23 Haziran 2004
<B>Yılın </B>ilk dört ayında, geçen yılın aynı dönemine göre, ithalat yüzde 46 artarken ihracat yüzde 30 arttı. Sonuç olarak, dış ticaret açığı on iki aylık bazda 26.6 milyar dolar oldu. Yıllık olarak dış ticaret açığının milli gelire oranı yüzde 10’u geçti.
Son dönemde, on iki aylık bazda dış ticaret açığı ayda 1 ile 1.5 milyar dolar arası artıyor. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir gelişmedir.
Dış ticaret açığındaki önlenemeyen yükselişi durdurabilmek için döviz kurlarında olası bir artışa güvenmek yanlıştır. Döviz kurları o özlenen düzeltmeyi yaptığında, iş işten geçmiş olup ekonomi bir başka krize doğru yol almakta olacaktır.
Şimdiye kadar dış ticaret ve cari işlemler açıkları bir şekilde finanse edildi. Bundan böyle, bu verilerin ‘haber’ değerleri daha yüksek olacaktır. Artan dış ticaret açıkları ilerideki dönemlerdeki dış ticaret açıklarını finanse etmeyi zorlaştırabilecektir. Konunun da önemi buradan gelmektedir.
İÇ TALEP
Çözüm iç talep artışını daha makul düzeylere çekmekten geçmektedir. Dış ticaret verilerinin ayrıntıları da aynı noktaya işaret etmektedir.
Herkesin bildiği gibi, dış ticaret açığındaki artış ihracatta yaşanan bir sorundan değil, ithalatın önlenemeyen artışından kaynaklanmaktadır. 2003 yılında yatırım malları, ara mallar ve tüketim malları ithalatı yaklaşık aynı düzeyde artıyorlardı. Bu eğilim bu yılın ilk dört ayında biraz değişmiş görünüyor.
Yatırım malları ithalatı 2004 yılında ara mallar ithalatına göre hızlandı. Bu gelişme kapasite kullanımının sınırına gelinip ekonomide bir yatırım artışının gerçekleştiğine işaret ediyor. Buna karşılık ara mallar ithalatı geçen yılın aynı düzeylerinde, yüzde 30-35 civarında artmaya devam ediyor.
Tüketim malları ithalatındaki artışta da bir hızlanma var. Her ne kadar Türkiye’nin tüketim malları ithalatı mutlak olarak düşük olsa da (toplam ithalatın yüzde 12-15’i civarında), tüketim malları ithalatındaki gözlenen eğilim iç talep artışında bir yavaşlama olduğu izlenimi vermiyor. Aksine, ekonomik faaliyet artarak devam ediyor.
İhracattaki artış da devam ediyor. Mutlak olarak küçük de olsa, yatırım malları ihracatındaki artışta bir hızlanma gözleniyor. Tarım malları ihracatındaki artış düşerken, ihracatımızın yüzde 85’i civarındaki imalat sanayii mallarındaki ihracat artışı yüzde 30 düzeylerinde devam ediyor.
İNCE BİR BUZ
İşbaşındaki hükümet ve bürokrasi dış ticaret verilerindeki gelişmeleri ‘kaygılanacak bir şey yok’ diye yorumlayabilirler. Oturdukları koltuklar itibarıyla bu tepki çok yadırganmamalı. Ama, dış ticaret verilerinde gözlenen eğilimler kaygı verici boyutu da aşmak üzeredir. Çünkü, bir kargaşalık yaratmadan, ‘yumuşak iniş’ yaparak iç talebin kontrolü ve dış ticaret açığının azaltılması zaman alan bir süreçtir. Frene bugün basılsa, araba dört ile altı ay içinde yavaşlamaya başlayacaktır.
Kamu sektörünün borç yükünün milli gelire göre yüzde 85, toplam dış borçların yüzde 60 olduğu ve doğrudan yabancı sermayenin gelmediği bir ülkede milli gelirin yüzde 10’undan fazla dış ticaret açığı vermeye gayret etmek ince bir buzun üzerinde yürümeye benzemektedir. En ufak bir sarsıntının yıkım gücü fazla olacaktır.
Ekonomik büyümeyi azamiye çıkarmak uğruna gereksiz bir risk alınmaktadır. Risk gerçekleştiğinde, yeniden ekonomik küçülmeyi kabullenmemiz söz konusu olacaktır. Kısa dönemli mutluluklar için böyle riskler alınmaya değmez. Ekonomide gereksiz oynaklıklara neden olmak istikrarın en büyük düşmanıdır.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2004
<B>ULUSLARARASI </B>yatırımcılar açısından <B>Türkiye finans piyasaları</B> yatırım yapılabilecek seçeneklerden biridir. Diğer tüm seçenekler içinde değerlendirilip değerlendirme sonucunda yatırım yapılıp yapılmayacağı, yapılacaksa, ne kadar yatırım yapılabileceği kararlaştırılır.
