26 Ocak 2007
BİZİM gibi gelişmekte olan ülkelere gelen küresel sermaye iç ekonomik dengeleri belirleyen en önemli unsurlardan biri oldu. Doğal olarak, geleceğe dönük olarak küresel sermayenin oluşturduğu ekonomik dengelerin kalıcılığı riski artıyor. "Küresel sermaye aynı boyutlarda gelmeye devam eder mi?" sorusu herkesin kafasını kurcalıyor.
1997 yılındaki Asya Krizi küresel sermayenin kalıcılığı konusunda hatıralarda olumsuz dersler bıraktı. Doğu ve Güneydoğu Asya ekonomileri mucizeler yaratıyor derken, üç-beş ay içinde bu ekonomiler çok zor durumlara düştüler. Yine böyle bir senaryo yaşanabilir mi? Elbette, yaşanabilir. Ama, bunun olasılığı giderek düşmektedir.
YENİ DÖNEM
1980’li yıllarda gelişmekte olan ülkelerin sermaye hareketlerini serbest bırakmasıyla, daha önce gelişmiş ülkeler arasında yoğun olan küresel sermaye hareketleri gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak da yoğunlaşmaya başladı. 1996 yılında tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı. Daha önce yılda 100 milyar doların biraz üzerinde gerçekleşen gelişmekte olan ülkelere giden uluslararası sermaye 1996 yılında 330 milyar dolara ulaştı. Toplamın yüzde 38’i doğrudan yatırımlar (hisse senedi yatırımları dahil) ve geri kalanı çoğunlukla bankaların verdikleri borçlardı. 1997 yılında her şey alt-üst oldu. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri birçok gelişmekte olan ülkenin cari işlemler açığı vermesiydi. Yani, gelen paranın büyük bir bölümü harcamaya dönüşüyordu.
Asya Krizi dengeleri değiştirdi. Özellikle krizden en fazla etkilenen ülkeler cari işlemler fazlası vermeye başladılar. Aynı paralelde, krizde küçümsenmeyecek boyutlarda dayak yiyen uluslararası sermaye gelişmekte olan ülkelere yönelik ilgisini azalttı. Yine de, 2000 yılını gelindiğinde, gelişmekte olan ülkeler 200 milyar dolara yakın küresel sermaye çekebildiler. Bu miktarın yüzde 75’i doğrudan yatırımlarken, geri kalan yüzde 25’in tamamı banka dışı özel kuruluşların (mal üreticisi kuruluşlar) borç vermesiydi.
2001 ve 2002 yıllarında uluslararası sermaye yeniden gelişmekte olan ülkelere soğudu. Ama yine de, gelişmekte olan ülkelere uluslararası sermaye akımları 100-130 milyar dolar arasında kaldı. Bu miktarın yine büyük bir bölümü doğrudan yatırımlar biçimindeydi.
2003 yılıyla beraber gelişmekte olan ülkelerin çektikleri uluslararası sermaye miktarı daha önce görülmemiş boyutlarda artışa geçti. 2006 yılında gelişmekte olan ülkelere giren yabancı kaynaklar 500 milyar doları aştı. Bu miktarın yarısı doğrudan yatırımlar olurken, diğer yarısı borç şeklinde oldu.
NAKİT FAZLASI
Dünyada yatırım yapılabilecek mali kaynaklar giderek artıyor. Artışın iki önemli nedeni var. Birincisi, Amerika hariç, dünya ülkelerinde ekonomik dengeler daha sağlam hale gelmeye başladı. Gelişmekte olan ülkelerde cari işlemler fazlası giderek artıyor. Yani, gelişmekte olan ülkelerde borçlanma ihtiyacı neredeyse yok oldu. Yabancı sermayenin sevdiği bir ortam oluştu.
İkincisi ise, dünyada hammadde fiyatlarının, özellikle petrol fiyatlarının artmasıyla dünyanın belli yörelerinde nakit fazlası daha önce görülmemiş düzeylere geldi. Bu paraların bir yerlerde değerlendirilmesi gerekiyor. Uluslararası siyasi gerginlikler de hesaba katıldığında, gelişmekte olan ülkeler dünyanın nakit fazlasının değerlendirilebileceği en iyi alanlardan biri olarak görülmeye başlandı.
