Ercan Kumcu

Ekonomide çapa ihtiyacı

9 Temmuz 2007
Ekonomik birimlerin önlerini görebilmeleri için takip ettikleri bazı göstergeler vardır. Bu göstergelerdeki gelişimler ileriye dönük belirsizlikleri ya artırır ya da azaltırlar. 2001 yılından sonra hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki ekonomik birimlerin baktıkları en önemli gösterge IMF ile ilişkilerin nasıl gittiğiydi. Bu dönemde IMF çok önemli bir "çapa" görevi gördü.

Daha sonra Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkilerin yoğunlaşmasıyla AB de bir "çapa" görevi gördü. Son yıllarda artan doğrudan yabancı sermaye akımının arkasında bu iki çapanın oynadığı rol küçümsenemez.

ALTERNATİF ARAYIŞLARI

IMF ile bir program yapılması birçok ülkede siyasi bir yük olarak algılanmaktadır
. Uygulanan program hedeflerin ulaşılması açısından başarılı dahi olsa, "IMF programı" damgası vurularak programın başarısı küçümsenmektedir. Türkiye’de de bunu görmekteyiz. Özellikle seçim döneminde olmamız bu yöndeki söylevleri daha da artırmaktadır. Konuya akılcı yaklaşmak gerekmektedir.

Herhangi bir gelişmenin ekonomik birimlerce "çapa" olarak kabul edilebilmesi için şeffaf ve dolayısıyla inandırıcı ve güvenilir olması gerekir. IMF ve AB ile ilişkiler büyük ölçüde bu şartları sağlıyordu. IMF’nin yerine bir başka çapa düşünülüyorsa, yeni çapa da aynı derecede inandırıcı olmak zorundadır. Hükümetleri büyük ölçüde bağlayıcı olmalıdır.

Gelişmiş ülkelerde hükümetleri bağlayan en önemli unsur piyasalardır. Bizim gibi ülkelerde de piyasalar hükümetler üzerinde giderek daha bağlayıcı olmaya başlamışlardır. Örneğin, piyasaların ters tepkisiyle döviz kurlarının fırlaması yalnızca ekonomik birimleri değil, ekonomi politika yapıcılarını da en az o denli heyecanlandırmaktadır. Ters gidişe önlem alınması ihtiyacı duyulmaktadır.

Piyasaların terbiye edici özelliği gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş ülkeler düzeyine geldiği söylenemez. O nedenle de, piyasalar dışında, ama piyasaların da takip edebildiği bir "çapa" ihtiyacı gelişmekte olan ülkelerde devam etmektedir. Henüz kalıcı ekonomik istikrarı yakalayamamış Türkiye’de bu ihtiyaç daha da fazladır.

Enflasyon hedeflemesi ve enflasyon hedeflemesine dayanan para politikası bir "çapa" olarak düşünülebilir. Ama, bu politikanın açıkça uygulamaya geçişinin yeni oluşu ve ilk yılında çuvallamış gibi görünmesi bu aşamada para politikasının iyi bir "çapa" rolünü oynayabilme olasılığını azaltmaktadır. Bir takım başka makro ekonomik büyüklükleri (örneğin, kamu maliyesine yönelik hedefleri) çapa olarak kabul etmek de zordur. Bu çeşit hedef büyüklüklerin itibarı olsaydı, zaten çapa ihtiyacı da olmazdı.

İNANDIRICILIK

IMF ile yapılan programları kötüleyerek son beş yıldır oldukça iyi bir performans gösteren "IMF çapası"nı boşlamak doğru bir yaklaşım gibi görünmemektedir
. Önümüzdeki dönemde IMF çapası ile yola devam etmek ekonomik istikrarı sağlayabilmek için önemli görünmektedir. Oldukça oynak olan küresel piyasalarda her yıl 40 milyar doalra yakın taze dış kaynağa ihtiyaç duyan Türkiye’de böyle bir çapanın önemi daha da artmaktadır.

IMF ile yapılabilecek yeni bir programın ana hatları zaten bellidir. Böyle bir programın ortaya çıkarılması için IMF’ye de ihtiyaç yoktur. Ama, programın uygulanıp uygulanmadığının gözetiminin IMF gibi bir kuruluş tarafından yapılması programa inandırıcılık kazandıracaktır.
Yazının Devamını Oku

10 yıl sonra küresel riskler

8 Temmuz 2007
DÜNYA ekonomileri on yıl önce belki de ilk kez finans piyasalarının küreselleşmesinin getirdiği riskleri acı bir biçimde yaşadı. Bir zamanların "Asya Kaplanları" denen Güneydoğu Asya ülkeleri ekonomileri Tayland’dan başlayan sarsıntıyla yıkıldılar. Anlaşıldı ki; spekülatif hareketler sonucunda oluşan dengeler kalıcı olamıyor; spekülatif hareketler makro ekonomik dengeleri güçlüymüş gibi gösterirken, aslında dengelerin kırılganlığını da aynı anda yaratabiliyor; makro ekonomik dengeler ne denli güçlü olursa olsun, spekülatif hareketlerin bulaşıcılığı göreli olarak güçlü ekonomileri dahi sarsabiliyor.

