Ercan Kumcu

Seçimler ekonomik dengeleri bozar mı

20 Mayıs 2007
SERMAYE hareketlerinin 1989 yılında serbest bırakılmasından sonra Türkiye dört genel seçim geçirdi. Her seçimden sonra iktidardaki parti ya da partiler gittiler, bir önceki dönemdeki muhalefet partilerinden biri ya da birkaçı iş başına geldi. Her defasında seçim propagandaları akıl almaz vaatleri içerdiler. Vaatlerin bazıları yerine de getirildi. Ama, seçim dönemlerinde ekonomide olağanüstü bir şey yaşanmadı. Olağanüstü durumlar hep seçimlerden çok sonra yaşandı. Krizler çıktı.

BİR ŞEY OLMAZ

1991 seçimlerinden sonra ANAP gitti, Demirel’in başbakanlığında koalisyon hükümeti iş başı yaptı
. Seçimlerden önce, tarım kesimine dönüp "diğerleri ne verirse ben 5 lira fazla veririm" dendi. Ekonomik istikrarsızlığa davet muhalefetin sloganıydı.

1995 seçimlerinde DYP’nin başı çektiği koalisyon gitti, DYP-ANAP koalisyonu iş başı yaptı. Giden kötü hükümetti (1994 Krizi’nin mimarıydı), gelenin ömrü çok kısa sürdü. O dönemin finali Refah-yol hükümeti ile yapıldı. Bu dönemde, ekonomik istikrarsızlığa davet yalnızca muhalefet tarafından değil, iktidarlar tarafından da yapıldı.

Bir sonraki seçim döneminde de olağanüstü bir şey yoktu. Olan seçimlerden sonra oldu. 2001 Krizi yaşandı.

2002 seçimleri 1987’den beri ilk kez tek partiyi iktidar yaptı. 2001 yılından alınan derslerle yakın tarihimizin iktisadi açıdan en istikrarlı dönemini yaşadık. Halbuki, 2002 seçimlerinden önce seçimlerin iktidara getirdiği parti 2001 sonrası uygulanan ekonomi politikalarını acımasızca eleştirdi. Eleştirdikleri yönde değil, doğru yönde hareket ettiler.

Muhalefet "eleştiri olsun da nasıl olursa olsun" yaklaşımıyla hareket eder. İktidarlar makulün ne olduğunun farkındadır. Muhalefet ise seçim dönemlerinde korkutucu derecede sorumsuzluk sergiler, ama iktidar olduğunda, makulün ne olduğunu genellikle görür ve anlar.

Bütün bunlar bilindiğinden, ekonomik birimler seçim atmosferinde söylenen çok az sözü ciddiye alırlar. O nedenle de, seçim dönemlerinde ekonomik dengeler olağanüstü bir boyutta ve beklenmeyen bir yönde değişmezler.

Dolayısıyla, sermeye hareketlerinin serbest olduğu bir dönemde baskı artsa da, piyasalar seçim sonrasını görmeye, seçim sonrasında iktidara gelen parti ya da partilerin hareketlerini izlemeyi tercih ederler. Seçim propagandaları sırasında söylenenler fazla bir şey ifade etmez. Öyle olsaydı, Türkiye’de her seçim döneminde kriz çıkardı.

SEÇİM SONRASI

Bu seçimlerde de büyük bir olasılıkla böyle olacak. Kamu finansmanı eskiye göre bozulacak. Yeni iktidar ilk yıllarında zorlanacak. İktidardaki ilk yılların verdiği avantaj kullanılırsa, çok da iyi işler yapmanın olanağı yaratılabilecek.

Meydanlarda bazı partiler atıp tutacaklar. Bazıları şimdiden atıp tutuyorlar. Ama, gerçekten iktidar olma şansı olan partiler eskiye göre çok daha makul bir duruş sergileyeceklermiş gibi görünüyorlar. Çünkü, biliyorlar ki, yabancı sermayenin en yoğun bir biçimde Türkiye’de geldiği ve yerleştiği bir dönemde Türkiye’nin saçmalamaya fazla tahammülü yoktur. Seçim meydanlarında verilecek yanlış sinyallerin faturası ileride tüm ülke için çok ağır olabilecektir. Piyasanın dayağı acımasızdır. En azından, bunu öğrendik.