Pazartesi günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2007
BANKALARIN kamuoyu karşısındaki itibarı zaten iyi değildi. 2001 Krizi’nden hemen önce ve sonra bankacılık sektöründe yaşananlar sektörün itibarını daha da kötüleştirdi. İtimat kurumları olması gereken bankaların sahipleri ve idarecileri çok yara aldılar. Sektör, içine düştüğü kötü durumdan kurtulmanın yollarını aramalıdır. Kamuoyu ile daha sıcak ilişkiler içine girerek üstlendiği işlevlerin ekonomi ve ekonomik birimler için önemini vurgulamalıdır. Bunu yaparken, inandırıcı ve samimi olabilmelidir. Lafla değil, duruşuyla ve uygulamalarıyla, "soyguncu" olmadığını ispatlamalıdır.
YANLIŞ YAKLAŞIM
Bugüne kadar bankacılık sektörünün kaybolan itibarını tamir etme yönünde çok inandırıcı adımlar atıldığı söylenemez. Aksine, bazı uygulamalarıyla, bankalarımız kamuoyu gözünde farklı alanlarda "soyguncu" görünümünü daha da pekiştirmektedir. Bunun en çarpıcı örnekleri çeşitli bankacılık hizmetleri karşılığında alınan ücretler ve ücretlerin alınma yöntemidir.
Bankalar çok haklı olarak sundukları servis karşılığında bir ücret talep etmektedirler. Örneğin, hesaplar arası para transferinde EFT ücreti alınmaktadır. Bu çok doğaldır. Geçmişte alınmaması hataydı. Şimdi, işler zorlaştıkça bu çeşit hizmetlerden ücret alınması, müşterileri kızdırsa da, olağandır. Çünkü, bankalar da bu hizmeti gerçekleştirmek için bir maliyet yüklenmektedir.
Aynı şekilde, bankaların mevduat hesapları üzerinden bir "işletim ücreti" almaları da normal karşılanmalıdır. Doğrudan ve dolaylı yollardan yüklenilen, ama belli bir işlem yoluyla tahsil edilemeyen maliyetler bu yolla karşılanmaktadır. Ayrıca, işletim ücreti yoluyla banka müşterilerinin hesaplarını daha ekonomik idare etmeleri sağlanmakta ve bankalara ek yükler getirmeleri bir ölçüde önlenmektedir.
Sorun, bankaların sundukları çeşitli hizmetler karşılığı ücret talep etmeleri değildir. Ücretlerin düzeyi de sorun değildir. Bir bankada ücretleri yüksek bulanlar bankalarını değiştirirler. Rekabet de bunu gerektirir.
Sorun, ücretlerin nasıl tahsil edildiğidir. Banka müşterilerinin haberi dahi olmadan, geçmişte verilen hizmetlerin ücretleri hesaplardan otomatik olarak kesilmekte ya da müşterilerin bilgisine sunulmadan çeşitli hizmetler verilip geri dönüşü olmadan çeşitli ücretler tahsil edilmektedir. Bir benzetme yapılabilirse, bankaların bu yaklaşımları, müşterilerin fiyatını bilmeden bir malı alıp kasiyere gitmesi ve kasiyerin söylediği fiyatı ödemek zorunda olmasına benzemektedir. Malı rafa geri koymanın olanağı ortadan kaldırılmaktadır.
İş bittikten sonra aldığı servisin ücretini öğrenen müşteri doğal olarak çileden çıkmaktadır. Bankalar, bir kez daha "soyguncu" görünümünü kamuoyu önünde pekiştirmiş olmaktadır. Bu yaklaşım yanlıştır.
TAM BİLGİ
Çeşitli nedenlerle bankalarımız sundukları hizmetleri haber vermek üzere müşterilerinin cep telefonlarına mesajlar göndermektedir. Ama, sundukları servis karşılığında ücret talep edeceklerini ya da ücretin ne olduğu konusunda bankalarımız müşterilerini çoğu kez hiç bilgilendirmemektedir. Bir mesaj daha atıp da hesap işletim ücretlerinin iki katına çıkarıldığını ya da yeni ücret tarifelerini müşterilerine haber verilemez mi? Bu şekilde, banka müşterileri o bankada hesaplarını tutup tutmayacaklarına ya da belli servisleri o bankadan satın alıp almayacaklarına ücrete bakarak karar veremezler mi?