SPEKÜLASYONUN GÜCÜ

Güneydoğu Asya’nın yaramaz çocuğu Tayland olarak düşünülebilir
. 1995 yılından sonra hızla artan cari işlemler açığına aldırış etmediler. Paraları Baht’ın dolar karşısındaki değerini koruma adına spekülatörlerin hücumlarına direnmeye çalıştılar. Döviz rezervleri bittiğinde, teslim bayrağını çektiler. Tam on yıl önce, 2 temmuz 1997’de devalüasyon yapmayı kabul ettiler.

Devalüasyon çoğu kimsenin beklemediği sonuçları da beraberinde getirdi. Finans sistemi çöktü. Finans kurumlarının kağıttan bir kule olduğu anlaşıldı. Likidite darlığı ile bankalar müşterilerine karşı yükümlülüklerini karşılayamaz hale geldiler. Reel sektör döviz borçlarını ödeyemez duruma düştü. Kısacası, topyekun bir çöküş yaşandı.

Sorun Tayland ile sınırlı kalmadı. Tayland’ın restini gören spekülatörler bu kez Malezya, Endonezya, Güney Kore gibi ülkelere saldırdılar. Hepsini devalüasyon yapmaya zorladılar ve başardılar. Tüm ülkelerde devalüasyonların sonucu aşağı yukarı Tayland’daki gibi oldu. Finans sistemi de, reel sektör de çöktü.

IMF tarihindeki rekor kaynakları devreye sokarak bu ülkelere yardıma koştu. Dönemin IMF Başkanı’nın Endonezya Başkanı’nın arkasında durarak IMF ile yapılan yeni programın imzalanmasını seyrettiği resim o dönemin sembolü oldu. Yılların Suharto iktidarını götüren belki de, yapılan programın içeriği değil, o resim oldu. Endonezya’nın programı uygulamaktan başka seçeneği yoktu.

Bir not: Benzer bir olay 2000 yılı sonunda Türkiye’de de yaşandı. Ama, Asya Krizi ile tecrübelenen IMF, Başbakan’ın arkasında resim vermedi. Ama, Başbakan’a koalisyon ortakları ile beraber televizyonlardan naklen yayınlanan basın toplantısı düzenletip bankaların tüm yükümlülüklerinin devlet garantisi altında olduğunu açıklattıktan sonra "Kasım Krizi" kurtarma paketini onayladı. Başbakan’ın açıkladığı garanti paketine hiçbir zaman hukuki geçerlilik kazandırılamadı.

RİSKLER DEVAM EDİYOR

Asya Krizi herkese çok şey öğretti
. IMF’nin son dönemlerde "dalgalı kur" diye bastırmasının arkasında Asya Krizi’ndeki gözlemlerin önemli bir payı vardır. Gelişmekte olan ülkelerde finans kurumlarının yeniden yapılanmasında ve risk odaklı gözetim ve denetimin yoğunlaştırılmasında Asya Krizi önemli bir rol oynamıştır. Bu sayede, reel sektörün başka paralar cinsinden borçlanması da daha yakından takip edilmeye başlanmıştır.

Asya Krizi nedeniyle öğrenilip de henüz çözülememiş sorunlar da vardır. Dalgalı kur rejiminin makro ekonomik dengesizliklere kayıtsız kalabilmesinin sonuçları henüz iyi anlaşılamamıştır. Spekülatif hareketlerin yönlendirdiği olumlu dengelerin kalıcılığını sağlayabilecek mekanizmalar kurulamadığından, spekülatif hareketlerin olumsuz dengeleri de tetikleyebilme olasılığını azaltabilecek somut girişimler oluşturulamamıştır. Spekülatif hareketlerin yönlendirdiği ve tetiklediği özel sektörün üstlendiği döviz kuru risklerini makul sınırlarda tutabilecek uygulamalar geliştirilememiştir.

