Ercan Kumcu

Vergi politikası

29 Mayıs 2007
Bir ülkede vergi, devletin halka hizmet sunabilmesi ve toplumun kesimleri arasında gelir aktarımı yapabilmesi için gerekli kaynakları sağlanmasının bir mekanizmasıdır. Demokratik ülkelerde vergi koyma, vergiyi artırma ve vergiyi azaltma ya da kaldırma yetkisi yalnızca Meclis’e aittir. Meclis bu yetkisini hiçbir organ ile paylaşmaz ya da bu yetkisini devretmez. Türkiye’de de verginin türü Meclis tarafından belirlenir, ama çoğu vergi oranlarının belli sınırlar içinde ne olacağının yetkisi Bakanlar Kurulu’na bırakılır.

Verginin bir amacı devlete harcamaları için gelir sağlamaktır. Ama tek amaç bu değildir. Oluşturulan vergi sisteminin ekonomik faaliyetleri en az düzeyde çarpıtmasına çalışılır. Bu anlamda, vergi gelirleri daha çok doğrudan vergiler (gelir ve kurumlar vergisi gibi) yoluyla sağlanmaya çalışılır. Dolaylı vergiler (KDV ve ÖTV gibi), ekonomik faaliyetleri çarpıttığından, en azda tutulmaya çalışılır.

ÖZENDİRME

Türkiye gibi vergi toplamakta zorlanan ülkelerde ise, gelir sağlamak neredeyse tek ve en önemli amaç haline geldiğinden, toplam devlet gelirleri içinde dolaylı vergilerin ağırlığı çok fazladır. Dolayısıyla, vergi yapısı ekonomik faaliyetleri çarpıtan en önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. Çünkü, amaç, vergilerin yarattığı çarpıklıkları asgaride tutmaktan çıkıp vergi gelirlerini azamide tutmaya yönelmiştir. Dolaylı vergileri toplamak devlet için daha kolay olmaktadır.

Vergi sisteminin bir başka amacı ileride daha büyük vergi matrahı yaratacak faaliyetlerin özendirilmesidir. Örneğin, yatırım teşviklerinin mantığı bu ilke üzerine oturtulur. Yatırım teşvikleri yoluyla, devlet belli bir süre belli bir sektördeki işletmelerden vergi almayarak ya da daha az vergi alarak ileride bu işletmelerin çok daha yüksek vergi matrahı yaratmalarını teşvik eder. Devletin bugün feragat ettiği vergi geliri yarın çok daha büyük miktarlarda devlete geri döner.

Aynı mantık yalnızca sanayi yatırımları için değil, insana yapılan yatırımlar için de geçerlidir. İnsanların eğitim düzeyi arttıkça gelirlerinin yükseldiği evrensel bir gerçektir. Dolayısıyla, devletin vatandaşlarının daha çok eğitim almasını teşvik etmesi ileride bu insanlardan alacağı gelir vergisinin artması anlamına gelir. O halde, devlet, aynı yatırım teşviklerinde olduğu gibi, eğitim aşamasındaki vergilerden feragat etmesi ve bu yolla çocukların eğitim alma düzeyinin yükselmesini teşvik etmesi ilerideki vergi gelirlerini artırıcı bir etkendir.

İNSANA YATIRIM

Türkiye gibi ülkelerde işin bu yanına bakılmaz. Eğitim ücretlerinden alınan KDV yüzde 8’dir. Öğrencilere okul bünyesi dışından sağlanan yemeğin KDV’si yüzde 18’dir.

Okul kendi cebinden belli bir oranın üzerinde öğrencilerine mali yardım vermeye kalkarsa, almadığı okul ücretinin KDV’sini vermek zorundadır. Eğitimin finansmanı amacıyla banka kredisi kullananların ödediği faizlerden devlet, aynı tüccarın aldığı kredilerin faizleri üzerinden aldığı gibi, vergi almaktadır.

Kısacası, insana yapılan yatırımın devlet katında bir başka alanda yapılan yatırımlardan hiçbir farkı yoktur.

Mali yardım verme okullar tarafından istismar edilir ya da eğitim kredisi adı altında başka amaçlarla kredi alınır korkusuyla devlet insana yapılan yatırımı teneke fabrikası yatırımı kadar dahi teşvik etmemektedir.

