19 Temmuz 2004
<B>YILIN </B>ilk beş ayına yönelik dış ticaret verileri Türkiye’de <B>yatırımların</B> da, <B>tüketimin</B> de geçen yıla göre kaygı verici boyutta arttıklarını göstermektedir. Ocak-mayıs döneminde, yatırım malları ithalatı yüzde 88 artarken, tüketim malları ithalatı yüzde 110 artmıştır. Bu yılın başından beri bu iki kalemdeki artış geçen yılki artışların neredeyse iki katı olmuştur. Her iki kalemde de bir patlama yaşanmaktadır.
Tüketim malları ithalatındaki patlama iç talepteki patlamaya işaret etmektedir. Tüketim malı ithalatı toplam ithalat içinde hala yüzde 15’in altında bir paya sahiptir. İthalattaki artışın ana kaynağı ara malları ve yatırım malları ithalatındaki artışlardır.
İhracattaki ciddi artışlara rağmen, dış ticaret açığının önlenemez yükselişi sürmektedir. On iki aylık bazda, bu yılın mayıs ayı itibariyle dış ticaret açığı 28.1 milyar dolar olarak gerçekleşmiş ve tarihi bir rekor kırmıştır. 2001 yılındaki krizden hemen önce dış ticaret açığı aynı bazda 27.5 milyar dolar olmuştu.
İlk beş ayda gerçekleşen dış ticaret açığı (13.8 milyar dolar) 2002 yılının neredeyse tümünde verilen dış ticaret açığına eşittir.
Dış ticaret açığının bu denli büyümesi ekonomik büyümenin sürdürülebilir olduğuna gölge düşürmektedir. Üzerinde yürüdüğümüz buz giderek incelmektedir. Bu denli yüksek bir açığın ilerideki dönemlerdeki finansmanı zorlaşacaktır. Ekonominin kırılganlığı bu alanda artmaktadır.
Enflasyondaki düşüşü kalıcı hale getirebilmek için dış ticaret açığının giderek azaltılması zorunlu hale gelmiştir. Yumuşak iniş için gerekli önlemler alınmadığı taktirde, piyasa mekanizmaları Türkiye ekonomisinin bir süre sonra çakılması tehdidini gündeme getirebilecektir. Son iki yıldır elde ettiğimiz enflasyondaki ve kamu finansmanındaki kazanımlar göz göre göre heba edilebilecektir.
Bu şartlarda, IMF ile 2005 sonrası dönem için bir program üzerinde anlaşmak daha da kaçınılmaz hale gelmiştir. Programın kısa dönemdeki hedeflerinden biri ekonomiyi tedricen soğutmak olacaktır. Böyle bir yumuşak inişi IMF’nin desteklediği bir program olmadan başarabilmek giderek güçleşmiştir.
Uluslararası mali çevreleri ve yerel yatırımcıları hoşnut tutmak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Aksi taktirde, dış borçlanma ihtiyacını tedricen azaltabilmek çok kolay olmayacaktır. Ekonomiyi soğutucu önlemler bugün alında dahi, dış ticaret açığı 30 milyar dolara üzerinde, cari işlemler açığı ise 15 milyar dolar civarında olabilecektir. Cari işlemler açığının milli gelirimizin yüzde 4’ünü geçmesi bir alarm işareti olarak alınmalıdır.
Giderek kısa dönemde ciddi riskler içeren Merkez Bankası’nın faiz artırımı gündeme gelebilecektir. Pek bilinmeyen bir alana doğru sürüklenmekteyiz.
Bütçede personel harcamalarına dikkat
YILIN ilk yarısında bütçe uygulaması iyi gitti denebilir. En azından, toplam harcamalarda yıl sonu hedefleriyle tutarlı bir gelişme görülüyor.
İlk altı ayda, toplam harcamalar hedefin yüzde 43’ü civarında kalmış. Toplam bütçe açığı da hedefin yüzde 32’si civarında gerçekleşmiş. Bu gerçekleşmeler, bütçedeki mevsimsel eğilimler dikkate alındığında, yıl sonu hedefleriyle tutarlı görülüyor.
Bütçe harcamalarının ‘yumuşak karnı’ denilebilecek alan, sosyal güvenlik sistemine verilen sübvansiyonlar da dahil, personel harcamalarıdır. Yılın ilk yarısında bütçeden maaş alanların toplam maliyeti hedefin yüzde 51’ini geçmiştir. İkinci yarı verilecek maaş artışları ve personele yönelik verilen diğer yardımlardaki fiyat artışlarıyla beraber tüm yıldaki personel harcamalarının hedefi aşacağı beklenmelidir.
