3 Nisan 2007
ANADOLU Yaklaşımı yürürlüğe giriyor. Zorda olup bankalarla başı belaya girmiş küçük ve orta ölçekli şirketler (KOBİ) artık bankalarla oturup borçlarını yeniden yapılandırabilecekler. Bankalar şirketlerin ve patronlarının üzerine gidemeyecek, şirketler ve patronlar biraz nefes alabilecekler.
Böyle bir yaklaşıma gerek var mıydı? Zaten ayakları üzerine dikilebilecek şirketleri alacaklı bankalar kurtarmak istemezler mi? Şirketlerin batması alacaklı bankalara ne yararlar sağlayabilir? Devletin borçlu ile alacaklı arasında ne işi var?
Bu soruların yanıtları hem çok uzun hem de çok kısa. Kısa cevap: iktisadi kurallar siyasi amaçlar için değiştirilmeye ya da uygulanmamaya çalışılıyor. Konumun siyasi olması yalnızca Meclis siyaseti olarak algılanmamalı. Sanayi ve Ticaret Odaları bu konuda belki de çok daha fazla siyaset yapıyorlar.
YAPILABİLECEKLER YAPILIYOR
2001 yılındaki kriz nedeniyle durumu bozulmuş şirketler 2007 yılında nasıl kurtarılacak? Bugüne kadar gelebildiklerine göre, ya durumları söylendiği kadar bozuk değil ya da alacaklı bankalar zaten yapılabileceklerini yapıyorlar.
Şirketlerin durumu 2001 yılından sonra oluşan göreli istikrarlı ortama ayak uyduramadıklarından bozulmuşsa, böyle şirketleri yaşatmaya çalışmanın hiçbir iktisadi mantığı yoktur. İstikrarsız ortamda karlı olup istikrarlı ortamlarda zor duruma giren şirketleri yaşatmaya çalışmak istikrarsız ortama davetiye çıkarmaktır.
Anadolu yaklaşımına bankaların çok sıcak baktıkları söylenemez. Bankalar açısından zaten yapılan yapılmış, kurtarılabilecek KOBİ’ler kurtarılmaya çalışılmakta, kurtarılamayacak olanların ise üzerlerine gidip tahsilatı azamiye çıkarmak hedef olmuştur.
Bankalar açısından zaten hedef, borçlunun çalışıp artı değer üretmesidir. Üretimi durmuş bir borçlunun borçlarını geri ödeme şansı olmadığına göre, bankaların ilk tepkisi zora girmiş borçlusunun çalışmaya devam etmesidir. Bankalar bir müşterisinin üzerine gidiyorsa, bu olanağı görmediklerinden, yarın daha da az tahsilat yapmaktan korktukları içindir. Şirketlerden umudu kesip patronları yakalamaya çalışmaktadırlar.
LAFLAMA ÇOK GÜZEL
Anadolu Yaklaşımı gibi girişimler özel kazançlar kayıp haline dönüşünce kayıplara devleti ve/veya alacaklıları ortak etme çabasıdır. Zararları devlet üstlendiğinde, vergi olarak bizlere dönmektedir. Zararlar bankalarca üstlenildiğinde, bir gün bankalar devletin üzerine yıkılarak fatura yine bizlere çıkmaktadır. Yıkılmayıp ayakta durabilen bankalar ise yoğurdu üfleyerek yediklerinden mali sistemin gelişmesi ve büyümesi engellenmektedir.
Özel zararları toplumsallaştırmak ilk bakışta çok faydalıymış gibi görünür. Şu kadar istihdamın korunduğu, bu kadar üretimin devam ettiği gibi kulağa hoş gelen laflar edilir. Ama, işin aslı, zararların toplumsallaştırılması "istihdamı koruyoruz, üretimi koruyoruz" sloganları arasında şirket patronlarını koruyan bir uygulamadır.
Türkiye’de şirketler büyük ölçüde sahipleri ile özdeştir. Halka açık şirketlerde dahi durum farklı değildir. Dolayısıyla, şirketin hukuki açıdan tüzel kişiliği olsa dahi, önemli olan patrondur. Ama, Türkiye’de şirketler batar, patronlara bir şey olmaz. Türkiye’de şimdiye kadar yüz binlerce şirket battı. Kaç tane patron battığını hatırlayan var mı?