Vergi sisteminin amaçlanan doğrultuda işlev görmesini sağlayan mekanizma denetimdir. Denetimi kolaylaştıran ve etkinleştiren mekanizmalar oluşturulmalıdır. "Denetim olsa da, istismar edilir" yaklaşımı ile insana yapılan yatırımların devlet tarafından özendirilmemesi hem toplum için hem de ilerideki devlet gelirleri açısından çok büyük bir kayıptır.
Yazının Devamını Oku

Greenspan etkisi

28 Mayıs 2007
AMERİKAN Merkez Bankası (FED) eski başkanı Alan Greenspan her konuştuğunda piyasalar kıpırdıyor. Kıpırtı geçici oluyor. Çünkü, küresel piyasalar "kötü haber" duymak istemiyor. Greespan bunu başkan olduğu dönemlerde de yapardı. 1980’li yılların ikinci yarısında FED Başkanı koltuğuna oturdu. Daha koltuğunu ısıtamadan Amerika’da finans piyasaları çalkalandı. Borsa tarihinin en büyük düşüşünü yaşadı. Zaten tutucu bir kişiliğe sahip Greenspan o dönemden bugüne sıkça riskleri gündeme getirir. Örneğin, 1990’lı yıllarda Amerikan Borsası’nın çok şiştiğini söyledi ve balona iğneyi batıran adam oldu. Başkanken de öyle yapıyordu, şimdi de.

Başkanlıktan ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra Greenspan Amerikan ekonomisinin ani bir durgunluğa girebileceği yönündeki görüşünü piyasalarla paylaştı. Piyasalar kısa bir süre için dahi olsa karıştı. Greenspan beyanatını değiştirmedi, ama böyle bir olayın gerçekleşme olasılığının yüzde 30 civarında olduğunu söyleyerek piyasaları rahatlattı. Hiçbir kötü haber duymak istemeyen küresel piyasalar tarafından "yüzde 30 olasılık" söylenenin gerçekleşme şansı yok anlamına alındı.

ESNEKLİK SORUNU

Geçenlerde Greenspan yine konuştu. Çin piyasalarındaki yükselmenin sürekli olamayacağını, er ya da geç sert bir düzeltmenin söz konusu olacağını anlattı. Bu durumda, yeterli esnekliği olmayan ülkelerin zor duruma düşebileceklerini hatırlattı.

Greenspan’in söyledikleri kendi içinde çok önemli sayılmazdı, ama söyleyenin Greenspan olması küresel piyasaları yeniden çalkalandırdı. Rekorlar peşinde koşan Amerikan borsası düştü. Türkiye de dahil olmak üzere, birçok gelişmekte olan piyasalarda faizler ve kurlar yukarı yönde kıpırdadı. Hisse senedi piyasaları değer yitirdi.

Geçen yıl Çin borsası üç kat artmıştı. Yılbaşından bu yana ise Çin Borsası endeksi ikiye katlandı. Bu denli hızlı bir çıkışın sürdürülebilirliği elbette olmayacaktır. Dolayısıyla, bir düzetme gelecektir. Geldiğinde, uluslararası likiditenin daralması söz konusu olacaktır. Uluslararası likiditenin daralması bizim gibi gelişmekte olan ülkelerden belli miktarda uluslararası sermayenin çıkması demektir. Çıktığında, bu ülkelerde sermaye çıkışının olumsuz etkilerini azaltabilecek yeterli esneklik var mıdır?

TÜRKİYE

Uluslararası arenada en çok konuşulan konulardan biri bu sorunun yanıtının ne olabileceğidir. Olası senaryolar ülkeden ülkeye elbette değişmektedir. Konuya Türkiye açısından baktığımızda, durumun eskiye göre çok daha iyi olduğunu görüyoruz.

Kamu borç stoku milli gelir kadarken, milli gelirin yüzde 60’ına kadar düştü. Kamu iç borçlarının döviz kurlarına olan hassasiyeti azaldı. Bütçe açığı göreli olarak daha düşük. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri güven verici bir düzeyde.

Bütün bunlara karşı, zayıflıklarımız da var. Kamu borç stokunun ortalama vadesi göreli olarak hala çok kısa ve uzun vadeli borçların hemen hepsi değişken faizli. Dolayısıyla, faiz artışları çok kısa bir sürede tüm iç borçların maliyetini artırabilecektir. Kamu finansman dengesi zayıflayacaktır.

Uluslararası likiditenin daralması sonucu oluşabilecek dengelerde, geçmişten farklı olarak, en büyük darbeyi özel sektör yiyecektir. Artan dış borçlarıyla, özel sektörün riski yalnızca sektörün kendisini değil, bankacılığı da zorlayacaktır. Bu olgu neredeyse tüm gelişmekte olan ülkelerde geçerlidir.

