22 Nisan 2007
EN kaba tabirle, IMF dünya ekonomilerinin gözetleyicisidir. Her hangi bir ekonomide sürdürülemeyecek bir dengesizlik olduğunda, IMF dengesizliklerin giderilmesi yolunda mali destek sağlar. Belli politikaların uygulanacağı konusunda hükümetlerden söz alır. Ulusal ekonomilerin sürdürülebilir bir dengede durması asıl amaçtır.
Dönemsel olarak, toplumlarda IMF karşıtlığı popüler bir konu olur. Ama, IMF’nin neyi, nasıl yaptığı pek bilinmez. Hiçbir ülke IMF’den mali kaynak zorunda değildir. Hiçbir ülke, IMF’den kaynak kullanmadıkça, IMF’nin dayattığı politikaları uygulamak zorunda değildir. IMF, Türkiye’nin de sermayesine ortak olduğu, uluslararası iktisadi bir kurumdur. Hiç bir ülke IMF ile çalışmak zorunda değildir.
BAĞIMLILIK
Dünya ekonomileri, bir bütün olarak, 2000’li yıllarda tarihlerinin en başarılı dönemlerinden birini yaşıyorlar. Birçok ülkenin mali kaynak ihtiyacı IMF gibi uluslararası kuruluşlar yoluyla değil, uluslararası özel yatırımcılar tarafından sağlanabiliyor. Dolayısıyla, IMF’nin şu sıralarda parasına ihtiyacı olan kalmadı denebilir.
Bugünlerde 180’den fazla üyesi içinde IMF on kadar ülke ile program yapmış durumda. Bu ülkelere sağladığı mali kaynak 10 milyar doların biraz üzerinde. Bunun yarısı kadarı da Türkiye’nin IMF’ye kalan borcudur.
Bu tablo IMF’nin misyonunu tamamladığı yönündeki izlenimleri güçlendirmektedir. Aslında konuya bakış açısı çarpıktır. IMF, dünya ekonomilerinin gözetleyicisi konumunda, mutlaka mali kaynak vermesi gereken bir kuruluş olarak algılanmamalıdır.
Aslında, bulunduğu konumda, IMF üyelerine ne denli az mali kaynak tahsis ediyorsa, dünya ekonomileri o denli iyi, IMF o denli başarılıdır demektir. Başarı, bir kurumun misyonunun bittiği anlamına gelmez. Müşterisi kalmadığı için IMF’nin misyonunun bittiğini ilan etmek, suç işlenmeyen bir toplumda polis teşkilatının misyonunun olmadığını iddia etmek kadar komiktir.
Dünya ekonomileri birçok anlamda bıçak sırtı bir dengede gitmektedirler. Özellikle gelişmekte olan ülkeler, hacmi giderek artan uluslararası sermaye akımlarına bağımlı hale gelmişlerdir. Uluslararası sermaye akımlarındaki bir kesinti gelişmekte olan ülkeleri bir anda dağıtabilecektir.
Dolayısıyla, içinde yaşadığımız şartlarda, dünya ekonomilerinin gözetimi çok daha önemli hale gelmiştir. Ulusal ekonomilerin sermaye, mal ve hizmet piyasalarındaki karşılıklı bağımlılığı olası bir krizin, ülkeye ya da bölgeye özel bir kriz olmaktan çok, küresel bir krize dönüşme olasılığını çok artırmıştır. Gözetim ve denetim her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.
GERÇEKÇİLİK
Çeşitli piyasaların yapısı, yapı içindeki kurumların konumu, olası riskler, risklerin ölçümü ve idaresi çok daha önemli hale gelmiştir. Ülke ekonomilerinin genel değerlendirilmesinde, cari dengelerin değerlendirilmesi yanında, dengelerin risk bazlı sürdürülebilirliği öne çıkmıştır.
Ulusal düzeyde çeşitli kurumlarca görülen işlevlerin küresel düzeyde bir işbirliği içinde görülmesinin önemi çok artmıştır. IMF, gerekli işbirliğini oluşturabilecek bir kurum olarak, değil misyonunun tamamlanması, misyonunun genişletilmesi gereken bir kurum konumundadır.
