14 Haziran 2004
<B>İNGİLTERE Merkez Bankası geçen hafta </B>bir kez daha faiz artırdı. Gelişmiş ülkeler içinde en yüksek faiz oranlarından biri İngiltere Merkez Bankası’nınki. Faiz yüzde 4.5 oldu. <B>Faizler Amerika’da yüzde 1, Euro bölgesinde yüzde 2.5 düzeyinde</B>. Amerika Merkez Bankası (FED) Başkanı’nın Amerika’da faizlerin artabileceği yönünde verdiği mesajlar giderek güçleniyor. Amerikan ekonomisine yönelik her yeni ekonomik veri açıklandığında, piyasaları yakından izleyenlerin faizlerin artacağı yönündeki beklentileri artıyor. Geçen hafta da bu yönde işaretler geldi.
Avrupa’da faizlerin ineceği yönünde bir beklenti vardı. Petrol fiyatlarından gelen etkiyle enflasyonun kıpırdanması beklentileri bir ölçüde törpüledi.
Gelişmiş ülke merkez bankalarının gündeminde uzun dönemdir başarıyla götürdükleri fiyat istikrarından ödün vermemek var. Fiyat istikrarının devamı için gerekeni yapmaktan kaçınmayacakları yönünde bir izlenim veriyorlar.
Bu konuda en şanssız merkez bankası Avrupa Merkez Bankası (AMB). Çünkü, diğer gelişmiş ülkelerde ekonomik büyüme tatminkar düzeydeyken ve işsizlik göreli olarak düşükken, Euro bölgesinde ekonomik büyüme bir türlü başlatılamıyor. Avrupa’nın birçok ülkesinde işsizlik en büyük ekonomik sorunlardan biri durumunda.
Avrupa’da politikacılar AMB’nın çok fazla enflasyon karşıtı olduğundan şikayetçiler. Faizlerin düşmesi beklenirken, beklentilerin göreli olarak kaybolması Euro bölgesindeki ekonomik büyümenin başlaması olasılığını da zayıflattı.
Dünyanın her tarafında olduğu gibi, Euro bölgesinde de politikacılar ekonomik büyümenin motorunun Merkez Bankası tarafından ateşlenmesini istiyorlar. Kamu açıklarının kapanması yolunda yapısal reformların hayata geçirilmelerini geciktiriyorlar. Almanya ve Fransa gibi Euro bölgesinin motoru durumundaki ülkeler Topluluk kriterlerinin ötesinde bütçe açıkları verdikleri halde, sorunların çözümü AMB’ndan bekleniyor.
AMB yeni bir merkez bankası. Bir anlamda, rüştünü ispat etmek durumunda. Merkez bankalarının rüştünü ispat edebilecekleri tek alan fiyat istikrarının tesisi ve korunmasıdır. Fiyat istikrarı içinde tatminkar bir ekonomik büyüme gerçekleştiğinde, hem siyasetçileri hem de merkez bankasını tebrik etmek gerekir. Çünkü, fiyat istikrarı merkez bankalarından sorulurken, tatminkar bir ekonomik büyüme siyasetçilerin başarı hanelerine yazılır.
AMB şimdi ekonomik büyümenin başlamasını başkalarına ihale etmeye çalışan politikacılarla rüştünü ispat etme çabasını gösteriyor. FED ve İngiltere Merkez Bankası’nın böyle sorunları yok.
Döviz kurları nereye gider?
BİRAZ bozulan ekonomik beklentilerle, biraz da yaratılan siyasi gerginlikle döviz kurları sıçradı. Yaşananlar döviz kurunda bir düzeltme değildi. Beklentiler düzelip siyasi gerginlik azalınca, kurların düşmesi kaçınılmazdı.
Dolar kuru 1 milyon 500 bin lira civarında istikrara kavuşmuş görünse de, görünüm aldatıcıdır. Kurların daha da düşmemesinin nedeni üç yıl önce TL cinsi devlet iç borçlanma senetlerinin döviz cinsinden kağıtlarla değiştirilen bölümünün (takas kağıtları) itfasıdır. Takas kağıtlarını ellerinde bulunduranlar TL cinsinden getirilerinin artması için yüksek kurdan itfanın yapılmasına çalışmaktadırlar. Yani, dolar kurunun düşmemesi bir anlamda danışıklı dövüştür.
