATIRALAR
Dünya standartlarında yüzde 8-10 arasındaki enflasyon çok yüksek sayılır. Örneğin, yükselen piyasalar arasında, yabancı sermaye açısından rakip olduğumuz ülkeler içinde enflasyon, Brezilya ve Güney Afrika’da yüzde 5’in altındadır. Türkiye enflasyonu bu düzeylere çekmekte zorlanmaktadır. Neden?
Her şeyden önce, geçmiş otuz yılda yaşanan yüksek enflasyon ekonomide küçümsenmeyecek katılıklar yaratmıştır. Hatıralar kötüdür. Kötü hatıralar büyük ölçüde uygulanan politikalara olan güveni azaltmaktadır. Ekonomik birimler görmeden inanmak istememektedirler. O kadar ki, çoğu kez, gördüklerinde de inanmamaktadırlar.
Kötü hatıraları unutturmak kolay olmamaktadır. Arada bir yaşanan çalkantılar yeniden kötü hatıraları akıllara getirdiğinden, çalkantıların olumsuz etkileri göreli olarak daha kalıcı olmaktadır. Sorunun önemli bir boyutu buradadır.
Kötü hatıraları çabuk unutturabilecek ve uygulamadaki ekonomik politikaların kalıcılığı konusunda ekonomik birimlerin tereddütlerini giderebilecek yapısal reformların gecikmesi veya savsaklanması bir başka katılık unsuru olmaktadır.
YABANCI SERMAYE
Yabancı sermaye girişleri enflasyonla mücadelenin başlarında enflasyonun inmesinde küçümsenmeyecek katkılar yaparken, bir noktadan sonra enflasyonla mücadeleyi zorlaştıran bir unsur olabilmektedir. Yabancı sermaye girişleriyle güçlenen Türk Lirası karşısında Merkez Bankası kayıtsız kalamamaktadır. Dolayısıyla, döviz girişleri otomatik olarak Merkez Bankası’nı para basmaya zorlamaktadır.
Dönemsel olarak yabancı sermaye çıktığında, Türk parası değer yitirme eğilimine girmekte, döviz rezervlerini koruma güdüsüyle Merkez Bankası döviz kurları üzerindeki baskıyı hafifletmemekte ya da hafifletmekte geç kalmaktadır. Bu kez de, döviz kurlarındaki yükselme enflasyona olumsuz yansımaktadır.
Kısacası, döviz girişleri parayı bollaştırırken, döviz çıkışları kurlardaki yükselmeyle fiyat düzeyini olumsuz etkilemektedir. Bu mekanizma enflasyondaki eğilimleri yabancı sermayeye endeksli hale getirmektedir. Uluslararası sermaye oynaklaştıkça, bizim gibi ülkelerde enflasyon da oynak hale gelmektedir.
Önümüzdeki dönemde kamu finansman dengesinin enflasyonla mücadeledeki olumlu katkısı geçmişe göre çok daha az olacaktır. Ama, kamu finansmanındaki bozulma enflasyonu olumsuz etkileyebilecektir. Dolayısıyla, enflasyonun geleceği, olumlu yönde, giderek çok daha fazla para politikasına endeksli hale gelmektedir.
Bu durumda, enflasyonun dünya standartları düzeyine indirilmesi para otoritesinin, döviz girişi olduğu dönemlerde para yaratmayı durdurması, döviz çıkışı olduğu dönemlerde de döviz kurlarının fırlamasını engellemesiyle kolaylaşacaktır. Döviz girişleri olduğu dönemlerde bu strateji bazı kesimleri doğal olarak kızdıracaktır. Ama, ekonominin uzun dönemli istikrarı açısından, önemli olan, kurları yükseltmek değil, enflasyonu düşürmektir.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2007
Kamu maliyesi yönetimi açısından, 2006 yılı son derece başarılı bir yıl olmuştur. Çeşitli bahaneler öne sürülebilir. Ama, yine de, elde edilen başarı küçümsenemez. Türkiye bir nesil geçtikten sonra ilk kez bütçe açığını milli gelirinin yüzde 1’inin altına düşürdü. Şimdiki genç nesil ilk kez bütçe açığının bu denli düşük olabileceğini gördü. Mutlaka çamur atılmak isteniyorsa, başarının arkasında birçok olumsuzluklar sıralanabilir. Örneğin,
1. bütçe açığının bu denli düşmesinin arkasında yalnızca 2006 yılına özel bir kerelik vergi gelirlerinin olduğu,
2. bütçe açığının daraltılmasının harcamaları kısarak değil, vatandaştan dolaylı yollardan daha fazla vergi alarak gerçekleştirildiği,
3. sosyal güvenlik sisteminin açıklarının artarak devam ettiği,
4. özelleştirme gelirlerinin bir bölümünün bütçeye gelir kaydedildiği,
5. IMF tanımı içinde, faiz dışı fazlanın hedeflenen yüzde 6.5’in altında kaldığı
söylenebilir. Bütün bunların bazıları daha önceleri de yapıldı. Bazıları daha önceleri de yapılabilirdi. Dolayısıyla, "öyle oldu, böyle oldu" diyerek kamu maliyesi idaresinde 2006 yılında yakalanan performans hiçbir biçimde küçümsenemez. Bu başarıya şapka çıkarılır.