Serbest piyasanın en önemli öğesi alıcı ve satıcının tam bilgiyle satım ve alım kararlarını vermesidir. Bu süreç alıcı ya da satıcı tarafından bilerek çarpıtıldığında, çarpıtan taraf "soyguncu" konuna düşer. Bankalarımızın düştüğü durum budur. Düşülen bu durum bankalarımızın zaten az olan itibarını daha da fazla zedelemektedir.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2007
HERKES yüksek kredi maliyetlerinden söz etmektedir. Kredi maliyetlerinin yüksek olduğu doğrudur. Ama, kredi faizlerinin yüksek olmasının tek nedeni Türkiye’de faizlerin genel düzeyinin yüksek olması değildir. Yıllardan beri bankacılık kesiminin reel kesimi arzulanan ölçüde desteklemediği söylenir. Reel kesim temsilcileri ile banka müdürleri bir araya gelirler. Karşılıklı sağırlar diyalogu biçiminde geçen bu toplantılarda iki kesimde şikayetlerini dile getirirler. Daha sonra yayın organları yoluyla birbirlerini suçlamaya devam ederler.
Reel kesimle bankacılık sektörü birbirlerini itham ederken, devlet hiç sesini çıkarmaz. Halbuki, dile getirilen şikayetlerin önemli bir bölümünün çözümü devletin ya doğrudan ya da dolaylı kontrolü altındadır.
YÜZDE 50 EK MALİYET
Bankacılık, tasarruf eden kesim ile fon ihtiyacı içinde olan kesimler arasında aracılık faaliyeti yapan bir iş koludur. Tasarruf eden kesimlerin paralarını piyasa faizi ile toplar. Maliyetinin üzerine belli bir kar koyarak aynı parayı fon ihtiyacı olan kesimlere borç olarak verir.
Bankalar mevduat yoluyla para toplarken tek maliyetleri mevduat sahiplerine teklif ettikleri mevduat faizi değildir. Toplanan mevduatların bir bölümünü bankalar Merkez Bankası’na zorunlu karşılık adı altında mevduat yaparlar. Bu mevduata aldıkları faiz kendilerine yatırılan mevduata ödedikleri faizden düşüktür. Bankalar belli bir likidite tutmak zorundadırlar. Yani, topladıkları her kuruşu kredi veremezler. Kredi veremedikleri paralardan elde ettikleri getiri de topladıkları mevduata verdikleri faizden düşüktür.
Verdiği borçlar battığında, bankalar mevduat sahibine dönerek "kusura bakmayın, sizin para battı" diyemez. Sorumluluk bankalara aittir. Dolayısıyla, bankalar maliyet ve karlarının üzerine verdiği kredilerin belli oranda batması olasılığının maliyetini de koymak zorundadırlar.
Bankalar elde ettikleri faiz gelirleri üzerinden yüzde 5 banka ve sigorta muamele vergisi adı altında bir vergi öderler. Toplam karları üzerinden, her şirket gibi, kurumlar vergisi öderler.
Bütün bunlar hesaba katıldığında, ilginç bir sonuç çıkmaktadır. Bankalar yıllık yüzde 18 faizle mevduat toplayıp tüm karlarını ve diğer maliyetlerini üzerine koyarak kredi vermeleri durumunda kredi faizlerinin yüzde 27 civarında olması gerekmektedir. Yani, mevduatın krediye dönüşmesinin ek maliyeti 9 puan, bugünkü düzeylerde mevduat faizinin yarısı kadardır. Söz konusu 9 puanın 6.5 puanı kamusal yüklerdir.