Sosyal güvenlik sistemine yılın ilk yarısında verilen sübvansiyonlar da tüm yılki hedefin yüzde 50’sinin biraz altında gerçekleşmiştir. Bu alanda da, hedefin aşılacağı anlaşılmaktadır. Sosyal güvenlik sistemine verilen sübvansiyonların faiz dışı harcamaların içindeki payı yüzde 26’nın üzerinde gerçekleşmiştir. Bu alanda da bir rekora gidilmektedir.
Bütçedeki faiz dışı harcamaları hedefler doğrultusunda tutan etken personel ve sosyal güvenlik dışında yapılan harcamalardaki olağanüstü tasarruf olmuştur. Yılın geri kalan döneminde aynı derecede tasarruf yapılabileceği ise şüphelidir.
Vergi gelirlerinin hedeflenenin altında gerçekleşmesine rağmen, bütçe açığının mevsimsel olarak hedeflenen doğrultuda gerçekleşmesinin nedeni de budur. Faiz harcamaları da kurlardan gelen etkiyle tahminlerin altında gerçekleşmiştir.
Borç dinamiğinin dışında, bütçe açığının önemi gözlenen yüksek büyümenin karşısında daha da önem kazanmış bulunmaktadır. Yumuşak iniş için iç talebin kontrolünün bir ayağı da kamu kesiminin tasarruf açığının indirilmesi olacaktır. Bu nedenle, personel ve sosyal güvenlik sistemine verilen sübvansiyonlarından kısa dönemde tasarruf sağlanamıyorsa, diğer harcamalardaki olağanüstü tasarrufun sürdürülmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Gelirler politikası tersine çalışmamalı
GELİRLER politikası enflasyonla mücadelenin en temel araçlarından biridir. Kısaca, gelirler politikası üretim faktörlerinin elde ettikleri gelirlerin beklenen enflasyon paraleline artırılmaya çalışılmasıdır diye tanımlanabilir. Bu tanım içinde, ücretler önemli bir yer tutmaktadır.
Kısa dönemde, alım gücünü kaybetmiş kesimlerin kayıplarının telafisi için beklenen enflasyonun üzerinde verilen ücret artışları fiyat dinamiğini bozabileceği gibi, emekten de tasarrufu teşvik edeceğinden istihdamı olumsuz etkileyecektir.
Toplum kesimleri, elde ettikleri gelirlerin düzeyinden bağımsız olarak, birbirlerine göre olan göreli farklara da dikkat ederler. Örneğin, asgari ücretin artırılması aynı oranda ücretleri artmamış olan düşük gelirli, ama asgari ücretin üzerinde kazanç sağlayanların ücretlerinin artırılmasını talep etmeye yönlendirecektir.
Son günlerde bu yönde talepleri daha sık gözlemeye başladık. Tüm toplum kesimleri enflasyonun üzerinde ücret artışı taleplerini yoğunlaştırmışlardır. Özellikle bu çeşit talepler kamu kesiminde daha da fazla yoğunlaştı. En azından, talepler bazında gelirler politikası tersine çalışma eğilimine girdi.
Enflasyonla mücadelenin başındayız. Bu dönemde;
1.toplum kesimlerinin refahını artırmaya yönelik olarak, hedeflenen enflasyonun üzerindeki ücret artışları hem enflasyonu hem de istihdamı olumsuz etkileyecektir. Ekonomik büyümeye rağmen istihdamın artmıyor olması verimlilik artışının kaçınılmaz olmasındandır,
2.istihdamı artırmaya yönelik olarak, ekonomik büyümeye hız vermek ya da hızlanan ekonomik büyümeye kayıtsız kalmak dış dengeleri olumsuz etkilediğinden ekonominin kırılganlığını artıracaktır,
3.kamu kesimindeki tasarruf açığını azaltmanın tek yolu harcamaları kısmaktan geçmektedir. Bu arada, zaten az olan sosyal içerikli harcamaları kısmaktan başka çare kalmamıştır. Dolaylı vergilerin artırılmasının hem bir sınırı vardır hem de fiyatlar üzerinde olumsuz etkileri söz konusudur.
Hafta içinde bu konulara daha ayrıntılı yer vereceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2004
<B>KORUMACILIK </B>rekabeti öldürür. Piyasadaki firmaların aralarında anlaşarak hareket edip <B>çok sayıda firmanın az sayıda firmaymış gibi</B> davranmaları da rekabeti öldürür. Rekabet, çok sayıdaki firmaların ya da bireylerin birbirlerinden bağımsız fiyatlama ve üretim/satış kararların aldığı ortamda yeşerir. Küresel ya da yerel boyutta, firmaların ya da bireylerin bazılarının diğerlerine göre kayrıldığı mevzuatın yürürlükte olmadığı ortamda oluşur ve gelişir.