IMF karşıtı olmak, önlenmesi mümkün olmayan ülkelerin giderek derinleşen karşılıklı iktisadi bağımlılığı olgusunu görmezden gelip ulusal ekonomileri çok daha büyük risklerin altına atmakla eş anlamlı olmaktadır. Yaratılan sloganlar yalnızca kulağa hoş gelmemeli, aynı zamanda, gerçekçi de olmalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2007
BANKACILIK sektörünü çeşitli şoklara karşı sağlam kılacak en önemli unsurlardan biri bankaların kredi risklerini doğru ölçüp iyi yönetmeleridir. Bu konuda Türkiye’deki bankacılık sektörünün alacak daha çok yolu vardır. Ekonominin büyüdüğü dönemlerde bankalardan kredi talebi artar. Kredilerin batma riski de azalır, batıklar da azalır. Yağmur yağmadığında, sel felaketi yaşanmaz. Ama, ekonomi durgunluğa girdiğinde, riskler gerçekleşir. Kredi satmak zorlaşır. Satılan kredilerin batma olasılığı artar. Batıklar artar. Sermayeden yenmeye başlanır.
BİLGİ VE DEĞERLENDİRME BANKASI
Kredi riskini doğru ölçmenin birinci kuralı kredi müşterileri hakkında doğru, zamanında ve yeterli bilgiye ulaşabilmektir. Türkiye’de bu konuda sorunlar yaşanmaktadır. Şirketler kredi aldıkları kurumları kandırmaktan çekinmemektedir. Kredi kurumlarının kayıtlardan yola çıkarak şirketler hakkında yeterli bilgiye ulaşmaları mümkün olmamaktadır. Kayıt dışılığın yaygın olması nedeniyle, şirketler hakkında en önemli bilgiler laflama düzeyinde kalmaktadır. Kağıt üzerinde ve gerçekten de, Türkiye’de genelde patronlar zengin, şirketler fakirdir.
Şirketler hakkında bilgilerin yeknesaklaşması önemlidir. Bir bankaya bir bilanço, bir başka bankaya başka bir bilanço, vergi dairesine bambaşka bir bilanço vererek şirketlerin "finansman yönetimi" yapmasının önüne geçilmelidir. Bunun bir yolu, yürürlükteki mevzuatın ötesinde, tüm bankaların üye olacakları bir Merkez tarafından şirket bilançolarının ve diğer hesap ve bilgilerinin toplanmasıdır. Bankalar müşterileri hakkındaki bilgileri bu merkezden alabilmelidirler. Şirket yönetiminin izin vermesi kaydıyla, bankalar müşterilerinin ya da müşterisi yapma hedefinde oldukları şirketlerin bilançolarına bu merkez yoluyla ulaşabilmelidirler.
Bu merkez üç aylık bazda şirket bilgilerini bir araya getirip şirketlerin izin verdiği bankalarla paylaşmalıdır. Avrupa’da bu uygulama vardır ve çok da başarılı yürütülmektedir. Türkiye’de de bu yönde girişimler vardır. Gelişmeler sevindiricidir.
Merkez’in görevi yalnızca şirketler hakkında veri düzenlemesi olmamalıdır. Belli bir olgunluğa ulaşıldığında, Merkez, şirketler hakkında çok ayrıntılı olmayan, dolayısıyla "başlangıç" denebilecek kredi değerliliği analizi de yapmalıdır. Bu yolla, bankalar üçüncü bir gözün açısından çalıştıkları ya da çalışmak istedikleri kurumsal müşterilerinin kaba bir kredi değerliliğini, çalıştığı sektör içindeki göreli kredibilitesini, önceden bileceklerdir. Daha ayrıntılı kredi değerliliği analizlerini bankalar kendileri yapabilirler. Daha da tarafsız olmak üzere, bankalar şirketlerin sayıları gittikçe artan bağımsız kredi derecelendirme kuruluşları tarafından değerlendirilmelerini isteyebilirler.
Merkez ile bankalar ve diğer kredi kurumları arasındaki ilişki iki yönlü olacaktır. Bankalar kredi limitleri ve riskleriyle müşterilerinin performanslarını Merkez ile paylaşacaklar ve Merkez bu yolla şirket hesaplarının bir bölümünü çapraz kontrol edebilme olanağına kavuşacaktır.
SERMAYE
Birkaç yıldır sözü edilen Basel II kurallarının önemli bir ayağı kredi riskinin doğru ölçüp iyi yönetilmesine yöneliktir. Babadan kalma usullerle kredi riskinin ölçüldüğünü düşünüp dededen kalma usullerle kredi riskini yönetildiğini sanmakla Basel II kurallarına uyum sağlamamız mümkün değildir. Bankalarımızın bu konuda bir geçiş dönemine ihtiyacı vardır. Ama, geçiş döneminde gerekli alt yapının kurulması önemlidir.