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2007
2006 yılında yaşananlar enflasyon açısından herkes için çok öğretici oldu. Enflasyon hedefinin büyük farkla ıskalanması döviz kurlarındaki yukarı yöndeki dalgalanmaların önemini daha belirgin hale getirdi. Merkez Bankası’nın kamuoyu ile paylaştığı görüşlerinde 2006 yılında yaşananlardan bazı dersler alındığının izleri vardır. Döviz piyasasına müdahale olasılığını tetikleyebilecek gelişmeler farklı anlatılmaya başlandı. "Döviz kurlarında aşırı dalgalanma" hikayesi daha arka plana düştü. "Enflasyonu tehdit edecek kur gelişmeleri" kavramı daha öne çıkmaya başladı.
YUMUŞAK VEYA SERT
Sesi yüksek çıkan çeşitli kesimleri daha da bağırtamamak için Merkez Bankası çok kibar bir tavır takınıyor. Aslında, Merkez Bankası, "döviz kurlarının aşağı yöndeki hareketleri beni o denli ilgilendirmez, ama döviz kurlarının yukarı yöndeki hareketleri kabul edilemez olabilir" demek durumundadır. Enflasyon hedeflemesini para politikasının kılavuzu yapan bir merkez bankası için bundan başka söyleyeceği bir şey yoktur. Merkez Bankası döviz kuru dalgalanmalarında simetrik bir duruş sergileyemez.
İster kızalım, ister darılalım. Gerçek budur. Bu gerçek ne denli kibar dile getirilirse getirilsin, ne denli açık söylenirse söylensin, reel ekonomi ve mali piyasalar hesaplarını bu gerçeğe göre yapmalıdırlar. 2006 yılı ortasında yaşananlar ders oldu. Gerekli dersi Merkez Bankası da, Merkez Bankası’nın elini tutmaya çalışan IMF iktisatçıları da almış görünüyorlar.
2007 yılı hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki mali piyasalar için çalkantılı bir dönem olmaya adaydır. Yurt içinde siyasi belirsizlikler ve seçimlerin kamu finansmanı üzerinde oluşturabileceği olumsuzluklar söz konusudur. Yurt dışındaki piyasalar oynak bir döneme girmiştir. Dolayısıyla, döviz kurları üzerinde oluşabilecek baskılara karşı enflasyon hedefini kollamaya çalışan bir merkez bankası uyanık olmak zorundadır. Son açıklamalar bu kaygıların kamuoyu ile paylaşılmasından başka bir şey değildir.
Enflasyonu tehdit edebilecek iki önemli gelişme daha vardır. Birincisi, kamu sektöründe geciktirilen zamlar ve ikincisi iç talep gelişmelerinin enflasyon üzerindeki olumsuz yansıma olasılığıdır. Her iki tehdit de Merkez Bankası’nın faizler konusunda daha tutucu bir tavır almasına neden olmaktadır.
Faizlerin yüksek olması nedeniyle ekonomik büyümeden feragat edilmesi, faizlerin gereğinden hızlı düşürülmesiyle enflasyonda yaşanabilecek sürprizler terazinin iki kefesine konduğunda, Merkez Bankası’nın tercihi çok açıktır. Enflasyonda sürpriz yaşanacağına, büyümenin daha az gerçekleşmesi yönünde sürpriz yaşanması tercih edilecektir. Eğer edilmiyorsa, edilmelidir. Çünkü, Merkez Bankası 2006 yılında ters köşeye yatarak bir kez daha yanlış yapma lüksünü yitirmiştir.
Yumuşak enflasyon hedeflemesi duruşu yerini dosdoğru enflasyon hedeflemesine bırakmak zorundadır. Çünkü, bu aşamada Merkez Bankası’nın itibarı söz konusudur.
SÖYLEV VE UYGULAMA
Söylevler bu yönde olsa da, gerçekte uygulama inandırıcılığı artıracaktır. Merkez Bankası gerçekten kurlardaki aşağı yöndeki hareketlerine göreli olarak daha kayıtsız kalıp kur yükselmelerine daha duyarlı olacak mıdır? Bunu yaşayarak gördüğümüzde, enflasyon beklentileri çok hızlı bir biçimde olumlu yönde şekillenecektir. Böyle bir fırsatın çıkıp çıkmayacağı belli değildir. Çıkmaması tercih edilebilir, ama çıkarsa da, politika belirsizliklerinin ortadan kaldırılması fırsatı doğmuş olacaktır.