Bütün bunların sonucu şuraya gelmektedir: İktidara hangi parti ya da partiler gelirse gelsin, ekonomi politikalarında radikal değişiklikler söz konusu olamayacaktır. Aksine, ekonomi politikalarında radikal değişikliklerden söz edenlerin iktidar şansı olmayacaktır.

Bu arada, hiçbir parti (iktidardaki de dahil) de seçimlerden sonra iktidara gelirse, masasında bulacağı sevimsiz reformların savunucusu olmayacaktır. Orası sessiz geçilecektir. O konular seçim sonrasının konularıdır.
Yazının Devamını Oku

Milli gelir artışı ve kadınlar

18 Mayıs 2007
Daha önce birkaç kez Türkiye ekonomisinin "kadın istihdamı fakiri" olduğunu vurgulamıştım. Kadın nüfusun işgücüne katılımı da, istihdamı da dünya ortalamalarının (özellikle AB ortalamasının) çok altında görünüyor.

İstihdam edilen kişi sayısının istihdam edilebilir nüfusa bölümü "istihdam oranı" olarak tanımlanmaktadır. Bu oran Türkiye’deki kadın nüfus içinde bu yılın ilk çeyreği itibariyle yüzde 20.8’dir. Bir başka deyimle, Türkiye’de çalışabilir yaştaki her beş kadından biri istihdam edilmektedir. Diğer dördü evde oturmaktadır. Nedeni ne olursa olsun, bu durum ekonomik verimsizliğin ve sosyal çarpıklığın en çarpıcı örneklerindendir.

BÜYÜMEYE KATKI/images/100/0x0/55ea9256f018fbb8f888b74b

Son yıllarda hızla büyüyen Türkiye ekonomisinde "kadınları dışlama" eğilimi azalmış değil, aksine artmış görünmektedir. Örneğin, üç aylık verilerin yıllık ortalamaları bazında, kadınlarda istihdam oranı 2003 yılının ilk çeyreğinde yüzde 26.1’di. 2003 yılından bu yana bu oran sabit bir ortalama etrafında dalgalanıyor.

Bırakın istihdam oranını, ekonomik büyümeye paralel olarak istihdam edilen kadın sayısı dahi artmakta zorlanmaktadır. Grafikte, üçer aylık verilerin yıllık ortalamalarından türetilen kadın istihdamı ile aynı dönemdeki sabit fiyatlarla toplam milli gelir verilmektedir.

Görüldüğü gibi, 2004 yılı sonundan itibaren artan milli gelir artışı kadın istihdamını artırmamıştır. Kadın istihdamı 2004 yılı milli geliri civarında salınmaktadır. Halbuki, 2004 yılı sonundan bu yana milli gelirdeki artış yüzde 14’ün üzerinde gerçekleşmiştir.

Kısacası, milli gelirdeki son yıllardaki yüzde 14’lük artıştan istihdam açısından kadınlarımız nasibini alamamışlardır.

Kadın istihdamındaki eğilimlerin ekonomik verimlilik artışlarıyla ilişkilendirilmesi de pek mümkün görünmemektedir. Çünkü, kadın istihdamında görülen eğilimlerin hiçbirisi erkeklerin istihdamında görünmemektedir. Örneğin, erkeklerde istihdam oranı bu yılın ilk çeyreği itibariyle yüzde 61.6 olmuştur. Bu oran da AB ortalamasının altındadır, ama oldukça yakındır. Grafikten de görüldüğü gibi, erkek istihdamı milli gelirdeki eğilimleri belli bir dalgalanmayla çok yakından takip etmektedir.

EĞİTİM

İstihdam piyasasında kadınların göreli konumu eğitimle de ilişkilidir
. Okur-yazar olmayan kadınlarda istihdam oranı bu yılın son çeyreğinde yüzde 13.5 iken, bu oran lise ve altı eğitim almışlarda yüzde 18, lise ve dengi okullardan mezun olanlarda yüzde 23.9 ve yüksek okul mezunu kadınlarda yüzde 62.4 olmuştur. Yani, ancak yüksek okul mezunu kadınların istihdam oranı erkeklerin ortalama istihdam oranına gelebilmiştir. Halbuki, erkek nüfus içinde yüksek okul mezunlarının istihdam oranı yüzde 78’dir.