Rekabetten uzaklaşmak verimlilikten ve ekonomik olmaktan uzaklaşmaktır. Toplumun bir bölümünün diğerlerini ekonomik anlamda sömürmesidir. Rekabetin olmaması ya da eksik rekabet kıt kaynakların ekonomik olmayan bir şekilde tahsis edilmesine yol açan bir olgudur.
MALİ SEKTÖR
Rekabet yalnızca mal ve hizmet piyasalarında geçerli değildir. İş gücü piyasasında da rekabet, verimliliği artıran bir unsurdur. Para piyasalarındaki rekabet de kıt mali kaynakların (tasarrufların) ekonomik bir biçimde tahsis edilmesine yol açar.
Herhangi bir piyasanın tek başına rekabetçi olması arzulanan verimliliğe ve kaynakların ekonomik bir biçimde tahsis edildiği anlamına gelmez. Tüm piyasaların rekabetçi olmasıyla tüm ekonomi rekabetçi olabilir.
Rekabetçi olmayan piyasalar etkileşimde bulundukları diğer sektörleri de rekabetçi olmaktan uzaklaştırırlar. Örneğin, rekabetçi olmayan para piyasası mal ve hizmet sektörlerini de rekabetçi olmaktan uzaklaştırır. Kayırma söz konusu olur. Bazı mal ve hizmet piyasalarında gereksiz yatırımlar yapılırken, iktisadi yararı çok daha fazla olan alanlara yatırım yapılamaz.
Sonuçta, tüm ekonomi kaybeder. Kamu bankalarının varlığı bu konuda her ülkede en iyi örnektir. Kamu bankalarının varlığı finans sektöründe rekabeti sakatlayan en büyük etkenlerden biridir.
İşgücü piyasası rekabetçi olan bir ekonomide mal ve hizmet piyasaları rekabetçi değilse, mal ve hizmet piyasalarının rekabetçi olmamaları rekabetçi olan işgücü piyasasında emeğin sömürülmesi anlamına gelir.
Sanayileşme sürecindeki tüm ülkelerde işçi sendikalarının oluşmasının arkasındaki en büyük nedenlerden biri budur. Madem ki, mal ve hizmet sektörleri rekabetçi değildirler, o halde işçi sendikaları yoluyla işgücü piyasasının da rekabetçi olmaktan uzaklaşması hedeflenmiştir. Yani, herkesi en kötüde buluşturma amaçlanmıştır. Çünkü, kısa dönemde en kolay erişilecek amaç bu olmuştur.
Doğru olan, işgücü piyasasını rekabetçi olmaktan çıkarmak değil, mal ve hizmet piyasalarını rekabetçi hale getirmektir. Kısa dönemli çıkarlar için uzun dönemli iktisadi yararlar feda edilmiştir. Şimdi, süreci tersine çalıştırmak mümkün olmamaktadır. Aksine, rekabetçi olmayan işgücü piyasasına karşı mal ve hizmet piyasaları da rekabetçi olmaktan daha da uzaklaşmanın yollarını arar hale gelmişlerdir.
Kısacası, tek başına sektörlerin değil, tüm ekonominin rekabetçi olması hedeflenmelidir. Aksi taktirde, kısa dönemli çıkarlar uğruna rekabetçi olmaktan uzak olan piyasaların etkisiyle, tüm ekonomi daha fazla rekabetçi değil, çok daha az rekabetçi bir ortama sürüklenecektir.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE </B>enflasyonla mücadelede küçümsenmeyecek bir yol aldı. Hatta, elde edilen sonuçları uluslararası deneyimlerle karşılaştırırsak, ‘<B>enflasyonla mücadelede Türkiye bir mucize yarattı’ </B>dahi denebilir. Otuz yıl kadar yüksek enflasyonla yaşamış bir ülkede yıllık enflasyon yüzde 100 civarından yüzde 10’lara indirildi. Enflasyondaki iniş çok kısa bir sürede oldu. Toptan eşya fiyatları bazında, 2002 yılının başında enflasyon yüzde 90’ın üzerindeydi. 2004 yılının başında enflasyon yüzde 9 olmuştu.
İniş sürecinde yüzde 30’lar ya da yüzde 20’ler düzeylerinde hiçbir engelle karşılaşılmadı. Gecikme olmadı. Bir anlamda, otuz yıllık alışkanlıklarla rağmen enflasyon yüzde 10’lara gelene kadar inatçılık yapmadı. Bütün bu süreçte,IMF’den gelen paraların da yardımıyla, ekonomik büyümeden de feragat edilmedi.
TATSIZ TARAFLAR
Son iki yıldır enflasyonla mücadelede elde edilen başarı mücadelenin tamamlandığı anlamına gelmiyor. Yüzde 10 düzeyindeki bir enflasyon uluslararası standartlar açısından hálá yüksek bir enflasyondur. Uzun dönemli hedefimiz enflasyonun yüzde 2-3 civarına inip o düzeylerde istikrara kavuşması olmalıdır.