SORUN DEVLET
Bugün iyi bir banka müşterisi yüzde 27’nin oldukça altında kısa vadeli kredi kullanabilmektedir. O halde, bankalar kredi verdikleri müşterilerinden başka yollarla para kazanmayı hedeflemektedirler. Örneğin, son yıllarda çok şikayet edilen "hesap işletim ücreti" ya da önce bedava diye başlayıp daha sonra ücret karşılığı gerçekleştirilmeye başlanan "internet üzerinden para transferleri" aslında bankaların verdikleri kredi üzerinden elde etmeleri gereken gelirleri bir başka yoldan alabilme çabalarının parçalarıdır. Bu konuya daha sonra geri döneceğim.
Sistemin düzgün çalışması için aracı konumundaki bankaların yüzde 18 gibi ham maliyeti ile son kullanıcının üstlendiği yüzde 27’nin üzerindeki maliyet arasındaki farkın küçültülmesi gerekmektedir. Bunu yapacak otorite devlettir. Yapılamadığı taktirde, tasarrufların krediye çevrilme süreci çarpık olmaya devam edecektir. Finans sisteminde de kayıt dışılık teşvik edilmiş olacaktır.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2007
2001 Krizi’nden sonra Türkiye tam dalgalı kur rejimine geçti. Döviz kurlarına müdahalenin ancak, ne olduğu hala pek anlaşılamayan "kurlarda aşırı oynaklık" olduğunda söz konusu olduğu vurgulandı. Oynaklığın tanımı bir türlü yapılamadı. Plana göre, Türkiye ekonomisi kalıcı istikrara kavuştuğunda, Avrupa Birliği kriterlerine iktisadi açıdan tam bir uyum içinde olacak. AB’ye tam üye olduğumuzda, Türk Lirası’nı ortadan kaldırıp Euro kullanmaya başlayacağız. O gün gelene kadar, Türk Lirası’nın değeri yabancı paralara karşı serbestçe dalgalanacak.
Konuya milliyetçi önceliklerle yaklaşılmadığı taktirde, planın itiraz edecek bir tarafı yoktur. Ancak, uygulanmaya çalışıldığı haliyle dalgalı kur rejimi tartışılmalıdır.
İSTİFÇİLİK
Dalgalı kur rejiminin özüne itiraz edilemez. Ekonomide tüm mal ve hizmet fiyatları "arz-talep eşitliği" ilkesine göre belirlendiğine göre, ulusal paranın yabancı paralar karşısındaki değeri de "arz-talep eşitliği" ilkesi çerçevesinde belirlenmelidir. Ama, bir ülkenin parasının çeşitli nedenlerle kısa sürede değer yitirmesi söz konusuysa, ulusal para otoritesi olan biteni tribünden seyredemez. Ulusal paranın kısa sürede ekonominin diğer dengelerini tehdit edici boyutlarda değer kaybetmesi döviz piyasasına parasal otoritenin müdahalesini gerektirir. Bizde bu konu çok açık değildir.
IMF’nin kamuoyu ile paylaşılan son raporundan haziran ayında döviz kurlarının fırlaması karşısında IMF iktisatçılarının Merkez Bankası’nın döviz kurlarına müdahale etmek istemesine çok sıcak bakmamışlar gibi bir izlenim elde ediliyor. Öyle durumlarda müdahale edilmeyecekse, ne zaman müdahale edilecek? Döviz kurlarına müdahale söz konusu olmayacaksa, döviz rezervleri neden biriktiriliyor?
IMF’nin bu konudaki tutumu çok gerçekçi görünmemektedir. Özellikle, uluslararası sermayenin oldukça oynak olduğu dönemlerde, döviz kurlarının düşmesini önlemeye yönelik döviz biriktirmenin döviz kurlarının çıktığı durumlarda kullanılmaması ekonomileri çok farklı risklerin içine itip farklı spekülatif hareketleri de beslemektedir. Sonuçta, ekonomileri, uluslararası sermayenin hareketliliği karşısında hedef tahtası haline çevirmektedir. Döviz rezervi biriktirmek ülkelerin döviz istifçiliği yapması anlamına gelmektedir. Döviz rezervi biriktirmenin gelişmiş ülkelere borç vermekten başka bir işlevi kalmamaktadır.