Dolayısıyla, sorunun tümünü de eğitim düzeyi ile açıklamak mümkün değildir. Ama, kadın eğitiminin artması kadınların istihdam oranını yükselteceği bir gerçektir. Kadın ve erkeklerin istihdam oranları (yüzde 62.4 ve yüzde 78) yüksek okul mezunları içinde birbirlerine en yakın olanıdır.
Yazının Devamını Oku

Merkezi bütçede yapısal bozulma

17 Mayıs 2007
BU yılın ilk dört ayında merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri pek hoş gitmiyor. Bütçenin kendisi geçen yıla göre zaten pek iyi değildi. Uygulama planlanan da kötü gidiyor. Bazı harcamaların öne çıktığı iddia edilerek ilk dört aylık bütçe gerçekleşmelerinin yılın tümü için bir gösterge olamayacağı iddia edilebilir. Normal şartlarda, bu iddia gerçekçi de olabilir. Ama, bu yılın seçim yılı olması ve diğer makro ekonomik şartlar bütçe uygulamasının yılın ikinci yarısında radikal bir biçimde değişebileceği olasılığını iyice azaltıyor.

VERGİ-HARCAMA DENGESİ

Geçen yılın ilk dört ayı ile bu yılın aynı dönemi arasında ortalama enflasyon yüzde 10.4 oldu
. Dolayısıyla, iki dönem arasındaki bütçe gerçekleşmelerinin reel sonuçlarını ortalama endeksteki artışı kullanarak bulmalıyız.

Tablodan da görüldüğü gibi, bu yılın ilk dört ayında geçen yılın aynı dönemine göre faiz dışı harcamalar yüzde 19.5 arttı. Yani, faiz hariç bütçe harcamalarında reel olarak yüzde 8.2 kadar bir artış söz konusu. Bu oran ekonomik büyümeden de, olası vergi gelirleri artışlarından da yüksek bir rakam.
/images/100/0x0/55eb4fa7f018fbb8f8b91521
Buna karşılık, vergi gelirlerindeki aynı dönemdeki artış yüzde 7.2’de kalmış görünüyor. Ekonominin yüzde 6 büyüdüğü, enflasyonun yüzde 10 civarında olduğu bir ortamda, vergi gelirlerinin reel olarak yüzde 2.9 düşmesi düşündürücüdür. Fazla beklemeden önlem gerektirir. Vergi gelirlerindeki performans geçen yılki bir kereye mahsus vergi tahsilatları ile de açıklanması zordur.

Bütçe dengesini en fazla etkileyen kalemlerden biri faiz harcamalarıdır. 2002 yılından geçen yıla kadar bütçe uygulamasının planlanandan daha iyi olmasının ardında, borçlanma faizlerinin hızlı düşüşü sayesinde, büyük ölçüde tahminlerden daha az gerçekleşen faiz harcamaları vardı. Bu yıl, bu olgu tersine dönüyor.

Geçen yılın ilk dört ayında Hazine borçlanma maliyetleri göreli olarak çok düşüktü. İlk dört ayda ortalama YTL borçlanma faizleri yüzde 14’ün altındaydı. 2005 yılının tümünde ise ortalama YTL borçlanma faizleri yüzde 16 olmuştu. Geçen yılın ortasında yükselen faizlerin asıl etkisi bu yılın bütçesinde açıkça görünmeye başlandı.

Bu yılın ilk dört ayında geçen yılın aynı dönemine göre merkezi bütçeden yapılan faiz harcamaları yüzde 23.7 arttı. Yani, faiz harcamaları reel olarak yüzde 11.4 artış gösterdi.

SORUN

Sorun da burada. Vergi gelirlerinin reel olarak azaldığı, faiz ve faiz dışı harcamaların reel olarak yaklaşık yüzde 10 civarında arttığı bir ekonomide devlet bütçesinin ekonomik istikrara odaklandığı iddia edilemez. Aksine, gelişmeler, var olan istikrarı tehdit eden niteliktedir.

Bu yıl içinde bu eğilimin radikal bir biçimde ters döndürülmesi çeşitli nedenlerle söz konusu olmayabilir. Yılın ikinci yarısına yönelik önlemler bugünden düşünülmelidir. Ekonomik istikrar yolunda devam etmek istiyorsak, 2007 yılından kalacak mirasla beraber 2008 yılı bütçesi çok sıkı olmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku

Kamu finansmanı zorlanıyor

16 Mayıs 2007
BU yılın kamu finansman dengesi açısından zor bir yıl olacağı geçen yıldan belliydi. Geçen yılın tekrarı zordu. Zorlanma, yalnızca bu yılın seçim yılı olmasından kaynaklanmıyor. Geçen yılki parmak ısırtan performansın geçici olacağı biliniyordu. Geçen yıl milli gelirin yüzde 1.5’inden fazla bir kereye mahsus gelirler söz konusuydu. Yılın ilk yarısında borçlanma maliyeti bugüne göre çok daha düşüktü. Harcamacı kamu kurumları üzerinde seçimlerin getirdiği baskı yoktu.