Yurt dışı yatırımcıların bakış açılarını daha iyi anlayabilmek için Türkiye’ye alternatif olan diğer yatırım yapılabilecek ülkelerin verileriyle Türkiye ekonomisinin verilerini karşılaştırmakta büyük yararlar vardır.
LATİN AMERİKA
Latin Amerika’da yabancı yatırımcıların en çok ilgilendikleri ülkeler Arjantin (batırdıkları paralarını kurtarmak için), Brezilya ve Meksika’dır. Bu ülkelerin içinde ekonomik olarak en iyi durumda olan da Meksika’dır.
Meksika’da enflasyon tek hanelidir. Rahatlıkla karşılanabilecek bir cari işlemler açığı vardır. Uluslararası yatırımcıların görüşlerini şekillendiren dış borçları ve kamu borçları göreli olarak düşüktür.
Arjantin şu sıralarda uluslararası yatırımcıların listesinden çıkmış görünmektedir. Dış borçları ve kamu borçlarının göreli büyüklükleri de bunun nedenlerini açıkça göstermektedir.
Brezilya, başkanlık seçimi öncesi yaşadığı ekonomik kargaşadan sonra toparlanma eğilimine girmiştir. Ama, dış borçları da, kamu borçları da yüksektir. Enflasyon tek haneli rakamlara doğru bir eğilim içindedir.
AVRUPA
Petrol fiyatlarının fırlamasıyla Avrupa’daki gelişmekte olan piyasaların yıldızı şimdilik Rusya’dır. Borçluluğu göreli olarak düşüktür. Cari işlemler fazlası zararlı olabilecek noktalara gelmiştir. Enflasyonu tek haneli rakamlara indirmekte zorlanmaktadır.
Polonya rakamlar bazında Avrupa’daki gelişmekte olan piyasalar içinde en iyi durumda olan ülkelerden biridir. Yapısal reformları tamamlamakta güçlük çekmektedirler. Ama, kağıt üzerinde Rusya ve Polonya uluslararası yatırımcıları çekecek bir resim sergilemektedirler.
Macaristan ve Türkiye farklı açılardan uluslararası yatırımcıları tedirgin etmektedir. Macaristan’ın cari işlemler açığı göreli olarak çok yüksektir. Bu açığın belli bir bölümü doğrudan yabancı yatırımlarla karşılansa da, yapısal bir sorun durumundadır. Türkiye’de ise kamu borçları göreli olarak yüksektir.
Tablodaki ülkeler arasında, kamu sektörü borç stoku göreli olarak yüksek olan üç ülke Arjantin, Brezilya ve Türkiye’dir. Son zamanlarda herkesin dikkatini çeken büyüklükte budur. O nedenle, yeni IMF Başkanı bu üç ülkeyi yakın izlemeye aldığını ifade etmiştir.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2004
EKONOMİK durum konusunda övücü tepkiler alındığında, ilk aklımıza gelen faiz dışı fazla hedefini küçültüp küçültemeyeceğimiz oluyor. IMF’nin birinci başkan yardımcısı Anne Krueger geldiğinde de, Avrupa bölgesi direktörü Michael Deppler’in son ziyareti sırasında da bu konu gündeme geldi.
Ekonomi ile yakından ilgilenenler Türkiye’de kamu sektörünün üretmeden tükettiğini, özel sektörün ise üretip de tüketemediğini çok iyi bilirler. Özel sektör, kamu sektörünün finansman açıklarını kapatmakla uğraşmaktadır. Karşılığında da, yüklü bir reel faiz talep etmektedir.
Özel sektörün kamu sektörünü taşıyamadığı durumlarda da kriz çıkmaktadır. 2001 yılında yaşanan kriz böyle bir krizdi. Hepimiz altında kaldık. IMF’den gelen 30 milyar dolar sayesinde ekonomi şimdi yeniden yüzebilme durumuna gelmiştir.
Hal böyleyken, her fırsatta kamu sektörü için hedeflenen faiz dışı fazlayı düşürmeye niyetlendiğimizin kamuoyuna açıklanması Türkiye ekonomisinin geleceği hakkındaki belirsizlikleri artırmaktadır. Gerek yerli gerekse yabancı ekonomik birimlerin kafasında ‘acaba yine saçmalarlar mı?’ sorusunu oluşturmaktadır. Olumlu beklentiler olumsuz havanın tohumları haline dönüşmektedirler.