Konuyu çarpıtıp "madem kamu maliyesi iyiydi de, bu iyiliği halk neden hissetmedi?" gibi bir soru sorulabilir. Sorunun yanıtı aslında kamu maliyesi iyi olduğu için kısa dönemde halkın göreli durumumuz beklendiği ölçüde iyileşmediğidir. Ama, halkın durumunun iyileşmesinin bu yolla önü açılmaktadır.
HAZİNE
Kamu maliyesi idaresindeki başarı yalnızca gelirler kadar harcama yaparak bütçeyi neredeyse dengede götürmekle de sınırlı değildir. Son yıllarda Hazine borç idaresini de büyük bir başarıyla götürmektedir. Borç idaresinde radikal bir zihniyet değişikliği gerçekleşmiştir.
Eskiden, devlete borç verenler "devleti soyanlar" olarak görülürdü. Devlet, kendine borç veren piyasalara "reaya" muamelesi yapardı. Bunun en son örneğini de 2000 yılı başında, daha önce borçlanılmış paranın, daha önce tespit edilmiş faizi üzerine geriye dönük vergi konması olarak görmüştük. Türkiye bu bakış açısının faturasını çok ağır ödedi. Ders alındı. Şimdi, Hazine gerçekten piyasanın, piyasa kuralları içinde hareket eden bir aktörü olarak rolünü oynamaktadır. Rolün böyle oynanmasıyla hem Hazine’nin borçlanma piyasasına getirdiği bir derinlik söz konusudur hem de Hazine’nin göreli olarak daha az maliyetle borçlanabilmesi olanağını sağlamıştır. İşin bu tarafı da küçümsenemez.
2006 yılında gördüğümüz resme bakarak artık kamu maliyesindeki gelişmeleri enflasyonun nedenlerinden biri olarak gösterme olanağı kalmamıştır. Kamu maliyesindeki performans enflasyonla mücadelede çok önemli bir rol oynamıştır. Kamu maliyesi rolünü çok iyi oynamıştır. Böyle gittiği taktirde, enflasyondaki kıpırdanmaları kamu maliyesinden kaynaklandığı iddiaları eskiden olduğu gibi ileri sürülemez.
DEVAMLILIK
"İyi, iyinin en büyük düşmanıdır" derler. Başarı da, başarının düşmanıdır. Daha başarılı olmak, kamu maliyesi idaresinde gösterilen performansın ilerideki yıllarda da devam etmesidir. Yani, devamlılık önemli olmaktadır. Kamu maliyesinin hedefleyeceği önündeki en büyük rakip yine kendisinin geçen yıl gösterdiği başarı olmaktadır.
2006 yılı performansı ilerideki yıllarda da tekrarlanabildiğinde, enflasyondaki katılıklar da bir ölçüde yumuşayacaktır. Performansın devamını garantiye alacak yapısal reformların devreye sokulması bugün yüksekliğinden şikayet ettiğimiz reel faizlerin de düşmesinin önünü açacaktır. Kısacası, 2006 yılında kamu maliyesinde gösterilen başarının bir kerelik olmadığının ispatı gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2007
ALTIN asırlar boyunca ulusal ve uluslararası ödemeler siteminin merkezinde duran bir madendi. Asırlar boyunca beyler, krallar, imparatorlar, çarlar ve padişahlar kendi adlarına altın paralar basıp piyasaya sürdüler. İkinci Dünya Savaşı sonunda oluşturulan yeni dünya düzeninde de uluslararası ödemeler sisteminin temel direği yine altındı. Amerika Birleşik Devletleri, Amerikan dolarının değerini altına bağlamıştı. Diğer ülkeler de paralarını dolara bağlamıştı.