MEMNUNİYETSİZLİK
AB’ye tam üye olan son on iki ülkeden yalnızca Slovenya bu yılın başında Euro Bölgesi’nin üyesi olabilmiştir. Diğerleri farklı nedenlerle Euro’ya geçmeyi erteleme durumundadırlar. Bu süreç içinde, paralarının değeri "dalgalı kur rejimi" içinde ciddi oynaklıklar göstererek makro ekonomik dengeleri bozmakta ve Euro’ya geçişi daha da zorlaştırmaktadır.
"Euro’ya geçene kadar dalgalı kur" sloganı kulağa hoş gelebilir. Ama, IMF’nin kafasındaki dalgalı kur uygulaması ülkeleri uluslararası sermaye akımlarının hedef tahtası haline getirmektedir. Sermaye piyasaları makro ekonominin en etkin ve önemli değişkenini esir almakta, makro ekonomik dengeler ise esir alınmış döviz kurlarının etrafında dalgalanıp durmaktadır.
Bu açıdan, dalgalı kur uygulamasının yeniden değerlendirilmesi önem kazanmaktadır. Aksi taktirde, uygulandığı biçimiyle dalgalı kur rejiminden memnuniyetsizlik giderek uluslararası sermaye hareketlerinden memnuniyetsizliğe dönüşecektir. Bunun dünya ekonomisine maliyeti çok daha fazla olabilecektir.
Önemli not: Bu eleştirinin bazı kesimlerin "düşük kur yüksek faiz" diye adlandırdığı olguyla hiçbir alakası yoktur.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2007
Bankalarımız son yıllarda karlarını açıkladıkça, bankacılık sektörünün ekonominin en karlı sektörlerinden biri olduğu sanılıyor. Gerçek ise, çok farklı.
Kárlılık denen kavram sermayedarların riske attığı öz kaynaklar üzerinden hesaplanır. Yani, önemli olan kuruluşun mutlak anlamda ne kadar kár ettiği değil, öz kaynaklara oranla yüzde kaç kár ettiğidir. Bu açıdan bakıldığında,
bankacılık sektörünün çok kárlı olduğu iddia edilemez.
KARŞILAŞTIRMA
Bankacılık sektörü öz kaynaklar bakımından ekonominin en zengin sektörüdür Öyle de olmalıdır. Çünkü,
bankacılık sermaye ile yapılan bir iş koludur. Ama, bankalarımızın mutlak anlamda büyük gibi görünen kárlar açıklaması öz kaynaklara göre fahiş kárlar ettikleri anlamına gelmemektedir.
Gelişmiş ülkelerde bankacılık sektörü son yıllarda tarihlerinin en büyük kárlarını elde etmektedirler. O kadar ki, Amerika ve Avrupa’daki bankalar elde ettikleri kárları yeniden yatırıma dönüştürecek alanlar bulmakta zorlanmaktadırlar. Yabancı bankaların bizim gibi ülkelerdeki bankacılık sektörü işle ilgilenmelerinin nedenlerinden biri de bu olgudur.
Türkiye’de bankalarımız kár etmektedir. Ama, bankalarımızın kárlılıkları Avrupa ve Amerika’ya göre yüksek değildir. Tablodan da görüldüğü gibi, 2002 yılından 2005 yılına kadar bankalarımızın öz kaynak kárlılığı azami yüzde 15.8 (2003), asgari yüzde 10.6 (2005) olmuştur. Aynı yıllarda uzun vadeli faiz oranları yüzde 30 (2003) ve yüzde 15 olmuştur. Bir başka ifadeyle,
Türkiye’de bankaların öz kaynak kárlılığı uzun vadeli faiz oranlarının altındadır.
Buna karşılık, Amerika’da bankaların öz kaynak kárlılığı aynı dönemde azami yüzde 15.3 (2003) ile asgari yüzde 13.3 (2005) arasında değişmiştir. Ama, Amerika’da uzun vadeli faiz oranları aynı dönemlerde yüzde 4 ile yüzde 4.3 arasında değişmiştir.
Avrupa Birliği’ndeki bankalarda da durum farklı değildir. AB bankalarında öz kaynak kárlılığı azami yüzde 14.2 (2004) ile asgari yüzde 9 (2002) arasında değişmiştir. Aynı dönemlerde AB’deki uzun vadeli faiz oranları yüzde 4.9 ile yüzde 4.3 arasında değişmiştir.
