Ercan Kumcu

Dengelerin kalıcılığı için altyapı oluşturulmalı

20 Haziran 2007
BUGÜNE kadar işler çok iyi gitti. Mutlaka bir gün çökecektir yönünde bir beklenti çok gerçekçi değil. Dünyada da, Türkiye’de de işlerin daha da iyi gitme olasılığı az değil. Dolayısıyla, son beş yıldır gözlenenleri ne bir tesadüf ne de mutlaka işler tersine döner diye nitelemek çok doğru değil.

2000 yılı sonrasında dünya ekonomik düzeni farklılaştı. Farklılığın en gözle görülür öğesi hacmi ve derinliği artan küresel düzeyde sermaye hareketleri oldu. Artan sermaye hareketleri ile dünyanın bir yöresindeki tasarruf fazlası çok daha çabuk ve ucuz bir biçimde dünyanın başka yörelerinde yatırıma dönüşebilmeye başladı. Paralar arasında geçiş kolaylaştı. Para arzı kavramı klasik tanımını yitirdi. Kabul edilebilir risk düzeyi değişti.

Ülkeler birbirlerine çok daha fazla bağımlı hale geldiler. Bağımlılık yalnızca ekonomik konjonktürün paralelliği ile sınırlı kalmadı. Ekonomi politikaları da birbirlerine daha bağımlı hale geldi. "Kapalı ekonomi" modelinden "açık ekonomi" modeline geçişin tüm sonuçları aslında 2000 yılından sonra çok daha fazla gözle görünür hale geldi.

İŞBİRLİĞİ İHTİYACI

Gelinen noktadan korkuluyorsa, sürdürülebilirliğinden şüphe ediliyorsa, kolay çözüm "açık ekonomi" modelinden "kapalı ekonomi" modeline tedricen geri dönüştür. Sermaye hareketlerine bir çeşit sınırlama getirilmesi önerileri aslında bu yöndeki çözümlerin bir parçasıdır. Maliyetlidir. Dünya ekonomisinin uzun dönemli büyümesini kısıtlayan bir çözümdür. Dünya zor olanı başarabilmelidir.

Daha gerçekçi bir yaklaşım değişen dünya ekonomik düzeninde hem ülke içinde hem de küresel düzeyde dengelerin sürekliliğini ve kalıcılığını sağlayacak ekonomi politikaları ile kurumsal alt yapının oluşturulması gibi görünmektedir.

Küresel düzeyde bu yönde adımlar atıldığında, gözlenen dengeler "tasarruf bolluğu" ya da "para bolluğu" kıskacından kurtulacaklardır. Söz konusu olan, sonuçları üzücü olabilecek "para bolluğu" ise, küresel düzeydeki işbirliği içinde para bolluğuna son verilmeye çalışılacaktır. Para politikasında bu yöndeki çabaları zaten gözlemeye başladık.

Henüz ciddiyeti tam olarak kavranıp kavranmadığı belli olmayan alan mal ve hizmet ticaretinin serbestleşmesi ile küresel düzeyde risk yönetimidir. Ülkeler arası kısa dönemli çıkarları öne çıkaran çekişmeler (özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında) Dünya Ticaret Örgütü’nü başarısız kılmaktadır. Doha görüşmelerinin uzun süre askıda kalması konunun ciddiyetinin farkına varılmadığının kanıtıdır.

Finans sisteminde risk yönetimi ulusal düzeyde gelişmektedir. Ama, uluslararası düzeyde risk yönetimi henüz emekleme aşamasındadır. Parasal akımların önünde hiçbir engel olmazken, parasal akımlara yön veren risk yönetimi ülkeler arasında çok büyük farklılıklar göstermektedir. Neredeyse, tarım sektörü politikalarını ulusal egemenliğin bir parçası gibi gören siyasal güçler risk yönetimini de aynı kefeye koyma çabasındadırlar.

KÜRESEL SORUN

Sermaye küreselse, gözetim ve denetim de küresel olmak zorundadır
. Sermayenin küresel, gözetim ve denetimin yerel olması sermaye kaybı olasılığını çok yükseltir. Sermaye kaybı üretim kaybıdır. Dünya ekonomilerinde çok ciddi çalkantıların kaynağı olabilir.

Yeni dünya düzeninde ekonomi politikaları eşgüdüm içinde olmalıdırlar. Belli ölçülerde para politikalarında gözlenen işbirliği maliye politikalarına da yansımalıdır. Bu konuda fazla bir gelişme olduğu söylenemez. Konjonktürden kaynaklanan iyileşmeler görülse de, ülkeler arasında mali (fiskal) dengelerde önemli sapmalar giderilememiştir.