Dolayısıyla, sistem içindeki tüm ülkelerin paraları dolaylı ya da doğrudan altına bağlanmış oluyordu. Düzenlemeye göre, bir ons altın 35 dolar olarak sabitlenmişti. Amerika dolar getirene bu fiyattan altın satmayı taahhüt etmişti. Bu yapıdaki ödemeler sistemine "altın standardı" denir.
REFERANS PARA
Altın standardı içinde, merkez bankalarının en önemli uluslararası rezervlerinden biri doların yanında altın oldu. Belki, altın dolardan da önemli bir rezerv değerdi. Çünkü, altın, hiçbir ülkenin yükümlülüğü olmayan, ama "para" tanımı içindeki tüm özelliklere sahip bir metaldi. Örneğin, altın, mal ticaretinde kullanılabiliyordu, mal ve hizmetlerin değerinin tespitinde kullanılıyordu ve servet saklama araçlarından biriydi.
İsviçre’de merkez bankalarının bankası olarak bilinen Bank for International Settlement’ın bilançosunda bankanın Basel’deki binası hala 1 İsviçre altını değerinde durur. Boğazlardan geçişin ücreti İsviçre altını cinsinden hesaplanır.
1970’lerin başında doların değerinin altına karşı sabit tutulması zorlaştı. Dolar değer kaybetmeliydi. 1973 yılında Amerika Birleşik Devletleri doların değerinin altına bağlanması kuralını uygulamadan kaldırdı. Doların değeri diğer ülke paralarına göre dalgalanmaya bırakıldı. Altın standardı rafa kalktı.
Bir maden olarak altının önemi azalmadı. Ama, merkez bankalarının kasalarında uluslararası rezervlerin bir parçası olarak altın cinsinden rezerv tutmanın önemi azaldı. Özellikle Avrupa’da birçok merkez bankası ellerindeki altın stokunu satmaya başladılar.
IMF üyesi ülkelerin merkez bankalarında 1975 yılı itibariyle (yaklaşık 145 ülke), 1 milyar troy ons civarında altın rezervleri vardı. 2005 yılına geldiğinde, sayıları daha da arttığı halde (180 ülkeden fazla), IMF üyesi ülkelerin merkez bankalarındaki altın rezervleri 881 milyon troy ons’a (bugünün fiyatlarıyla 572 milyar dolar) düştü. Yani, son otuz yılda toplam altın rezervleri ons olarak yüzde 12 civarında azaldı.
EĞİLİM DEĞİŞİYOR
Amerika Birleşik Devletlerinin altın rezervlerinde bu süre içinde önemli bir değişiklik olmadı. Ama, Kanada, özellikle 1980’li yıllarda başlayarak yoğun bir biçimde tüm altın rezervlerini sattı. Fransa’nın, Almanya’nın, İtalya’nın ve Japonya’nın altın rezervlerinde önemli bir değişme olmazken, Hollanda, İsviçre ve İngiltere rezervlerinin yarısını sattı. Belçika da altın stoklarını eritti. İsviçre ve İngiltere altın satışlarının önemli bir bölümünü Euro’ya geçildikten sonra yaptığı halde, Hollanda altınlarını 1990’lı yıllarda sattı. Belçika 1980’lerde altın stoklarının önemli bir bölümünü elden çıkardı.
Türkiye’nin altın stoku 3 milyon ons’un biraz üzerindedir ve yıldan yıla önemli değişiklikler göstermez. Altın konusunda haklı olarak tutucu bir ülkeyiz.
Son günlerde IMF’nin uluslararası rezervleri içinde bulunan altınları da satacağı haberleri gelmeye başladı. IMF’nin yaklaşık 103 milyon troy ons (bugünün fiyatlarıyla 67 milyar dolar) altın stoku var. Bilançosunda ise altın stoku 8.8 milyar dolardan değerlendiriliyor. Yani, IMF’nin altın stoklarında ciddi bir kár gizli. Merkez bankalarının bilançolarında altın stokunu değerlendirmemelerinin bir gelenek olduğu da unutulmamalıdır.