Türkiye ekonomisinin dış şoklara esnekliği geçmişe göre artmıştır, ama sert ve göreli olarak uzun sürecek bir çalkantıda, gelinen esneklik düzeyinin dış şokları kazasız belasız atlatabilmemiz için yeterli olabileceği düşünülmemelidir.

Bugünkü konjonktürde, Greenspan gibi şahsiyetlerin söyledikleri önemli ve doğru da olsalar, piyasaların ruh hali bu çeşit ikazları fazla ciddiye almayıp kısa sürede her şeyin yeniden normal yerine dönmesi şeklindedir. Yine de küresel risklerin azaldığı düşünülmemelidir.
Yazının Devamını Oku

Otomotiv sektöründe sorunlar

27 Mayıs 2007
BİR banka ile bir medya kuruluşunun ortaklaşa düzenlediği toplantılardan birinde otomotiv sektöründe yan sanayinin sorunları tespit edilmiş. Konu Türkiye açısından önemli. Bu sektör bizim gibi ülkelerde yıldızlaşmaya aday.

Son 150 yıldır tekstil sektörünün dünya üzerinde bir ülke grubundan bir diğer ülke grubuna gezdiği gibi, otomotiv sektöründe de önümüzdeki asırda benzer bir turlama gözlenecek. Gelişmiş ülkeler yarattıkları markaları tutacaklar, ama otomotiv sektöründe üretimden çıkacaklar. Türkiye gibi ülkeler, tekstil sektöründen çıkarken, otomotiv sektörünün üretim üssü olmaya aday olacaklar.

Bu gelişmeleri zaten görmeye başladık. Türkiye binek otomobili ilk kez 1967 yılında üretti. Şimdi, binek otomobil üretiminde, 2005 yılı verilerine göre, Türkiye dünyada 20. sırada görünüyor. Binek otomobiller ve kamyon üretiminde ise dünyada 18. sıradayız. Yükselmeye devam ediyoruz.

SORUNLAR

Yapılan çalışmada otomotiv sektöründe yan sanayinin dört önemli sorunu saptanmış. Saptanan sorunlar şunlar:

- Küresel rekabet,

- Nitelikli eleman eksiği,

- Yerli ürün kullanımının düşüklüğü,

- Tehlikeli atık yok etme tesisi ve çevre problemi

Hangi sektörde sorunlar tartışılsa, ilk önce rekabet sanki bir sorunmuş gibi ortaya konur. Rekabet sorun değil, çözümdür. Bununla yaşamaya alışmalıyız. Zaten rekabet edebildiğimiz zaman, otomotiv sektörünün üssü olan ülkelerden bir olacağız. Enerji ve emek maliyeti gibi sorunlar da rekabet içinde çözülecektir. Çözülemeyenler verimlilik artışlarıyla dengelenmeye çalışılacaktır.

Nitelikli eleman eksikliği sıralanan sorunlar içinde en önemlilerinden biridir. İşsizliğin kol gezdiği, neredeyse herkesin kendisini üniversiteye gitmek zorunda hissettiği bir eğitim sistemi içinde otomotiv sektörünün nitelikli işgücü bulmakta sıkıntı çekmesinin bahanesi olamaz. Yanlış insanları, yanlış yerlerde eğitiyoruz. O halde, otomotiv sektörünün kendisi nitelikli işgücü yetiştirmeye yönelik olarak kendi programını yapmalıdır. Kendi işgücünü kendi eğitmelidir. Bu sorunun çözümünü devletten beklemek yarışta geri kalmak anlamına gelir.

Yerli ürün kullanımının düşüklüğü ürün fiyatı ile ilgilidir. Yurtdışı rekabetten daha ucuz üretildiği sürece yerli ürün kullanımı artacaktır. Sorun, döviz kurları yoluyla avantaj sağlamak yerine verimliliği artırmak ile çözülebilecektir.

ÇEVRE

Bir diğer önemli sorun tehlikeli atık yok etme tesisi ve çevre problemleridir
. Konunun iki boyutu vardır. Birincisi, Türkiye çevreye duyarlı bir sanayi uygulamasını en iyi biçimde yaymak ve derinleştirmek durumundadır. Dolayısıyla, yeterli ve gerekli tesislerin kurulması devlet-özel kesim işbirliğini gerektirmektedir. Konunun ikinci boyutu başkalarının bu konuda ne yaptığıdır.