Şirket bilanço merkezi bu alt yapının önemli ayaklarından biri olabilecektir. Sistem daha iyiye giderken, denetim ve gözetim otoritesinin bankaların yeknesak bir platformda kredi risklerini görebilme ve bankaların bu riskleri nasıl yönettiğini anlayabilme olanağı çıkacaktır. Risk doğru ölçülmeye başlandığında, bankalarda sermaye yeterliliği de daha doğru ölçülmeye başlanacaktır.
Sermaye pahalı bir kaynaktır. Bankacılıkta, alınan risklere göre sermayenin az olması ekonomik dengeleri riske sokar, alınan risklere göre sermayenin fazla olması bankaların sermayedarlarını sıkıntıya sokar.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2007
GELİŞMEKTE olan piyasalardaki ileriye dönük beklentiler büyük ölçüde Amerikan ekonomisi konusundaki beklentilerden yön buluyor. Makul bir büyüme düzeyi ile para politikasında daha fazla sıkıştırma olmadığı sürece gelişmekte olan piyasalara uluslararası sermayenin ilgisinin artarak devam edeceği anlaşılıyor.
Amerika’da para politikasının bundan sonra ne yönde gelişeceği büyük ölçüde Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) enflasyon konusundaki öngörüsüne bağlı. Ekonomik büyümenin yüzde 2’ler civarında büyümeye devam edip etmeyeceği ise tüketici güveniyle çok yakından ilgili. Geçen gün görüldüğü gibi, sanayi üretimi gibi büyümeyi ilgilendiren değişkenlerin beklentilerin altında çıkması o denli önemli değildir.
FAİZLER VE BÜYÜME
Ekonomilerde dönemsel olarak gözlenen bir terslik Amerikan ekonomisinde uzun zamandır devam ediyor. Amerika’da kısa vadeli faizler uzun vadeli faizlerden daha yüksek. Ekonomide kısa vadeli faizler merkez bankalarının güdümündedir. Uzun vadeli faizler ise, kısa vadeli faizleri göz önüne alsalar da, piyasa tarafından belirlenir. Yani, kısa vadeli faizler bir para politikası aracıdır, uzun vadeli faizler ise piyasaların görüşünü yansıtırlar.
FED en son olarak kısa vadeli faizleri yıllık yüzde 5.25 düzeyine getirdi. Uzun vadeli faizlerin ölçütü olarak alabileceğimiz 10 yıllık Amerikan Hazine bonosu faizleri ise bugünlerde yüzde 4.5 civarında seyrediyor. Bir başka açıdan, kısa vadeli faizlerin uzun vadeli faizlerin üzerinde olması FED ile piyasaların ekonominin geleceğine yönelik beklentilerinin farklı olduğunu söylüyor.
Bu durumun ne kadar devam edeceğini tahmin edebilmek mümkün değil. Ama, piyasaların beklentilerinin FED’inkine paralel hale gelmesi uzun vadeli faizlerin artacağı anlamına gelecektir. Bu durumda, uluslararası yatırımcıların gelişmekte olan piyasalara bakışı olumsuz yönde değişecektir. Bir yıl evvel Amerika’da uzun vadeli faizler yüzde 5’i geçerse sorun olur deniyordu. O dönemde faizler yüzde 5’i geçti, ama sonra geri geldi. Şimdi, faizlerin yüzde 4.5’i geçmesi durumunda uluslararası yatırımcıların sinirleneceği konuşuluyor.
FED’in beklentilerinin bugünkü piyasa beklentileri ile paralel hale gelmesi durumunda, FED kısa vadeli faizleri düşürmeye başlayacaktır. Faizlerin düşürülmesi, FED açısından, enflasyon risklerinin daha fazla göz ardı edilmesi, buna karşılık, ekonomik büyümeye daha fazla ağırlık verilmesi anlamına gelecektir. Yani, ekonomide ciddi durgunluk sinyalleri geldiğinde, FED enflasyon beklentilerine yönelik tepkisinde bir revizyona gidip büyümeye daha fazla ağırlık verebilecektir.