Gelişmekte olan ülkelerin tümü bugün bu risklerle karşı karşıyadır. Dolayısıyla, on yıl önce yaşanan Asya Krizi çok şey öğretmiştir, ama bugün de benzer riskler on yıl öncekinden daha az değildir.
Yazının Devamını Oku

İhracat artışının nedenleri

6 Temmuz 2007
SON dönemlerde toplam talep büyümesinin ihmal edilemeyecek bir kısmı dış ticaretten, yani ihracat artışından kaynaklanıyor. Reel döviz kurları gibi önemli ekonomik verilerin bazıları ise ihracat artışı için olumlu bir ortamın olmadığına işaret ediyor. O halde, ihracat neden artıyor? Bu sorunu yanıtını tam olarak verebilmek kolay değil. Ama, bazı gelişmeler alt alta sıralanabilir. Büyük bir olasılıkla, ihracat artışı bu gelişmelerin tümünden, olumlu ve olumsuz yönde, az ya da çok beslenmektedir. Tabloda bazı gelişmeler özetlenmektedir.

OLUMSUZLUKLAR

Önce, ihracatın neden artmakta zorlanabileceğinden başlayalım.

En çok ihracat yaptığımız Avrupa ülkelerinde ekonomik büyüme 3-4 yıl öncesine göre daha iyi, ama o denli de yüksek değil. Kaldı ki, Türkiye’nin ihracatının yurt dışındaki büyümeye değil, çok daha fazla yurt içindeki iç talep gelişmelerine bağlı olduğu biliniyor.

2003 yılından bu yana Türkiye’de iç talep çok ciddi oranlarda arttı. Yani, üretilen malların yurt dışına satışı yerine içeride de satışı kolaydı. Buna rağmen ihracat arttı.

Türk parası reel olarak küçümsenmeyecek ölçülerde değerlendi. Örneğin, yurt dışındaki enflasyonu da hesaba katan Merkez Bankası reel kur endeksine göre, Türk parasının reel değeri bu yılın mayıs ayında yaklaşık 2005 yılı sonundaki değeri ile aynı düzeyde. Ama, son on iki ayda Türk parası yüzde 9.3 değerlendi. 2003-2006 yılları arasında Türk parasının reel değerlenmesi yüzde 18’e yaklaştı.

Bunun anlamı şudur: ortalama olarak Türkiye’de üretilen malların, TL fiyatı reel olarak yanı kalsa dahi, yabancı paralar cinsinden fiyatı son bir yılda yüzde 10’a yakın arttı.

Ya da, yabancı para cinsinden ortalamada fiyatlarını artıramayan ihracatçıların eline reel olarak yaklaşık yüzde 10 daha az Türk parası geçti.

Bu dönemde işçi maliyetleri arttı. Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) verilerine göre, imalat sanayinden saat başına reel ücretler 2006 yılında ortalama yüzde 1.9 arttı. 2003 yılından bu yana saat başı reel ücretlerdeki artış yüzde 8.5 oldu.

OLUMLU ETKENLER

Bütün bu olumsuzluklara rağmen ihracatın artıyor olması nasıl açıklanabilir?

1. İşgücü verimliliği arttı. TUİK verilerine göre, 2006 yılında imalat sanayi üretiminde çalışılan saat başına kısmi verimlilik artışı ortalama yüzde 6.7 oldu. 2003-2006 yılları arasındaki verimlilik artışı ise yüzde 21’i aştı. Kısacası, son dört yıldır verimlilik artışları reel ücret artışlarının oldukça üzerinde gerçekleşti.

2. Enerji maliyetinde 2006 yılına kadar bir değişme olmadı. Ortalama enerji fiyatları 2003-2005 döneminde hiç değişmezken, 2006 yılında ortalama yüzde 13.3 arttı.

3. Türk parasının reel değerlenmesiyle, döviz cinsi borçlanmaların maliyeti düştü. Şirketlerin finansman giderleri azaldı. Dövizle borçlanmak karlı hale geldi. Şirketlerin döviz kuru riski almalarıyla kazançları yükseldi.

4. İhracata yönelik üretimde reel olarak ucuzlayan ithal ara malları daha fazla kullanılmaya başlandı. Yurt içi katma değeri düşük malların ihracatı arttı. İhracat artışı ancak ara malları ithalatı artışıyla sağlanmaya başlandı. İhracatın yapısı değişti.

5. Türk ihraç mallarının ortalama fiyatları arttı. TUİK verilerine göre, yalnızca 2006 yılında ihracat birim değer endeksindeki artış yüzde 3.9 oldu. 2003-2006 yılları arasında ise ihracat birim değerindeki artış yüzde 27’yi geçti.