RİSK ARTIYOR

Bu yıl farklı bir ortamla karşı karşıyayız
. Seçmene en yakın durumda olan belediyeler doğal olarak gaza bastılar. TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) raporuna göre yerel yönetimlerin net mali değeri (mali varlıkları ile mali yükümlülükleri arasındaki fark) negatife dönmüş durumda. Yerel yönetimler diğer kamu kuruluşlarına (özellikle Hazine’ye) borçlarını ödemeyerek durumu idare etme çabasındalar. Borçlarının yarıdan fazlası da kısa vadeli denilebilecek borçlardan oluşuyor.

Her ne kadar gelecek aylar için planlanan harcamaların öne alınması olarak nitelendirilse de, bütçe harcamaları geçen yılın aynı dönemine göre enflasyonun oldukça üzerinde artıyor.

Devlet gelirlerinde belli bir düşüş yaşanıyor. Düşüşün bir bölümü geçen yılki bir kereye mahsus gelirlerin bu yıl olmamasından kaynaklanıyor. Ama, bu olgunun da ötesinde, bu yıl, geçen yıllara göre daha fazla vergi kaybı olabilecektir.

Sonuçta, birçok etkenin bir araya gelmesiyle bu yıl kamu finansman dengesi geçen yıllara göre daha olumsuz olacaktır. Merkezi yönetim bütçesi açısından bu konuya yarın daha ayrıntılı bir biçimde döneceğim. Sorun, kamu finansman dengesinde yaşanan olumsuzluğun varacağı boyut ve bunun makro ekonomik dengeler üzerine etkileridir.

Kamu finansman dengesinin bozulmasının 2007 yılı makro ekonomik dengeler üzerine bir anda çok etkili olması beklenmeyebilir. Ama, 2008 yılı dengeleri kamu finansmanındaki bu yılki bozulmayla ciddi bir biçimde olumsuz etkilenebilir. Her şeyden önce, kamu finansmanındaki bozulma Merkez Bankası’nın kısa vadeli faiz oranlarını indirme olasılığını yakın dönemde sıfırlarken, faizlerin artma olasılığını dahi gündeme getirebilir. Bir başka açıdan, uluslararası sermaye akımlarına güvenerek kamu finansmanının gevşetilmesinin faturası ilerideki yıllarda ağır olabilir.

Enflasyonun hedeflenen doğrultuda düşmekte inat ettiği bir ortamda kamu finansman dengesinde gözlenen bozulma eğilimleri Merkez Bankası açısından çok önemli risk unsurlarından biridir. Önümüzdeki dönemde de risk unsurlarından biri olmaya devam edecek gibi görünmektedir.

BAHANE YARATIYORUZ

Kamu finansmanında gözlenen gelişmelerin ekonomide yeni çalkantıların habercisi olduğu yönünde yorumlanmamalıdır
. Olumsuz giden her şey yeni çalkantıların habercisi değil, kalıcı ekonomik istikrara giden yolda engellerdir. Türkiye ekonomisinin debelenmesinin nedenlerindendir.

Diğer yandan, ekonomideki bu çeşit zaaflar, uluslararası yatırımcılar açısından, belirsizliklerin arttığı dönemlerde bahane teşkil etmektedir. Nasıl ki, geçen yılki uluslararası çalkantılarda en büyük darbeyi yüksek cari işlemler açığı bahane edilerek Türkiye ekonomisi yemişse, bundan sonraki belirsizlik ortamında, yabancı yatırımcıların eline yüksek cari işlemler açığı ile beraber giderek kötüleşen kamu finansman dengesi bahane olarak verilecektir. Dikkat edilmesi gereken bir dönemden geçmekteyiz.
Yazının Devamını Oku

Sarkozy ve Euro

15 Mayıs 2007
TOPLUMLARI, toplumların önünde koşan liderler yüceltirler. Toplumların ardından koşan liderler bir süre iktidarı ellerinde tutarlar, ama toplumlarına çok bir şey katmazlar. Zaten, gerçek lider kavramı da buradan çıkmıştır. Liderlerin toplumu arkalarından sürüklemesi beklenir. Toplumların normalde ikna olmayacakları fikirlere ikna edip onları ileriye götürmeleri beklenir. Çoğu zaman, bu gibi liderlerin yaptıkları, iktidarları döneminde fazla kıymet bulmaz. Hatta, acımasızca eleştirilirler. Bu liderlerin değerini tarih tespit eder.