Çevreye duyarlı sanayi üretimi uygulaması üretimde birim maliyetleri artıran bir unsurdur. Dolayısıyla, küresel rekabette çevre konusunda tüm rakipler benzer standartları benimsemek zorundadırlar. En iyi uygulamaları benimsedikten sonra, Türkiye uluslararası örgütler yoluyla bu konunun takipçisi olmak durumundadır. Dersimizi iyi çalışmalıyız.
Yazının Devamını Oku

Küresel gelişmeler ulusal ekonomileri yönlendiriyor

25 Mayıs 2007
ULUSLARARASI sermaye hareketleri yoğunlaşıp kapsama alanını genişlettikçe küresel ekonomik gelişmeler ulusal ekonomilere yön veren en önemli unsur haline geldi. Bu yargı yalnızca bizim gibi gelişmekte ülkeler için değil, gelişmiş ülkeler için de doğru. Son yıllarda uluslararası yatırımcıların aldığı tavrın Türkiye ekonomisini nasıl yönlendirdiğini çok yakından izliyoruz. Özellikle AB ile ilişkilerin olumlu yönde gelişip Türkiye’nin uluslararası yatırım haritasına girmesiyle, zaten artan uluslararası sermaye hareketlerinden Türkiye çok daha büyük bir pay almaya başladı. Dolayısıyla, yurt içindeki mali piyasalar uluslararası piyasalarını neredeyse anında takip etmeye başladılar.

ULUSAL POLİTİKALAR

Amerika
’da hisse senedi piyasasının performansını ölçen Dow Jones ya da S&P-500 endekslerinin günlük seyri ile dolar/YTL kuru geçen yılın ekim ayından beri birbirine paralel gidiyorlar. İç gelişmelerden kaynaklanan bazı günlerdeki farklılıklar dışarıda bırakıldığında, bu iki veri seti arasındaki korelasyon katsayısı neredeyse bir olacak.

İç gelişmelerin bu denli küresel gelişmelere endekslenmiş olması yalnızca mali piyasaları değil, reel ekonomileri de çok yakından ilgilendirmeye başladı. Her şeyden önce, uluslararası sermayenin aldığı tutum yurt içindeki ekonomik birimlerin beklentilerini belirleyen önemli etkenlerden biri oldu. Bu gelişmelerin paralelinde, ekonomi politikalarının etkinlikleri farklılaşmaya başladı.

Örneğin, geçmişteki "sıkı para politikası" ile göreli olarak aynı derecedeki bugünkü sıkı para politikasının makro ekonomik etkileri farklı olmaya başladı. Yurt içinde para arzının daraltılması uluslararası sermayenin ülkeye girişinin yoğunlaşmasıyla etkisiz hale gelmeye başladı ya da daha az etkili olmaya başladı. Ekonomiyi yavaşlatıcı yönde alınan önlemler eskisi kadar ekonomiyi yavaşlatmamaya başladı. Makro ekonomik ilişkileri etkileyen "para arzı" yalnızca ulusal paranın arzı ile sınırlı olmaktan giderek çıkıyor.

Bütün bu gelişmeler enflasyonla mücadeleyi bütün ülkelerde zorlaştırdı. Türkiye’de enflasyonun yüzde 80’lerden yüzde 10’lara indirilmesinde uluslararası sermaye akımları çok yardımcı oldu. Ama, gelinen noktada, enflasyonu daha da aşağı çekmek için gerekli olabilecek "ekonomik büyümenin yavaşlatılması" eldeki ekonomi politikası araçlarıyla artık eskisi kadar kolay değil. Yurt dışının tutumu da önemli.

Uluslararası sermaye akımları alan ülkelerde, para ikamesi olmasa dahi, para arzı tanımı giderek değişmeye başladı. Yabancı para oluk gibi akarken, yerli parayı sıkmak işe yaramayabiliyor. Kamu sektörünün talebinin kısıldığı bir dönemde çok olumlu beklentilerle özel kesim talebi artıp ekonomideki toplam talep artmaya devam edebiliyor.

SORUN AYNI

Önemli ölçüde Amerika da bu sorunu yaşıyor
, Avrupa ekonomileri de. Aynı paralelde Türkiye gibi ülkeler de benzer sorunu yaşıyorlar. Son dört-beş yıldır döviz kurlarının düşmemesi, hatta artması için beklentilerin bozulmasından başka bir çarenin olmadığı bir dönem yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.