Faiz dışı fazlanın göreli olarak yüksek hedeflenmesi elbette devletin elini, kolunu bir ölçüde bağlamaktadır. Eli biraz daha rahatlasa, devletin vatandaşlara daha fazla refah sunabileceği düşünülmektedir. Belki, bu görüş bir ölçüde doğrudur. Ama, izlememiz gereken ekonomi politikalarının sırası yanlıştır.
Faiz dışı fazladan ödün vererek ekonomik rahatlama yerine, faiz dışı fazladan ödün vermeyip kamu sektörünün borçluluğunu azaltarak rahatlama sağlamak zorundayız. Aksi taktirde, geçmişte yaşadığımız gibi, sağlanan rahatlama geçici olacaktır. Ekonomiyi yine başka maceralara sürükleyecektir.
Bizim gibi, ‘yükselen piyasalar’ denen ekonomilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de kamu sektörünün borçluluğu göreli olarak çok yüksektir. Üstelik, milli gelirimize göre yüksek olan kamu borçları milli gelirimize göre çok küçük olan bir finans piyasasında döndürülmeye çalışılmaktadır. Bu durum kamu sektörünün borç yükünü daha da vahim bir hale sokmaktadır.
Dolayısıyla, Türkiye’nin kamu sektörünün borçluluğunu hızla azaltmaktan başka bir seçeneği yoktur. Bu nedenle de, kamu sektöründe faiz dışı fazla hedefinden ödün vermemek ekonomik istikrar stratejisinin ‘olmazsa, olmaz’ parçasıdır.
Uluslararası bir karşılaştırmaya hafta içindeki bir yazımda yer vereceğim.
Avrupa kriterlerine uyum
TASLAK halindeki yeni Bankalar Kanunu’nun getirdiği yeniliklerden biri olarak Avrupa Birliği’ne bizim bankacılık mevzuatının uyumu gösteriliyor. Tasarının üç-beş maddesinde bu yolda atılmış adımlar var.
Ama, tasarının tümüne bakıldığında, daha önce de yazdığım gibi, iki konu önem taşıyor: Ahlaksız diye düşünülen bir sektörün ahlaklı hareket etmesi sağlanmaya çalışılıyor; hukuk sistemimizden hoşnut olmadığımızdan, IMF’nin arzusu doğrultusunda, bankacılıkta atılabilecek tüm adımlar kanuna konuyor. Gözleri her gün sektörün üzerinde olması gereken kamu otoritesine gerekli esneklik bırakılmıyor.
Madem ki, Avrupa Birliği mevzuatına uyumu hedefliyoruz. O halde, Avrupa Topluluğu içindeki beğendiğimiz bir bankacılık yasasını tercüme edip yasalaştıralım. Daha sonra da, bizim bankacılık sektörünü zorlayabilecek bazı hükümlerin uygulamaya geçmesi konusunda bir takvim belirleyelim.
Bu şekilde, hem evrensel bir bankacılık yasasına kavuşmuş oluruz, hem de Avrupa Topluluğu’na uyum adı altında garip bir bankalar kanununa sahip olup birkaç yıl içinde yenisini hazırlamaz zorunda kalmayız.
Varlık Şirketi sigortacı olamaz
TASARRUF Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) asıl olarak bankalardaki tasarruf mevduatlarını belli bir sınıra kadar sigortalayan bir oluşumdur. Yaşanan bankacılık kriziyle, TMSF el konan bankalar nedeniyle yüklü bir menkul ve gayrimenkul portföyüne sahip olmuştur. İşlevi karışmıştır.
Bir noktadan sonra TMSF devletin tahsilat dairesi gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Nedeni ne olursa olsun, yanlış bir kararla TMSF, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) dışına çıkarılmıştır.
TMSF’nin bankalardaki tasarruf mevduatlarını sigortalayan işlevi BDDK bünyesinde kalmalıdır. Çünkü, bankaları her gün gözleyen, denetleyen ve düzenleyen kuruluş BDDK’dır. Herhangi bir nedenle, her hangi bir bankaya geçici süre için mevduat sigortası primlerinde biriken fonun kullanılması gerektiğinde, bu kararı verecek kuruluş yine BDDK’dır.
BDDK’nın sorumluluklarıyla TMSF’nin sigortacılık işlevi bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Sigorta fonunda biriken tutarın amaçları doğrultusunda kullanıp kullanılmadığının tespiti açısında TMSF şeffaf bir kurum olmak zorundadır. Bankalardan bir ya da birkaç temsilcinin TMSF’nin Yönetim Kurulu’nda yer alması dahi düşünülebilir.