Kısacası,
Amerika ve Avrupa’da bankalar uzun vadeli faiz oranlarının üç katı kadar öz kaynak kárlılığına ulaşırlarken, Türkiye’deki bankalar uzun vadeli faiz oranları kadar dahi öz kaynak kárlılığına ulaşamamaktadırlar.
YABANCI İLGİSİ
Öz kaynak karlılığı düşük olduğu halde yabancıların Türk bankacılık sisteminde sermaye sahibi olmak istemelerindeki ana neden bugüne kadar gösterilen kárlılık değil, gelecekteki
potansiyel kárlılıktır. Türkiye ekonomisi son yıllarda bankacılık hizmetlerini daha yaygın kullanmaya başlamıştır. Bu alanda gidilecek çok yol vardır.
Türkiye’de bankacılık sektörü ekonomik büyüklüğe göre çok küçüktür. Bankacılığın büyüme potansiyeli çok yüksektir. Dolayısıyla, makro ekonomik istikrar tehlikeye girmediği taktirde, Türkiye’de bankaların kárlılıkları önümüzdeki dönemde çok daha büyük olabilecektir.
Bu potansiyel ne zaman gerçeğe döner bilemeyiz, ama yabancıları bankacılık sektörüne çeken en önemli unsur budur.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2007
FAKİRİN de fakiri insanlar her kıtada var. Ama, Orta ve Güney Afrika’da bu insanlar yoğunlaşmış durumdadır. Coğrafi bölgenin sorunlarına bakarak ekonomik kalkınmada bu ülkelerin neden kalkınamamış olduklarına bahaneler bulunabilir. Bu bahanelerin hiçbiri çözüme ışık tutabilecek nitelikte olamazlar. Çünkü, bu insanlar hastadır. Açtır. Ekonomik faaliyetlere katılabilecek bedensel güçten yoksundurlar.
Tabloda nüfusun hayat beklentisi 45 yılın altındaki ülkelerin toplam nüfusları, satın alma paritesiyle düzeltilmiş milli gelirleri, kişi başına gelirleri ve yoksulluk oranları vardır. Karşılaştırma yapılabilmesi için aynı kaynaktan Türkiye’nin verileri ve dünya toplamları da verilmiştir.
Tablo çarpıcıdır. En düşük hayat beklentisi olup kişi başına geliri en fazla ve yoksulluk sınırındaki kişilerin toplam nüfus içindeki payı en düşük olan Botswana görünmektedir. Yer altı zenginlikleri dolayısıyla, Botswana iktisadi güç ile hayat beklentisi arasındaki beklenen doğrusal ilişkiyi yalanlayan bir konumdadır. Bir anlamda, Afrika’da yalnızca iktisadi güç değil, hayat standartlarının artırılması için komşuların da hayat standardının yükselmesi önemli olmaktadır. Çünkü, zenginlik bu toplumlarda çok kısıtlı bir kesiminde yoğunlaşmıştır.
FORMÜL BULUNAMADI
Afrika’nın tablodaki diğer ülkelerindeki yüksek gelirli ülkeler refah içinde değillerdir. Gelir dağılımının çok bozulmuş olması böyle bir izlenim vermektedir. Örneğin, kişi başına geliri satın alma paritesiyle 7 bin dolara yaklaşan Namibia’da nüfusun yüzde 56’sı günde 2 dolardan daha az gelir elde etmektedir.
Okuma yazma oranının yüksek olması birçok ülkeyi bulunduğu durumdan kurtarmamaktadır. Örneğin, Zimbabwe’de okuma yazma oranı yüzde 95’in üzerindedir. Ama, 1.8 milyon kişi AIDS hastasıdır. Aynı şekilde, Botswana ve Swaziland’de okuma yazma oranı yüzde 80’in üzerindedir, ama AIDS’li insan sayısı toplam nüfusun dörtte birine yaklaşmıştır.