Artık, ekonomik büyümenin, iç talebin ve enflasyonun ne yönde gideceği de büyük ölçüde, eldeki politika araçlarının ne yönde kullanılacağı kadar, beklentilerin ne yönde şekilleneceğine de bağlı olmaya başladı. Beklentiler ise yalnızca yurt içindeki değil, belki de daha önemli bir biçimde, yurt dışındaki (küresel) ekonomik birimlerin tutumlarıyla oluşmaya başladı.
Yazının Devamını Oku

Seçimler öncesinde gündemde olmayacak konular

24 Mayıs 2007
SEÇİMLERDEN sonra iktidara hangi parti ya da partiler gelirse gelsin, uygulanan ekonomik politikalardan önemli ölçüde sapılması mümkün görünmemektedir. Sapılmaya çalışılırsa, yeni iktidar yeni krizlere davetiye çıkarıyor demektir. Seçimlerden önce siyasi içerikli yaklaşımlar sergilenecektir. Örneğin, bütün partiler "biz kendi programımızı uygulayacağız" diyecektir. Bu laflar standarttır, ama içi boştur.

On tane değil, bir tane iktisat yaklaşımı vardır. Siyasi dünya görüşündeki farklılıklar devletin ekonomideki rolü ve ağırlığı üzerinedir. Bu çeşit farklılıkların uygulamada görülmesi ancak kamu maliyesinin esnek olduğu durumlarda söz konusu olabilir.

SEÇENEKLER

Türkiye gibi, kamu maliyesinde esnekliğin sıfıra yakın olduğu ekonomilerde, ekonomik istikrarı risk altına sokmadan farklı siyasi görüşlerin farklı kamu maliyesi uygulayabilme lüksü de yoktur. Dolayısıyla, ekonomik programı kim yaparsa yapsın, kamu maliyesinde disiplin ve fiyat istikrarına odaklanmış para politikası uygulaması önceliklidir. Bu önceliğe saygı göstermeyen her türlü uygulama Türkiye ekonomisini yeni maceralara sürükler.

Konuya bu açıdan bakıldığında, "bizim program" ya da "IMF programı" gibi ayırımlar yapmak çok gerçekçi olmamaktadır. Siyaset meydanlarında yapılan bu çeşit ayırımlar siyasi açıdan kulağa hoş gelse de, gerçeği pek değiştirmemektedir.

2001 Krizi’nden sonra uygulamada olan istikrar programına getirilebilecek en önemli iki eleştiri programın yeteri kadar istihdam yaratmadığı ve dış açıkların artmış olması olarak özetlenebilir. Bütün partiler büyük bir olasılıkla bu konular üzerine yoğunlaşacaklardır.

Bu iki eleştiri de doğru gözlemlerden yola çıkmakta, ama yanlış sonuçlara varmaktadır. Eğer istihdam arzulandığı ölçüde artsaydı, enflasyon yüzde 10 düzeylerine inmezdi. Eğer dış açıklar daha makul düzeylerde tutulabilseydi, son beş yıldaki ekonomik büyüme yıllık ortalama yüzde 7.4’ün çok daha altında olurdu. O halde, bugünün sorunlarına çözüm aranırken, elde edilmiş güzel şeylerin nasıl korunacağı da gündemde olmalıdır.

ASIL GÜNDEM

Türkiye emek piyasasını daha esnek hale getirmek zorundadır. Emek piyasasının nasıl esnek hale getirileceği tartışılmalıdır. Ama, çalışanların aleyhine gibi görünecek bu konu gündemde olmayacaktır.

Türkiye kapsamlı bir sosyal güvenlik reformu yapmak zorundadır. IMF ile yeni bir program yapılmasa dahi, bu reform gündemdedir. Ama, emekli maaşlarını ikinci bir gelir olarak gören bir toplumda büyük bir olasılıkla bu konu da gündeme gelmeyecektir.

Türkiye kamu sektöründe personel reformu yapmak durumundadır. Kamuda işgücü verimliliğini öne çıkarak bir istihdam politikası uygulanmalıdır. Aynı kamusal hizmetlerin daha az insanla ve daha ucuz sağlamanın yolları araştırılmalıdır. Kamu sektörünün istihdam politikasını işsizliğin çözümü olarak gören bir siyasi yapıda bu konu da tartışmalardan uzak tutulacaktır.

O halde, iktisadi konularda asıl gündem ne olabilir? Her zamanki gibi, gündem, ’aynı şeyleri yapacağız ama, izin verin biz yapalım’ şeklinde özetlenebilir.
Yazının Devamını Oku

Kriz fobisi

23 Mayıs 2007
1994 yılında hiç yoktan çıkan ekonomik kriz Türkiye’de ekonomik birimlerin psikolojisini bozdu. Ardından gelen 2001 Krizi toplumu iktisadi açıdan paranoyak yaptı. Şimdi, piyasalardaki en ufak bir hareketlilikte, "kriz mi çıkıyor?" sorusu soruluyor. Birkaç olumsuz yorum okunsa, yazarın acaba kriz çıkacağını mı söylemek istediği tartışılıyor.