Aynı şekilde, kamu zamları ve iç talep riskleri karşısında, faizlerin düşürülmesi yönde artan baskılar karşısında Merkez Bankası taviz vermez bir duruş sergileyebilecek midir? Ekonomik birimler bunu da gözleyecektir. Söylevlerin uygulamalarla paralel olduğu izlenimi yaygınlaştıkça, Merkez Bankası’nın işi kolaylaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
İKTİSAT, üzerinde çalışması heyecan veren bir bilim dalıdır. İktisatta mutlak "iyi" de yoktur, mutlak "kötü" de. Olumlu gelişmeler olası olumsuzlukların tohumlarını ekerler. Olumsuzluklar ise olumlu gelişmeler için fırsatlar yaratırlar.
Kaynaklar kıttır. Arzuların sınırı yoktur. Kıt kaynaklarla sınırsız arzuların mutlak anlamda tatmini elbette olanaksızdır. Bu nedenle de, iktisatta gözlenen denge her zaman memnunsuzluk yaratabilir. Yani, değerlendirmelerde bardağın boş tarafına da ağırlık verilebilir, dolu tarafına da. Önemli olan, bardağın boş tarafına yoğunlaşırken, dolu tarafı göz ardı etmemek, dolu tarafına bakarken de, boş tarafını yok saymamaktır.
OLUMLU YAN
Son yıllarda Türkiye ekonomisinde gözlenen alışılmışın üzerindeki cari işlemler açığının önemli bir risk yarattığı sıkça gündeme getirilmektedir. Cari işlemler açığı bir ekonominin ürettiğinden fazla tükettiği anlamına gelir. Dolayısıyla, sürdürülebilirlik sorunu söz konusudur.
Bir aile hayatıyla karşılaştırırsak, cari işlemler açığı, bir ailenin her ay gelirinden daha fazla harcayıp gelirinin üzerindeki harcamaları bankalardan kredi kullanarak ve evdeki bazı eşyaları satarak gerçekleştirmesidir.
Evde satacak mal oldukça, bankalar kredi vermeye devam ettikçe, gelirlerin üzerinde harcama yapmak bir sorun yaratmaz. Sorun, evde satacak eşya kalmayıp bankalar borç vermekten kaçındığında ve eski verdikleri borçları da geri istediklerinde çıkar. Bu kez, aynı aile, bırakın gelirleri üzerinde harcama yapmayı, gelirlerinin çok altında harcama yapmak durumunda kalacaktır. Alışılmış hayat tarzı sürdürülemez hale gelecektir. Acılar başlayacaktır.
Cari işlemler açığı da böyle bir risk yaratmaktadır. Ama, tıpkı borçlanıp kaynaklarının üzerinde harcama yapan bir aile gibi, ekonomiler de kaynaklarının üzerinde harcadığında, daha fazla refah içinde yaşanmaktadır. Örneğin, ihracatın çok üzerinde gerçekleşen ithalat ile yurt içindeki üretim artmakta, ekonomik büyüme daha yüksek gerçekleşmektedir. Türkiye ekonomisinin son beş yılda ortalama yılda yüzde 7’nin üzerinde büyümesinin arkasında giderek artan cari işlemler açığının katkıları küçümsenemez.
İthalatın artması enflasyonun hızla düşmesine de katkıda bulundu. İthal mallarıyla rekabet eden yurt içi üretim istendiği biçimde fiyatlanamadı. Yurt içindeki fiyatlama üzerine ithalat bir disiplin yarattı. Eski alışkanlıklarla her ay yüzde 4 zam yapılamadı, çünkü ithalattan gelen rekabet yurt içinde üretilen malların satılabilirliğini tehdit etti.
İthalatın yarattığı rekabet aynı zamanda yurt içi üretimde verimliliğin artmasındaki en önemli etkenlerden biri oldu. Aynı malı daha ucuza üretemediğinizde piyasayı ithalata kaptırma olasılığı arttı. Bazıları, yeteri kadar hızda ve boyutta verimliliklerini artıramadıklarından piyasayı kaybettiler. Ekonomide birimlerin kayıpları da kazanç olabilmektedir.
İDARE GEREĞİ
Bütün bunlar kaynakların çok üzerinde harcama yapmanın ekonomide yarattığı olumlu gelişmelerden bazılarıydı. Ama, bu yolla elde edilen kazanımların sürdürülebilir olup olmadığı da önemlidir.
Olumlu gelişmelerin sürdürülebilirliği kaynakların çok üzerinde yapılan harcamaların sürdürülebilir olup olmadığı ile ilgilidir. O halde, cari işlemler açığının idaresi önemli olmaktadır.