Bu hareketleriyle, bankalar da yatacak yerlerinin olmadığını ispatlamaktadırlar. Yapılanın, 1994 yılında Kamu Ortaklığı İdaresi’nin döviz cinsi borçlanma senetlerinin itfası günü Merkez Bankası’nın kurları birkaç bin lira düşük ilan etmesiyle bir farkı yoktur. Manüpülasyonu kim yaparsa yapsın, Türkiye’de mali piyasalarda bir ahlak sorunu olduğu bir gerçektir. Bu sorunun bu denli belirgin olmasının nedeni döviz piyasasının sığlığıdır.
Kurlar Hazine’nin döviz üzerinden olan borçları itfa ettikten sonra düşecektir. Çünkü, şu sıralardaki piyasa dinamikleri kurların düşmesi yönünde çalışmaktadır. Kaldı ki, mali kuruluşlar haziran ayı sonunda bilançolarını kamuoyuna açıklayacaklardır. Düşük kurlar bilançoların daha iyi çıkmasına yardım edecek bir olgudur.
Bugün daha yüksek getiri elde etmek için dolar kurunu 1 milyon 500 bin lirada tutan dinamikler yarın dolar kurunu 1 milyon 400 bin liranın altına getirmeye çalışacaktır. Piyasa sığ olunca, dalgalı kur rejiminde bu tür manüpülasyonlar kaçınılmaz olmaktadır.
Nedenlerini açıklamak biraz teknik de olsa, sonuç, herkesin anlayabileceği bir dilde şudur: Piyasa dinamiklerini değiştirecek beklenmeyen bir gelişme olmadığı taktirde, kurlar haziran ayının ikinci yarısında düşecektir. Yaz ayları boyunca da düşmeye devam edecektir.
Ekonomik büyüme devam ediyor
AYLIK sanayi endeksine göre ekonomik büyüme bu yılın nisan ayı itibariyle hızlanarak devam ediyor.
On iki aylık ortalama imalat sanayi endeksi 2001 yılının ocak ayında (krizden hemen önce) 99.9 idi. Krizle beraber hızlı bir düşüşe geçti. Bu yılın nisan ayı itibariyle, aynı bazda imalat sanayi üretim endeksi 113.4 oldu. Ortalamalar bazında bu bir rekordur.
Reel olarak kriz öncesinin en yüksek büyümesini yakaladığımız döneme göre, imalat sanayi üretimi yüzde 13.5 büyümüştür. İmalat sanayi üretimindeki büyümeye rağmen, elektrik tüketiminde belli bir tasarruf gerçekleştirilmiştir.
2002 yılının eylül ayından bu yana, elektrik üretimindeki büyüme imalat sanayi üretimindeki büyümenin altında kalmıştır. İmalat sanayinde küçümsenmeyecek bir verimlilik artışı söz konusudur.
Şubat-nisan arasındaki üç ayda imalat sanayi üretiminde bir yıl öncesinin aynı dönemine göre artış ortalama yüzde 17.7 olurken, elektrik tüketimindeki artış aynı bazda ve aynı dönemde yüzde 6.8 olarak gerçekleşmiştir. Daha az elektrik tüketimiyle çok daha fazla imalat sanayi üretimi yapılmaktadır.