Rakamsal olarak uzun dönemdeki hedefe çok yaklaşmış gibiysek de, aslında enflasyonla mücadelenin en çetin yerinde olduğumuz unutulmamalıdır. Bu mücadelede alışık olmadığımız durumlarla karşı karşıya kalacağız. Artık, IMF’den eskisi gibi para gelmeyecek.
Gerektiğinde, Merkez Bankası faizleri artıracak. Ekonomik büyüme engellenecek. Pişmiş aşa su katılacak. Üretim ve ticaret sektörleri açısından her şey yolunda gibi görünürken, birileri işlerin o kadar da iyi gitmediğini söyleyecek. Ekonomideki bazı birimler ters köşeye yatacak.
Bugüne kadar çok da fazla görmediğimiz enflasyonla mücadelenin tatsız taraflarıyla karşılaşacağız. İşlerin iyi gittiğini düşündüğümüz dönemlerde işlerin tersine çevrildiğini görebileceğiz. Beklentilerimizi bu çeşit deneyimlerle şekillendireceğiz.
Zaten, bu gibi durumlarla karşılaşmayıp bir anlamda enflasyonla pasif bir mücadele verilmeye çalışılırsa, uzun dönemli hedefe ulaşmak da mümkün olamayacak.
Yaşanabilecek tatsızlıklar enflasyonla mücadelede ekonomik birimleri yıldırmamalıdır. Aksine, enflasyonla mücadele eden her ekonomik birime bu mücadeleyi sürdükleri sürece destek verilmelidir.
GEÇMİŞİN TELAFİSİ
Geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk iki ayına kadar olan enflasyondaki eğilim hafif olumsuza dönmüş gibi görünmektedir. Mevsimsel oynaklığı fazla olmayan imalat sanayi fiyat endeksi bu yılın şubat ayına kadar (beş aylık sürede) aylık bazda yüzde 1’in altında artarken, mart ayından bu yana yüzde 1’in üzerinde, hatta yüzde 2 civarında artma eğilimine girmiştir.
Kamu sektörünün fiyat ayarlamalarını zorunlu olarak yapması eğilimi değiştiren etkenlerdendir. Arada bir döviz kurlarını zıplatmamız bir başka olumsuz etken olmuştur.
İç talebin önlenemez yükselişiyle ekonomik büyümenin hızlanması da enflasyonu olumsuz etkilemektedir. Ücret ayarlamalarına geçmişi telafi etme güdüsüyle yaklaşılmaktadır. Asgari ücretler dahil olmak üzere, geçmişin telafisi kısa dönemde geçmişteki enflasyonun da yeniden devreye girmesi anlamına gelebilir.
Önümüzdeki dönemde, siyasi konular da dahil olmak üzere, enflasyon üzerindeki olumsuz etkenleri ortadan kaldıracak bir tavır içinde olmak zorundayız. İmalat sektörü fiyat artışlarını kısa dönemde kalıcı olarak yüzde 1’in altına çekmek bir zorunluluktur.
Enflasyonla mücadele, zorlukları açısından aslında şimdi daha yoğun olmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2004
<B>EKONOMİ </B>politikalarının temel amacı <B>toplumun refahını</B> artırmaktır. Gelir, refahın önemli bir göstergesidir. Dolayısıyla, <B>ekonomi politikaları gelirlerin artmasına çalışır</B>. Ama, gelirler artarken artan gelirlerin ilerideki dönemlerde de korunabilmesi önemlidir. Gelirlerin artması geniş anlamda ekonomik büyüme anlamına gelir. Ekonomik büyümenin uygulanan politikalar yoluyla herhangi bir dönemde azamiye çıkarılması değil, sürdürülebilir bir büyümenin azamiye çıkarılması çok daha önemlidir.
Aksi taktirde, yakın tarihimizde çok yakından gözlediğimiz gibi, ekonomik büyüme bir yıl çok yüksekken, bir diğer yıl yüksek oranda bir ekonomik küçülme söz konusu olabilir. Kısacası, belli bir oranın üzerindeki ekonomik büyümenin de riskleri vardır.
DAYANIKLILIK
Ekonomik büyümenin sürdürülebilir olması büyümeyi sağlayan kaynakların devamlılığına bağlıdır. Kaynağı sürekli olmayan bir ekonomik büyüme de sürekli olamaz.
Türkiye ekonomisinin son iki yıldır gösterdiği performans yüksek cari işlemler açığına dayanan bir büyüme performansıdır. Cari işlemler açığı, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının gelmediği ortamlarda ek dış borçlanma anlamına gelir. Artan dış borçlanma yoluyla sağlanan büyümenin doğal olarak sürekli olma niteliği tartışmalıdır.