İhracatın artışı konusunda başka spekülatif nedenler de sıralanabilir. Örneğin, bazı sektörlerde kayıt dışı emek çalıştırmak yaygınlaşmış olabilir. İhracatta vergi iadesinden yararlanmaya yönelik olarak kayıt dışı ihracat da artmış olabilir.
Yazının Devamını Oku

Enflasyon bildiğiniz gibi

5 Temmuz 2007
HAZİRAN ayında ortalama tüketici fiyatları yüzde 0.24 düştü. Enflasyon yılın ilk yarısında yüzde 3.9, son on iki ayda ise yüzde 8.6 oldu. Haziran ayı enflasyon rakamına bakarak enflasyonun hedeflenen doğrultuda gittiğini iddia etmek zor. Aksine, haziran ayı enflasyon verileri hedefe yakınlaşmanın zorluklarını öne çıkaran işaretler de içeriyor.

YÜZDE 7-9 BANDI

Parasal sıkılaşma ve döviz kurlarındaki düşüşlere rağmen, hizmetler sektöründe fiyat katılıklarının devam ettiği görülüyor. Ayın başında uygulamaya geçen gıda ürünlerindeki katma değer vergisi indirimi belli ölçülerde ortalama fiyat endeksine olumlu yansımış. Vergi indiriminin endeks üzerindeki olumlu etkisi geçicidir.

Ayrıntıda, işlenmemiş gıda ürünlerindeki fiyat hareketleri ile enerji fiyatlarındaki dinamikler enflasyon üzerinde risk oluşturmaya devam ediyor. Seçimler nedeniyle ertelenen kamu kesimi fiyat ayarlamaları da ileriye dönük enflasyon görünümünü bozabilecek nitelikte.
/images/100/0x0/55ead024f018fbb8f89852e4
Sekiz adet özel kapsamlı tüketici fiyat endeksinden sadece üçü düşüş gösteriyor. Bunlar da, enerji hariç olan (C) endeksi, enerji ve alkol-tütün mamulleri fiyatlarını dışarıda bırakan (E) endeksi ve (E) endeksinde dolaylı vergileri dışarıda bırakan (F) endeksi. (F) endeksinde işlenmemiş gıda maddeleri fiyatlarını hariç tutan (G) endeksindeki haziran ayındaki artış yüzde 0.94. Bu endeksteki değişme dikkat çekicidir. Son üç aydır (G) endeksindeki artışlar yüzde 1-1.5 arasında salınmaktadır.

Enflasyon konusunda daha genel bakıldığında, ekonomide fiyatlama davranışlarının hedeflenen enflasyon düzeyini hálá destekler nitelikte olmadığı gözlenmektedir. Bu yılın ilk altı ayında enflasyon geçen yılın aynı döneminin altındadır ama, 2004 ve 2005 yıllarının ilk altı ayına göre daha yüksektir. Yıllık bazda enflasyon yeniden yüzde 7-9 bandına geri gelmiştir. Grafik bu eğilimi açıkça göstermektedir.

Önümüzdeki dönemde, özellikle yaz aylarında, yıllık bazda enflasyonun yüzde 7’lere yaklaşabileceği olasılığı oldukça yüksektir. Ama, sonbahar aylarıyla beraber yeniden yüzde 7-9 bandı içinde enflasyonun salınabileceği olasılığı da yüksektir.

TEHDİTLER

İleriye dönük olarak enflasyondaki en önemli risk ekonomide fiyatlandırma alışkanlıklarının hedeflenen enflasyonu destekler nitelikte değişmemiş olmasıdır. Döviz kurlarında istikrarın bozulabileceği olasılığı (hatta beklentisi) enflasyonu tehdit eden bir diğer önemli unsurdur. Bütün bunlar iç talep büyümesinin düşmeye devam edeceği izlenimini vermektedir

Kamu sektöründe yapılabilecek zamlar geçici de olsa enflasyon görünümünü bozabilecek, enflasyon beklentilerini olumsuz etkileyecek bir gelişme olacaktır. Dolayısıyla, enflasyon hedefiyle uyumlu fiyatlandırma davranışına geçişin ertelenmesi yeniden söz konusu olabilecektir. Geçen yılın ortasında yaşanan kur dalgalanması böyle bir işlev görmüştü.

Kısacası, enflasyon bildiğiniz gibi. Olumlu yönde de, olumsuz yönde de bir eğilimin oluştuğu konusunda şimdilik bir işaret yok.
Yazının Devamını Oku

İhracatla yüksek büyüme devam ediyor

4 Temmuz 2007
BU yılın ilk üç ayında ekonomik büyüme yüzde 6.7 oldu. Beklentiler daha düşüktü. Beklentilerin aksine, tarım sektörü orman ürünlerindeki artışla az da olsa yüzde 1 civarında büyümeye devam etti. Üretim yönünden, milli gelir büyümesinin arkasında esas olarak yüzde 7.5 büyüyen sanayi sektörü, yüzde 16.2 büyüyen inşaat sektörü ve yüzde 6.3 büyüyen ticaret sektörü vardı.