Son verilere göre Amerikan ekonomisi geçen yılın son çeyreğinde reel olarak yüzde 2.5 (nominal yüzde 4.1) büyümüş görünmektedir. Yıllık bazda Amerikan ekonomisi 2006 yılında yüzde 3’ün üzerinde büyümüştür. Dolayısıyla, FED açısından, bu verilere baz edilebilecek ekonomik büyümeye yönelik bir kaygı söz konusu değildir. Yani, kısa dönemde bu açıdan para politikasında bir değişiklik söz konusu olmayabilecektir.
ENFLASYON
Enflasyon konusunda ise veriler biraz daha karışık. Yüzde 4’lerin üzerine sıçrayan tüketici enflasyonu geçen yıldan bu yana yüzde 2’ye geriledikten sonra mart ayı itibariyle yeniden yüzde 2.8’lere tırmandı. Ama, temel enflasyon olarak kabul edilen enerji ve yiyecek maddeleri dışındaki tüketici enflasyonu aynı dönemde yüzde 2’den yüzde 2.5’e çıktı.
Büyüme yüzde 2 civarında devam ettiği taktirde, FED enflasyon ile mücadelesini ön planda tutacak gibi görünmektedir. Yani, kısa vadeli faizler bu düzeyde kalmaya devam edecektir. Büyümenin çok düşmesi durumunda, bu düzeydeki enflasyon müsamaha edilebilir bir hale gelecektir. Kısa vadeli faizlerin düşmesi söz konusu olabilecektir. Her iki durumda da, FED’in aldığı tavır farklı yönlerden gelişmekte olan ülkelerin yararına görünmektedir. Dolayısıyla, Amerikan ekonomisinden gelişmekte olan ülkeleri derinden etkileyecek bir sorun kısa dönemde beklenmemelidir.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2007
DOLAR kuru geçen yılın mayıs ayı başında 1.31 YTL düzeyine gelmişti. Mayıs ve haziran aylarında uluslararası piyasalarda yaşanan çalkantıyla 1.70 YTL’ye kadar tırmandı. Euro kuru 2.00 YTL’yi geçti. Enflasyon yeniden çift haneli oldu. Biraz geç de olsa, Merkez Bankası para politikasını sıkılaştırdı. Birden fazla hamleyle kısa vadeli faizleri artırdı. Aynı zamanda uluslararası piyasalardaki çalkantı durdu. Gelişmekte olan piyasalar yeniden uluslararası yatırımcıların gözdesi oldu.
DÜŞER AMA ÇOK YÜKSELMEZ
Türkiye’de bu yıl iki seçim yaşanacak olması ve cari işlemler açığının boyutu göz önüne alınarak Türkiye ekonomisine yönelik risklerin yüksekliği, bu köşede de dahil olmak üzere, birçok yerde vurgulandı. Ama, uluslararası yatırımcılar bu risklerin hiçbirine aldırmadılar. En azından şimdiye kadar aldırmadılar.
Sonuçta, döviz kurları yeniden düşüşe geçti. Bugünlerde dolar kuru 1.35 düzeyine geldi. Son bir yıl içinde dolar kurunun gördüğü en düşük düzeye yaklaştı. Bu arada dolar uluslararası piyasalarda Euro’ya karşı da düştü, ama buna çok aldıran yok. Kurlar yaklaşık aynı düzeye geldi, ama enflasyon yüzde 3-4 civarında yukarıda kaldı. Nerdeyse, her şey aynı yere gelirken, elimizde daha yüksek enflasyon kaldı.
Bu dönemde Merkez Bankası’nın düşen döviz kurlarına pek seyirci kaldığı da söylenemez. Merkez Bankası 3-4 aydır her gün 15 milyon doların üzerinde döviz alımı yapıyor. Ama, kurlar düşmeye devam ediyor. Merkez Bankası’nın daha fazla döviz alması daha fazla YTL yaratması anlamına gelip enflasyon görünümüne olumsuz etki yapacaktır. Dolayısıyla, enflasyon hedeflemesine odaklanıp hedeften bu denli uzak olan bir merkez bankası açısından döviz kurlarına yapılacak fazla bir şey yoktur.
Aksine, her hangi bir nedenle döviz kurlarında bir yükselme eğilimi oluştuğunda, Merkez Bankası’nın geçen yaz başına göre çok daha çabuk ve çok daha kararlı bir biçimde döviz kurlarının yükselmemesi yönünde müdahale etmesi söz konusu olabilecektir. Çünkü, Merkez Bankası’nın enflasyon konusunda yanlış yapma lüksü (hata marjı) kalmamıştır. Kurlar bir daha fırlarsa, yeniden geri gelebilir, ama enflasyon bundan yüzde 3-4 puan yukarı gider. Her kur fırlaması enflasyonda bir tortu bırakır. Galiba, bu gerçek idrak edildi.