Ekonomik büyüme yüksek olduğu için kriz çıkmaz. Aynı şekilde, dış borçlanmanın artmasıyla da kriz çıkarmaz. Aksine, borçlanılabildiği için cari işlemler açığının finansmanı kolaylaşır. Ekonomik büyüme için kaynak yaratılmış olur.
Sorun, artan borçlanma gereğinin borç verenlerin beklentileri üzerinde yarattığı olumsuz izlenimlerdir. Borcu artanın borç verici açısından riski artar. Belli bir noktada, borçlu, çok borçlanmasından dolayı değil, başka nedenlerle borç verenlerin sinirleri bozulduğu için borçlanamaz duruma düşer. Yani, dalgada teknenin devrilmesi olasılığı artar. Genelde, artan borçlanma yoluyla sağlanan büyümenin sürekli olamayabileceği gerçeği de bu nedenden kaynaklanır.
İçinde bulunduğumuz şartlarda, Türkiye ekonomisinin ‘kötü haberler’ karşısında çok fazla sallanmadan dayanma gücü giderek zayıflamaktadır. Kötü haberleri satın alma eğilimi artmaktadır. Daha büyük dalgalarda az miktarda sağa ve sola yatan teknenin, giderek daha küçük dalgalar karşısında çok daha büyük boyutlarda sağa ve sola yatma olasılığı artmaktadır.
FAİZLER
Ekonomik büyüme yalnızca dış kaynakları değil, iç kaynakları da zorlamaktadır. Bankacılık kesiminin kaynaklarının ciddi miktarlarda artmadığı bir dönemde banka kaynaklarına olan talep artmaktadır. Dolayısıyla, faizler düşmemektedir. Reel faizler yüksek kalmaktadır. Reel faizlerin yüksekliği iç borçların maliyetini olumsuz etkileyip iç borç dinamiğini bozmaktadır. Teknenin daha fazla sallanması yönünde bir başka neden yaratılmaktadır.
Ekonomik büyümeyi daha makul düzeylere çekebilmenin bir yolu Merkez Bankası’nın faizleri yükseltmesidir. Başka çıkar yol olmadığında, olumsuz sonuçlarına rağmen ‘kötünün iyisi’ olarak bu yol da gündeme gelebilecektir. En azından, şimdi faizlerin düşürülmesi için yeterli ortam yaratılamamaktadır.
Para politikası dışı araçlarla büyümenin daha makul düzeylere çekilmesi ileriye dönük riskleri asgaride tutabilmenin tek yolu gibi gözükmektedir.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2004
<B>İKTİSATÇILAR </B>açısından ‘<B>para</B>’ kavramı yalnızca cebimizdeki banknotlar ve madeni paraları kapsamaz. Para arzı, cebimizdeki banknotların ve madeni paraların yanında bankalarda tutulan <B>mevduat hesaplarını</B> da kapsar. Çünkü, bankalardaki mevduatlarımızı banknot olarak görmeden de harcayabilme gücüne sahibiz.
Para arzı makro ekonomik dengeleri etkileyen önemli büyüklüklerden biridir. Merkez bankaları fiyat istikrarını sağlamak ve korumak için para arzı ile diğer ekonomik büyüklükler arasındaki kısa ve orta dönemdeki etkileşimlere bakarak politika kararları verirler. Tahmine dayalı ilişkilere göre para arzını artırmaya ya da kısmaya karar verirler.
ÖLÇÜM
Uzun süre yüksek enflasyon ortamında yaşamış olmamızdan dolayı para arzı ile diğer ekonomik büyüklükler arasındaki ilişki Türkiye ekonomisinde güvenilecek boyutta istikrarlı bir eğilim göstermedi. Bu nedenle de, Türkiye’de ileriye dönük para arzını hedefleyen para politikaları yaklaşımı şimdiye dek benimsenemedi. Bundan sonra ne olacağı ise henüz belli değil.
Son dönemde para arzı ile diğer makro ekonomik büyüklükler arasındaki ilişkiler bir başka çerçeveye oturdu. Geleneksel olarak istikrarsız olan ilişkiler farklı bir boyuta taşındı. Geçmişle karşılaştırıldığında, daha farklı düzeydeki para arzı ile farklı makro ekonomik büyüklükler birbirleriyle tutarlı olmayan bir görüntü sergilemeye başladı. En basit haliyle, daha az para daha çok iş yapmaya başladı.
Böyle bir görüntünün nedeni daha düşük bir enflasyon altında makro ekonomik büyüklükler arasındaki ilişkilerin değişmiş olması olabilir. Bir başka olasılık ise, aslında para olarak işlev gören bazı büyüklükleri klasik para arzı tanımı içine almamamızdan kaynaklanabilir. Yani, piyasada para işlevi gören bir şeyler var, ama biz onları ölçemiyoruz ya da ne olduklarını bilmiyoruz. Burada, piyasada dolaşan çek ve senetleri ima etmek istemiyorum.