Modern anlamda ekonomi politikaları giderek ekonomide oluşan risklerin idaresine yoğunlaşmaktadır. Bardak doldukça, boş taraf daha dikkat çekmekte, bardak boşaldıkça, dolu taraf ağırlık kazanmaktadır. Konuya bu şekilde yaklaşıldığında, ekonomik dengelerin sürdürülebilirliği olasılığı da artmaktadır.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
CUMHURİYET tarihimizin değişmeyen ekonomik sorunlarından biri kamu sektörünün verimsizliğidir. Kamu sektörü zaten tabiatı gereği verimsizdir diyerek konuyu kabullenemeyiz. Aksine, kamu sektörünün verimsizliğini kalıcı ekonomik istikrarı oluşturmanın önündeki en büyük engellerden biri olmak görmek zorundayız.
2001 yılından bu yana üretimde verimlilik küçümsenmeyecek boyutlarda arttı. Verimlilik artışı, hem enflasyonun düşmesine yardımcı oldu hem de değerlenen Türk parasına rağmen yurt içindeki üretimin rekabetçi kalmasını sağladı. Yani, verimlilik artışları ekonomik istikrar yolunda reel sektörün uyumunun hem bir parçasıydı hem de uyumu kolaylaştıran bir unsurdu. Üretimde verimliliğin daha da artması gerekiyor. Dolayısıyla, verimlilik artışına bir defalık bir hedef değil, bir süreç olarak bakmak gerekiyor.
KAMU FİYATLAMASI
Kamu sektörü birçok nedenle verimlilik konusunda fazla bir mesafe alamadı. İstihdam sağlamak hala kamu sektörünün önceliklerinden biri olarak düşünülüyor. Kamunun ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarının rekabet şartlarında oluştuğunu iddia etmek çok zor. Fiyatlamada piyasa şartlarından çok, ya siyasi kaygılar ya da kamu şirketinin finansman yapısı öne çıkıyor. Çoğu alandaki tekelci konumu sayesinde, istendiğinde, istendiği kadar fiyatların artırılabilme olanağının olması kamu sektöründe verimlilik artışı baskısını yok ediyor.
Kamu zamları yeniden gündemde. Zamlar şimdi yapılmasa, seçimlerden sonra yapılacak. Zamlar yapıldığında, enflasyon hesapları yeniden alt üst olacak. Kamuoyu, eskiden olduğu gibi, enflasyonun düşmesinin kamu zamlarının yapılmaması olarak algılayacak. Zamlar yapıldığında, her şeyin "eski tas, eski hamam" olduğu düşünülecek.
Sorunun çözümü, ne zamları biriktirip bir defada yapmaktır ne de zamları yapmamaktır. Sorunun gerçek çözümü, kamu sektörünün ürettiği mal ve hizmetlerde zararları azaltmaya yönelik zam yapma ihtiyacını azaltmaktır.
Verimsizliğin faturası ortadan kaldırılmalıdır. Bunun yolu da verimlilik artışıdır. Verimlilik artışı sağlanamadığı sürece, kamunun ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatları ne kadar süreyle sabit bırakılırsa bırakılsın, bir gün zam yapmaktan kaçınılamayacaktır. Verimlilik artışları yoluyla zarar yaratma önlenmelidir, zam yaparak değil.
İSTİKRARA TEHDİT
Yüksek enflasyondan göreli olarak çok daha düşük enflasyona geçiş sürecinde, özel kesim yeni ekonomik şartlara göreli olarak çok çabuk uyum gösterdi. Uyumun çabukluğu uygulamadaki ekonomi politikalarının başarısını artırdı. Makro ekonomik dengelerin olumlu yönde oluşmasına çok büyük katkı yaptı. Bu süreçte kamu sektörünün uyumu finansman açıklarının düşürülmesi ile sınırlı kaldı.
Konsolide kamu sektörü açıkları, verimlilik artışı yoluyla harcamaların kısılmasından çok, dolaylı vergiler yoluyla gelirlerin artırılmasıyla oldu. Gelirlerini ancak ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarını yükselterek artırabilecek kamu kurumları ise kamu sektörü içinde şimdi baş ağrısı olma durumuna geldiler. Ekonomik verimsizliğin çözümü yine "fiyat ayarlaması" olarak karşımıza çıktı.