TAKİPÇİLİK

Fransa’da Mitterand gerçek bir liderdi
. Yalnızca kendi ülkesini değil, Avrupa’nın büyük bir bölümünü arkasından sürükledi. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Avrupa Birliği’ne dönüşmesinde lider rolü oynadı. Euro’nun oluşumun fikir babalarındandı. Toplumuna kattıkları iktidardayken değil, şimdi minnetle anılıyor.

Adına lider denip de, aslında toplumlarının arkasından koşanlar da iktidara gelebiliyorlar. Sorunlarına kendi iç dinamikleri içinde çözüm bulamayan toplumlarda bazen bu çeşit liderler öne çıkabiliyorlar. Bu liderler, sorunların kalıcı bir biçiminde çözümünden çok, toplumlarının duymak istediklerini söyleyerek popüler oluyorlar. Bunlar aslında lider değil, takipçi oluyorlar. Son dönemde Avrupa’da bu çeşit liderler artmaya başladı.

En son örnek geçenlerde Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Sarkozy idi. Daha iktidara ayak basmadığından, kendisi hakkında kesin bir fikir oluşturmak erken. Ama, seçim propagandası sırasında takındığı tutum, toplumunun önünden koşacak bir lider değil, toplumunun duymak istediklerini söyleyen bir politikacı havasındaydı.

Sarkozy Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasına karşı bir politikacı. Bu görüşü eskiden de biliniyordu. Dolayısıyla yeni bir şey değildi. Ama, en azından bugünkü Fransa’da, çoğunluğun duymak istediği bir söylevdi. Çoğunluğun hoşuna gitti.

İKTİDAR KISA

Sarkozy’nin yalnızca Türkiye ile değil, Euro ile de sorunu var
. Fransa ekonomisinin verimsizliğini, ekonominin büyüyememesini, Fransa’da işsizliğin Avrupa ülkeleri arasında en yüksek olmasının kabahatini Sarkozy Euro’ya ve Euro’nun patronu Avrupa Merkez Bankası’na buluyor. Avrupa Merkez Bankası’nın yalnızca fiyat istikrarına değil, ekonomik büyüme ve istihdama da odaklanması gerektiğini söylüyor. Kısacası, Sarkozy, Euro’yu Euro yapan iktisadi öğretiyi, temel felsefeyi sorguluyor. Bütün bunları alternatif yaklaşımları olup konuyu çok iyi bildiği için değil, halkın bu çeşit lafları duymasından hoşnut olabileceğini düşündüğü için yapıyor. Yani, gerçekten bir lider olmadığını gösteriyor.

Euro Bölgesi ülkeleri Maliye Bakanları (şimdiki Fransa Maliye Bakanı dahil) Sarkozy’nin seçilmesinin hemen ardından sert bir deklarasyon yayınladı. Avrupa Merkez Bankası’nın statüsünün ve hedefinin değiştirilmesinin mümkün olamayacağını açıkladılar. Sarkozy’ye "kendine gel, anlamadığın işlere burnunu sokma" dediler.

Liderler vardır, Reagan, Mitterand, Thatcher ve Özal gibi (Atatürk’ü saymıyorum, çünkü onunki bambaşka bir lig), yirmi yıl, elli yıl önce yaptıkları bugünleri aydınlatır. Liderler vardır, yaptıkları ve yapabilecekleri göreli olarak kısa iktidarları dönemiyle sınırlıdır.