Finans piyasalarının derinleştiği, teknolojik gelişmelerin hızlandığı ortamlarda bu çeşit yanılgılara düşmek olağandır. 1970’li yıllarda Amerikan ekonomisinde de benzer bir olgu yaşanmıştı. Yeni mali piyasa araçlarının para arzı içinde hesaba katılmaması nedeniyle, ekonomide paranın kaybolması gibi bir görüntü oluşmuştu. Halbuki, para denen şey paranın işlevini gören her şeydir! Para kaybolmaz. Ama ölçüm biçimi değişebilir.
PRATİK ZORLUKLAR
Türkiye’de son on yıldır mali piyasalar hem büyüdü hem de derinleşti. Yeni mali piyasa araçları devreye girdi. Dolayısıyla, paranın kaybolması olgusuyla yaşıyor olmamız olasılığı da arttı.
Böyle dönemlerde, görünüşe göre para politikası çok sıkıymış gibi bir izlenim edinilirken, aslında para politikasının hiç de sıkı olmadığı gibi bir durum yaşanabilir. Dolayısıyla, ölçüldüğü şekildeki para arzıyla diğer makro ekonomik büyüklükler arasındaki ilişkiler yanıltıcı izlenimler verebilir.
Böyle ortamlarda para politikasını oluşturmak ve uygulamak elbette çok daha zor olmaktadır. Önümüzdeki dönemde, enflasyonu kalıcı olarak tek haneye indirmeye çalışan Türkiye için para politikası açısından farklı zorluklar vardır.
NOT: Aslında mevduat olup da raporlanmaması nedeniyle para arzının farklı ölçülmesi sonucunda da paranın kaybolması olgusu yaşanabilir. İmar Bankası olayı böyle bir olaydır. Ama, bu yazıda paranın kaybolması olgusunun arkasında İmar Bankası benzeri bir olay ima edilmemektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2004
<B>DIŞ ticaret </B>açığı büyüyor. İhracatımız artıyor, ama ithalatımız daha da hızlı artıyor. Dış ticaret açığına paralel olarak <B>cari işlemler açığı da büyüyor</B>. Dış ticaret açığı mal ithalatının mal ihracatından daha büyük olması demektir. Cari işlemler açığı ise mal ve hizmet ithalatının mal ve hizmet ihracatından daha büyük olduğu anlamına gelir.
SEÇENEKLER
Yurt dışıyla yapılan mal ve hizmet ticaretinde döviz kuru önemli bir parametredir. Döviz kuru yükselirse, dışarıdan ithal edilen mal ve hizmetler pahalılaşacağından, ithalat talebi azalacaktır. Buna karşılık, döviz kurlarının yükselmesiyle yurt içinde üretilen mallar döviz cinsinden ucuzlayacağından, mal ve hizmet ihracatı artacaktır. Dolayısıyla, döviz kurunun yükselmesi dış ticaret açığını da, cari işlemler açığını da düşürücü bir rol oynar.
Konuya bu şekilde yaklaşıldığında, cari işlemler açığı ile mücadele etmenin reçetesi kolaydır. Döviz kurları yükselirse, mal ve hizmet ihracatı artarken, ithalat düşecek ve cari işlemler açığı azalacaktır.
Konu elbette bu kadar basit değildir.
Bir ekonomide, cari işlemler açığı, kamu sektörünün tasarruf eksiği ile özel sektörün tasarruf fazlası toplamına eşittir. Son iki yıldır Türkiye’de cari işlemler açığının artmasının nedeni kamu sektörünün tasarruf açığının artması değildir. Aksine, kamu sektörü tasarruf açığını belli bir ölçüde azaltmıştır.
Sorun, özel sektörün tasarruf fazlasını hızla azaltmasıdır. Konuyu bu şekilde ortaya koyduğumuzda, cari işlemler açığı ile mücadelenin çok farklı ve çok etkin yolları da ortaya çıkmaktadır.
Özel sektörün tasarruf fazlasını düşürmesinin önüne geçmek istemiyorsak, kamu sektörünün tasarruf açığı çok daha hızlı azaltılarak cari işlemler açığı düşürülebilir. Bunun anlamı kamu sektörünün daha az harcama yapması, daha fazla gelir toplamasıdır. Bunun sonucunda, iç talep artışı frenlenecektir.
Bir başka yol özel sektörün tasarruf fazlasını eritmesinin önüne geçmektir. Bunun yollarından biri özel sektörü daha fazla vergilendirmektir. Diğer bir yol da faizlerin artırılmasıyla özel sektörü daha fazla tasarruf yapmaya teşvik etmektir.