İmalat sanayi üretimindeki bu artış sonucunda ithalatın patlamış olmasının şaşırtıcı hiçbir yanı yoktur. İthalatın üçte biri ara malları ithalatıdır. İthalatı çeşitli yollarla zorlaştırarak büyümenin önüne geçmek üretimi etkileyip üretimi ateşleyen talep tarafını etkilemediğinden, ekonomide başka çarpıklıklara yol açabilecektir. İthalat artışını dizginleyecek yaklaşım talep idaresidir.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2004
<B>REKABETİN</B> artması mutlaka makro ekonomik düzeyde verimliliğin artması anlamına gelmez. Ama, mikro düzeyde, doğal ya da teknolojik engeller olmadığı taktirde, <B>verimlilik artışı rekabetin artmasıyla paraleldir</B>. Bu nedenle, rekabet, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Verimlilik artışı kıt kaynakların mal ve hizmet üretiminde en iyi şekilde kullanıldığına yaklaşıldığı anlamına gelmektedir. Zaten, ekonomi denilen bilimin aslı da kıt kaynakların en verimli şekilde tahsisidir. Verimlilik arttıkça, sınırlı kaynaklarla daha fazla üretim yapmak mümkün olmaktadır. Ülkenin üretim potansiyeli artmaktadır.
BÜTÜNLEŞME
Sektör ya da firma düzeyinde, rekabetin artmasıyla karların azamiye çıkarılması arasında ters bir ilişki mevcut olabilir. Dolayısıyla, karlarını azamiye çıkarmaya çalışan bir firma ya da bir sektördeki birkaç firma rekabetten uzaklaşarak (birlikte hareket ederek) amaçlarına ulaşmak isteyebilirler. Firma ya da sektör düzeyinde rekabetten uzaklaşarak amaçlanana ulaşmak, tüm ekonomi düzeyinde ülkenin kıt kaynaklarının daha az verimli kullanılması anlamına gelir.
Kamu otoritesinin rekabet şartlarını oluşturmak ve korumak görevi de bu aşamada devreye girer. Bireyler için iyi olan toplum için iyi olmadığından, kamu otoritesi toplumun çıkarlarını korumak adına devreye girer. Devreye girerken de çok dikkatli olmak zorundadır.
Gerçek hayatta tam rekabet diye bir şey yoktur. Tam rekabet iktisat kitaplarında okutulan bir kavramdır. Kamu otoritesinin amacı sektör ve firmaları tam rekabete yaklaştırmaktır. Yaklaştırırken de, sektörün özelliklerini iyi analiz etmek ve bilmek zorundadır. Aksi taktirde, kaş yapmaya çalışırken göz çıkarmak çok kolay olabilir.
İktisat biliminin zor konularından biri yatay ve dikey (entegrasyon) bütünleşmedir. Son üründe piyasa payında hakim olmaya çalışmayı yatay bütünleşme, üretim aşamalarının aynı firma tarafından yapılmaya çalışılmasına da dikey bütünleşme diye tanımlayalım.
Yatay bütünleşme sürecindeki bir firma ya da birkaç firma üretim aşamasında çok rahat bir biçimde tek alıcı (ya da çok az alıcı) durumuna gelebilir. Yani, hem satış aşamasında tekel özellikleri gösterebilir hem de girdilerini alım aşamasında tekel (monopsony) özellikleri gösterebilir. Çok çeşitli nedenlerle bu durumla karşılaşılabilir.
Kamu otoritesi bu iki farklı duruma da aynı hassasiyetle yaklaşmak durumundadır.
DIŞ TİCARET REJİMİ
Dış ticaret kısıtlarının yaygın olduğu ekonomilerde hem satış aşamasında hem de alım aşamasında tekelleşme çok daha fazla görülen bir olgudur. Dış ticaretin serbestleşmesiyle, rekabet doğal olarak artmaktadır. Dış ticaretin serbestleşmesi rekabetin artmasına dışsal bir katkı getirir.
Satış aşamasında tekel olanlar diğer ülkelerde aynı malı üretenlerle rekabet etmek durumunda kalmaktadırlar. Alım aşamasında tekelleşme ise dış ticaretin serbestleşmesiyle kırılabilmektedir. İç piyasada birlikte hareket etme olanağı ortadan kalkmaktadır.