Beklenen doğrultuda, üretim tarafında milli gelir büyümesi bu yılın ilk üç ayında ağırlıklı olarak sanayi sektöründen geldi. İnşaat sektörü hızla büyümeye devam ediyor, ama büyüme oranı giderek düşme eğiliminde. Bu eğilim seçimlerden sonra değişebilir. Ekonomik büyümeye yılın ikinci yarısında inşaat sektöründen daha önemli bir destek gelebilir.

BÜYÜMENİN KAYNAKLARI

İç talep büyümesinde belli bir yavaşlama gözleniyor
. Özel sektör tüketim harcamalarındaki artış yılın ilk üç ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 1.6 oldu. Kamu sektörü tüketimindeki artış ise yüzde 9 idi. Geçen yılın aynı dönemnde özel sektör tüketimi yüzde 8.1, kamu kesimi tüketimi yüzde 10.1 artmıştı.

Benzer bir eğilimi yatırım harcamalarında da gözlüyoruz. Bu yılın ilk üç ayında özel sektör yatırımları yüzde 2.5, kamu kesimi yatırımları yüzde 9.3 arttı. Geçen yılın aynı döneminde bu artışlar özel sektörde yüzde 32.1, kamu kesiminde yüzde 32.8 olmuştu.

Bu verilere bakarak bu yılın ilk üç ayında kamu sektöründe seçime yönelik bir talep artışının olduğunu iddia etmek biraz zor görünüyor. Seçim kaygısının asıl etkisi büyük bir olasılıkla yılın ikinci çeyrek verilerinde kendini gösterecektir.

Yılın ilk çeyreğinde toplam tüketim harcamaları geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 2.2, yatırım harcamaları ise yüzde 3 arttı. Toplam talepteki artışın çok önemli bir bölümü aynı dönemde yüzde 14 artan ihracattan geldi. Geçen yılın ikinci yarısından itibaren dış ticaretin toplam talep üzerindeki etkisi giderek daha pozitif hale geldi. Yılın ilk çeyreğindeki yüzde 6.8’lik gayri safi yurt içi hasıla artışının yarısından fazlası dış ticaretten geldi.

İhracat neden artıyor sorusunun yanıtı ise bir başka yazının konusu.

ARA MALLARI İTHALATI

İhracatın hızla artıyor olması yalnızca toplam talebi olumlu etkilemiyor, aynı zamanda, dış ticaret ve cari işlemler açıklarının da belli bir noktada istikrara kavuşmasına yardım ediyor. On iki aylık bazda, dış ticaret açığındaki artış, yüksek ekonomik büyümeye rağmen, mayıs ayı itibariyle yüzde 8.5’e düştü. Mart-mayıs dönemini kapsayan üç ayda ise dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.4 azaldı.

İthalat artışı ihracat artışı kadar olmasa da devam ediyor. Yatırım malları ithalatı yılın ilk beş ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3 civarında artarken, tüketim malları ithalatı yüzde 2.5 civarında düşüyor. Toplam ithalatı artıran asıl etken yıllık bazda yüzde 20’nin üzerinde artan ara malları ithalatı. Ekonomik büyümeyi de giderek azalan oranda besleyen en önemli kalem de ara malları ithalatı oluyor.

2000 yılında yıllık bir milyar dolarlık ara malları ithalatı 5.6 milyar dolarlık yıllık milli gelir üretimine katkı yaparken, bu oran 2001 yılı ile beraber giderek düşerek bu yılın ilk çeyreğinde 3.96’ya geriledi. Gerilemeye de devam ediyor. Geçen yılın toplamında bu oran 4.05 idi. Grafik bu eğilimi çok çarpıcı bir biçimde göstermektedir.
Yazının Devamını Oku

İçi boş vaatler

3 Temmuz 2007
Seçimler yaklaştıkça, siyasi partilerin ekonomik sorunların çözümüne nasıl yaklaşacakları daha belirginleşiyor. Bir cümle ile özetlenirse, aslında, çözüm sunan bir paket yok., sorunların çözüleceğini vaat eden bir yaklaşım var.

Seçime giren belli başlı partilerin önemli bir ortak yanı var: Tümü finans piyasalarının geri dönülemez bir biçimde küreselleştiğini kabul ediyorlar. Dolayısıyla, hepsi küresel sermaye ile dost olacaklarını beyan ediyorlar.