Ünlü kalkınma iktisatçısı A.O. Hirschman ekonomik kalkınmada "eşik" teorisini ortaya atmıştı. Belli bir eşiğe gelemeden kalkınmanın sürekli olamayacağı, yeniden geriye düşüleceği tartışılıyordu. Kırk yıl sonra başı belada ülkelere danışmanlığı ile ünlenen Jeffrey Sachs da aynı konuyu vurguluyor. Sachs, bu ülkedeki insanları ekonomik faaliyet yapabilecek fiziksel uygunluğa getiremeden fakirin de fakiri insanların sayısını azaltmanın mümkün olamayacağını vurguluyor. Kırk yıldır teorisi yapılıyor, ama fakirin de fakiri ülkeleri bataktan çıkarabilecek formül nedense bir türlü bulunamıyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2007
EKONOMİ reel olarak büyüyor, ama istihdam aynı paralelde artmıyor. Bu konu her istihdam verisi yayınladığında gündeme geliyor. Konunun gündeme çok fazla gelmeyen kısmı
kadınların istihdamında giderek artan bir sorun olduğudur. 15 yaş ve üstü kadın nüfusu (çalışabilir nüfus) yılda yaklaşık yüzde 1.8 civarında artarken,
emek piyasasındaki kadın sayısı artmıyor, hatta azalıyor. Dolayısıyla, kadınlar arasında işsizlik oranı artmıyormuş gibi görünüyor. Halbuki, istihdam edilen kadın sayısı nüfus ve üretim arttığı halde artmıyor.
Artan istihdamın tümü erkeklerdeki istihdam artışından kaynaklanıyor. Kadın nüfusun istihdamı gelişmişlik göstergelerinden biridir. Bu konuda geriye düşüyoruz.
BÜYÜMEDE YOKLAR
İstatistiklere göre, 2001 ile 2005 yılı arasında çalışabilir kadın nüfusu 1.8 milyon kişi arttı. Ama, emek piyasasında istihdam edilen ya da iş arayan kadınların toplamı aynı dönemde 978 bin kişi azaldı. Yani,
2001-2005 döneminde, emek piyasasına giren kadından sayısından 978 bin daha fazla kadın emek piyasasını terk etmiş görünüyor. Kadınların istihdamı da 954 bin kişi azalmış.
2001-2005 yılları arasında Türkiye ekonomisi toplam yüzde 35.1 büyümüş. Ama, bu büyüme kadın istihdamının azaldığı bir dönemde gerçekleşmiş.
Kadınlar, milli gelir hesaplamalarında kapsanan pazara yönelik üretimden göreli olarak giderek uzaklaşıyorlar.
Bu görüntü geçen yıl da radikal bir biçimde değişmemiş görünüyor. Elimizdeki son verilere göre, 2006 yılının eylül-ekim-kasım aylarındaki ortalama kadın istihdamı 2005 yılının aynı dönemine göre 277 bin kişi artmış. Aynı dönemde emek piyasasındaki kadın sayısı da 281 bin kişi artmış. Dolayısıyla
emek piyasasındaki kadın sayısındaki artış kadar istihdam sağlanmış. Bu şekilde, işsiz kadın sayısı yaklaşık sabit kalmış gibi görünüyor. Halbuki aynı dönemde çalışabilir kadın nüfusundaki artış 475 bin kişi olmuş.
ÖZENDİRİLMELİLER
Grafik, 2003 yılından bu yana yıllık bazda ortalama kadın istihdamı ile 1987 fiyatları ile milli gelirin aynı dönemdeki gelişmesini göstermektedir. Milli gelir belli bir hızda büyürken (yıllık ortalama yüzde 7’nin üzerinde), belli bir oynaklık gösteren kadın istihdamı ortalama olarak değişmemektedir.
Kızların okula gitmesini özendirmeye çalışan kampanyalar benzeri kampanyalarla kadınların işgücü piyasasına katılımını özendirmeye çalışmalıyız.
Kadınları evde oturan toplumların çok fazla gelişme olanakları olmadığını uluslararası deneyimler göstermektedir.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2007
Göreli ekonomik istikrar önemli ölçüde yurt dışı yatırımcıların davranışına endeksli hale geldi. Dolayısıyla, yurt dışı piyasaları daha yakından takip etmek Türkiye gibi ülkeler açısından kaçınılmaz hale geldi.