Durumun böyle olması Merkez Bankası’nın kurlar düşmesin diye doğrudan döviz piyasasına müdahale yapmayacağı anlamına gelmez. Ama, uluslararası piyasalardaki genel eğilim devam ettiği sürece, enflasyonu tehdit etmeyecek boyutlardaki doğrudan müdahaleler de bir sonuç vermeyecektir. Döviz kurları tatlı bir biçimde düşmeye devam edecektir.
FARKLI YAKLAŞIMLAR
Kısacası, olumlu uluslararası konjonktürde döviz kurları düşmeye devam edecek, uluslararası konjonktür olumsuza dönüp enflasyonu yeniden tehdit edecek boyutlarda kurlar üzerine baskı yarattığında, Merkez Bankası döviz kurlarının yükselmesine izin vermeyecektir.
Bu gerçekten yola çıkarak döviz kurlarının düşüklüğünden şikayetçi çevreler tarafından enflasyon hedefinin yükseltilmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Bu yaklaşım açıkça düşük enflasyonla yaşamaya karşı bir muhalefettir. Yanlıştır. Bu noktaya gelene kadar çekilmiş sıkıntıların heba edilmesidir.
Merkez Bankası’nın gerçekleştirmesi neredeyse olanaksız bir hedef çerçevesinde çalışmasını önleyip "itibar erozyonu" yaratılmaması için enflasyon hedefinin değiştirilmesini öneren iktisatçılar da vardır. Bu iki yaklaşım birbirine karıştırılmamalıdır. Birincisi, fiyat istikrarını gerçekte dışlamak anlamına gelirken, ikincisi, Merkez Bankası’nın itibarının güçlendirilerek fiyat istikrarına ulaşmayı kolaylaştırmayı hedeflemektedir.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2007
TÜRKİYE ekonomisinde ileriye dönük risklerin başında yüksek düzeydeki cari işlemler açığı gelmektedir. Cari işlemler açığı ödemeler dengesinde dış finansman ihtiyacını belirleyen büyüklüktür. Bir ülkenin ödemeler dengesini bir şirketin
gelir-gider cetveline benzetirsek, cari işlemler dengesi, o ülkede oturanların yurt dışındaki ekonomik birimlerle olan gelir-gider dengesidir denebilir. Şirketlerde giderler gelirler fazla olduğunda, aradaki fark şirket dışındaki birimler tarafından finanse edilmek durumundadır. Aynı şekilde,
bir ülkede cari işlemler açığı olduğunda, açık, yine yurt dışındaki birimlerce finanse edilmek zorundadır.
BİR REKOR
Bu yılın ilk iki ayında cari işlemler açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13.3 arttı. Şubat ayı itibariyle son on iki ayda 32.4 milyar dolar oldu. Son sekiz aydır yıllık bazda cari işlemler açığı 30 milyar doların üzerinde seyretmektedir. Ama, veriler radikal bir biçimde güncellenmezse,
ocak ve şubat aylarında cari işlemler açığı 34 milyar doların biraz üzerinde istikrara kavuşmuş izlenimi vermektedir.
Bu yılın şubat ayı itibariyle son on iki ayda Türkiye’ye giren yabancı kaynak (finans hesabı) 40.8 milyar dolar
olmuştur. Kaynağı tespit edilemeyen (net hata ve noksan) 900 milyon dolar civarındaki dış girişleri de hesaba kattığımızda,
cari işlemler açığının finansmanında kullanılabilecek toplam mali kaynaklar 41.7 milyar dolar olmaktadır. Türkiye ekonomisi bu kaynağın 32.4 milyar dolarıyla cari işlemler açığını finanse etmiş, geri kalanı döviz rezervlerinin artması (9.3 milyar dolar) olmuştur.