Kısacası, artık para otoriteleri, özellikle göreli olarak küçük gelişmiş ülkelerde, altından uzaklaşıp uluslararası rezervlerini ülke paraları cinsinden tutmayı tercih ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2007
ENFLASYON denkleminde "para" değişkenine gereken önemin verilmediğini birkaç kez tekrarladım. Denklemde kullanılması gereken "para" kavramına ulaşmanın zorlukları da birkaç yazımın konusu olmuştu. Akademik bir tartışmaya girmeden, Merkez Bankası bilançosundaki bazı gelişmeleri gözden geçirmenin enflasyon eğilimleri konusunda fikir edinebilmek için yararlı olduğunu düşünüyorum. Merkez Bankası’nın para politikasını izleyebilmek için iki önemli değişkeni göz ardı edemeyiz. Birincisi,
Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğü, diğeri
Merkez Bankası Parası’dır.
2002-2005 DÖNEMİ
Merkez Bankası Parası, para otoritesinin yerli para cinsinden yükümlülüklerinin toplamıdır. En geniş anlamda, bir merkez bankasının bastığı yerli para toplamı merkez bankası parasıdır.
Bilançonun varlık ve yükümlükler bölümlerini yerli ve yabancı para cinsinden ayırıp varlık ve yükümlülük eşitliğini kullanırsak merkez bankası parası aslında
Merkez Bankası’nın YTL ve döviz işlemleri yoluyla yarattığı toplam YTL miktarlarının ayrıştırılmış biçimidir.
Grafikte, 2002 yılının başından bu yana aylık ortalamalar olarak Merkez Bankası Parası’nın YTL işlemleri yoluyla yaratılan bölümü ile döviz işlemleri yoluyla yaratılan bölümü ayrı ayrı gösterilmektedir. Bu grafik Merkez Bankası’nın nasıl para yarattığını çarpıcı bir biçimde göstermektedir.
2002 yılından geçen yılın haziran ayına kadar Merkez Bankası’nın YTL işlemleri yoluyla yarattığı toplam YTL yükümlülükleri 20 milyar YTL civarında sabitti. Yani, bu dönemde Merkez Bankası bankalara ya da Hazine’ye YTL cinsinden krediler vererek bilançosunu büyütmedi. 2005 yılının başına kadar Merkez Bankası döviz işlemleri yoluyla da YTL yükümlülükleri yaratmadı. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nın toplam YTL yükümlülükleri (merkez bankası parası) 2002 yılı başından 2005 yılı başına kadar, üç yılda 10 milyar YTL’den 25 milyar YTL’ye (yılda ortalama yüzde 35 artış) ulaştı.
Artışın tümü büyük ölçüde döviz işlemleri yoluyla oldu. Yani, Merkez Bankası piyasadan döviz alıp piyasaya YTL sürdü.
DÖVİZ ALIMLARI
2005 yılı başından sonra Merkez Bankası piyasadan yaptığı döviz alımlarını önemli ölçüde artırdı. Dolayısıyla, döviz işlemleri yoluyla Merkez Bankası Parası hızla artmaya başladı. YTL işlemleri yoluyla yaratılan YTL yükümlülükleri neredeyse aynı kaldı. Yalnızca 2005 yılı başında 2006 yılının haziran ayına kadar Merkez Bankası Parası yıllık bazda ortalama yüzde 65 arttı.
2006 yılının ortasına gelindiğinde durum değişti. Nisan enflasyonu şaşırttıktan sonra, mayıs ve haziran aylarında büyük ölçüde dışarıdan kaynaklanan nedenlerle mali piyasalar karıştı.
Merkez Bankası haziran ayı ile birlikte hem döviz işlemleri hem de YTL işlemleri yoluyla Merkez Bankası Parası’nı düşürmeye çalıştı. Yani, döviz satarak ve YTL basmayı sıkarak piyasadan YTL çekti. Merkez Bankası Parası küçülmeye başladı.
Bu süreç kasım ayına kadar sürdü.