Kamu sektörü verimsizliği Türkiye ekonomisinin ihmal edemeyeceğimiz sorunlarından biridir. Bu gerçekle yüzleşip siyasi açıdan sevimsiz öğeler de içerse, gereğini yapmak zorundayız. Aksi taktirde, yakalanan ekonomik istikrar ortamları hep geçici olacaktır.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2007
BANKACILIK sektörünün 2006 yılı sonu verileri açıklandı. 2001 yılında çöken sektör, hala toparlanma aşamasında. Sektör giderek düzeliyor, ama küresel rekabete ayak uydurabilmesi için gidecek epeyce yolu var. Türkiye’de bankacılık sektörü dünya ölçeğinde hala çok küçük. 2006 yılı sonunda toplam bilanço büyüklüğü bir yıl öncesine göre yüzde 22 arttı ve 486 milyar YTL (346 milyar dolar) oldu. Ama, sektörün toplam bilanço büyüklüğü hala milli gelirimizin yüzde 90’ının altında.
Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde bankacılık sektörünün büyüklüğü milli gelirlerinin iki katı civarındadır. Bu rakamlarla bankacılık sektörünün çok ciddi bir büyüme potansiyeli olduğu düşünülüyor. Ama, bu potansiyel bir türlü gerçekleşemiyor. Çeşitli yollarla devletin sıkça borçlularla alacaklılar arasına girmesinin ve aracılık maliyetlerinin yüksekliğinin bu gelişmede bir etkisinin olup olmadığı araştırmaya değer bir konudur.
OLUMLU GELİŞMELER
Bankacılık sisteminde 2000 yılında 81 banka varken, şimdi 46 banka kaldı. Bankacılık faaliyetleri az sayıdaki bankalarda yoğunlaşmaya devam ediyor. Sektördeki ilk beş banka 2000 yılında toplam kredilerin yüzde 48’ini verirken, şimdi (eylül 2006 itibariyle) bu oran yüzde 60 oldu. Aynı şekilde, 2000 yılında en büyük beş banka toplam mevduatın yüzde 51’ini toplarlarken, şimdi yüzde 64’ünü topluyorlar. Bankacılıkta hem toplam sistem çok küçük hem de bankaların önemli bir bölümü çok küçük.
Bankalarımız artık daha fazla Türk parası üzerinden işlem yapmaya başladı. Dört yıl önce bankaların toplam aktiflerinin yüzde 56.7’si YTL cinsinden, geri kalanı döviz üzerindendi. Geçen yıl sonunda banka bilançolarının YTL cincinden aktiflerinin toplam aktiflere oranı yüzde 66.4 oldu. Sektör doğru yolda, ama gidecek daha çok yolu var. Döviz üzerinden ve dövize endeksli işlemler yoğunluğunu sürdürüyor.
Bankalarımızın sağlamlığının en büyük göstergelerinden biri serbest öz kaynaklarının (bankacılıkta kullanılabilecek sermaye) büyüklüğüdür. 2002 yılında bankalarımızın serbest öz kaynakları 3.4 milyar dolar civarındayken, 2006 yılı sonunda 30 milyar doları geçmiştir. Her yıl artmaya devam etmektedir. Bankalarımız bankacılık dışındaki yatırımlarını satıp sermayelerini giderek bankacılıkta kullanmaya başlamışlardır. Kárlarının bir bölümü de bu yatırımların satışlarından kaynaklanmaktadır.
KARLILIK
Bankacılık sektörü 2006 yılında vergi sonrası 11.1 milyar YTL (2005 yılında 5.7 milyar YTL) kár etmiş görünmektedir. Kar artışının büyük bir bölümü net faiz gelirlerindeki artıştan değil, bankacılık hizmet gelirleri ile diğer faiz dışı gelirlerdeki artıştan kaynaklanmıştır. Rekabet faiz marjlarını daraltmaya devam etmiştir.
Kullanılan muhasebe standardının kár tanımına göre, kárlılık rakamları bazen yanıltıcı olabilmektedir. Bankaların gerçekten ne kazandıklarını görebilmek için öz kaynaklardaki artışa bakmak daha doğru bir yaklaşım olabilmektedir.
Bankalarımız öz kaynaklarını 2006 yılında yaklaşık 4 milyar YTL artırabilmişlerdir (yüzde 7.3). Dolar olarak öz kaynak artışı 1 milyar dolar civarında olmuştur. 2006 yılında öz kaynaklardaki artış yıllık enflasyonun da, orta vadeli faizlerin de oldukça altında kalmıştır. Kısacası, bankalarımız 2006 yılında da dünya standardında karlılık oranlarına ulaşmaktan çok uzak kalmışlardır.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
SEÇİM olan yıllarda siyasi öncelikler ile iktisadi açıdan yapılması gerekenler genellikle uyum içinde olmazlar. Geleneksel uyuşmazlıklar seçim olan yıllarda daha da belirginleşir. Bu yıl da bu gerçeği yaşıyoruz. IMF’nin standby programı çerçevesinde gerçekleştirdiği 6. gözden geçirme toplantıları kamu finansmanı konularına odaklandı. Ekonomik istikrar için kamu finansmanında kalıcı iyileştirmeler yapmak gerekiyor. Seçim yılı olması nedeniyle, hükümet siyasi açıdan haklı olarak bu alanlarda yapılması gerekenleri ertelemek istiyor. IMF ise, ertelemenin kolayca tamir edilemeyecek tahribata yol açabileceğini düşünüyor.