O halde, rekabet şartlarını oluşturmaya çalışan kamu otoritesinin bir ülkede uygulanan dış ticaret rejimi konusunda bir fikri olması gerekir. Ama, dış ticaret rejimini de oluşturan bir başka kamu otoritesidir. İki farklı kamu otoritesi bir anlamda amaçları açısından bir biriyle çelişkilere düşebilmektedir.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2004
<B>DÜZEYLİ </B>bir iktisadi tartışma, hem tartışanların (en azından kendi adıma) hem de izleyicilerin yeni şeyler öğrenmelerine, görmediklerini görmelerine, gördüklerinin önemini kavramaya katkı yapıyor. Bir gazete köşesinde böyle bir tartışmanın olmasını çok güzel bir gelişme olarak yorumluyorum.
Öteden beri, düşük kur ve yüksek faizin bir politika olduğu iddia edilir. Halbuki, böyle bir politika yoktur. Gözlenen, bir dengedir. Dengenin oluşmasının arkasında para politikası değil, maliye politikaları ve ekonomideki ileriye dönük beklentiler yatar.
SIKI PARA POLİTİKASI
Son on beş yıldır kamu borç stokunun artışın yüzde doksanı, faiz öncesi açıktan değil, yüksek reel faizlerden kaynaklanmıştır. Bu yargı büyük ölçüde doğrudur. Ama, reel faizler neden yüksek olmuştur? Para politikasını oluşturanlar mı reel faizin yüksek olmasını istemişlerdir, yoksa kamu sektörünün borç ihtiyacı mali sistemin kaldıramayacağı boyutlara mı vardığından reel faizler yüksek olmuştur?
Türkiye bütçesi 1994 yılından beri kesintisiz olarak faiz dışı fazla vermeye başlamıştır. 1980 yılından 1993 yılına kadar, 1988-90 yılları hariç, Türkiye bütçesi daima faiz dışı açık vermiştir. Yani, 1980-1993 yıllarında, 1988-90 hariç olmak üzere, Hazine, vadesi gelen borçların anapara ve faizlerini yeniden borçlanmakla yetinmemiş, üzerine piyasalardan biraz daha borç almak istemiştir.
Devletlerin borçlanması mutlaka kötü bir şey değildir. Ama, mali sistemin kaldıramayacağı kadar borçlanmak mutlaka sorunlar yaratır. Türk Lirası vadesiz ve vadeli mevduatlarından oluşan para arzı, M2 denilen büyüklükle karşılaştırıldığında, devletin bütçe açıklarının göreli boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Bütçe açığının M2’ya oranı 1985 yılında yüzde 109’ken 1993 yılında yüzde 174’e ulaşmıştır. Yani, bütçenin faiz dışı fazla verdiği 1988-90 dönemi dışarıda bırakılacak olursa, devlet, borçlanma yoluyla giderek ekonomide yaratılan TL kaynağından daha fazla pay almak istemiştir. Özel sektörü mali piyasalardan bir anlamda kovmaya çalışmıştır. Bunun para politikasıyla ne alakası vardır?
Para arzı bütçe açıklarından daha hızlı büyütülseydi, bu sorun elbette yaşanmazdı. Bütçe açıkları paralelinde M2 büyütülseydi, reel faizler bu denli yüksek olup bugünkü durum yaratılmazdı. Yani, sıkı para politikası(!) yüksek faizlerin sorumlusudur. Bu yargının bizi götüreceği sonuç, para arzının 1985-1993 döneminde yıllık ortalama yüzde 100’ün artırılması anlamına gelecekti. Halbuki, para arzı aynı dönemde yüzde 60 civarında artmıştı. Para arzını iki kat artırmanın enflasyona olası etkisi ise tartışılacak bir başka konudur.
BORÇLANMA İŞTAHI
Konuyu fazla dağıtmadan söylenebilecek söz şudur: Devlet borçlanabildikçe borçlanmadan çekinmemiştir. Bankaların dövizde açık pozisyon alma iştahı ve sermaye hareketlerinin serbest bırakılıp sermaye piyasalarına kısa vadeli sermaye girişinin olanaklı hale gelmesi, devletin borçlanabilme kabiliyetini artırmıştır.