Kısacası, "bir gün sermaye gider" beklenti ve endişeleriyle çözüm üretmek yerine, sermayenin gitmemesi için alt yapıların oluşturulması çok daha gerçekçi görünmektedir. Aksi taktirde, bugünkü yapı içinde, bir gün gerçekten de sermaye gidecektir. Bu yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunudur.
Yazının Devamını Oku

İki olasılık var

19 Haziran 2007
SON beş yıldır dünya ekonomilerinde gözlenen olumlu havanın kaynakları (nedenleri) iktisatçıların kafalarını meşgul ediyor. Çıplak gözlemler bu konuda fazla ipucu vermiyor. Tanı sorunu (identification sorunu) yaşanıyor. İki olasılık var. Son yıllarda yaşanan ve "bu kadar da iyi olamaz" dedirten dengeler ya küresel "tasarruf bolluğu" ya da "para bolluğu" nedeniyle oluşuyor. Hangi bolluğun doğru olduğuna göre, çözümler de, ileride gözlenecek gelişmeler de farklılaşacak.

TASARRUF BOLLUĞU

Bazı gözlemler küresel düzeyde "tasarruf bolluğu" yaşandığına işaret ediyor. Başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya ekonomilerine bakıldığında, daha önce görülmemiş boyutlarda bu bölgede cari işlemler fazlası oluşuyor. Aynı olgu daha küçük boyutta olmak üzere Latin Amerika ve hammadde ihracatçısı diğer gelişmekte olan ülkelerde de görülüyor.

Ekonomilerdeki tasarruf fazlası cari işlemler fazlası olarak yurt dışına ihraç ediliyor. Bunun karşısında dünya ekonomisinde çok önemli bir yer tutan Amerikan ekonomisinde ise hatırı sayılır bir tasarruf eksiği söz konusu. Böylece, gelişmekte olan ülkelerin yarattığı tasarruf arzı Amerika’nın tasarruf talebi ile dengeleniyor.

Fazla tasarruf edenler de, tasarruf eksiği olanlar da büyümeye devam ediyorlar. Yani, bir kesimde tasarrufların artmış olması (tüketimin aynı hızda artmıyor olması) ekonomik durgunluk getirmiyor. Tasarruf edenlerin feragat ettiği tüketim bir başka kesimin tüketimi artarak telafi ediliyor.

Bir anlamda, Amerika’nın tasarruf açığı vermesi tanrının nimeti gibi bir şey oluyor. Aksi takdirde, gelişmekte olan ülkelerdeki tasarruf fazlası ortada kalacak ve küresel bir resesyon (ekonomik küçülme) yaşanabilecekti.

PARA BOLLUĞU

Bazı gözlemler küresel düzeyde "para bolluğu" olduğuna işaret ediyor. Asya ve Rusya krizlerinden sonra küresel düzeyde gevşeyen para politikaları global para arzını artırdı. O nedenle de, birçok gelişmiş ülkede faizler çok düştü. Faizler Amerika’da yüzde 1’e, Avrupa’da yüzde 2’ye ve Japonya’da yüzde 0’a kadar düştü. Bir yandan para bolluğu nedeniyle, diğer taraftan artan hammadde fiyatlarından kaynaklanan enflasyonist baskılar arttı. Şimdi, gelişmiş ülkeler çok daha sıkı para politikaları uygulayarak enflasyonist baskılarla mücadele etmeye çalışıyorlar.

Faizler artış eğiliminde. Kısa vadeli faizler Amerika’da yüzde 5.25’e, Avrupa’da yüzde 4.5’e ve Japonya’ya yüzde 0.5’e geldi. Küresel dengesizlikler henüz son bulmadı. Para politikasının daha da sıkılaştırılması gerektiğini düşünenler azınlıkta değil.

Gerçekten de, gözlenen dengeler "para bolluğu" nedeniyse, sonuç küresel ekonomi için hiç de hoş olmayabilir. Amerikan doları hızla değer kaybedebilir. Dünya çapında bir enflasyon dönemine girilebilir. Uluslararası sermaye akımlarının bu denli yayıldığı ve derinleştiği bir dönemde, dolar fazlası yalnızca Amerika’da değil, tüm dünyada bir enflasyon tehdidi oluşturabilecektir.