Yurtdışı yatırımcıların takip ettiği en önemli ekonomik parametreler şöyle sıralanabilir.
1. Gelişmiş ülkelerde faizler artmaya devam edecek mi?
2. Amerikan ekonomisi ve genelde dünya ekonomisi sert bir küçülme dönemine girebilir mi?
3. Hammadde fiyatlarının hızla düşmesiyle üretici konumdaki gelişmekte olan ülkelerin ekonomik görünümleri çok fazla bozulabilir mi?
FAİZLER VE BÜYÜME
Gelişmiş ülkelerde faizler armaya devam ediyor. Avrupa geçen yıldan başlayarak faizleri artırma sürecine girdi. İngiltere daha geçenlerde faizleri yine artırdı. Japonya’da faizlerin artmasının eli kulağındadır. Amerika’da ise büyümenin yavaşladığına yönelik bazı veriler ışığında faiz artırımlarına ara verildi. Hatta, bir ara faizlerin düşme eğilimine girebileceği dahi konuşulmaya başlandı. Son haftalarda Amerika’da faizlerin yeniden artırılabileceği yönünde beklentiler oluşmaya başladı.
Gelişmiş ülkelerde faizlerin artıyor olması bir noktadan sonra bizim gibi ülkeler için iyi haber değildir. Çünkü, uluslararası sermaye faizlerin yükseldiği gelişmiş ülkelerde kalmayı tercih ediyorlar. Buna karşılık, gelişmekte olan ülkeler de belli bir miktarda uluslararası sermaye çekebilmek için faizleri yüksek tutmak durumunda kalıyorlar.
Eldeki veriler ışığında, gelişmiş ülkelerde enflasyon tehdidinin azaldığını söylemek mümkün görünmüyor. Buna karşılık, Amerika da dahil, gelişmiş ülkelerde ekonomik büyümenin sert bir biçimde yavaşladığı ya da durduğunu söylemek de mümkün değil. Aksine, Amerika hala büyümeye devam ederken, Avrupa ekonomileri ve Japonya geçmiş yıllara göre çok daha iyi bir büyüme performansı sergilemeye başladılar.
Bu şartlarda, gelişmiş ülkelerde ortalama faizlerin artma olasılığının, düşme olasılığından daha fazla olduğunu düşünmek gerekmektedir. Dolayısıyla, uluslararası sermaye hareketlerinin hacminde belli bir azalma olacağı ve uluslararası sermaye çekmenin maliyetinin artacağı tahmin edilebilir. Bu gelişmeler mutlaka gelişmekte olan ülkelerden istikrarı bozacak boyutlarda sermaye kaçışı olacağı anlamına gelmez.
OYNAKLIK
Hammadde fiyatları son aylarda düşüyor. Örneğin, petrolün varil fiyatı 52 dolara indi. Altının ons fiyatı 620 dolara geriledi. Bu gelişmelerle hammadde üreten gelişmekte olan ülkeler belli bir ciro kaybedeceklerdir. O ülkelere yönelik risk algılaması diğer ülkelere göre daha kötüleşebilir. Yine de, dünya ekonomileri büyümeye devam ettiği sürece, hammadde fiyatlarının çok fazla düşmesi beklenmemelidir. Spekülatif dürtülerle çok düşerlerse, çok kötü olur!
Bizim gibi ülkeler için hammadde fiyatlarının düşmesi ithalat maliyetinin düşmesi anlamına gelir. Kronik cari işlemler açığımızın artıyor olmasına bu bir çözüm değildir, ama hammadde fiyatlarının düşmesi, bizim gibi ülkelerde, üretime destek verecek ve enflasyon baskısını hafifletecek bir gelişmedir.
Küresel sermaye birçok belirsizlik altında yeni yıla sinirli başladı. Sinirlilik yıl boyu devam edecek gibi görünüyor. Özellikle Amerikan ekonomisine ve hammadde fiyatlarına yönelik gelişmeler küresel sermayenin risk algılamasını yakından ilgilendiren iki unsurdur. Bu iki konuda gelecek yeni veriler küresel sermayeyi oynak hale getirebilecektir. Türkiye de bu gelişmelerden doğal olarak etkilenecektir.
Yazının Devamını Oku