Finansman kalemleri içinde en önemli yeri doğrudan yabancı sermaye girişleri almaktadır. Son on iki ayda Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermaye 26.6 milyar dolar olmuştur. Türkiye’de oturanların dış ülkelerde yaptığı doğrudan yatırımlar aynı dönemde 2.2 milyar dolar olmuş ve
net bazda Türkiye’ye giren yabancı sermaye 24.3 milyar dolar civarında gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisi için son iki ayda gelen doğrudan yabancı sermaye bir rekordur. Bu rekor cari işlemler açığının finansman kalitesini artıran en önemli unsurdur.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Tablo’dan görüldüğü gibi,
1984 ile 2000 yılları arasında 10.2 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çeken Türkiye ekonomisi 2001-2006 yıllarında, son altı yılda 39.1 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekmiştir. Son altı yılda, on yedi yılda gelen doğrudan yabancı sermaye dörde katlanmıştır. 2001 yılından 2007 yılının şubat ayına kadar giren doğrudan yabancı sermaye 46.4 milyar dolar olmuştur.
Son on iki aydaki finansman kaynaklarının net bazda 10.2 milyar doları hisse senedi ve borçlanma senetlerinin yabancılar tarafından alınmasıyla gerçekleşmiştir. Doğrudan ikili borçlanmalarda Türkiye ekonomisi 2 milyar dolara yakın net borç ödeyicisi durumundadır.
Cari işlemler açığının finansmanındaki kalitenin sürdürülmesi büyük ölçüde doğrudan yabancı sermaye girişlerinin devamına bağlıdır. Bunun da ötesinde, bugüne kadar çoğunlukla
var olan varlıkların el değiştirmesi şeklinde gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye akımları bundan sonra, yavaş da olsa,
yeni varlık yaratma yoluyla olmalıdır. Aksi taktirde, yabancı sermaye girişlerinin sürdürülebilirliği olanaksız hale gelecektir.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2007
AYIN başından bu yana önemli makro ekonomik veriler açıklandı. Açıklanan veriler, tutarlı oldukları varsayımıyla, 2007 yılının nasıl bir yıl olacağına yönelik daha tutarlı tahminler üretmeyi olanaklı hale getiriyor.
Mart ay itibariyle on iki aylık
enflasyon yüzde 10.9 oldu. 2006 yılının tümünde
ekonomik büyüme bir önceki yıla göre yüzde 6 olarak tahmin edildi.
Sanayi üretimi şubat ayı itibariyle yüzde 7’nin üzerinde artmaya devam ediyor.
Cari işlemler açığı yılın ilk iki ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13’ün üzerinde artmış görünüyor.
ENFLASYONDA HÜZÜNGeçen yılın ortasından bu yana enflasyonun ateşi çıktı. Yurt içinde parasal genişlemenin oldukça hızlı bir ortamda uluslararası piyasalarda yaşanan çalkantılara yeteri kadar çabuk tepki verilemeyip
döviz kurlarının fırlamasına seyirci kalınması enflasyon dinamiklerini de alt-üst etti.
Enflasyonda son iki yıldır zaten bir katılık gözleniyordu. Grafikten de görüldüğü gibi, uzun süre yüzde 7-9 arasında gidip gelen enflasyon geçen yılın ikinci yarısında çift haneli düzeyleri gördü.
Nisan ayı ile beraber yıllık enflasyonun düşmesi bekleniyor. Enflasyondaki düşmeyi enflasyonun yeniden yüzde 7-9 aralığına oturması olarak yorumlamak gerekiyor. Yıl sonu hedefi olan yüzde 4’e gelmek ise bir süre daha hayal olarak kalacakmış gibi görünüyor.
Ekonomik büyüme 2006 yılının ikinci yarısında belirgin bir biçimde düştü. Grafikten de takip edilebileceği gibi, ekonomik büyüme yılın ilk çeyreğinde yüzde 6.4, ikinci çeyreğinde yüzde 9.3 olmuştu. Yılın ikinci yarısında büyüme yüzde 5’in altına düştü. Üçüncü çeyrekte yüzde 4.3, son çeyrekte ise yüzde 4.6 olarak tahmin edildi. Yılın tümünde ekonomik büyüme yüzde 6 oldu.
Hedef diye adlandırılan resmi arzuları aştı.
2006 yılının ikinci yarısında iç talep büyümesi düştü. Ama, ekonomik büyüme aynı paralelde düşmedi. Yılın ikinci yarısında dış talebin de katkı yaptığı bir büyüme gözlendi. Aslında,
2001 yılından bu yana ilk kez 2006 yılında dış ticaretin ortalama ekonomik büyümeye katkısı olumlu oldu. Genelde, ekonomik büyümenin motoru yine yüzde 7’nin üzerinde büyüyen özel kesim tüketim ve yatırım talebiydi. Bir başka ilginç gelişme
son iki yıldır kamu kesimi talebinin de ekonomik büyümeye olumlu katkı yapmasıdır.