Büyük bir mal varlığına sahip TMSF’nin varlık yönetme ve sahip oldukları varlıkları elden çıkarma işlevi ise bambaşka bir konudur. Bu konu çok daha farklı bir uzmanlık ister. TMSF’nin varlık işletme işlevi bir varlık şirketine dönüştürülmelidir.
Bu şekilde oluşmuş bir varlık şirketinin hisse senetleri yurt içi ve yurt dışı yatırımcılara pazarlanabilir. Devletin bir bankacılık krizi nedeniyle eline geçmiş bir takım varlıklar çok daha şeffaf bir ortamda elden çıkarılabilir. Şeffaf bir biçimde tahsilatlar yapılmaya çalışılır.
Aksi taktirde, TMSF’nin bugünkü yapısı altında, varlıkların yönetimi ve elden çıkarılması çok uzun sürecek ve akıl almaz dedikodulara neden olabilecek bir süreç olacaktır. TMSF’nin şimdiki yöneticileri de, büyük bir olasılıkla, haksız nedenlerle, çeşitli suçlamalara hedef olabileceklerdir.
Dış ticaret açığı hız kesmiyor
NİSAN ayı verilerine göre, dış ticaret açığı hızlanarak artıyor. On iki aylık bazda dış ticaret açığı 26.6 milyar dolar oldu. Tarihsel rekoru kırmaya 850 milyon dolar kaldı. Mayıs ayı itibariyle tarihsel rekoru kırmış olacağız.
Geçmişteki açık sorun değildir, çünkü bir şekilde finanse edilmiştir. Ama, aynı eğilimler devam ettiği taktirde, gelecekteki açıkların finansmanı kaygı doğurmaktadır. Konuyu önemsemeyerek gelişmeleri kendi haline bıraktığımızda, eldeki verilerle 2005 yılının dış finansman programını yapmak çok zorlaşacaktır. Konuyu ciddiye almanın zamanı çoktan gelmiş gibi görünüyor.
Dış ticaret verilerinin daha ayrıntılı bir analizi hafta içinde yapacağım.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2004
<B>REKABETE</B> muhalefet nasıl anlaşılacaktır? <br><br>Bir piyasada az sayıda ya da tek bir firmanın olması rekabete aykırı bir durum mudur? Geçen haftalarda söz edildiği gibi, dış ticaret serbest olduğu sürece, piyasadaki üretici ya da satıcı sayısının azlığı rekabeti azaltan bir etken olmayabilir. Yurt dışındaki üretici ve satıcılarla rekabet etmek zorunda kaldığından, yurt içindeki az sayıdaki ya da tek bir firma da rekabetçi olmak zorundadır. En büyük rekabet uluslararası rekabettir.
PİYASANIN KAYMAĞI
Aynı malın farklı firmalarca aynı fiyattan satılması rekabetin engellendiği anlamına mı gelir? İki rakip firma anlaşıp mallarını aynı fiyattan satıp rekabeti mutlaka önleme gayreti içinde midirler? Bu soruların hiçbirinin yanıtı kesinlikle ‘evet’ değildir.
Yeni bir teknoloji üretip tek başına ürettiği mala istediği fiyatı biçen bir firma rekabete aykırı hareket ediyor diye suçlanabilir mi? Yine daha önce söz edildiği gibi, fikri mülkiyet haklarının korunması çerçevesinde, bu firmaya zaten belli bir süre tekel olma hakkı tanınmıştır. Yenilikleri ve ilerlemeyi teşvik adına rekabetten uzaklaşılmasına bir süre izin verilmiştir.
Teknolojik üstünlüğü korunan bir firma çoğu kez malını en yüksek fiyattan piyasaya çıkarır. Toplumun belli bir kesimine (yüksek fiyattaki potansiyel müşteri) ürününü sattıktan sonra aynı fikrin bir başka çeşidini piyasaya sürer. Bir önceki mal ucuzlar, yeni mal eskisinin fiyatına, hatta daha pahalı olarak piyasaya girer.
Her yeni mal önce pahalı malı alabilecek gruba hitap eder. Üretici bu yolla piyasanın kaymağını yemek istemektedir. Daha sonra daha geniş kitlelere ulaşabilmek için malın fiyatı tedricen düşer. Aynı malı pahalı alanlar ucuz alanlara göre malı daha fazla kullanmışlardır. Bekleselerdi, malı daha ucuza alabileceklerdi.