Olası sonuçlara bakıldığında, "para bolluğu" yerine, "tasarruf bolluğu" olasılığına çoğu iktisatçılar inanmak istiyor. Gerçeğin ne olduğunu kestirmek ise şimdilik zor görünüyor. Thomas Henry Huxley’in dediği gibi, "galiba bilimin trajedisi de bu: Güzel bir hipotezin çirkin bir gerçekle yok olması."

Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Küresel ekonomi teşhis bekliyor

18 Haziran 2007
Son beş yıldır dünya ekonomilerinde gözlenen dengeler herkesi şaşırtıyor. İşler o kadar iyi gitti ki, "bu kadar da iyi olamaz" dedirtecek kadar uzun süreli ve kesintisiz bir büyüme yaşandı. Fiyat istikrarı da bozulmadı. Aksine, bir çok ülkede enflasyon düştü.

"Bu kadar da iyi olamaz" şüphesi tüm ekonomik birimleri daha dikkatli olmaya itiyor. En ufak olumsuz bir gelişme "acaba yolun sonuna mı gelindi?" sorusunu sorduruyor. Dolayısıyla, beklentilerdeki oynaklıklar artıyor.

Beklentilerde oynaklıklar arttıkça, mali piyasalardaki fiyatlar daha oynak hale geliyor. O kadar ki, son bir-iki hafta içinde Amerikan mali piyasaları dahi gelişmekte olan piyasaların mali sektörlerine benzemeye başladı. New York Borsası bir gün yüzde 1.5 düşüyor, ertesi gün yüzde 1 yükseliyor. Amerikan bonosunun faizi bir günde yüzde 5.1’den yüzde 5.35’e yükselebiliyor.

GÖZLEMLER

Yaşanan heyecanın önemli bir kaynağı "bu kadar da iyi olamaz" denen dengelerin nedenlerinin iyi bilinmemesinden kaynaklanıyor. İktisat bilimi duruma henüz teşhis koyabilmiş değil. Teşhis tam olarak konamadığından, bundan sonra olabilecekleri belli bir güven aralığı ile kestirebilmek mümkün olamıyor.

Bazı neden-sonuç ilişkileri elbette biliniyor. Çin ekonomisinin üretip Amerikan ekonomisinin tükettiğini herkes görüyor. Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomilerin önemli ölçüde cari işlemler fazlası verip Amerikan ekonomisinin cari açıklarının finanse edildiği biliniyor. Yüksek hammadde fiyatları nedeniyle elde edilen fazla fonların, özellikle petrol zengini Arap sermayesinin, başta Amerikan ekonomisi olmak üzere diğer ülkelere aktığı da gözleniyor.

Dünyadaki yüzde 1 ek ekonomik büyümenin yüzde 90’ının Amerikan ekonomisinden geldiği hesaplanıyor. Petrol ihraç eden Körfez ülkelerinin dünya piyasalarına akıttığı mali kaynağın 500 milyar doların üzerinde olduğu biliniyor. Gelişmekte olan ülkelere net bazda yılda 550 milyar dolar taze para aktığı hesaplanıyor.

TEORİ EKSİKLİĞİ

Olanları görüp biliyoruz. Ama, olabilecekler hakkındaki görüşlerimiz son derece kısıtlı. Çünkü, olanları inandırıcı bir teoriye oturtamıyoruz. Gelişmelerin kaynaklarını belirleyemiyoruz (identification sorunu).

Küresel ekonomilerde yaşanan likidite bolluğu küresel bazda "tasarruf bolluğu" yüzünden mi, yoksa "para arzı bolluğu" yüzünden mi? Bu sorunun yanıtı çok önemli. Çünkü, bu soruya verilecek yanıta göre, bundan sonra olabilecekler de farklılaşıyor.

Gözlemler ikisini de destekleyecek nitelikte delilleri içeriyor. Çin ve genelde uzak doğu Asya ekonomilerine bakıldığında, ciddi boyutlarda bir "tasarruf fazlası" olduğu görülüyor. Ama, "para bolluğu" da inkar edilemeyecek düzeylerde. Amerikan ekonomisinde standart yöntemlerle ölçülen para arzlarında şaşırtıcı boyutlarda bir artma gözlenmiyor. Ama, 2003 yılı öncesinde dünyanın belli başlı ülkelerinde gevşek para politikalarının uygulamada olduğu da bir gerçek.

Finans mühendisliği yoluyla yaratılan yeni yatırım araçları yoluyla oluşturulan likidite ise dikkat çekici boyutlarda gelişiyor. Bu gelişmeler iktisatçıları para arzının doğru ölçülüp ölçülmediğinden şüphe ettirmeye yönlendiriyor.

Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Tarımda verimlilik

17 Haziran 2007
SON yıllarda Türkiye’de sanayi sektöründe verimlilik arttı. Ekonomik büyümenin çok önemli bir bölümü verimlilik artışından sağlandı. Dolayısıyla, ekonomik büyüme istihdama beklendiği gibi yansımadı.

Sanayide gözlenen gelişmelere paralel, aynı kalitede tarımda bir verimlilik artışı yaşanmadı. Aksine, tarım sektörü giderek kendini besleyemez hale gelip tarımdaki gizli işsizlik kentlerde açık işsizliğe dönüştü. Gizli işsizlik açık işsizliğe dönüştü.

Türkiye ekonomisinin en önemli sorunlarından biri tarım sektöründeki verimsizliktir. Sektördeki verimsizlik tarım gelirlerini olumsuz etkilemektedir. Sonuçta, verimsizliği getirdiği düşük gelirler çeşitli mekanizmalar icat edilerek devlet desteği ile artırılmaya çalışılmaktadır. Kısacası, sektördeki verimsizliğin faturasının bir bölümü yüksek fiyatlar yoluyla tüm toplum ve vergi verenlerce karşılanmaktadır.

Birçok tahıl ürününde iç fiyatlar uluslararası fiyatların iki katına gelmektedir. Yüksek iç fiyatlar ithalat kısıtlamalarıyla sürdürülmektedir. Üretim fazlası olduğunda, birçok tarım ürünlerimiz zararına ihraç edilmektedir.

ULUSLARARASI REKABET

Tarımda uluslararası rekabet giderek artmaktadır
. Dünyanın önemli tarım üretici ülkeleri sektördeki verimliliği giderek artırmaktadır. Verimlilik artışları tarım fiyatlarını göreli olarak aşağı yönde çekmektedir. Benzer bir gelişme olmadığında, Türkiye’de tarım sektörünün desteklenmesi giderek daha da pahalılaşan bir proje haline dönüşmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri dünya tarımında çok önemli bir yer tutan ekonomilerdendir. Son 50-60 yılda birçok tarım ürününde üretim artmıştır. Ama, Amerika’da çiftlik sayısı düşmekte ve çiftlik başına düşen ortalama toprak büyüklüğü artmaktadır.

Amerika’da çiftlik sayısı 1940 yılında 6.4 milyonken, 2005 yılında 2.1 milyona düşmüştür. Çiftlik sayısı son 65 yılda üçte bir azalmışken, ortalama çiftlik büyüklüğü aynı dönemde iki buçuk misli (705 dönümden 1800 dönüme) artmıştır. Toplam tarım yapılan arazi de aynı dönemde yüzde 15.6 azalmıştır. Benzer bir gelişme tarım sektörü güçlü diğer ülkelerde de gözlenmektedir.

TÜRKİYE

Tarım sayımlarına göre, Türkiye’de 3 milyon kadar tarımsal işletme vardır. İşletme başına ortalama toprak büyüklüğü 60 dönüm kadardır. Arazisi 50 dönümün altında olan işletme sayısı toplamın yüzde 65’idir. Son yıllarda tarımda kullanılan arazi toplamı da küçümsenmeyecek düzeyde artmıştır.

Tarımsal faaliyette bulunan hane halkı sayısı 4.1 milyon kadardır. Tarım sektöründeki hane halkı fertlerinin çok büyük bir bölümü kendi hesabına ya da ailesinin yanında ücretsiz işçi olarak çalışmaktadır. Kısacası, Türkiye tarımı çok büyük ölçüde pazara üretim yapan bir yapıya henüz bürünememiştir.

Türk tarımında gübre kullanımı, makineleşme ve sulama eskiye göre çok artmıştır ve artmaya da devam etmektedir. Ama, ekilen toprakların küçüklüğü tarım sektöründeki verimsizliklerin önemli kaynaklarından biridir. Türkiye tarımında en had safhada ölçek sorunu vardır.

Böyle bir yapı içinde Türkiye’de tarım sektörünün uluslararası rekabet gücüne ulaşabilmesi beklenemez. Aynı şekilde, tarım sektörünün desteklenmesinin pazar ekonomisi mantığı içine oturtulabilmesi bu yapıyla kısa dönemde zor görünmektedir.
Yazının Devamını Oku

Pozitif ayırımcılık

15 Haziran 2007
Türkiye’de kadın nüfusun işgücüne katılımı utanılacak kadar düşüktür. Nedenleri ne olursa olsun, kadınların ekonomiye kazandırılmaları öncelikli konulardan biridir. Çözüm için akıllara ilk önce pozitif ayırımcılık gelmektedir. Pozitif ayırımcılık, bir gruba rakip durumdaki bir diğer grup aleyhine öncelik verilmesidir. Örneğin, yeni işe alımlarda işverenin, diğer şartlar aşağı yukarı aynı olması kaydıyla, kadın çalışanlara öncelik vermesi pozitif ayırımcılık olarak gösterilebilir.