Uluslararası piyasalardaki oynaklıklar göz önüne alındığında, ekonomik istikrar yönünde atılması gereken adımların siyasi bakış açısıyla ertelenmelerinin önemli bir iktisadi risk oluşturduğunu kabul etmek zorundayız.
İKTİSADİ GÜNDEM
Önümüzdeki kısa dönemde neler yapılmalı?
Faiz dışındaki bütçe harcamalarındaki artışı frenleyecek önlemler gerekiyor. Geçen yıldan başlayarak hızla artan sağlık harcamalarının artışını önlemenin yolu aranmalıdır. Seçimlerin hemen öncesinde, bu çeşit bir karar siyasi açıdan sevimsizdir.
Sosyal güvenlik reformu sürecinde yaşanan hukuksal sorunlar aşılmalıdır. Türkiye’de çalışanların tümü aynı sosyal güvenlik şemsiyesi altına girmelidir. Geçiş döneminde, kazanılmış bazı hakların geri alınması söz konusudur. İktisadi açıdan, Türkiye’nin bu konuda başka bir çıkışı yoktur. Ama, siyasi açıdan, milyonları ilgilendiren bir kesimin tepkisine neden olunacaktır.
Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) kendi ayakları üzerinde durması sağlanmalıdır. Borçla değil, kazandıkları paralarla yaşamaları ilke edinilmelidir. Bu kapsamda, bazı KİT’lerin ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarının artırılması kaçınılmazdır. Elektrik fiyatlarının artırılması gerekmektedir. Ama, yıllardır bu konuda direnen hükümetin seçimlerin arifesinde elektriğe zam yapması siyasi açıdan kabul edilebilir değildir. Aslında, zamlar da kalıcı çözüm olamamaktadır. Kamu kesiminin verimliliği artırılmalıdır. Bu konuya bir başka yazıda geri döneceğim.
RİSK İDARESİ
Siyasi gündemle iktisadi zorunlulukların çakışması önemli riskleri de beraberinde getirmektedir. Uluslararası piyasaların çalkantılı olduğu bir dönemde, Türkiye’nin bazı gecikmiş kararları daha da ertelemesi herhangi bir nedenle uluslararası yatırımcıların asabı bozulduğunda, Türkiye ekonomisinin daha büyük çalkantılara girmesine bahane olabilecektir.
Son dönemde İstanbul’da bazı arazilerin şaşırtıcı fiyatlara satılması gibi haberler uluslararası yatırımcıları olumlu yönde etkilemektedir. Ama, aynı yatırımcıların bir gözü de IMF ve AB çapalarındadır. Bu çapaların yeteri kadar sağlam olmadığı izleniminin yayılması iyi gelişmeleri kısa süre için dahi olsa gölgede bırakabilecektir.
Hangi seçenek daha ehven-i şerdir? Seçimlerden az önce nedenlerini açıklaması zor bir iktisadi çalkantı içinde boğuşmak mı yoksa bugünkü olumlu dengelerin oluşmasında katkıları küçümsenemeyecek uluslararası piyasaları rahatlatmak mı?
Türkiye’nin ekonomik istikrardan taviz vermeyeceği yönünde vereceği izlenimlerin seçim kaygılarıyla bazı kararların savsaklanmasından daha önemli ve kalıcı faydalar sağlayacağı açıktır. Siyasetçiler de böyle düşündüğünde, önümüzdeki döneme yönelik iktisadi riskler büyük ölçüde idare edilebilir hale gelecektir.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2007
INTERNET bankacılığı yaygınlaştı. Internet bankacılığı ile hem banka müşterilerinin bankaların sundukları servisleri kullanmaları kolaylaştı hem de bankalar bu servileri daha ucuz sağlayabilme olanağına kavuştu. Teknoloji bankacılık işlemlerini hızlandırdı. Maliyetleri düşürdü. Buna karşılık, teknoloji işlevsel (operasyonel) riskleri de bir ölçüde artırdı.
