Daha tutarlı makro ekonomik politikalar dünya ekonomilerini daha dayanıklı hale getirmeye başladı. Ekonomilerin eskiye göre dış borçlanma ihtiyacı azaldı.
Amerika gibi yüksek cari işlemler açığı veren birkaç ülkeyi dışarıda bırakırsak, neredeyse tüm dünya ekonomileri mali fon yaratır duruma geldiler. Hammadde zengini ülkeler fiyatların artmasıyla çok daha büyük nakit fazlaları vermeye başladılar. Böyle bir ortamda, küresel sermayenin gelişmekte olan ülkelere ilgisi çok daha fazla arttı. Bir anlamda, küresel sermayenin gidecek fazla bir yeri de kalmadı.
ÇİFT YÖNLÜ AKIM
Tablodan da görüldüğü gibi, gelişmekte olan ülkelerin (emerging markets) döviz rezervleri 2000 yılından sonra hızlanarak artıyor. Aslında, gelişmekte olan ülkeler bir yandan çok ciddi boyutlarda yabancı sermaye çekerken, diğer yandan döviz rezervlerini tuttukları paraları basan ülkelere borç vermeyi artırıyorlar. Bu alanda, dolar ve Amerika başta geliyor.
Gelişmekte olan ülkeler yalnızca döviz rezervlerini artırarak resmi yollardan büyük ülkelere finansman sağlamamakta, aynı zamanda, kendi dışındaki ülkelere özel sektör yoluyla da borç vermektedir. Tabloda yerleşiklerin alacakları kalemi net bazda her yıl özel sektörün verdiği dış borçları kapsamaktadır. Bu kalem çoğunlukla satıcı kredilerinden oluşmaktadır. Dikkat edilirse, gelişmekte olan ülkelerde, özel sektörün verdiği dış borçlarla aldığı dış borçlar neredeyse aynı düzeye gelmiştir. Yani, net bazda özel sektör borçlanması neredeyse sıfırdır. Kısacası, küresel sermaye akımları tek yönlü değil, çift yönlü olmaya başlamıştır.
Tabloda görülen bir başka ilginç gelişme banka dışı kesimin verdikleri borçlardaki artış eğilimidir. Daha çok satıcı kredileri diyebileceğimiz bu kalemden gelişmekte olan ülkeler yılda 100 milyar doları aşan finansman sağlamaya başlamışlardır.
FİNANSMAN OLANAKLARI
2001 yılından bu yana gelişmekte olan piyasalar giderek uluslararası sermayenin ayrılmaz bir parçası durumuna gelmişlerdir. Dolayısıyla, küresel sermayenin bir anda bu ülkeleri terk etmesi gibi bir olasılık giderek azalmaktadır. Böyle bir durumun gerçekleşmesi 1990’larda olduğu gibi bölgesel bir kriz değil, küresel bir kriz anlamına gelir. Gelinen büyüklükler itibariyle, dünya ödemeler sistemi başımıza çöker.
Bütün bu gelişmeler dönemsel olarak bazı ülkelerin küresel sermayeden her zaman aynı payı alacağı anlamına gelmemektedir. Aksine, dönemsel olarak bazı ülkeler küresel sermaye çıkışlarıyla zor duruma düşebileceklerdir. Dolayısıyla, Türkiye’nin de küresel sermayenin belirlediği dengeleri kaybetmesi olasılığı küçük değildir. Ama, normal şartlarda, görünüm bozulmadığı taktirde, gelinen noktada Türkiye’nin geçmişe göre çok daha yüksek cari işlemler açıklarını finanse edebilme kabiliyeti olduğu bir gerçektir.
Üzerinde durulması gereken olgu, artan finansman olanaklarına güvenerek makro ekonomik politikaları oluşturmaktan kaçınmaktır. Sermaye akımları gereksinimini tek yönden çift yöne kaydırarak küresel sermaye akımlarının ayrılmaz bir parçası olmaya çalışmamız gerekmektedir. Bunu en iyi beceren şimdilik Asya ülkeleridir. Devam edeceğim.