Bugünlerde kafaları en çok meşgul eden konulardan biri de seçim döneminde bir kriz çıkıp çıkmayacağıdır. Bir anlamda, ekonomik birimler daima bir tedirginlik içinde kararlarını alıyorlar. Kısacası, ekonomik dengelere ve/veya dengelerin kalıcı olabileceğine güven yok. Sorunun bir bölümü de sağlanan dengelerin "umulandan da iyi" olmasından kaynaklanıyor. "Bu böyle gitmez endişesi" ağır basıyor.

TAVIR DEĞİŞMEDİ

Ekonomik riskler gerçekte büyük olmadığı halde
, risklerin ekonomik birimlerce büyükmüş gibi algılanması, ekonomik ilişkilerin hacmini düşüren, öngörü ufkunu daraltan bir olgudur. Türkiye uzun süredir bu olguyu yaşıyor. Yaşadığı için de, son altı yılda elde edilen bazı ekonomik kazanımların ya farkında değil, ya da ekonomik kazanımların kalıcılığına inanmadığından, ekonomik birimler temel iktisadi tavrını büyük ölçüde değiştirmiş değil.

Hane halkları (bireyler) ve şirketler öngördükleri risklerin başkaları tarafından yüklenilip kendi gemilerinin daha emin sularda yol almalarını tercih ediyorlar. Belki büyük fırsatlar kaçırıyorlar. Kaçırdıkları fırsatları sonradan görüyorlar da. Ama, temel tavırlarını değiştirmeye cesaret edemiyorlar. Kriz fobisinden kurtulamıyorlar.

Otuz yıldır bankalardaki Türk Lirası vadeli mevduatın ortalama vadesi 2-3 ay civarındadır. Kötü dönemlerde ortalama vade çok kısalır. En iyi dönemlerde dahi, mevduatların ortalama vadesi dört ayı geçmez. Altı yıldır (son sene hariç), Türk Lirası faizleri kararlı bir düşüş eğilimi gösterdi. Ama, Türk Lirası mevduatların ortalama vadesi neredeyse hiç kıpırdamadı. Bu, ekonomik birimlerin beklentilerini yansıtması açısından çok önemli bir göstergedir. Faizlerin düşeceği görüldüğü halde, mevduat vadeleri uzamadı.

Uzun zamandır döviz kurlarında bir istikrar yaşanıyor. Dönemsel olarak döviz kurları artma eğilimine girse dahi, bir-iki ay içinde her şey eski haline geliyor. Bütün bunlar yaşanarak görüldü. Yine de, döviz mevduatı sahipleri dövizlerinden ayrılmak istemiyorlar. Zarar ediyorlar. Zarar etliklerinden şikayet ediyorlar. Ama, dövizlerini bozdurmaya elleri varmıyor. Çünkü, "kriz fobisi" ruh halini üzerlerinden atabilmiş değiller.

Geçmişte, bireysel ekonomik birimler mevduat yaparlardı, bankalardan kredi kullanmazlardı. Şimdi, bireysel yatırımcılar ikisini de yapıyorlar. Bireysel krediler toplam tasarruf mevduatlarının üçte biri civarına geldi. Yani, bireysel yatırımcılar kendi tasarruflarını giderek kendileri daha çok kullanmaya başladılar. Kredileri 3-5-10 yıl vadeli alıyorlar, ama mevduatlarını üç ay vadeli yatırıyorlar. Vade uyumsuzluğunu bankalar üzerlerine alıyorlar.

İNANDIRICILIK

Yurt içindeki yatırımcıların böylesine tutucu beklentilerine rağmen, ekonomik dengelerin bu noktalara gelmiş olması uygulanan ekonomi politikaların başarısını kanıtlamaktadır. Diğer taraftan, verimlilik artışları olabileceğinden daha az olmuştur. Ekonomik büyüme kısıtlanmıştır. Her şeyden önce, kaynakların tahsisi farklılaşmıştır.