Bu yaklaşım "düşük kur-yüksek faiz" dengesinin bir politika olduğunu düşünenler için kötü bir haber. Küresel sermayenin makro ekonomik dengelerin en önemli belirleyicilerinden biri olduğunu kabul etmek "yüksek kur-düşük faiz" özlemini uygulanabilir olmaktan çıkarıyor.

KULAĞA HOŞ GELMEK

Ekonomik sorunların ne olduklarını herkes biliyor
. Siyasi partilerin halka anlatmaları gereken, iktidara geldiklerinde ya da iktidara ortak olduklarında, bilinen sorunlara nasıl çözüm bulacakları. Bu konuda somut çözümler ortaya koyan bir siyasi parti bulmak kolay değil. Hepsi sorunları çözeceklerinden söz ediyor.

IMF programına alternatif getirileceği söyleniyor. Nasıl bir alternatif? IMF ile uygulamadaki programı kesip "vur patlasın, çal oynasın" ortamı mı oluşturulmak isteniyor? Böyle değilse, zaten yapılması gerekenler IMF tarafından da vurgulanıyor. Unutmayalım ki, şimdiki iktidar da seçimlerde IMF’den kurtulmayı vaat etmişti. Ama, IMF ile hiç sorunsuz yaşamayı çok çabuk öğrendi.

Ekonomik büyümenin nimetlerinin daha geniş halk kitlelerine yaygınlaştırılacağından söz ediliyor. Herhalde, ekonomik büyümenin daha fazla istihdam yaratmasının sağlanacağı ima ediliyor. Nasıl? Teşvikler verilecekse, kaynak nereden bulunacak? Konunun bu yanına değinilmiyor.

Aynı yaklaşım asgari ücretin vergi dışı bırakılmasında da görülüyor. Yıllardır her siyasi parti asgari ücretin vergi dışı bırakılmasını seçim beyannamelerine koymuşlardır. İktidara gelip Maliye Bakanlığı uzmanları ile tanıştıktan sonra bu konu unutulmuştur. Vergi gelirinden feragat etmek kolaydır. Ama, feragat edilen vergi geliri yerine yeni vergiler koymak zordur. Aynı şekilde, azalan gelirlerle uyumlu bir şekilde, harcamaları kısmak da zordur.

İstihdam üzerindeki vergi ve benzeri yükleri hafifletmek tüm partilerin ortak yaklaşımlarındandır. Ama, bunun nasıl yapılacağını anlatan yoktur. Aynı asgari ücretin vergi dışı bırakılması gibi, istihdam üzerindeki yüklerin azaltılması da kulağa hoş gelenin öne çıkarılması, işin zor tarafının gözden uzak tutulmasıdır. Bu çeşit yaklaşımların uygulamaya geçmemesinin en önemli nedeni de zaten işin zor tarafıdır.

FARK YOK

Bu söylevleri hazırlayanlar cahil ya da aptal değillerdir
. Aksine, çok değerli iktisatçılar parti programlarının hazırlanmasına katkı yapmaktadırlar. Sorun, siyasi parti mekanizması içinde kendi ayakları üzerinde duran önerilerin kırpılarak kulağa hoş gelenlerin öne çıkarılıp maliyetlerden söz edilmemesidir. Doğal olarak, maliyetlerin göz ardı edildiği projelerde kulağa hoş gelen yaklaşımların da uygulama şansı olmamaktadır.

Kısacası, siyasi partiler iktisadi konularda içi boş vaatlerle halktan oy istemektedirler. Oy istedikleri seçmeni bilgilendirmekten ve vaatlerin olası maliyetlerini ortaya koymaktan kaçınmaktadırlar. Hatta, seçmenleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Bu anlamda, hiçbirinin birbirinden farkı yoktur.

Hangi parti ya da partiler iktidar olursa olsunlar, oynama alanının dar olduğunu zaten göreceklerdir.
Yazının Devamını Oku

Döviz rezervleri ve sermaye hareketleri

22 Haziran 2007
Dalgalı kur rejimi altında döviz rezervlerinin göreli önemi azdır. Çünkü, rezervleri kullanarak döviz kurlarına müdahale asgari düzeyde tutulduğundan, döviz rezervlerinin büyüklüğü önemli değilmiş gibi görünür. Ama, bu yanıltıcı olabilir. Döviz rezervleri yerli para üzerinde gerçekleşebilecek olası spekülasyonu caydırıcı bir rol oynar. Göreli olarak büyük döviz rezervlerine sahip bir ülkenin parasının değerinin kabul edilemeyecek düzeylere düşmesi durumunda, dalgalı kur sistemi içinde dahi, para otoritesi her zaman piyasaya müdahale ederek sürpriz yapabilir. Spekülatörler büyük para kaybedebilirler. Döviz rezervleri büyüklüğünün bu anlamda spekülasyonu caydırıcı bir etkisi vardır.