Uygulamada, her durum için farklı yaklaşımlar tanımlanamayacağı için, genellikle "kota" sistemi uygulanmaktadır. Örneğin, "bir işyerinde çalışanların asgari yüzde 40’ı kadın olmalıdır" gibi bir kural getirilmektedir. Böylece, kadınların iş bulması göreli olarak kolaylaştırılmaktadır.

YOZLAŞMA

Birçok ülkede pozitif ayırımcılık ilkesi uygulanmaktadır
. Örneğin, Amerika’da zenciler, kadınlar, savaş malulleri ve genelde azınlık olarak tanımlanan toplum kesimleri pozitif ayırımcılığa tabidirler. Avrupa’da da benzer uygulamalara rastlanmaktadır.

Pozitif ayırımcılık iktisadi bir yaklaşım değil, siyasi bir çözümdür. Tanımı gereği, pozitif ayırımcılık negatif ayırımcılığı da içerir. İlkesel bazda, diğer her şey aynı olduğu taktirde, "zenciler beyazlara göre daha fazla tercih edilecektir" dendiğinde, zencilere öncelik verilip beyazların dışlanması söz konusu olmaktadır. Uygulamada, "diğer her şeyin aynı olduğunu" ispat etmek neredeyse olanaksız olduğundan, pozitif ayırımcılık ya iktisadi ya da sosyal açıdan yozlaşma eğilimine girmektedir. Genelde, iktisadi maliyet yüklenilmektedir.

Pozitif ayırımcılık ilkesini ciddiyetle uygulamak isteyenler, diğer özelliklere bakmadan, çalışanın verimliliğini ikinci plana atarak ayırımcılığı katı bir biçimde uygulamaktadır. Bu kesim genellikle pozitif ayırımcılığı uygulamaya koyan devlet olmaktadır.

Verimlilik ikinci plana atılınca, üretilen malın ya da hizmetin kalitesi düşmektedir. Konuyu ciddiye almayanlar ise, bu genellikle özel sektör olmaktadır, kurallara uyuyormuş havası yaratıp bildiklerini okumaktadırlar. Pozitif ayırımcılıktan beklenen siyasi nimet sağlanamamaktadır. İşin kolay çözümü yoktur. Pozitif ayırımcılık biraz kolaya kaçmaktır.

ROMANTİZM

Türkiye’de kadınlar nüfusun önemli bir bölümü "pazar için üretim" sisteminin dışındadır
. Pazar için ürerimin içine çekebilmek için kadın nüfusa gerekli beşeri sermayenin (human capital) verilmesi gerekmektedir.

Kültür, örf ve adetler bir tarafa, gerekli becerilerle donatılmamış işgücüne uygulanacak pozitif ayırımcılığın iktisadi maliyeti çok büyük olmaktadır. Dolayısıyla, önce pozitif ayırımcılık yapılacak kitlenin toplumda ekonomik verimliliğin düşürülme riskini asgaride tutacak bir beşeri sermaye düzeyine getirilmesi gerekmektedir. Tahsilli kadın nüfusun işgücüne katılımı o denli kötü değildir.

Kadınların eğitimi öncelikli bir konudur. Bu konu çözülmeden pozitif ayırımcılık ilkesini uygulamaya koymak biraz romantik olmaktadır. Romantizm mutlaka kötü olarak algılanmamalıdır. Ama, romantizm realizmden çok kopuk olmamalıdır.

Aynı romantik yaklaşımla, Türkiye’de Çalışma Yasası, hırsızlıktan hüküm giyip cezasını çekenlerin bankalarda çalışmalarını, adam öldürmekten hüküm giyip cezasını çekenlerin ellerine silah verilip koruma olmalarını beklemektedir. Ama, olmamaktadır.