Bilgisayar, televizyon, telefon piyasaları bu çeşit piyasalardır. Kısa dönemde bu çeşit ürünleri üretenler pahalıyı alabilecek dar kesimlere hitap ettikten sonra, fiyat düşüşleri yoluyla potansiyel müşteri kitlesini artırırlar (piyasanın kaymağını yemek). Uzun dönemde ise, teknolojik gelişmeyle maliyetler de düştüğü için fiyatlar ucuzlar.
Örneğin, ilk hesap makineleri piyasaya çıktığında, toplama-çıkarma yapan makineler 100 dolara kadar satılıyordu. Onlar 25-50 dolara düşüp logaritma ve istatistiksel hesaplar yapan makineler 100 dolara satılmaya başlandı. Piyasanın kaymağını yediler. Teknoloji sayesinde bu çeşit makineleri üretmek o denli ucuza üretilmeye başlandı ki, toplama-çıkarma yapan makineleri artık kredi kartı boyutunda hediye veriyorlar.
ZAMAN GEREKİR
Otuz yıl önce üniversitelerimizde yüz binlerce dolara alınmış kart okutarak çalışan bilgisayarların bellekleri bugün bin dolara alınan diz üstü bilgisayarlardan daha güçsüzdü. Teknoloji ilerledi. Fiyat düştü. Piyasanın kaymağı bitti, yine fiyat düştü.
Bu gözlemlerimizin hiçbiri bu piyasalarda izin verilenin dışında rekabet dışı hareketlerin ötesinde bir şeyler yapıldığı izlenimini vermiyor. O günlerde, o hesap makinelerini üretenlere piyasanın kaymağının yenmesine izin verilmeseydi, bugün bizler gelişmiş bilgisayarları dizimizin üzerinde koyup dünyanın dört bir tarafı ile istediğimiz gibi bilgi alış-verişi yapamayacaktık, konuşamayacaktık.
O halde, rekabet denen kavramın bir de zaman boyutu vardır. Bazen rekabetin oluşması zaman ister. Acele davranıldığında, hiçbir zaman rekabet şartları oluşturulamayabilir.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2004
<B>KENDİ </B>kredi değerliliği ile borçlanabildikleri sürece belediyelerin serbestçe borçlanması öngörülüyor. Bugünkü yapı içinde, <B>belediyelerin piyasadan serbestçe borçlanabilmeleri yanlıştır</B>. Borçlanabilme ve iflas bir madalyonun iki yüzü gibidir. İflasına izin verilmeyen birimler borçlanmamalıdır. Kendi başlarına borçlanmasına izin verilen birimlerin iflas etmeleri de doğal olmalıdır. İflasa izin verilmediği yerde enflasyon olur. Belediyelerin iflas etmelerine izin verilecek midir?
DENGE VE DENETİM
Geleneksel olarak, kamu sektörü Türkiye’de iflas etmez, etmesine izin verilmez. Devletin dokunulmazlığı vardır. Yasalar ya da düzenlemeler değiştirilir, iktisadi olarak iflas etmiş kamu kurumları yaşamaya devam ederler. Çünkü, kamu görevi her şeyin üzerindedir.
Belediyeler de bu şekilde hareket edeceklerdir. Belediyeye borç verenler de böyle düşüneceklerdir. İktisadi olarak iflas etmiş duruma gelen belediyeler Hazine tarafından kurtarılacaktır. Hazine’nin borçlanma sırasında hiçbir açık garantisi olmadığı halde, belediyelerin borçları Hazine borçlarıyla eşit tutulacaktır.
Sonuçta, fatura Hazine’ye çıkacaktır. Bugün, bütçe açıkları nedeniyle şikayet ettiğimiz kamu borçlarından yarın belediye borçları nedeniyle şikayet etmeye başlayacağız.
Belediyelere bağımsızca vergi koyma ve vergileri artırma yetkisi verilmesi halinde dahi durum değişmeyecektir. Çünkü, bizim kültürümüzde, bugünün borçlanması yarının vergisidir kuralı diye bir şey yoktur. Olsaydı, devlet borçları bu hale gelmezdi.
Sorumlu borçlanma ‘denge ve denetim’ ister. Yani, bugün çok borçlandığı için yarın ödediği verginin artacağından korkan halk çok borçlanan idareyi iktidara getirmez. Bizde, daha fazla borçlanabileceği düşünülen idareler iktidara getirilir. Çünkü, kimsenin vergi ödemek gibi bir niyeti yoktur.