Ani kısa vadeli yabancı sermaye çıkışları için de döviz rezervlerinin büyüklüğü ülke açısından rahatlatıcı bir rol oynayabilir. O nedenle de, döviz rezervlerinin kısa vadeli dış borçlara oranı rezervlerin göreli büyüklüğünü ölçmede kullanılır.

REZERVLER YETMEZ

Uluslararası sermaye hareketlerinin, son beş yılda olduğu gibi, yaygınlaşıp derinleştiği dönemlerde ise hem kısa vadeli dış borcun tanımı değişmekte hem de döviz rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranının anlamı biraz hafiflemektedir.

Yabancı bir yatırımcının beş yıl vadeli Türkiye Hazinesi’nin iç borçlanma senetlerini (DİBS) satın alması kısa vadeli mi yoksa uzun vadeli mi dış borçtur? Vadenin kısa ya da uzun olması bir yıldan kısa ya da uzun olması ile tanımlanır. Bu açıdan, beş yıl vadeli iç borçlanma senetlerinin yabancı yatırımcılar tarafından satın alınması Türkiye açısından uzun vadeli dış borçlanmadır. Ama, yabancı yatırımcıların, vadesi beş yıl olsa dahi, istediği zaman Hazine bonolarını piyasada satıp parasını alıp gitmesi söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla, ödemeler dengesi istatistiklerinde "portföy yatırımı" olarak sınıflandırılan bu çeşit yabancı yatırımların ülkeden çıkma olasılığı en az diğer kısa vadeli borçlar kadardır.

Konuya bu açıdan bakıldığında, portföy yatırımı ya da kısa vadeli borçlanma yoluyla elde edilen yabancı kaynakların bir süre sonra döviz rezervleri ile karşılaştırılması bizim gibi ülkeler için anlamsızlaşmaktadır. Sermaye hareketlerinin hacmi büyük, döviz rezervlerinin boyutu küçük kalmaktadır.

CAYDIRICILIK AZALIYOR

2003 yılı sonunda döviz rezervlerimiz 34.7 milyar dolar, yabancıların elindeki DİBS’ler 3.9 milyar ve kısa vadeli dış borcumuz 23 milyar dolar civarındaydı. Dolayısıyla, kısa sürede ülkeyi terk edebilecek yabancı kaynakların döviz rezervlerine oranı yüzde 78 idi. Bu yılın mayıs ayı sonu itibariyle, döviz rezervlerimiz 69.6 milyar dolara çıkarken, yabancıların DİBS yatırımları 33.3 milyar dolara ve kısa vadeli dış borçlarımız 42 milyar dolara geldi. Kısa vadede çıkabilecek yabancı kaynakların döviz rezervlerine oranı yüzde 108 oldu. 2003 yılındaki oranı tutturabilmek için şimdi döviz rezervlerimizin 96.5 milyar dolar olması gerekiyor.

Bu basit hesabın anlamı aynı yabancı sermaye girişi olduğu halde, son üç buçuk yılda cari işlemler açığının yaklaşık üçte bir daha az olması gerektiğidir. Merkez Bankası daha fazla para basarak yaklaşık 27 milyar dolar daha fazla döviz almalıydı. O takdirde, enflasyonda bugün gelinen noktadan da oldukça uzakta kalınmış olacaktı.

Bugünkü eğilimler devam ettiği takdirde, ileride kısa vadede ülkeden çıkabilecek yabancı kaynakların döviz rezervlerine oranı daha da artacak. Döviz rezervleri artışından daha fazla kısa vadede çıkabilecek yabancı kaynak ülkeye girecek. Döviz rezervlerinin spekülasyonu caydırıcı etkisi, eğer vardıysa, daha da azalacak.

O halde, olası spekülasyonları caydırıcı yapabilmek için döviz rezervlerine değil, makro ekonomik dengelerin kalıcılığına güvenmek durumundayız. Döviz rezervlerinin göreli büyüklüğü, spekülasyonları caydırıcılığı ile değil, daha çok dış kredilerde "teminat" rolü ile öne çıkmaya başlamıştır.

Tatil nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku

İşgücü talebi artıyor ama istihdam artmıyor

21 Haziran 2007
Son beş yılda Türkiye ekonomisi tarihinin en uzun ve en yüksek ekonomik büyümesini gerçekleştirdi. Ama, işgücü istihdamı aynı paralelde artmadı. Bunun nedeni ekonomik büyümenin kalitesinden değil, Türkiye ekonomisinde aynı dönemde yaşanan göreli istikrardan kaynaklanıyordu.