Sarkozy’nin söylediklerine kızıp Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilme şansının düştüğünü düşünmeyelim. Türkiye uzun bir yola çıktı. Sarkozy’nin iktidarı ise bizim girdiğimiz yolla karşılaştırıldığında çok kısa olacağa benziyor.
Yazının Devamını Oku

Sorun enflasyonu indirememektir

14 Mayıs 2007
DÖVİZ kurları büyük ölçüde uluslararası sermaye akımları yoluyla belirleniyor. Son yıllarda bizim gibi ülkelere akan uluslararası sermaye döviz kurlarını düşürüyor. En azından, artırmıyor. Buna karşılık, enflasyon göreli olarak yüksek düzeyde seyretmeye devam ediyor. Sonuçta, Türk parası değerleniyor. Türkiye’de üretilen malların uluslararası rekabet gücü azalıyor. Enflasyonu yüzde 10’a indirmek çok önemli bir başarıydı. Ama, bugünkü ekonomik dengeler açısından, enflasyonun bugün geldiği noktanın böbürlenecek bir düzey olmadığını kabul etmek zorundayız.

Tabloda 2003 yılından bu yana dolar kurunun yıllık ortalaması ile yıllık ortalama enflasyon oranları verilmektedir. Bu dönemde ortalama dolar kuru 1.5 ile 1.34 arasında (yüzde 12) göreli olarak dar bir aralıkta salınırken, enflasyon her yıl ortalama yüzde 10 civarında gerçekleşmektedir. Döviz kurunun böylesine dar aralıkta salınması (dolar-euro’dan oluşan sepetteki dalgalanma daha da azdır) şaşırtıcı değildir. Sorun enflasyondan kaynaklanmaktadır.

VERİMLİLİK

Rekabet gücünün göreli olarak azalması ile mücadelenin bir yolu üretimde verimliliği artırmaktır
. Türkiye ekonomisi bu yönde küçümsenmeyecek bir mesafe almıştır. Üretimde verimlilik artmıştır. Bugün, altı yıl öncesine göre, aynı miktarlarda kaynak kullanarak daha fazla üretim gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, ekonomik büyümenin istihdama olumlu etkisi çok az olmakta ya da hiç olmamaktadır.

Verimlilik artışı olumlu bir gelişmedir. Ekonomik büyüme potansiyelini artıran bir olgudur. Ama, verimlilik artışının sonsuza kadar artmaya devam etmesi olanaksızdır. Türk parasının reel değer kazanmasının tümünü sürekli olarak verimlilik artışlarıyla kapatıp yurt içinde yapılan üretimin uluslararası alanda rekabetçi konumunu korumak olanaksızdır.

Bir noktada, verimlilik artışları yavaşlayacak ya da duracak, ama enflasyon bu düzeylerde devam edip uluslararası sermaye girişi yoluyla döviz kurları düşmeye devam ettiğinde, sorunlar daha da ağırlaşacaktır. Çözüm, enflasyonu düşürmektir.

2002 yılından bu yana döviz kurlarında düzeltme beklenmektedir. Beklenti gerçekleşmemektedir. Çünkü, uluslararası sermaye akımları bu düzeylerde devam ettiği sürece, döviz kurlarının artmasının enflasyon yoluyla gerçekleşmesi olanaksızdır.

Enflasyon iç dinamikler yoluyla mal ve hizmetlerin ortalama fiyatlarının yerli para cinsinden artmasıdır. Döviz kuru ise yabancı paraların yerli para cinsinden fiyatıdır. Sermaye akımları yerli para cincinden yabancı paraların değerini düşürebilirken, mal ve hizmet fiyatları yerli para cinsinden artabilmektedir. Ama, bu süreç sonsuza kadar devam edebilecek bir olgu değildir.

OLASILIK ARTIŞI

Sorun, içinde yaşanan şartlarda, Türkiye’de enflasyonun çok yüksek olmasıdır
. Kurda düzeltme beklemek yerine enflasyonu hızlı bir biçimde yüzde 2 düzeylerine indirmeye çalışmalıyız. Aksi taktirde, Türk parasının değer kazanmasını hızlandırmaktayız. Türk parasının reel değeri arttıkça, kurlarda düzeltme değil, Türk parasının hızla değer yitirmesi olasılığını artırıyoruz. Verimlilik artışları gibi, döviz kurlarına müdahale de sorunun uzun dönemli çözümü değildir.