ÖNCE MEVDUAT SAHİBİ
Evde bilgisayarınızın başında gecenin herhangi bir saatinde bankanızla ilişkiye geçip sizler mevduatları bozup paranızı repoya yatırırken, repodan çıkıp yatırım fonu alırken, yatırım fonunu bozup döviz alırken, birtakım ödemeleriniz için talimat verirken birileri de sizin şifrenizi çalıp aynı işlemleri sizin hesaplarınız üzerinden yapabilme olanağına kavuşabiliyor. Korsanlar sizin bilgisayarınızla bankanızın bilgisayarı arasındaki bağlantıya girip gizli bilgilerinize ulaşabiliyor. Sizin haberiniz dahi olmuyor.
Bankalar bilgisayarlarına çeşitli güvenlik mekanizmaları yerleştiriyorlar. Şifre sayısını artırıyorlar. Bilgisayar üzerinden verdiğiniz talimatlarınızın gerçekleşmesi için bilgisayar ya da telefon yoluyla ikinci hatta üçüncü bir onay mekanizması yaratıyorlar. Ama, bankalar şimdilik korsanlarınızın size ait özel bilgilere ulaşmalarını daha zor hale getirmekle birlikte, tam olarak önleyemiyorlar.
Korsanlar sizin paranızı hesabınızdan bir başka bankadaki adamlarının hesaplarına yönlendiriyorlar. Bir-iki saat sonra adamları gidip diğer bankadan parayı nakit olarak çekiyorlar. Sizin para uçuyor. Hukuken bankaların sorumluluğu yokmuş gibi görünüyor. Çünkü, imzaladığınız sözleşmelerdeki ayrıntıda şifrelerinizin korunması sizin sorumluluğunuzda.
Banka idarelerinin en büyük sorumluluğu, sermayedarlarından önce, paralarını kendilerine emanet eden müşterilerine karşıdır. Mevduat sahibi her şeyden önce gelir. Hiçbir hatası yokken, iletişim hatları üzerinden parasını kaybeden bir banka müşterisine bankalar "geçmiş olsun" diyememeli. Hukuki sorumluluğu olmayabilse de, bankaların bu konuda manevi sorumluluğu vardır. Bugüne kadar bu manevi sorumluluğu bankalarımızın yeterince duyduklarını iddia etmek zordur.
Paranızın hesabınızdan çıkıp korsanların adamlarının bir başka bankadaki hesabına gittikten sonra çekilmesi birçok açıdan "şüpheli işlem" sınıfına girer. Parayı alan banka, her zaman olmayabilse de, yeterli özeni gösterip paranın çekilmesi sırasında hırsızlığı durdurabilir. Bu alanda da yeterli özenin gösterilip gösterilmediği bir soru işaretidir. Belki de, internet üzerinden şahıs hesaplarına para transferine izin verilmemesi kısa dönemli bir çözüm olabilecektir.
YARGI KARARI
Haberlere göre, Yargıtay internet yoluyla yapılan bir hırsızlıkta bankayı sorumlu tuttu. Hukukçu değilim. Dolayısıyla, konunun hukuki tarafını tartışacak durumda değilim. Ama, okuduklarımdan ve duyduklarımdan, bankaların bu konuda hukuki sorumlulukları olup olmadığı tartışmalıdır. Konun tartışmalı olmayan yanı bankaların manevi sorumluluklarının olduğudur. Keşke, bankalar konu yargıya intikal etmeden bir şeyler yapabilseydi.
Eğer bir banka sistemi kendisine paralarını emanet eden kişi ya da şirketlerin paralarını bilgisayar ortamında tam olarak koruyamıyorsa ya da korumayı garanti edemiyorsa, müşterilerine internet bankacılığı servisi sunmamalıdır. Çünkü, burada bankanın ve bankacılığın itibarı zedelenecektir. Kaldı ki, bankacılık ahlakı da bunu gerektirir.
Bu yaklaşımın çok tutucu olduğu iddia edilebilir. Ama, unutmayalım ki, bankacılık yapmak özellikle mevduat müşterisine karşı tutucu olmaktır.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2007
Dalgalı kur uygulamasından farklı kesimler farklı biçimlerde rahatsız oluyorlar. IMF’nin zorlamasıyla 2001 Krizi sonrası dalgalı kur uygulamasına geçildi. O günden bugüne uygulama tartışılmaz oldu. İlk kez sorumlu bir mevkide oturan bir kişi bu konuyu gündeme getirdi. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener hiç umulmadık bir ortamda konunun tartışılması gereğini dile getirdi. Haber ajanslarından alınan bilgiler ışığında, Başbakan Yardımcısı, dalgalı kurdan çok, dalgalı kur sonucunda kurların düşüklüğünden şikayetçi gibi göründü.