Türkiye ekonomisinde yaşanan göreli istikrar iki önemli dinamik yoluyla üretimde verimlilik artışlarını kaçınılmaz kıldı. Birincisi, ekonomik dengelerin en önemli belirleyicilerinden göreli fiyatların düşük enflasyon ortamında yeni dengelere göre değişmesinin zorluğu idi.

İkincisi ise, göreli istikrarın unsurlarından döviz kurları ile enflasyon arasındaki ilişkinin kopmasıydı. İki etken de üretimde verimlilik artışlarını zorunlu kıldı.

BASKILAR

Ekonomik dengelerin en önemli belirleyicilerinden biri göreli fiyatlardır
. Yani, bir ekmeğin mutlak fiyatı değil, bir ekmeğin diğer mal ve hizmetlere göre fiyatı önemlidir. Ortalama fiyatların yılda yüzde 60 arttığı bir ekonomide farklı oranlarda da artsalar, her şeyin mutlak fiyatı artmaktadır. Dolayısıyla, üretilen bir malın mutlak fiyatını artıramamak gibi bir sorun böyle ortamlarda yoktur.

Yıllık ortalama enflasyonun yüzde 10 olduğu bir ortamda, bazı malların fiyatları yüzde 25 artabilecektir, ama belli bir göreli fiyat düzeyi için bazı malların fiyatları düşecektir de. Dolayısıyla, düşük enflasyon ortamında fiyat ayarlamaları yüksek enflasyon ortamına göre hem daha zordur hem de çok daha maliyetlidir. Enflasyonun düşüyor olması fiyatlarını kolayca artıramayan mal ve hizmet üreticilerini daha fazla verimli olmalarını mecbur kılmıştır.

Eskiden iki kişinin yapabileceği bir üretimi beş kişiyle yapmaya alışmış bir işletme bugün aynı işi bir kişi ile yapabilmenin yolunu aramaktadır.

Benzer bir baskı döviz kurlarındaki istikrardan da gelmektedir. Yurt içi üretimde maliyetleri artan üreticiler ihracat pazarında döviz cinsinden fiyatlarını artırmakta zorlandıklarından, maliyetlerini düşürmekten başka bir yol bulamamaktadır. Onlar da iki işçinin yapabileceğini üç kişi ile yapmak yerine bir kişi ile yapmanın yollarını bulmaya zorlanmaktadır.

GİZLİ İŞSİZLİK

Üretim arttıkça, aslında gerçek istihdam artmaktadır
. Giderek iki kişinin yapabileceği iş iki ya da daha az kişiyle yapılmaya çalışılmaktadır. İki kişilik işi beş kişi ile yaparken, üç kişi aslında ücret alan gizli işsiz konumundaydı. Şimdi, gizli işsizler ya açık işsiz konumuna düşmektedirler ya da gerçekten üretken olabilecekleri yerlerde çalışmaktadırlar. Üretim arttıkça işgücü talebi artmaktadır. Ama, gizli işsizler çığa çıkmaktadır.

Yüksek enflasyon ortamın yarattığı iktisadi ataletten kurtulma yolunda işgücü istihdamının üretkenliği artmaktadır. Bundan kaçış yoktur. Aksine, gözlenen eğilimler ekonominin uzun dönemli sağlığı açısından olumludur.

Bugünkü üretim yapısında, "istihdam odaklı" politikalar ya da "istihdam dostu" üretim artışı gibi kavramlar üretimde verimsizliğin teşviki anlamına gelir. Bu çeşit kavramlar siyasi açıdan kulağa hoş gelse de, iktisadi açıdan içi boş kavramlardır.

Üretim yapısı değişip de, hizmetler sektörü gibi, göreli olarak emek yoğun sektörlerin üretiminde çok daha büyük artışlar sağlanabildiğinde, toplam istihdama olumlu katkılar söz konusu olabilecektir. Ama, yine iki kişilik işin iki kişi tarafından yapılması esas olacaktır.

İstihdama kısa dönemde gerçekten katkı yapılmak isteniyorsa, hedef, emek piyasasının esnekliğinin artırılması olmalıdır. İki kişilik üretimin bir kişi tarafından yapılmaya çalışılması yerine iki kişi tarafından yapılmasının iktisadi olabilmesi için emek piyasasının esnek olması gerekmektedir. Siyasi platformlarda ise bu konu hiç gündeme getirilmemektedir.
Yazının Devamını Oku