BÜYÜMEYE DEVAM
Yılın ilk iki ayında imalat sanayi üretimi on iki aylık ortalamalar bazında yüzde 7’nin üzerine çıktı. Elektrik üretimindeki artış da aynı bazda yüzde 9’ların üzerinde seyrediyor. Bu verilerle ortalama ekonomik büyümeye sanayi sektörünün katkısı bu yıl artacakmış gibi görünüyor.
Genellikle büyümenin motoru olarak kabul edilen inşaat sektöründe 2006 yılının ikinci yarısında çok önemli bir gerileme gözlenmediğine göre,
bu yıl da ekonomik büyümenin uzun dönemli ortalamanın üzerinde olacağı yönündeki beklentiler güçlendi.
Ödemeler dengesi gelişmelerini yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2007
KAMU sektörünün ağırlığının büyük olduğu ekonomilerde "planlama" kuruluşları ekonominin en önemli kurumlarındandır. Serbest piyasa ekonomilerinde ise ekonominin en önemli kurumları para ve rekabet otoriteleridir.
Serbest piyasa ekonomilerinde para otoritesi, ortalama fiyatlarda istikrarı koruyup kollayarak mal ve hizmet fiyatlarının ekonomideki kıt kaynakların göreli durumunu yansıtabilecek bir biçimde oluşmasını sağlarlar. Rekabet otoriteleri de rekabeti engelleyen unsurları ortadan kaldırmaya ve yeni engellerin oluşmamasına çalışırlar. İkisinin de amacı, farklı açılardan ekonomideki kıt kaynakların en verimli bir biçimde kullanılmasını sağlayacak ortamın oluşması ve kollanmasıdır.
REKABET KÜLTÜRÜ
Türkiye iki kurumun da önemini biraz geç fark etti. Rekabet Kurumu 1997 yılında Avrupa Birliği’nin zorlamasıyla kuruldu. Rekabet Kurumu’nun kurulması AB ile yapılan ve 1995 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşmasının bir parçasıydı. Merkez Bankası’nın kamu kesimine kredi vermeyip para politikasını fiyat istikrarını tesis etme ve kollama amacıyla serbestçe oluşturabilmesi 2001 Krizi sonrası uygulamaya kondu. Bunu da IMF’nin zorlamasıyla yaptık.
Merkez Bankasının önemini yetmiş yıl sonra idrak ettik. Rekabet Kurumu’nun önemini galiba çok daha hızlı anladık. Rekabet Kurumu bu yıl kuruluşunun onuncu yılını kutluyor. On yılda önemli bir mesafe aldı. Elbette, gidilecek daha çok yol var.
Rekabet otoritesinin sağlam temeller üzerinde kendinden bekleneni verebilmesi için ilk önce ülkede rekabet kültürünün yaygınlaşması bir önkoşuldur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, "rekabet" kavramından farklı kesimlerin farklı şeyleri algıladığı ülkelerde rekabet kültürünün yaygınlaşması çok daha fazla önemli olmaktadır.
Rekabet otoritesi hem bir mahkemedir hem de bir düzenleyici kurum. Ekonominin çeşitli sektörlerinde rekabet şartlarının oluşmasına yönelik kararlar alabileceği gibi, rekabet otoritesi, rekabet şartlarının ihlal edildiği iddialarını da karara bağlayan bir kurumdur. Rekabet ihlalleri gördüğünde, sorumlulara ceza keser. Yani, elinde sopası vardır.
Rekabeti ihlal etmek suçsa, mutlaka cezası da olmalıdır. Ama, konunun belki de daha önemli yanı rekabet otoritesinin eli sopalı bir kurum olmaktan çok toplumu eğiten ve yönlendiren bir kuruluş da olması gerektiğidir. Rekabet Kurumu toplumu rekabet konusunda eğitebildiği ve yönlendirebildiği sürece başarısı artacak ve rekabet otoritesi olarak görevini çok daha olumlu bir ortamlarda yapabilecektir.
İKİNCİ ON YIL
Aslında, yalnızca rekabet otoritesi değil, ekonomideki diğer düzenleyici ve denetleyici otoriteler için de durum farklı değildir. Bu kuruluşlar sektörün ağabeyleri durumundadırlar. Düzenleyici ve denetleyici olmaları yanında yönlendirici, eğitici ve işbirlikçi olmak gibi bir sorumlulukları da vardır. Bu kurumlar sektörlerindeki birimlerle işbirliği içinde olarak etkinliklerini artırmalıdırlar.