"Kriz fobisi" olgusunun bir diğer önemli boyutu geçici olabilecek dalgalanmaların daha uzun sürmesi ve gerçekten bir krize dönüşebilme olasılığının artmasıdır. Kalıcı olacağı beklenmeyen ekonomik dengelerin orta dönemde kalıcı olabilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle, ekonomik dengeleri sarsıcı girişimlerde bulunulmaması artık çok daha önemli hale gelmektedir. Dengelerin sürdürülebilmeleri açısından, ekonomik politikalarda inandırıcılığın öne çıkması kaçınılmazdır.
Yazının Devamını Oku

İngiliz Merkez Bankası da mektup yazıyor

22 Mayıs 2007
ON yıl önce İngiliz Merkez Bankası (Bank of England) para politikasının oluşturulmasında ve uygulanmasında bağımsızlığa kavuştu. On yıldır para politikası Majesteleri’nin Hazine’sine danışılmadan bağımsızca oluşturulup uygulanıyor. Bank of England dünyadaki en eski merkez bankalarından biridir. Ama, göreli bağımsızlığa kavuşması gelişmiş ülkeler içinde en geç gerçekleşenlerden de biridir. Ana amacı fiyat istikrarıdır. Enflasyonun yıllık yüzde 2 civarında oluşmasına çalışmaktadır.

RÜZGARGÜLÜ

Geçen ay İngiltere’de enflasyon yüzde 3’ün üzerine çıktı
. Kurallara göre, enflasyon yüzde 2’den bir puan saptığında, aynı bizde olduğu gibi, Bank of England Başkanı hükümete bir mektup yazıp nedenlerini ve olası çözümleri anlatmak durumunda.

Bank of England Başkanı Mervyn King Banka’nın tarihinde ilk kez böyle bir mektup kaleme aldı. Maliye Bakanı’na gönderdi. Bu, Bank of England için utanç verici bir durumdu. On yıllık başarılı bir geçmişten sonra, çuvalladılar.

Özetle, King’in mektubu, olması gerektiği gibi, çuvaldızı kendine batıran cinstendi. İngiliz Merkez Bankası ekonomik genişlemenin olduğundan daha yavaş olduğunu tahmin etmişti. Enflasyonun nedenleri konusunda yanlış önyargılara saplanmıştı. Kısacası, Bank of England enflasyonist baskıları yeterince önce, yeterince doğru okuyamamıştı.

Bunun faturası daha yüksek kısa vadeli reel faizlerdi. Öyle de oldu. Bank of England kısa vadeli faizleri geçenlerde yüzde 5.25’den yüzde 5.5’e çıkardı.

Mervyn King gelinen nokta konusunda Financial Times gazetesine verdiği mülakatta ilginç bir benzetmeye yer veriyor. İngiltere Merkez Bankası kurulduğunda, binanın tepesine 1805 yılında bir rüzgargülü koyuyorlar. İngiltere’de merkez bankacılar rüzgar gülüne bakarak para politikasına karar veriyorlar!

Rüzgar doğu istikametinden esiyorsa, gemiler nehirden geçerek Londra’ya gelecek ve ticaret canlanacaktır. O halde, artan ticaret paralelinde para arzını artırmak gerekecektir. Rüzgar doğudan estiğinde "bas parayı, sal piyasaya" yaklaşımı enflasyonist olmamaktadır.

Rüzgar batı istikametinden esiyorsa, gemilerin Londra’ya gelme olasılığı yoktur. Ticaretin canlanması söz konusu değildir. Ticaret durgun olacağından yeni paraya ihtiyaç yoktur. O halde, yeni para basılıp piyasaya sürülmemelidir. Aksine, piyasaya sürülmüş paranın birazı da geri çekilmelidir.

Bu hoş benzetme para politikasının çok önemli ilkelerinden birine işaret etmektir: para basılıp piyasaya sürülebilir, ama ancak para talebi de aynı paralelde artıyorsa. O halde, para talebinin ne olduğunu tahmin etmek fiyat istikrarını gözeten bir para politikası için hayati önemdedir.

FATURA

Son yıllarda para arzı
, İngiltere’de olduğu gibi, dünyanın belli başlı tüm ülkelerinde ve gelişmekte olan ülkelerde de çok hızlı arttı. Ekonomik büyümeye paralel para talebinin de arttığı inancıyla para arzı artışlarına izin verildi. Ama, yapılan tahminler tutmadı. Dünyanın birçok yöresinde enflasyonist baskılar arttı. Bugün her yerde enflasyon olasılığı konuşuluyor. Para politikası sıkılaştırılıyor.

Artan enflasyon korkusu merkez bankalarını çok daha tutucu hale getiriyor. Örneğin, İngiltere, Avrupa’nın en yüksek faizlerinden birine sahip olduğu halde, faizleri daha da artırmaktan çekinmiyor. Amerika faizlerin indirilmesi için bazı bahaneleri olduğu halde, faizleri indirmekten çekiniyor. Hatta, faizlerin daha artabileceğini dahi ima ediyorlar.