Kasım ayından bu yana, Merkez Bankası yeniden döviz işlemleri yoluyla YTL yaratmaya başladı. Bu gelişmeler üzerinde düşünmeye değerdir.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2007
HALK Bankası’nın nasıl özelleştirileceği son günlerde gündemi meşgul eden konulardan biri oldu. Blok satış yoluyla özelleştirilmesi düşünülürken, şimdi Halk Bankası’nın yüzde 25 hissesinin halka açılmasına karar verildi. Bir kamu kuruluşunun yüzde 25’inin halka açılması özelleştirme değildir. Halkın parasını devlete aktarmaktır. Gerçek özelleştirmeyi engellemek ya da geciktirmek anlamına gelir. Bu yolla Banka’nın idaresi hala kamuda olmaya devam edecektir.
Daha sonra geri kalan hisseler blok olarak bir yatırımcıya satıldığında, Borsa yatırımcılarına çağrı yapılırsa, baştan blok satış yapılarak devlete gidecek artı değer bu kez Borsa yatırımcılarına gidecektir. Buna da Borsa’nın gelişmesi diyoruz!
Bir başka açıdan, banka hisselerinin bugünkü yapı içinde halka arz edilmesinin çeşitli sakıncaları vardır. Bu yol da halkı tokatlamak anlamına gelmektedir. Bir başka yazıda bu konuyu yeniden gireceğim.
OLMASI GEREKEN
Halk Bankası’nın özelleştirilmesine asıl muhalefet, Banka’yı kimin alacağından çok, Banka’nın devletin idaresinden çıkacak olmasınadır. Demek ki, Banka devletin idaresinde olduğunda, bir takım kesimler yarar sağlamaktadır. Böyle değilse, Banka’nın özelleştirilmesine karşı çıkmak iktisadi açıdan çok anlamlı değildir.
Banka’nın misyonunu esnafa ve KOBİ’lere kredi vermesi olarak özetleniyor. Özelleştiğinde, bu misyondan sapılacağı tezleri ileri sürülüyor. Halk Bankası’nı bugünkü şube ağı ve tecrübeli personeliyle alan bir yatırımcı (yerli ya da yabancı) bu stratejiyi neden değiştirsin ki? Bugün bütün bankalar KOBİ’lere kredi vermeye çalışıyorlar. Halk Bankası’nı milyarlarca dolar para verip alacak olan yatırımcı 600’e yakın şubesiyle KOBİ’lere kredi vermeyip de kime verecek?
Özelleştirilmiş Halk Bankası’nın ince eleyip sık dokuyarak kredi vermeye başlamasından korkuluyorsa, zaten olması gerekenden korkuluyor demektir. Devlet elindeki Halk Bankası da ince eleyip sık dokuyarak kredi kararı vermelidir. Bunun aksi, hem Banka’ya zarar verir hem de ekonomiye.
Özelleştirilmiş Halk Bankası’nın siyasi baskılar yoluyla kredi vermesinin önünün kesileceğinden korkuluyorsa, yine olması gerekenden korkuluyor demektir. Siyasi baskılar yoluyla kredi veren devletin elindeki Halk Bankası yönetimi hem Banka’ya hem de ekonomiye zarar verir. Zaten, Banka’nın özelleştirilmesinden umulan en büyük yarar da budur. Banka, siyasi baskılarla değil, iktisadi ilkeler içinde yönetilmelidir.
KURDA KUZU
Halk Bankası’nın özel yatırımcıya değil de, esnaf ya da KOBİ kuruluşlarına satılması tezi de ortaya atılmaktadır. Yani, banka müşterilerinin Banka’nın sahibi olması istenmektedir. Özelleştirelim derken, bankayı devletin idaresinde olmasından çok daha kötü bir konuma getirilmesi önerilmektedir. Kurda kuzunun teslim edilmesi istenmektedir.
Bankacılıkta en kötü idare banka sahibinin bankanın en iyi kredi müşterisi olmasıdır. Böyle bir durum bankayı tokatlama tezgahının bir başka ifadesidir. Bu nedenle bankaların hakim ortağına kredi vermesi bankanın öz kaynaklarının bir oranı ile sınırlandırılmaktadır.
Yaratılan kamuoyu ile Halk Bankası’nın gerçekten özelleştirilmesi geciktirilmektedir. Devlet gelir kaybetmektedir. İlk bakışta şirin görünen tezlerle menfaatlerinin bozulmasından korkan çevreler Halk Bankası’nın özelleştirilmesi sürecini sulandırmaktadırlar. Hükümet çok iyi niyetle ve doğru bir biçimde bu konuya yaklaştı. Ama, seçim yılına girmiş olmamız maalesef hükümetin bu konuda çok daha kararlı davranmasını engelledi.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2007
Ocak ayı enflasyonu kaçınılmaz olarak bazı beklentilerin yeniden oluşturulmasına neden olacak. Örneğin, Merkez Bankası’nın faizleri indirmesini bekleyenler daha önce umduklarından daha fazla beklemek durumunda kalacaklar.