Bütün bunlar devletin borçlanma ihtiyacına yetmeyip reel faizler belli dönemler hariç giderek yükselmiştir. 1994 yılında yaratılan krizle riskler daha da artırılmış ve reel faizler daha da yükselmiştir.
‘Paracı iktisatçılar siyasete güvenmiyor. İktidarlar, sıkı maliye politikasını yeterince uygulamaz, öyleyse istikrar için sıkı para politikasında ısrar etmek şarttır diye düşünülüyor’ yargısını ise bir başka yazıda irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2004
<B>KREDİ Kuruluşları </B>Yasa Tasarısı üzerindeki tartışmalar yoğunlaşıyor. Yasanın doğru bir biçimde şekillenmesi açısından <B>faydalı bir süreç</B> başladı. Bu süreç içinde oluşan yaklaşımların tasarıyı şekillendirmesi, her yıl yeni bir bankacılık yasası ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.
Aksi iddia edilse de, tasarının ‘geçmişe tepki’ niteliği çok açıktır. Geçmişteki yargı kararlarının etkileri görülmektedir. Tasarı, bir yasa kimliğinden çok tebliğ kimliğine bürünmüş haldedir. Otoriteye esneklik tanımamaktadır.
YANLIŞ TEPKİLER
Kredi Kurumları Yasa Tasarısı’nın bankacılık sektörüne bakış açısı çarpıktır.
Bankacılık sektörü, halkın mali birikimlerini değerlendiren bir sektör olduğundan ‘güven’ bu sektörün en önemli unsurudur. Kendisine güvenilmeyen bir bankacılık sektörü olamaz. Aksi ispatlanmadıkça, faaliyetteki tün bankalar güven duyulması gereken kuruluşlardır.
Geçmişin deneyimleriyle Kredi Kuruluşları Yasa Tasarısı tüm bankaları, bankada çalışanları ve bankaların hakim ortaklarını potansiyel hırsız olarak görmektedir. Hırsızlardan oluşan bir sektörün nasıl hırsızlıktan arındırılabileceğinin ve düzgün işleyebileceğinin bu tasarıyla yolları aranmaktadır. Temel yanlış buradadır.
Yasa yoluyla hırsızlıkları önlemek mümkün değildir. Devlet gerçekten böyle düşünüyorsa, yasa yoluyla hırsızları tövbekár yapmaya çalışacağına bankaları devletleştirmesi daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Daha sonra, devlet, aynı bankaları güvendiği sermayedarlara verebilir, güvendiği bankacıları bu bankalara yönetici olarak atayabilir. Geçmişte bol keseden verilen banka lisansları nedeniyle, sorun, bankacılar ve sermayedarlarsa, bankacılık sektörünün hırsızlardan arınmasının devletleştirmeden başka bir yolu yoktur.
Bankacılık sektörü, kuralların eksiksiz uygulanması gereken bir sektördür. Ama, kuralların uygulanması, denetim otoritesinin izin verdiği ölçüde esnek ve aynı zamanda sektör genelinde yeknesak olmalıdır. Denetim otoritesinin göstereceği esneklikler, mutlaka otoritenin serbest iradesiyle oluşmalıdır. O nedenle, denetim otoritesinin siyasetten bağımsızlığı önemli bir konudur.
Yasa tasarısı, yine geçmişte yaşanan deneyimlerden ders alma çabasıyla denetim otoritesinin esnekliğini neredeyse sıfırlamaktadır. Sektörün işleyişine yapıcı değil, yıkıcı bir bakış açısı getirmektedir. Alınması gereken dersler yanlış yorumlanmaktadır.
KİM GÜVENECEK?
Hukukta ‘suçun ispatı’ kuraldır, ‘masumiyetin ispatı’ kuralsızlık yaratır. Kredi Kuruluşları Yasa Tasarısı ‘suçun ispatı’ yerine ‘masumiyetin ispatı’ ilkesini öne çıkarmaktadır. Bu haliyle, yasa tasarısı bankalara, bankacılara ve bankaların hakim ortaklarına güvenmemektedir. Yasanın güvenmediği kuruluşlara mevduat sahibi neden güvensin ki?