Kısacası, bizim sistemimizde ‘denge ve denetim’ yoktur. Olması olasılığı da zayıftır. Özel sektörde ‘denge ve denetim’ görevini iflas müessesi görür. Zaman içinde onu da yozlaştırmayı başarmışızdır. İktisadi olarak iflas etmiş şirketleri dahi yaşatmanın yollarını bulmuşuzdur.
SAATLİ BOMBA
1980’li yılların mali sektör reformları içinde en kötü reform devlet iç borçlanma senetlerinin ihale yoluyla satılıp devletin mali piyasalardan faizini verdiği sürece rahatça borçlanabilmesini sağlamak olmuştur. Devlet bu aracı çok kötü kullanmıştır. Borçlanabildiği sürece sorun yokmuş gibi hareket etmiştir. Sonuçta, bugün karşımızdaki manzara oluşmuştur.
Belediyelerin borçlanması da böyle olacaktır. Yardım edilmediği takdirde, belediyeler çöp toplayamaz, kanalizasyonları işletemez, parklarına bakamaz ve çalıştırdıklarına ücret ödeyemez duruma düşeceklerdir. Zavallı halk (!) mağdur edilmesin diye Hazine devreye girecek ve iflas etmiş belediyeler kurtarılacaklardır. Belediye borçları Hazine borcuna dönüşecektir.
Bu yapıda belediyelerin serbestçe borçlanmalarına olanak vermek daha ulaşamadığımız ekonomik istikrarın temeline konmuş en büyük dinamitlerden biri olacaktır. Belediyelerin serbestçe piyasadan borçlanabilmeleri projesi ekonomik istikrarın altına konmuş saatli bir bombadır.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2004
<B>BİR </B>gazetenin haberine göre, <B>IMF</B> Türkiye’deki <B>kayıt dışı ekonominin boyutu</B> konusunda bir araştırma yapmış. Gizli olan rapor basına sızmış. Rapora göre, Türkiye’deki kayıt dışı ekonominin büyüklüğü milli gelirimizin üçte biri ile yarısı arasındaymış.
Yine aynı gazetenin haberine göre, yaklaşık 100 milyar dolar olan kayıt dışı paranın nerede olduğu bilinmiyormuş. Bu paralarla neler yapıldığı da meçhulmüş.
YİNE BU EKONOMİDE
Kayıt dışı ekonomi, vergisi verilmesi gerektiği halde vergisi bir şekilde verilmemiş gelirlerin toplamı olarak tanımlanabilir. Bu çeşit gelirler ekonomide buharlaşmazlar. Vergisini verelim ya da vermeyelim, kazandığımızı yine bu ekonomide harcıyoruz.
Dolayısıyla, kayıt dışı ekonominin milli gelirimizin yarısı olması, kayıt dışı ekonomi kayıt içine alındığında, milli gelirimizin yüzde 50 artacağı anlamına gelmez. Bir anlamda, kayıt dışı gelirler de kayıtlıdır. Kayıt dışı gelirler de kayıt içindeki alışverişlerde harcanabilirler. Bu çeşit gelirler yalnızca vergi dairelerinde kayıtlı değillerdir. Tek fark budur.
Kayıt dışı para kazananlar da bu paraları yurtiçinde harcamaktadırlar. Örneğin:
Kayıt dışı gelirler devletin özelleştirmelerinde ve banka alımlarında kullanılmış olabilir. Kullanılmıştır demiyorum. Bu bir olasılıktır.
Kayıt dışı gelirlerin bir kısmı yalı alımında, bir kısmı lüks otomobil ya da jip alımlarında, bir kısmı da yat ya da yalı alımlarında kullanılmış olabilir.
Yanlış anlaşılmasın. Bütün bu çeşit alım yapanları kayıt dışı gelirleri vardı diye suçlamıyorum. Bütün söylemek istediğim, gelirler kayıt dışı dahi olsa, bir şekilde yine bu ekonomide harcanmakta olduğudur.
Kayıt dışı paralarla görkemli turizm tesisleri yapılmış olabilir ya da modern fabrikalar da açılmış olabilir. Kayıt dışı gelirler bu ekonomide dolaylı ya da doğrudan istihdam da yaratmışlardır. Belki de, bu gelirler sayesinde lüks eğlence yerleri ayakta duruyorlardır.
Kayıt dışı gelirlerin bir kısmı yabancı ülkelerde mevduat haline dönmüş olabilirler. Bu paralar kaçırılmıştır demiyorum, çünkü mevzuatımıza göre, paralarınızı istediğiniz ülkede mevduat yapabilirsiniz. Bu paralar yurt dışında kalsaydı, kayıt dışı gelirlerin Türkiye ekonomisine bir faydası olmadığını iddia edebilecektik.