İlk on yılında Rekabet Kurumu başarılıydı. Biraz korkuyla, ama daha çok aldığı kararların arkasındaki bilimsel ve hukuksal titizlikle ekonomide belli bir saygınlık kazandı. Önümüzdeki on yıllarda Kurum’un önemi toplumda çok daha iyi anlaşılacaktır. Kurum da kendinden bekleneni çok daha iyi bir ortamda gerçekleştirecek olanağı bulacaktır.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2007
ÖDEMELER dengesi gelişmeleri konusunda kısa dönemli analizler yapmak zorlaştı. Çünkü, dış ticaret verilerinde son aylara yönelik yapılan çok ciddi güncellemeler doğal olarak ödemeler dengesinin bütününü etkiliyor. Gerçekte doğru olmayan eğilimler yanlış yorumlara yol açabiliyor.
Dış ticarette ocak ayına yönelik yapılan bir milyar dolara yakın güncelleme cari işlemler açığını da aynı paralelde değiştirdi. Yılın ilk iki ayında cari işlemler açığı 6.3 milyar dolar oldu. Geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13.2 arttı. Bu rakamlar aynı dönemdeki imalat sanayi üretim artışı verileri ile de tutarlı görülüyor. Ama,
önümüzdeki aylarda bu verilerde açıkları artırıcı yönde önemli boyutlarda güncelleme yapılması şaşırtıcı olmamalıdır.
KATKI AZALIYOR
Aylık analizleri bir kenara bırakıp daha uzun dönemli bakıldığında, Türkiye’de ödemeler dengesi gelişmelerinde çok çarpıcı bir eğilim gözlenmektedir. Ekonomik büyümenin getirdiği ithalat artışıyla ortaya çıkan dış ticaret açığının
ekonominin toplam cari işlemler dengesine olan etkisi uzun zamandır vurgulanıyor.
Konunun çok vurgulanmayan yanı Türkiye’nin giderek hizmetler dengesindeki (cari transferler dahil)
fazlanın azalmakta olduğudur.
Grafikte 2001 yılı sonundan bu yılın şubat ayına kadar aylık olarak on iki aylık toplam mal dengesi (fob bazında mal ihracatı ile mal ithalat arasındaki fark ile altın ticareti dahil-sol eksen) ile cari transferler dahil hizmetler dengesi (sağ eksen) verilmektedir.
On iki aylık bazda
2002 yılı başlarında 2.1 milyar dolara kadar düşen mal dengesindeki açık 2006 yılının sonuna doğru 38.6 milyar dolara kadar çıkmış, son iki aydır da 37.3 milyar dolar civarında salınmaktadır. Ekonomik büyümeye paralel olarak mal dengesindeki açık giderek büyümektedir.
Hizmetler dengesinin zaman içindeki seyri çok ilginçtir. Hizmetler dengesi (cari transferler dahil) geleneksel olarak fazla veren bir kalemdir. Bir anlamda, cari işlemler açığını kurtaran bir kalemdir.
2002 yılı başlarında 6 milyar dolar civarında olan
hizmetler dengesindeki fazla 2003 yılının ortalarından itibaren artış sürecine girmiş,
2005 yılının sonuna doğru 11.1 milyar dolara kadar çıkmıştır. Geçen yılın başından bu yana hizmetler dengesindeki fazla erime eğilimine girmiştir. Bu yılın şubat ayı itibariyle on iki aylık hizmetler dengesindeki fazla 8.2 milyar dolara kadar düşmüştür.
Mal ticareti dışındaki dengenin cari işlemler dengesine olan olumlu katkısı giderek azalmıştır. Bu alanda herhangi bir sektördeki gerilemeyi işaret etmek zor olsa da,
turizm gelirlerinden
taşımacılık ve
müteahhitlik hizmetlerine kadar uluslararası net gelirlerde bir gerileme söz konusudur. Halbuki, gerek istihdam açısından gerekse dış açıkların sürdürülebilir düzeylerde tutulabilmesi açısından
uluslararası hizmet gelirleri mal ticareti kadar önem taşımaktadır. Türkiye bu konuyu ihmal etmemelidir.ee
Yazının Devamını Oku