Yıl sonunda enflasyonun yüzde 4-5 civarında gerçekleşeceğini bekleyenler de büyük bir olasılıkla beklentilerini revizyona tabi tutacaklardır. Enflasyonla mücadele açısından konunun en can alıcı tarafı buradadır. Daha yılın başında, zaten çok olumlu olmayan beklentiler önemli bir darbe almıştır. Merkez Bankası’nın işi daha da zorlaşmıştır.
2007 yılının zor bir yıl olacağı zaten dile getiriliyordu. Zorlukların bir bölümü siyasi belirsizliklerin piyasalara olumsuz yansıma olasılığıydı. Diğer taraftan, dışarıdan gelebilecek olası şokların iç dengeleri tehdit etmesi söz konusuydu.
PİYASA DESTEĞİ
Yılın başında piyasalar bu zorluklara hiç aldırmadan beklenenin üzerinde olumlu bir havaya girdiler. Özellikle son haftalarda, hem faizler hem de döviz kurları düşme eğilimine girdi. Kurların daha fazla düşmemesi için Merkez Bankası yeniden piyasaya davet edilmeye başlandı. Aynı zamanda, piyasada düşen faizlere paralel olarak Merkez Bankası’nın da faizleri düşürmesi yönünde baskılar artmaya başladı. Bütün bunlar seçimlerin olacağı bir yılda zaten beklenen baskılara piyasaların da destek vermesi olarak yorumlanabilir. Ama, aynı desteği enflasyon verileri vermedi.
Bir anlamda, Merkez Bankası bir kez daha zor durumda kaldı. Döviz kurlarının daha fazla düşmesini engellemeye yönelik bir para politikası yaklaşımı Merkez Bankası bilançosunu daha da büyütmek anlamına gelir. Yani, enflasyonla mücadele zorlaşır. Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi de benzer bir etki yapacaktır. Hatta, faizlerin indirilmesi döviz kurları üzerindeki aşağı yöndeki baskıyı daha da artırabilecektir. Merkez Bankası’nı daha da fazla para basmaya davet edecektir.
Enflasyon geçen yıl nisan ayında bir sürpriz yapmıştı. Ama, ardından gelen piyasa dalgalanmaları nisan enflasyonunu bir anlamda unutturmuş herkesin ilgisi dalgalanmaların enflasyon üzerine etkilerine odaklanmıştı. Bir dış şok olmayacağı varsayımıyla, ocak enflasyonunun iç dinamiklerden kaynaklanan nedenleri ile geçen yılın nisan ayındaki enflasyonun nedenleri arasında bazı paralellikler aramak para politikasının bundan sonraki tepkisini şekillendirmek açısından faydalı olabilecektir. Şubat ve mart ayı enflasyonları bu alanda oldukça önemli bilgiler içerebilecektir.
SEÇENEKLER
Para politikasının olası tepki yelpazesinde bir uçta en tutucu konumu düşünürsek, bu uçta Merkez Bankası’nın döviz kurlarının düşününe kayıtsız kalması ve şubat ya da mart aylarındaki enflasyonu gördükten sonra faizleri artırması söz konusu olabilir. Yelpazenin ortasında, döviz kurlarına çok kayıtsız kalmasa da, Merkez Bankası’nın döviz alımlarının sınırlı olduğu ve faizleri değiştirmeyeceği bir tutum söz konusudur. Diğer uçta ise, Merkez Bankası’nın çok iyimser bir yaklaşımla, döviz kurlarının daha da fazla düşmemesi için yoğun bir biçimde piyasaya girip döviz alması ve mart ayından sonra faizleri indirmeye başlaması vardır.