Ama, bu paralar karşılığında aynı bankalardan kredi kullanarak yurt dışı mevduatlardaki paralar yine Türkiye ekonomisine dönmüştür. Aksi takdirde, özel sektörümüzün yurtdışına kredi borcu Türkiye’deki bankalara olan kredi borçlarından daha fazla olamazdı.
HAKSIZLIK
Kısacası, kayıt dışı gelirler yine bu ekonominin bir parçasıdır. Bu ekonomiye katkı yapmaktadır. Bu çeşit gelirlerden vergi alınamadığından, devlet harcamalarının finansmanı için kayıt içindeki gelirlerden daha yüksek oranda vergi toplamaktadır.
Kayıt dışı gelirler deyince, kayıt dışı gelirlerin yalnızca zenginlere özel bir gelir türü sanmayalım. Esnaf, zanaatkar, serbest meslek sahibi de dahil olmak üzere herkes kayıt dışı gelir elde edebilmektedir. Tamamen kayıt içinde olsak dahi, alışverişlerimizde katma değer vergisi ödemeyerek ucuzluk sağlamak üzere kayıt dışı gelir yaratılmasına katkıda bulunmaktayız. Hepimiz kayıt dışı gelirlerin yaratılmasına aracılık etmekteyiz.
Kayıt içinde gelir elde edenler açısından kayıt dışı gelir elde edebilme olanağı bir haksızlıktır. Ama, bireyler bazında, bu haksızlığa hepimiz neden olabilmekteyiz.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2004
<B>TÜRKİYE</B> ekonomisinin en büyük sorunu nedir diye sorulduğunda, büyük bir çoğunluk <B>‘üretmeden tüketmektir’</B> diyecektir. Bu çok büyük bir yanılgıdır. Üretmeden tüketmek deyimiyle ürettiğimizden daha fazla tükettiğimiz anlamını çıkarırsak, konuya üç açıdan bakabiliriz: Dış ticaret açığı vermekteyiz, yani ithalatımız ihracatımızdan fazladır; yurt içinde tüketmek için dış borçlanma yapıyoruz; bireyler bazında gelirlerimizin üzerinde harcama yapıyoruz.
YANLIŞ YARGI
İthalatımız ihracatımızdan fazladır. Ama ithalatımızın yaklaşık yüzde 15’i yatırım malları ithalatıdır. İthalatımızın yüzde 70-75’i içerde üretim yapmak için ithal ettiğimiz ara mallardır. İthalatımızın yalnızca yüzde 10-15’i tüketim mallarıdır. O halde, üretmeden tükettiğimiz yargısı dış ticaret açığı vermemizden kaynaklanamaz.
Tabloda dış ticaret açığı ile tüketim malları ithalatı verileri yer almaktadır. Görüldüğü gibi, 1990 yılından bu yana, dış ticaret açığımız tüketim malları ithalatının çok üzerindedir. Yani, hiç tüketim malı ithal etmeseydik dahi, yatırım malları ve ara malları ithalatı dolayısıyla, küçümsenmeyecek boyutlarda dış ticaret açığı verecektik.
Yurt içinde tüketmek için dış borçlanma yapıyoruz yargısı da yanlıştır. Dış borç ihtiyacı yatırım malları ithalatından daha fazla olsaydı, bu yargı doğru olabilecekti. Halbuki, tablodan da görüldüğü gibi, Türkiye’nin dış borçlanma ihtiyacı (cari işlemler açığı) yatırım malları ithalatının oldukça altındadır. Yani, dış ticarete konu olan yatırımlarımızın büyük bir kısmını da yurt dışından borçlanma yapmadan sağlamaktayız.
Bireyler bazında gelirlerimizin üzerinde harcama yaptığımız doğru olabilir. Ama, uluslararası karşılaştırma yapıldığında, Türkiye’de oturanlar doğru dürüst borçlanmamaktadır. Borçlanarak ev almak yaygın değildir. Yüksek enflasyon ortamında ipotek piyasası oluşamamıştır. Borçlanarak otomobil ya da dayanıklı tüketim malları almak da o denli yaygın değildir. Bütün bunlar yaygın olsa, mali piyasalarımız bugünkü büyüklüğünün çok üzerinde olurdu.
SORUN KAMU
Türkiye ekonomisinde bireyler çok borçlu değillerdir. O nedenle, bireyle faizler indiğinde üzülürler, faizler yükseldiğinde sevinirler. Halbuki, bireyleri borçlu olan ülkelerde faizlerin artması borç maliyetlerinin artmasıyla üzücüdür, faizlerin düşmesi ise aynı derecede sevindiricidir.