Gelinen noktada, merkez bankalarının ekonomik şartları yanlış okumalarının faturası, er ya da geç, ekonomik büyümeye çıkacaktır. Son altı yılın yüksek ekonomik büyümesi belli ölçülerde yavaşlayacaktır. Umulan, uyumun yumuşak olmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Kur mu enflasyon mu

21 Mayıs 2007
MERKEZ Bankası’nın artık geleneksel hale gelen ikilemi yeniden depreşiyor. Döviz kurlarının daha fazla düşmesini mi engellemeye çalışacak, yoksa Merkez Bankası parasal kontrolü elden bırakmadan enflasyonu indirmeye mi odaklanacak? Belli bir noktadan sonra bu iki hedefin birbiriyle çeliştiği biliniyor. Dolar kuru yeniden 1.32 düzeylerine geriledi. Geçen yıl ortasında yaşanan çalkantıdan önce de bu düzeylerdeydi. O dönemde Merkez Bankası yoğun döviz alımlarıyla döviz kurlarının daha da düşmesini engellemeye çalıştı. Ama, bu yolla zayıflayan parasal kontrol enflasyon üzerine olumsuz etki yaptı.

Piyasalardaki yaşanan çalkantılar döviz kurlarının yükselmesine yönelik olarak önce "ilaç" sanıldı. Sonunda ortaya çıktı ki, yükselen döviz kurlarıyla beraber enflasyon da yükselebiliyor. Bir yandan parasal genişleme, diğer yandan yükselen döviz kurlarıyla enflasyon hedefi ıskalanmış oldu.

GEVŞEME

Bu yıl da Merkez Bankası döviz alımları yapıyor
. Ödemeler dengesi istatistiklerine göre, yılın ilk üç ayındaki Merkez Bankası döviz rezervleri artışı yaklaşık geçen yıl aynı dönemde gerçekleştirilen döviz rezervleri artışı düzeyinde.

Geçen yıl ortasında sıkılaştırılan parasal ortam yıl sonundan bu yana nominal olarak biraz gevşedi. Merkez Bankası’nın toplam bilanço büyüklüğü, ekim ayına kadar gerilerken, bu yılın nisan ayı itibariyle, aylık ortalamalar bazında, geçen yıl haziran ayında ulaştığı düzeyi aşmış durumda.

Aylık ortalamalar bazında, geçen aralık ayına göre, Merkez Bankası Parası (Merkez Bankası’nın piyasaya olan toplam YTL yükümlülükleri) bu yılın nisan ayı itibariyle 3.6 milyar YTL artmış durumda. Artışın 2.8 milyar YTL’si Merkez Bankası’nın döviz alımlarından kaynaklanırken, 850 milyon YTL’si YTL işlemleri yoluyla gerçekleştirilmiş. Kısacası, günlük döviz alımları yoluyla Merkez Bankası’nın döviz kurlarının daha da düşmemesine yönelik bir çabası söz konusu. Parasal genişlemenin dörtte üçü bu kalemden geliyor.

Son haftalarda, piyasada hem YTL likiditesi arttı hem de döviz kurları düşme eğilimine girdi. Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri yoluyla piyasadan çektiği (borçlandığı) fazla likidite geçen hafta başı itibariyle 10 milyar YTL’yi geçmişti. Merkez Bankası kendi bastığı parayı borçlanmadan fazla likiditeyi çekmek istese, piyasadan döviz alımı değil, piyasaya döviz satması gerekmektedir.

Yani, kalıcı parasal kontrol döviz kurlarının daha da düşmesi yönünde bir işlev görecektir. Döviz kurlarının düşmesini engellemeye çalışmak ise piyasadaki fazla likiditeyi daha da fazlalaştıracaktır.

SIKI DURUŞ

Bütün bu gelişmeler kur mu, yoksa enflasyonu düşürmek mi öncelikli sorusunu yeniden gündeme getirmektedir. Merkez Bankası açısından, ülke ekonomisinin çıkarı da buna paraleldir, enflasyonu düşürmek, hem de hızlı bir biçimde düşürmek, öncelikli bir konudur. Bu alanda yapılacak hatalar Türkiye ekonomisine ileride çok daha acı çözümlere doğru yönlendirebilecektir.

Bu şartlarda, Merkez Bankası’nın döviz kurlarının daha fazla düşmemesi için çaba göstermesi enflasyonda yeni sürprizler yaratabilecektir. Kısacası, böyle bir yaklaşım "sıkı duruş" olmayacaktır. Sıkı duruş yalnızca faizleri düşürmemek ya da artırmak değildir. Bilanço büyüklüğünün kontrolü de, orta dönemde en az faizler kadar önemlidir.
Yazının Devamını Oku