Bu durumda, şimdi çalışan bütün bankacılara bir ay içinde bankacılığı bırakırlarsa geçmişe dönük olarak kendilerinin suçlanamayacağı sözü verilse, Türkiye’de bankacılık yapacak insan bulamayabiliriz.
Böyle bir bakış açısıyla şekillenen bankacılık sektörümüzün ekonomik büyümeyi destekleyebilmesi mümkün olamaz.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2004
<B>HÜKÜMETLER</B> her zaman bürokrasiden şikayet ederler. Bürokrasinin hükümetlerin elini koluna bağladığı düşünülür. İşleri yavaşlattığı sanılır. Bir anlamda, <B>bürokrasinin hükümete muhalefet ettiği sanılır</B>. Bu bazen doğru olabilir, ama her zaman değil. Bu sorunu aşmak için her hükümet, az ya da çok, bürokrasinin üst kademelerini değiştirme eğilimindedir. Kendilerine yakın kişileri bürokrasinin üst kademelerine getirdiklerinde işlerin hızlanacağı, muhalefetin zayıflayacağı ve hükümetlerin elinin güçleneceği düşünülür. Bu da bazen doğrudur, ama her zaman değil.
İKNA
Yeni gelen üst yöneticiler elbette hükümetin istekleri doğrultusunda hareket etmek durumundadırlar. En azından, geldikleri konum itibariyle hükümete minnet borçları vardır. Ama, işleri öğrendikçe, hükümetin her istediğini hükümetin istediği ivedilikle olamayacağı anlaşılır. Hükümet ister, bürokrasi hükümetin isteklerinin neden olamayacağını sıralamaya başlar. Ama, aldıkları terbiye ile, işin olurunu bulmaya çalışırlar.
Çoğu kez, işin oluru hükümetin istediği ile aynı paralelde değildir. Zaman geçer, hükümet sabırsızlanmaya başlar. Bürokrasiden şikayetler artar.
Bürokrasi iç güdüsel olarak değişiklikten hoşlanmaz. Kurulu düzende değişiklikler yapılabilmesi için bürokrasinin ikna edilmesi gerekir. Birkaç üst yöneticinin ikna edilmesi yetmez. Üst yöneticilerin de aşağıdakileri ikna etmesi gerekir.
Değişiklikler için heyecan yaratılması gerekmektedir. ‘Ben talimatı veririm, bürokrasi de yapar’ anlayışı mutlaka geri teper. Turgut Özal 1980’lerdeki radikal sayılabilecek reformları göreli olarak hızlı yapabilmişse, bunun arkasında bürokrasiyi ikna gücü vardı. Ekonomi politikalarının uygulanmasında Özal çok az talimat vermiştir, gerektiğinde, günlerce uğraşıp bürokrasiyi ikna etmeye çalışmıştır. Eski bir bürokrat olarak o da biliyordu ki, bürokrasi, talimatla değil, ikna olmasıyla işleri doğru ve çabuk olarak yapar. Aksi taktirde, ‘Bizans’ta oyun çoktur’ lafı boşuna icat edilmemiştir. İşler birden bire tıkanıverir.
KORKU
Bürokrasi risk almayı sevmez. Yapılan işin hukuken boşlukları olmasından hoşlanmaz. İşin başına babanızın oğlunu getirseniz durum değişmez. Son dönemde buna bir de korku eklendi.
Eski bürokratların neredeyse tümü savcılıklara ve mahkemelere düştü. Ciddiyeti tartışılabilecek müfettiş raporlarıyla, ‘benim üzerimde kalmasın, masumiyetlerini mahkemede ispat etsinler’ anlayışıyla geçmişte görev yapanlar bugün itibarlarını korumak zorunda bırakılmışlardır.
Hükümet koltukları ve bürokratik görevler hiç kimsenin tekelinde değildir. Bir gün bu konumlara yeni kişiler gelecektir. Bugünküler nasıl geçmiştekileri itibarlarını savunmaya zorladılarsa, gelecektekiler de bugünküleri aynı konuma koyabilecektir. Yani, bugünküler geçmiştekilerden çok daha dikkatli olmak zorundadırlar.