Her hangi bir konuda pozitif ayırımcılık uygulansa da, geçici bir süre olmalıdır. Kalıcı pozitif ayırımcılık ekonomide kalıcı çarpıklıkların da tohumu olmaktadır.e
Yazının Devamını Oku

Sanayi üretimi büyümesi yavaşlıyor

14 Haziran 2007
BU yılın ilk dört ayına yönelik veriler imalat sanayi üretimindeki büyümenin yavaşlamakta olduğunu gösteriyor. Daha önce üç aylık bazda yıllık yüzde 7-9 civarında artan imalat sanayi üretimi son üç ayda (şubat-nisan) geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.1 arttı. İmalat sanayi üretimi büyümesindeki benzer bir gerileme 2005 yılının ortasında ve 2006 yılı başında da yaşanmıştı. O dönemlerde üretim büyümesindeki yavaşlama bir-iki ay sürmüştü. Yılın ikinci yarısında siyasi belirsizlikler kaybolmaz ve uluslararası piyasalar istikrara gelmezse, bu kez büyümedeki yavaşlama daha uzun sürebilir.

TUTUCULUK

İmalat sanayinin
lokomotif sektörlerinden giyim ürünleri üretiminde geçen yılın ikinci yarısından bu yana önemli boyutta bir gerileme gözleniyor. Aynı şekilde, radyo-TV ve mobilya üretiminde önemli bir gerileme, taşıt araçları üretim artışında bir yavaşlama söz konusu.

Dış ticaret verileri ile beraber bakıldığında, ara malları ithalatındaki artışın devam etmesinin ihracat artışını destekler nitelikte olduğu görülüyor. Buna karşılık, yatırım artışında bir gerileme, hatta durma var.

İç talep artışında da bir gerileme söz konusu. Tüketim malları ithalatındaki gerileme de bu yargıyı destekliyor. Tüketici kredilerindeki artışın da oldukça düşük düzeylere gelmesi (ilk beş ayda yüzde 12) iç talep artışının dizginlendiği izlenimini güçlendiriyor. Konut kredileri ilk beş ayda yüzde 12 artarken, otomobil kredileri aynı dönemde yüzde 24 azaldı. Yılbaşından bu yana toplam banka kredilerindeki artış da yüzde 8 civarında kaldı. Geçen yılın tümünde banka kredileri yüzde 40’ın üzerinde artmıştı.

Bu yılın seçimler yılı olması yurt içinde belirsizlikleri artıran önemli bir etkendi. Geçen yılın ortasından bu yana uluslararası piyasalardaki artan oynaklıklar da özellikle döviz kuru ve faizlerde belirsizliklerin artmasına neden oldu. Ekonomik birimler daha tutucu davranmaya başladılar.

Bankalardaki döviz mevduatlarının geçen yılın ortasından sonra artış eğilimine girmesi de ekonomik birimlerin daha tutucu olmalarının bir işareti olarak algılanmalıdır. Geçen yılın nisan ayında ortalama 58 milyar dolar olan yerleşiklerin döviz mevduatı 2006 yılı sonunda 70 milyara fırlamış bu yılın mayıs ayı itibariyle de ortalama 80 milyar dolara yaklaşmıştır.

EKONOMİK BÜYÜME

İmalat sanayi büyümesindeki yavaşlama ile milli gelir büyümesinde de belli bir yavaşlama gözlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır
. Tarım ve hizmetler sektöründeki gelişmeler hakkında bir bilgimiz olmadığı halde, bu yılın ilk yarısında ekonominin ortalama yüzde 5’in altında bir büyüme göstermesi olasılılığı oldukça büyüktür.

Ekonomik büyümeye yönelik şaşırtıcı bir veri elektrik üretimindeki büyümenin imalat sanayi üretimi büyümesinin çok üzerine çıkmış olmasıdır. Grafikte aylık bazda 12 aylık ortalama imalat sanayi üretimi ile elektrik üretimi artışları verilmektedir.

2001 Krizinden sonra tutarlı bir biçimde imalat sanayi üretimi artışlarının oldukça altında artış gösteren elektrik üretimi 2005 yılının ortasından itibaren imalat sanayi üretiminden daha hızlı artmaya başlamıştır. Kaçakların artış olması nedenlerden biri olabilir. Ama, ortalama ekonomik büyümenin daha ağırlıklı olarak bu yıl da imalat sanayi üretimi dışından gelebileceği olasılığı da az değildir.
Yazının Devamını Oku

Siyasi istikrardan ekonomik istikrara

13 Haziran 2007
TÜRKİYE, ekonomik istikrar yönünde attığı önemli adımları koalisyon hükümetleri döneminde attı. Bu gözlemden yola çıkarak koalisyon hükümetleri ekonomik istikrar için bir tehdit değildir diyemeyiz. Türkiye’nin piyasa ekonomisine geçişini başlatan ilk adım olan 24 Ocak 1980 kararları bir koalisyon hükümeti tarafından alınmıştı. Ama, bu kararların alınmasını zorunlu kılan ekonomik kaos da koalisyon hükümetleri tarafından yaratılmıştı.