Ankara’da ekonomi bürokrasisine aşina olanların çok zorlanmadan tahmin edebileceği gibi, Sayın Şener, Hazine ya da Merkez Bankası’nın görüşlerini değil, daha çok Devlet Planlama Teşkilatı’nın görüşlerini dile getirdi. Bu da normaldir diye düşünüyorum.
HANGİSİ VERİ
İstikrarsız bir ortamdan kalıcı ekonomik istikrara yaklaşırken iki önemli kural vardır. Birinci kural, ekonomik istikrar oluşurken ülkenin parası değer kazanacaktır. İkinci kural, birinci kural ekonomi politikası yapıcıları tarafından değiştirilemez.
Döviz kurları çeşitli nedenlerle enflasyon oranında artmaya devam etseydi, ekonomideki diğer her şey aynı mı kalacaktı? Örneğin, dolar kuru 1.4 YTL yerine bugün 2’ye gelmiş olsaydı, son beş yılda ekonomik büyüme yılda ortalama yüzde 7’nin üzerinde olabilir miydi? Enflasyon yüzde 10’a iner miydi? Bu soruların yanıtları maalesef olumlu değil.
Birinci kuralı değiştirmeye çalışan her politika önlemi ya ekonomik büyümeyi engelleyici, ya enflasyonun inişini durdurucu ya da her ikisini birden başarmış olacaktı.
Ülkenin parasının değer kazanması istikrar yolunda gidildiğinin işaretlerinden biridir, ama tek göstergesi değildir. Paradaki değerlenmeyle beraber üretimde verimliliğin artması şarttır. Ekonomik istikrara ulaşma şansı ancak değerlenen ülke parası karşısında ekonominin üretkenliğinin devam etmesiyle artacaktır. Aksi takdirde, verimlilik artışlarıyla desteklenmeyen değerli para ülke ekonomisini çok daha farklı maceralara sürükleyebilecektir. İddia edilen buysa, çözüm başka yerdedir.
Ülke parasının değerlenmesi, veri olarak alınıp bununla yaşayabilmenin yolları aranmalıdır. Kısacası, değiştirilmesi gereken paranın değer kazanması değil, değer kazanan para ile yaşanan zorlukları yaratan olguları yok etmektir. O zorluklar aşılmadan paranın değer kazanmasını önlemeye çalışmak ekonomik istikrardan vazgeçmek anlamına gelir. Enflasyonla yaşamaya çalışmanın bir başka türlü ifadesidir.
HANGİSİ KOLAY?
Dalgalı kur sistemi tartışılmalıdır. Ama, konunun tartışılması gereken yönü ulusal paranın değer kazanmasını önlemeye yönelik değil, makro ekonomik dengelerin yönetmediği ani değer kayıplarını önlemeye yönelik olmalıdır. Bizde galiba tam tersi yapılıyor. Paramız değer kazandıkça, üzülüyoruz. Paramız değer yitirince, "kurlarda düzeltme oluyor" diye seviniyoruz. Kalıcı bir istikrar istiyorsak, tam tersi bir tavır içinde olmamız gerekiyor. Ama, enflasyonla yaşamaya alışmışız bir kere!
Üretimde verimliliği artıramadan ulusal para değer kazanmaya devam ederse ne olacak? Demek ki, bir şeyleri yanlış yapıyoruz. Üretimde verimliliği artırıcı önlemler devreye sokulmalı. Çeşitli nedenlerle bunlar yapılamıyorsa, kalıcı bir ekonomik istikrar için henüz hazır değiliz demektir. Ama, ulusal paraya değer kaybettirmek işin kolayına kaçmak olur.
2001 Krizi’nden bu yana olumlu yönde çok önemli adımlar atıldı. İktisadi açıdan çok acılar çekildi, hala da çekilmeye devam ediyor. Kalıcı ekonomik istikrar için önemli bir mesafe alındı. Ama, bu noktada, politika yapıcıları tarafından, değer kazanan para ile yaşayabilecek önlemleri almak paranın değerinin artmasına engel olmaktan eskiye göre çok daha kolay olduğunun düşünülmesi gerekir.
Yazının Devamını Oku