HANGİ POLİTİKA?
Bütün bu alternatif politikaların ekonomide yapacağı son etki iç talep büyümesinin durdurulması ya da yavaşlatılmasıdır. Bu süreçte döviz kurları da etkilenebilecektir. Ama, döviz kurlarının hangi yönde etkileneceği uygulanacak politikaların ekonomik birimlerin beklentilerini nasıl şekillendireceğine bağlıdır.
Ekonomi politikaları oluştururken akılda tutulması gereken en önemli noktalardan biri finans piyasalarının çok çabuk dengeye gelmeleri, buna karşılık, mal ve hizmet piyasalarının belli bir zaman içinde dengeye gelebildikleridir. Finans ve mal-hizmet piyasalarının dengeye gelmelerindeki zaman farkı ekonomi politikalarının farklı şekilde çalışmalarına neden olur.
Farklılıkların en büyüğü de sermaye hareketlerinin serbest olduğu ekonomilerde döviz kurunun bir politika aracı olmadığıdır. Sorun çözülecekse, çözüm iç talep kontrolünden geçmektedir.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2004
BİR yanlış bir başka yanlışı doğurur. İki yanlış da bir doğru etmez. Bu ilke günlük yaşamda da doğrudur.Ekonomi politikalarının oluşturulmasında da doğrudur. Kurumsal düzenlemelerde de doğrudur.Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) içinde yer alan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nu (TMSF) ayrı bağımsız bir kurum yapmak yanlış oldu. Şimdi, bu yanlış başka yanlışlar doğuracak.ÇOK BAŞLILIKNormal şartlarda bir varlık şirketi olarak oluşturulması gereken TMSF, bugünkü yapısıyla, aynı zamanda bir sigorta şirketi olarak da görev yapmaktadır. TMSF bankalardaki tasarruf mevduatlarının şimdi tümünü, 5 temmuz’dan sonra da belli bir bölümünü sigorta edecektir.Doğal olarak, bir sigorta şirketi olarak, TMSF bankalara uygulayacağı sigorta primlerini kendi tespit etmek isteyecektir. Sigorta primlerinin tespiti için TMSF nasıl bir riski sigorta ettiğini bilmek isteyecektir. Dolayısıyla, TMSF de bankaları denetlemek isteyecektir. Bankalardan dönemsel bilgiler talep edecektir.Bu şekilde, bankacılık sektörü iki ayrı kurum tarafından denetlenme durumunda kalacaktır. Denetlemenin çok başlı hale gelmesi denetimin kalitesini doğal olarak düşürecektir. Bankalardan TMSF bir şeyler isterken, BDDK başka şeyler isteyecekir.BDDK bankaların kısa ve orta-uzun vadede sağlıklı çalışmalarını hedeflerken, TMSF sigortaladığı riski doğru fiyatlandırıp fiyatlandırmadığı kaygısıyla hareket edecektir.BDDK, TMSF’de biriken fonların belli dönemlerde bazı bankalara destek vermek üzere kullanılmasını arzularken, TMSF kendi yetkisindeki bir fonun kullanılmasına muhalefet edebilecektir. Bütün bu olası çatışmalarda iki kurum da kendi açılarından haklı olacaklardır. Ama, iki kurumun da kağıt üzerinde haklı olması oluşturulan kurumsal düzenlemenin doğru olduğu anlamına gelmeyecektir.TMSF’nin sigortacılık işlevinin ayrılmasıyla BDDK zayıflatılmıştır. Zayıf bir denetim otoritesinin zaten sorunlu olan bankacılık sektörünü yeniden yapılandırması çok zordur. Çok başlılığın neden olduğu denetim zafiyetleri BDDK’nın sektördeki saygınlığını olumsuz etkileyecektir. Saygınlığı olmayan bir denetim otoritesinin sektörde etkili olması beklenmemelidir. KEDİ-FAREBir çok açıdan, ‘Bankacılık sektörünün denetimi keşke eskiden olduğu gibi Hazine’de olsaydı’ dedirtecek bir süreç başlamış gibi görünmektedir. Bu süreç son derece tehlikelidir. Türkiye ekonomisini çok ciddi risklerin içine sürükleme riski vardır.Geçmişten gelen sorunların ağırlığı ile Türkiye’de bankacılık sektörü evrensel düzeydeki bankacılık kurallarına uyum göstermekte zorlanmaktadır. Uyum zaman alacaktır. Geçiş dönemi birçok ilkenin kararlılıkla ve ödün vermeden uygulamaya konmasıyla geçirilecektir. Bu dönem içinde denetim otoritesinin zayıflığı ve zafiyetleri uyumu zorlaştırabileceği gibi, olanaksız da kılabilir.Batıda ‘kedi gidince fareler oynamaya başlar’ diye bir özdeyiş vardır. Bu özdeyişin en iyi tanımladığı olaylardan biri denetim otoritesiyle bankalar arasındaki ilişkidir. BDDK’nın çeşitli yollarla zayıflatılması, arzulanmasa da, zaten oynamaya eğilimli farelerin yanından kediyi almaya benzer.Bir seyahatim nedeniyle yazılarıma iki hafta kadar ara veriyorum.