2001 Krizi’nden sonra yürürlüğe konan istikrar programı da bir koalisyon hükümeti tarafından onaylandı. Ama, bütün bunların öncesinde krizi de kendisi yaratmıştı.

Koalisyon hükümetlerinin ortak yanı işi çıkmaza götürüp başka seçenek bırakmayarak ekonomik alanda çok radikal kararları da almaya mecbur kalmalarıdır. Yoksa, koalisyon hükümetlerinin ekonomik istikrara bir tehdit olmadığı yönünde bir yargı çok doğru değildir. Aksine, ekonomik istikrara yönelik gerekli kararların savsaklanması ve sulandırılmasıyla koalisyon hükümetleri ekonomik istikrara ciddi bir tehdittir.

HEM DOĞRU HEM YANLIŞ

Önümüzdeki genel seçimler sonucunda bir koalisyon hükümeti kurulması olasılığının az olmadığından söz edilmektedir
. Bazı çevreler koalisyon hükümeti olduğu takdirde ekonomik istikrar yönünde bir sapma olmayacağını düşünmektedirler. Bu beklenti hem doğru hem de yanlıştır.

Doğrudur. Çünkü, gelinen noktada ekonomik istikrarın en güçlü ve etkili bekçisi piyasalardır. Piyasaların sopası seçmenin sopasından hem daha ağırdır hem de çok çabuk sonuç verir. Dolayısıyla, seçimlerden sonra bir koalisyon hükümeti de iş başına gelse, seçenekleri çok dardır. Açıklan yolda ilerlemek zorundadırlar. Aksi takdirde, 2001 yılında olduğu gibi, yaratılacak enkazın altında kalırlar.

Yanlıştır. Çünkü, koalisyon hükümetleri ekonomik konularda bir amaç üzerinde değil, karşılıklı tavizler üzerinde uzlaşan oluşumlardır. Dolayısıyla, koalisyon hükümetlerinde ekonomik istikrara yönelik gerekli ekonomik kararların savsaklanması ve sulandırılması büyük bir olasılıktır. Doğru yönde atılan bir adımın yanlış yolda atılan bir başka adımla dengelenmesi söz konusudur. Karşılıklı taviz bunu gerektirir. Ama, bu yaklaşımın ekonomik sonuçları pek tatlı olmaz. Türkiye debelenip durur.

İki ileri, bir geri yaklaşımı piyasaların sinirlerini bozar. Ekonomik çalkantıların hem sıklığı hem de boyutu artar. Kısacası, yaratılan belirsizliklerle hem ekonomik büyüme olabileceğinden daha düşük gerçekleşir hem de enflasyonla mücadele zorlaşır. Koalisyon hükümetleri günü kazasız belasız geçirme telaşındadır. Halbuki, Türkiye ekonomisinin gitmesi gereken yön bugüne kadar elde edilen kazanımları kaybetmeden fiyat istikrarını kalıcı bir biçimde sağlarken ekonomik refahın artırılarak yaygınlaşmasını sağlamaktır.

OYNAMA ALANI DARALDI

İktidardaki parti, sağ olsun, sol olsun hiç fark etmez
. Piyasanın sopası iktidarın sırtında her an hissedilecektir. Önemli olan, sopayı yemeden gerekli adımların atılmasıdır. Sopayı yedikten sonra atılan adımların hem etkisi azalmaktadır hem de olumlu sonuçlarını vermesi uzamaktadır. Koalisyon hükümetleri bu açıdan ekonomik istikrara önemli bir tehdit teşkil etmektedirler.

Devir değişti. Eskiden 3-5 milyar dolar civarında yabancı sermaye Türkiye ekonomisine girer çıkardı. Bu giriş ve çıkışlarla mücadele etmek göreli olarak daha kolaydı. Şimdi işin boyutu 100 milyar dolar düzeyine geldi. Her yıl cari işlemler açığımızı finanse etmek için 30 milyar doların üzerinde taze dış kaynağa ihtiyacımız var. Tökezlemeden bu boyuttaki taze kaynağın girişini sağlamak alternatifleri doğal olarak daraltmaktadır.