Uluslararası sermaye akımlarının geldiği boyutlarda, kurlarda yumuşak bir biçimde düzeltme yaşanması olasılığı sıfıra yakındır. Uluslararası sermaye ya hep birlikte bir ülkeye girmekte ya da hep birlikte bir ülkeden çıkmaya çalışmaktadır. Hacim arttıkça, girişlerin de, çıkışların da döviz kurlarına olan etkisi sert olmaktadır. Bu olgunun provasını geçen yılın ortasında yaşadık. Görünen manzara çok sevimli değildi.
Yazının Devamını Oku

Dış yatırımcılar ve Türkiye

13 Mayıs 2007
TÜRKİYE ekonomisi yabancı yatırımcıların gözünde radikal bir dönüşüm geçirdi. Günlük hayatımızda bu dönüşümü bizler şimdilik hissetmesek de, gerçek bu. Kredi derecelendirme kuruluşları hálá Türkiye’yi sağlam ülkeler arasına sokmasalar da, yabancı yatırımcılar Türkiye’yi olası yatırım yapılabilecek ülkeler arasında haritalarına koydular. Bir kez haritaya girdik mi, çıkmak için çok büyük maharet göstermemiz gerekecek. Yani, iyice saçmalamak gerekecek.

Yabancı yatırımcılar ilk kez bu denli yakından Türkiye’yi ve ekonomisini tanımaya başladılar. Türkiye haber değeri olan ülke konumuna geldi.

İLGİ DEVAM EDİYOR

Yabancı yatırımcılar gözünde Türkiye’nin popüler olması elbette yalnızca bizden kaynaklanmıyor
. Yabancı yatırımcıların elinde trilyonlarca dolar servet var. Bu servetin değerlendirilmesi için yatırım alanlarının genişletilmesi zorunlu oldu. Türkiye ekonomisi de genişletilmiş yatırım alanına dahil oldu.

Bizim de son altı yılda yaptıklarımız yabancı yatırımcılar gözünde dikkat çekiciydi. Otuz beş yıldır ilk kez kalıcı ekonomik istikrar için ciddi adımlar atıldı. İstikrarsızlığın çözüm olamayacağı başımıza dank etti. Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizin geldiği nokta yatırım alanını genişletmeye çalışan yabancı yatırımcıların Türkiye riskini eskiye göre daha farklı algılamalarına neden oldu.

Bütün bunların sonucunda 1984-2000 yılları arasındaki on yedi yılda yalnızca 10 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekebilen Türkiye, 2001-2006 yılları arasındaki altı yılda 40 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye girişi sağlayabildi.

Söylendiği gibi, artık cari işlemler dengesinin büyük bir bölümünü de borçlanarak ya da kısa vadeli sermaye hareketleri (sıcak para) ile de finanse etmiyoruz. 2006 yılında Türkiye’ye giren net bazdaki yabancı kaynak 40 milyar dolar (Latin Amerika’daki gelişmekte olan piyasalara yakın) civarındaydı. Bunun 20 milyar doları doğrudan yabancı sermaye şeklinde ülkeye girdi. Bu yılın ilk üç ayında Türkiye ekonomisine net bazda 16 milyar dolar civarında yabancı sermaye girdi. Bunun 9 milyar doları doğrudan yabancı sermaye şeklindeydi.

Çok ciddi siyasi belirsizliklerin tam ortasında Halk Bankası hisse satışı için talep topladı. Yurt içi yatırımcılardan gelen talep toplam satışın birkaç katı kadarken, yabancı yatırımcı talebi toplam satışın 9 katına ulaştı. Belirsizlikler geçici olduğu sürece, belirsizliklerin genel eğilimleri tehdit etme riskinin az olması kaydıyla, yabancı yatırımcı Türkiye ekonomisine ilgi duymaya devam etmektedir. Önümüzdeki dönemdeki ekonomik dengeleri irdelerken bu gelişmeler önemli parametrelerdendir.

AŞAMALAR

"Yabancılara şirketlerimizi ya da topraklarımızı satarak ekonomik dengeleri koruyoruz" eleştirisi çok anlamlı değildir. Bundan on yıl önce Çin ekonomisinden söz ederken yılda on milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekiyor diye tüm dünya ülkelerince kıskanılırdı. Türkiye yalnızca 2006 yılında 20 milyar dolar, bu yılın ilk üç ayında 9 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekmiştir.