button
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2004
<B>SON </B>günlerde kamuoyunda tartışılan konulardan biri <B>emekli maaşı üzerinden vergi</B> <B>alınması</B> oldu. Doğal olarak da, bu yaklaşım beklenen tepkiyi aldı. Zaten üç kuruş maaş alan emeklilerin vergi yoluyla ellerine geçecek parayı düşürmeye kalkışmak hiçbir adalet kavramıyla açıklanamaz. Tepkilerin buraya kadar olan kısmı haklı.
BOYUT FARKLI
Sosyal güvenlik sisteminin açıkları gerçekten emekli olup da, sosyal güvenlik kuruluşlarından üç kuruş emekli maaşı alanların maliyetlerinden kaynaklanmıyor. Sistemin sorunu kırk yaşında emekli olup hala çalışan, ama emekli maaşı da alanlardan kaynaklanıyor. Kısacası, sisteme prim ödeyen az, sistemden faydalanan çok.
Çalışan emekliler hem daha fazla sosyal güvenlik primi ödeyebilecek kişilerin işlerini işgal ederek sosyal güvenlik kuruluşlarının gelirlerinin düşmesine neden oluyorlar, hem de çalıştıkları halde maaş alarak sistemin giderlerinin yükselmesine neden oluyorlar. Kayıt içinde istihdam edilmenin maliyeti dayanılmaz hale geldiğinden, sosyal güvenlik sistemi dışında çalışanların sistemin gelirlerinin düşmesine katkısı da işin bir başka yönüdür.
Sosyal güvenlik sistemini içine düştüğü bataktan kurtaracak tek formül bu kuruluşlardan maaş alarak faydalananların sayısını düşürmek ve bu kuruluşlara prim verenlerin sayısını artırmaktır. Maaş alanların sayısını düşürmenin tek yolu çalışanlara, çalıştıkları sürece emekli maaşı verilmemesidir.
Emeklilik kavramı çalışıp çalışmama durumu ile bağlantılı hale getirilmelidir. Emekli maaşından vergi almak insanları sinirlendirmekten öteye gitmeyecektir. Bu arada kurunun yanında yaşın da yanmasına neden olabilecektir. Sorun, yeni vergilerle ya da olan vergilerin artırılmasıyla çözülebilecek boyutu aşmıştır.
KAZANILMIŞ HAK
Doğal olarak, sosyal güvenlik sisteminden yararlananlar aldıkları her şeyi kazanılmış hak olarak görmektedirler. Kazanılmış haklardan ödün vermek kimsenin işine gelmemektedir. Nasıl olursa olsun, devletin bir şekilde kazanılmış hakları ödemeye devam etmesi beklenmektedir. Bu haliyle, bir bölüşüm sorunu ortaya çıkmaktadır.
Sosyal güvenlik sisteminin önlenemeyen açıklarını kim ödeyecektir? ‘Devlet ödesin’ gibi anlamı çok açık olmayan bir yaklaşımla bir yere varamayız. Çünkü, devlet dediğimiz de bizleriz. Çalışanlar ödesin yaklaşımının sonuna gelinmiştir. Sosyal güvenlik sistemine öden primlerin yüksekliği kayıt dışı istihdamı teşvik eder hale gelmiştir.
O halde, elimizde iki seçenek kalmıştır. Sosyal güvenlik sisteminin geçmişten gelen maliyetini ya bu sistemden yararlananlar ödeyecektir (kazanılmış haklardan feragat etmek) ya da kazanılmış haklara dokunmadan maliyeti karşılamak üzere bir yerlerden borç bulacağız. Doğru sistemi kurabilirsek, Dünya Bankası gibi kuruluşları yanımıza alabiliriz.
Yeni bir sistem altında, eskinin maliyetlerini karşılamaya yönelik olarak borç bulabilmek için maliyeti yüksek yeni kazanılmış haklar yaratmayacağız. Sisteme yeni girenlerin hakları eskilere göre çok daha dar kapsamlı olacaktır. Her durumda, birileri kendilerine haksızlık yapıldığını savunacaklardır.
Bir gün birilerine mutlaka çeşitli haksızlıklar yapılacaktır. Gecikildikçe, haksızlıkların boyutları da artacaktır.
Yazının Devamını Oku