Seçimler yaklaştıkça, iyimser yaklaşım siyasetçiler tarafından tercih edilecek bir konum olacaktır. Ama, yıl sonu enflasyon hedefi ciddiye alınıyorsa, bugünkü bilgiler ışığında, ilk iki konumun ortasında bir yerde durmak daha gerçekçi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2007
ARALIK ayına yönelik ithalat rakamları biraz şaşırttı. Aralık ayında ithalat bir önceki yılın aynı ayına göre dolar bazında yüzde 1.3 düştü. Toplam ithalattaki düşüşte en büyük pay bu dönemde yüzde 7’nin üzerinde düşüş gösteren yatırım malları ithalatı ile yüzde 11’den fazla düşen tüketim malları ithalatıydı. Tüm yıl boyunca her ay bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 20 ile yüzde 40 artan ara malları ithalatı ise Aralık ayında bir önceki yıla göre yalnızca yüzde 2.5 artış gösterdi.
Kriz yılları hariç, geçmişte ithalat artışı hiç bu denli keskin bir düşüş yaşamamıştı.
REVİZYON OLABİLİR
Aralık ayı ithalatının şaşırtıcı olmasının arkasında birkaç neden bulunabilir. Kasım ayında ithalat yine şaşırtıcı bir artış göstermişti. O kadar ki, 2006 yılı boyunca aylık bazda bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 15-20 civarında artan ara malları ithalatı kasım ayında yüzde 40 artmıştı. Bir anlamda, üreticiler kasım ayında ithal ara malları stoklarını artırmış olabilirler. Dolayısıyla, aralık ayı ara malları ithalat talebi göreli olarak zayıf kalmış olabilir. Bu olasılık küçümsenemez.
Aralık ayı ithalat rakamları önümüzdeki aylarda yukarı yönde ciddi bir revizyona tabi de tutulabilir. O taktirde, aralık ayı verilerinin şaşırtıcı olma özelliği kaybolacak ya da azalacaktır.
Aralık ayı verileri yılın bütününe yönelik olarak dış ticaret ve cari işlemler açıklarını beklentiler doğrultusunda gerçekleşmesine önemli bir etki yapmayacaktır. Sonuçta, 2006 yılının bütününde dış ticaret açığı (ihracat fob, ithalat cif bazında) beklentiler paralelinde 52 milyar doların biraz altında gerçekleşmiştir. Büyük bir olasılıkla, ödemeler dengesi bazında dış ticaret açığı (hem ithalat hem de ihracat fob bazında ölçüldüğünde) 42 milyar dolar civarında olacaktır. Cari işlemler açığı da 34 milyar dolara yaklaşacaktır.
Aralık ayı verilerinin işaret ettiği asıl ilginç gelişme yılın son çeyreğinde ekonomik büyümenin neredeyse durmuş olduğudur. 2006 yılının üçüncü çeyreğinde yine şaşırtıcı bir biçimde reel ekonomik büyüme yüzde 3 olarak açıklanmıştı. İthalat-üretim arasındaki ilişkideki eğilimlerin radikal bir biçimde değişmediği varsayımı altında, yılın son çeyreğindeki (ekim-kasım-aralık) ara malları ithalatı aynı dönemdeki ekonomik büyümenin sıfır olabileceğine işaret etmektedir. Yani, ekonomik büyüme yılın ikinci yarısında bıçak gibi kesilme eğilimine girmiş görünmektedir.
BÜYÜME-İTHALAT
Dış ticaret haricindeki veriler ise aslında ekonomik faaliyetlerin yılın son üç ayında bir önceki üç aya göre daha canlı olabileceğine yönelik işaretler veriyorlardı. Örneğin, kasım ayı imalat sanayi endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 11.4 artmıştı. Banka kredileri de ekonomik faaliyetlerin arttığı yönünde işaretler veriyordu.
Revizyona tabi tutulsun ya da tutulmasın, ekonomik büyüme konusunda ilginç bir döneme giriyoruz gibi görünüyor. Ekonomik büyüme durmuş olsa dahi, dış açıklarımızın çok kolay azaltılamayacağı anlaşılıyor. Örneğin, 2006 yılının ikinci yarısındaki toplam dış ticaret açığı 26 milyar dolar oldu. Yani, toplam dış ticaret açığının neredeyse tam yarısı ekonomik büyümenin bıçak gibi kesildiği düşünülen yılın ikinci yarısında gerçekleşti. 2006 yılındaki toplam ithalatın yüzde 52’si de yılın ikinci yarısında yapıldı. Ekonomik büyümenin oldukça hızlı olduğu 2005 yılının ikinci yarısında yönelik oranlar ise yine yaklaşık 2006 yılı düzeylerindeydi.
Yazının Devamını Oku