Türkiye ekonomisinin sorunu üretmeden tüketmek değildir. Ekonomimizin sorunu devletin olmayan gelirini harcamasıdır. Yani, devlet üretmeden tüketmektedir. Özel sektör bunun faturasını ödemektedir. Keşke, bu anlamda bireyler de dahil, özel sektör üretmeden tüketseydi!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2004
<B>İKTİSATÇILARI </B>paracı iktisatçılar, paracı olmayan iktisatçılar diye ayırmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Üretim ve para birbirini tamamlayan iki iktisadi unsurdur. Çağdaş iktisadi yaşamda, biri olmadan diğeri olmaz. Dolayısıyla, bir iktisatçı analizlerinde iki konuya da yanı ağırlığı vermek zorundadır.
Öncelikler farklı olabilir. Galiba, tartışmanın temelini de söz konusu önceliklerdeki farklılıklar oluşturuyor.
SİYASETÇİYE GÜVEN
Para politikası konusunda kafa yoran ya da para politikasının oluşumuna katkı yapan iktisatçıların siyasetçilere güvenmediği doğrudur, ama gerçeği tam yansıtmaz. İktidarların sıkı maliye politikasını yeterince uygulamadığı zaten aşikardır. İstikrar için sıkı para politikasında ısrar etmek ise şarttır. Milton Friedman’ın para arzının sabit bir biçimde büyütülmesi önerisinin arkasında biraz da bu güvensizlik vardır.
Geçmişin para politikası eleştirilecekse, bir açıdan eleştirilmelidir: Geçmişte para politikası daima Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştırıcı yönde kullanılmıştır. Yani, kamu sektörü açıkları veri kabul edilmiş, para politikası kriz çıkarmamaya yönelik olarak oluşturulmuştur. Para politikası siyasetçilere zaman kazandırmaya yönelik olarak şekillendirilmiştir. Doğal olarak, fiyat istikrarı hiçbir zaman tesis edilmemiştir.
Son dönemlerde, Hazine’nin Merkez Bankası’ndan borçlanma muslukları kesilip dalgalı kur sistemine geçilince, para politikası veri kabul edilmiş ve maliye politikaları para politikasına göre şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Ama, Hazine’nin borçlanmasının imkansız hale gelebileceği senaryosunda henüz para politikası test edilmemiştir.
Popüler tabirle paracı iktisatçıların siyasetçilere güvenmediği doğrudur, ama gerçeği tam yansıtmaz. Ekonomideki hiçbir birim siyasetçilere güvenmemektedir. Güvenseler, mali sistemin yarısı döviz üzerinden olur muydu? Güvenseler, tüm mali sistemimiz milli gelirimizin yarısı haline gelir miydi?
Vücut büyüdüğü halde (kamu sektörü borçlanma ihtiyacı), ceketin (mali sistemin büyüklüğü) küçük kalması ekonomideki birimlerin siyasetçilere güven duymamasından kaynaklanmaktadır. Para politikası da, çok doğru olarak, bu durumu veri kabul etmektedir.
Düşük kur- yüksek faiz Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştıran bir dengedir. Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştırmak, bunu her kimse yapıyorsa, üzerinden sorumluluk atmak anlamına geliyorsa, yargı doğrudur. Ama, Hazine’nin borçlanamayacak duruma gelip memur ya da emekli maaşlarını ödeyememesi durumunda ne olacağını kestirmek de zordur. Sonuçlardan korkuyorsak, kendimizi nedenleri iyi analiz etmek zorunda hissetmeliyiz.
YANLIŞ ADRES
Nedenleri yaratan siyasetçilerdir, sonuçların arzulanan yönde oluşmasını sağlamak ise Türkiye’de genelde para politikasına yüklenen bir sorumluluk olmaktadır. Yanlış burada yapılmaktadır.
Paramızın değerli olmasından mutluluk duyup hala devalüasyondan korkuyorsak, kaygılarımızın nedeni uygulanan para politikası değil, yürürlükteki maliye politikaları olmalıdır. Adres yanlıştır. Yanlış adreste dolaşmak Merkez Bankası’nın da itibarını zedelemektedir.
Açıkça ifade etmesek dahi, kaygılarımızın kaynağı siyasetçilere güvenmemizdendir. Siyasetçiler de para politikası yoluyla güven sağlayamazlar, şimdiye kadar da sağlayamamışlardır. Siyasetçilerin ekonomik birimler üzerinde güven sağlamalarının yolu istikrar öncelikli maliye politikalarıdır.
Yazının Devamını Oku