Yabancı sermaye girişinin belli evreleri vardır. Yabancı sermaye önce ağırlıklı olarak kısa vadeli borç vererek ülkelere giderler. Ülkeyi tanıdıkça, kısa vadeli verilen borçların vadeleri uzar. Daha sonra, güvenleri pekiştikçe, ülkedeki geleceği parlak sektörlerdeki şirketleri almaya başlarlar. En son aşama yabancı sermayenin yeni yatırımlar yapmasıdır. Saçmalamazsak, yapısal reformları savsaklamazsak, Türkiye ekonomisi yabancı sermaye konusunda son aşamaya gelmeye çok yaklaşmıştır.
Yazının Devamını Oku

Ticaret haddi lehimize dönüyor

11 Mayıs 2007
DIŞ ticaret miktar ve birim değer endeksleri ihracat ve ithalattaki reel ve nominal değişmeleri analiz edebilmek için önemli bir veri setidir. İhracat ve ithalatta değer değişmelerinden arındırılmış miktar endeksleri ihracat ve ithalatın zaman içinde reel olarak gelişimini gösterir. Her dönem aynı malları aynı miktarlarda ihraç ve ithal etsek dahi değer değişmeleri nedeniyle ihraç gelirleri ve ithalat harcamaları değişecektir. Dolayısıyla, dolar bazında ölçülen dış ticaret dengesi mutlaka daha farklı miktarda mal ihraç ya da ithal etmekten değil, fiyat oynamalarından da etkilenecektir.

Ortalama ihracat birim değer endeksinin ortalama ithalat birim değer endeksine bölümü dış ticaret haddini verir. Bu oran bir dönem baz alınarak zaman içindeki dış ticaret haddinin gelişimini verir. Reel anlamda ihracat ve ithalat aynı kalsa dahi, dış ticaret haddinin bir ülkenin lehine gelişmesi (ihracat birim değerinin ithalat birim değerinden daha fazla artması) ihracatın ithalatı karşılama oranını artıracaktır. Yani, aynı mallar aynı miktarlarda ihraç ya da ithal edildiğinde dahi, dış ticaret haddinin lehe gelişmesi nedeniyle, dolar bazında ölçülen dış ticaret açığı azalacak ya da dış ticaret fazlası artacaktır.

MİKTAR

2003 yılı baz alınarak grafiklerde 2004 yılından 2007 yılının ilk çeyreğine kadar aylık bazda ihracat ve ithalat miktar endeksleriyle 2005 yılı başından 2007 yılının ilk çeyreğine kadar ihracat ve ithalat birim değer endeksleri verilmektedir. Bazı gelişmeler çarpıcıdır.

İhracat ve ithalat miktar endekslerindeki değişmeler bazı dönemlerde çok büyük paralellikler göstermektedir. 2004 yılından bu yana, bir yılın son çeyreği ile bir sonraki yılın ilk çeyreği arasında bu iki endeks neredeyse aynıdır.

Bu dönemlerde ihracat ne kadar arttıysa (azaldıysa), ithalatta neredeyse aynı miktarda artmıştır (azalmıştır). Bahar ve yaz aylarında, özellikle 2005 ve 2006 yıllarında, bu paralellik o denli belirgin değildir.

BİRİM DEĞER

2005 yılına kadar ihracat ve ithalat birim değer endeksleri birbirlerine oldukça paralel gitmişlerdir
. 2005 yılının son çeyreğinden sonra ithalat birim değer endeksi ihracat birim değer endeksinden daha hızlı bir artış sürecine girmiştir. Dolayısıyla, 2005 yılı son çeyreğinden itibaren dış ticaret haddi ülkemiz açısından bozulmuştur. Bu dönemde dış ticaret açığındaki hızlı artışın bir bölümü de dış ticaret haddinin aleyhimize gelişmesinden kaynaklanmıştır.
Geçen yılın son çeyreğinden itibaren ihracat birim değer endeksi hızlı bir çıkış eğilimine girmiştir. Aynı dönemde ithalat birim değer endeksi göreli bir istikrara kavuşmuştur. Dolayısıyla, dış ticaret haddi göreli olarak /images/100/0x0/55eb6937f018fbb8f8bf5aaelehimize gelişmiştir. Dış ticaret açığında son aylarda görülen göreli istikrarın bir bölümü dış ticaret haddinin lehimize gelişmesinden kaynaklanmaktadır.

On iki aylık ortalamalar bazında, ihracat birim değer endeksi 2004 yılı sonundan 2007 yılı mart ayına kadar yüzde 12 artmış görünmektedir. Dolayısıyla, döviz kurlarındaki reel değerlenmenin bir bölümü de ihracatta fiyat artışları yoluyla karşılanmaktadır.
Yazının Devamını Oku