Gelinen noktada, iktidarların oynama alanı daraldı, hatta yok oldu. Bu açıdan da, koalisyon hükümetleri geleneksel iş yapma alışkanlıklarını bırakmak zorundadırlar.
Yazının Devamını Oku

Bu fırtına çabuk ve kolay geçiyor

12 Haziran 2007
2007 yılı iktisadi açıdan beklendiği gibi heyecanlı geçiyor. Heyecan hem iç gelişmelerden hem de dış gelişmelerden kaynaklanıyor. İçeride iki seçim belirsizlikleri ve terörle mücadele konuları varken dışarıda uluslararası yatırımcıların tercihleri oldukça oynak. Her haber veya gelişme yabancı sermayenin yönünün çok çabuk değiştirebiliyor. Amerikan ekonomisine yönelik haberler uluslararası piyasalarda sinirlerin çok çabuk bozulmasına neden olabiliyor.

GEÇEN HAFTA

Uluslararası piyasalar karıştığında, en fazla darbeyi Türkiye alıyor
. Artık, bu bir kural gibi oldu. O kadar ki, Türkiye tahvillerinin uluslararası piyasalardaki oynaklıkları diğer ülke tahvillerine de sirayet edebiliyor. Bu açıdan, Türkiye, gelişmekte olan piyasalar içinde daha da dikkatli takip edilen bir pazar haline geliyor.

Geçen hafta ortalarına doğru uluslararası piyasalarda rahatsızlıklar başladı. Avrupa faiz artırdı. Çin borsası sallandı. Türkiye’nin askeri bir operasyona giriştiği yönündeki dedikodular rahatsızlıkları tırmandırdı. Amerika’da 10 yıl vadeli devlet tahvilleri faizlerinin yüzde 5.25’i görmesi (daha birkaç ay evvel yüzde 4.5’in biraz üzerindeydi) beklentilerin üzerine tuz-biber ekti. Piyasalar Amerika’da verim eğrisinin düzelmesini (vadeler uzadıkça faizlerin daha yüksek olmasını) istemiyorlar.

Perşembe günü neredeyse tüm borsalar çöktü. Faizler fırladı. Gelişmekte olan ülkelerin paraları değer kaybetti. Gelişmekte olan ülkelerin dolar tahvilleri getirisi ile Amerikan tahvillerinin getirileri arasındaki fark (spread) arttı. Bütün bunlardan en fazla Türkiye olumsuz etkilendi. Türkiye riskinde spread yüzde 1.4’lerden 1.65’lere fırladı.

Avrupa ve Amerika’da bazı yetkililerin piyasaları yatıştırmaya yönelik demeçleri faydalı oldu. Amerikan tahvillerinin (10 yıl vadeli) getirisi cuma günü yüzde 5.1’e kadar geriledi. Amerikan borsaları ile Latin Amerikan borsaları artmaya başladı. Pazartesi günü olumlu gelişmeler Asya ve Avrupa piyasalarına da yansıdı.

GÖZLEMLER

Son dönemde yaşanan uluslararası çalkantılara yönelik şu gözlemler yapılabilir:

1. Artık Amerikan piyasaları da eskiye göre çok daha oynak hale gelmeye başlamıştır. Bizim gibi ülkeler için bu iyi haber değildir. Çünkü, uluslararası yatırımcıların "çapa" olarak baktığı Amerika’daki bazı ekonomik büyüklükler çok çabuk değişebilmektedir.

2. Sanıldığı gibi, uluslararası yatırımcılar, piyasalardaki oynaklıkların kendilerine zarar vereceğinden çekinerek hareketlerini ayarlamak gibi bir kaygıları yoktur. Birçoğu, nasıl olsa "önce ben çıkarım" beklentisiyle, "yüksek risk-yüksek getiri" yatırım stratejisine bağlı kalıp ilk işarette riskli yatırımlardan çıkma eğilimine girmektedirler. Bu strateji uluslararası piyasalardaki oynaklıkların hem boyutunu hem de sıklığını arttırmaktadır.

3. Türkiye giderek daha fazla "riskli yatırım alanı" kategorisine girmektedir. Dolayısıyla, en ufak çalkantılarda dahi, Türkiye daha fazla dayak yemektedir. Geçen haftaki çalkantı hem kısa sürdü hem de kalıcı bir etki yapmadan kolay atlatıldı denilebilir. Ama, yenileri gelecektir.

Böyle bir ortamda, doğal olarak, Türkiye’de ekonomik faaliyetlerdeki büyüme yavaşlamaktadır. Kamu finansmanının bozulması yoluyla ekonomik büyümeye olumlu katkı yapılmaya çalışılsa da, özel kesim yatırımlarını kısıp tasarruf eğilimlerini artırmaktadır. Özel kesimin artan tasarrufları kamu kesiminin azalan tasarruflarının üzerinde olabilecektir.
Yazının Devamını Oku