Böyle bir hava yaratıldıktan sonra, bürokrasinin kolayca her kağıdın altına imza atması beklenemez. Kılı kırk yaracaklardır. İnceleyeceklerdir. Hiçbir açık kapı bırakmayacaklardır. Daha doğrusu, her şeyin geçmişte olduğu gibi devam etmesi, karar almamak bir norm haline dönüşecektir.
Geçmişte de bu çeşit durumlar yaşandı. Bundan sonra da yaşanacaktır. Bürokrasi kendini güvencede hissetmediği zaman, kapanır. Açmak o denli kolay değildir.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2004
<B>HÜKÜMETLER</B> her zaman bürokrasiden şikayet ederler. Bürokrasinin hükümetlerin elini koluna bağladığı düşünülür. İşleri yavaşlattığı sanılır. Bir anlamda, <B>bürokrasinin hükümete muhalefet ettiği sanılır</B>. Bu bazen doğru olabilir, ama her zaman değil. Bu sorunu aşmak için her hükümet, az ya da çok, bürokrasinin üst kademelerini değiştirme eğilimindedir. Kendilerine yakın kişileri bürokrasinin üst kademelerine getirdiklerinde işlerin hızlanacağı, muhalefetin zayıflayacağı ve hükümetlerin elinin güçleneceği düşünülür. Bu da bazen doğrudur, ama her zaman değil.
İKNA
Yeni gelen üst yöneticiler elbette hükümetin istekleri doğrultusunda hareket etmek durumundadırlar. En azından, geldikleri konum itibariyle hükümete minnet borçları vardır. Ama, işleri öğrendikçe, hükümetin her istediğini hükümetin istediği ivedilikle olamayacağı anlaşılır. Hükümet ister, bürokrasi hükümetin isteklerinin neden olamayacağını sıralamaya başlar. Ama, aldıkları terbiye ile, işin olurunu bulmaya çalışırlar.
Çoğu kez, işin oluru hükümetin istediği ile aynı paralelde değildir. Zaman geçer, hükümet sabırsızlanmaya başlar. Bürokrasiden şikayetler artar.
Bürokrasi iç güdüsel olarak değişiklikten hoşlanmaz. Kurulu düzende değişiklikler yapılabilmesi için bürokrasinin ikna edilmesi gerekir. Birkaç üst yöneticinin ikna edilmesi yetmez. Üst yöneticilerin de aşağıdakileri ikna etmesi gerekir.
Değişiklikler için heyecan yaratılması gerekmektedir. ‘Ben talimatı veririm, bürokrasi de yapar’ anlayışı mutlaka geri teper. Turgut Özal 1980’lerdeki radikal sayılabilecek reformları göreli olarak hızlı yapabilmişse, bunun arkasında bürokrasiyi ikna gücü vardı. Ekonomi politikalarının uygulanmasında Özal çok az talimat vermiştir, gerektiğinde, günlerce uğraşıp bürokrasiyi ikna etmeye çalışmıştır. Eski bir bürokrat olarak o da biliyordu ki, bürokrasi, talimatla değil, ikna olmasıyla işleri doğru ve çabuk olarak yapar. Aksi taktirde, ‘Bizans’ta oyun çoktur’ lafı boşuna icat edilmemiştir. İşler birden bire tıkanıverir.
KORKU
Bürokrasi risk almayı sevmez. Yapılan işin hukuken boşlukları olmasından hoşlanmaz. İşin başına babanızın oğlunu getirseniz durum değişmez. Son dönemde buna bir de korku eklendi.
Eski bürokratların neredeyse tümü savcılıklara ve mahkemelere düştü. Ciddiyeti tartışılabilecek müfettiş raporlarıyla, ‘benim üzerimde kalmasın, masumiyetlerini mahkemede ispat etsinler’ anlayışıyla geçmişte görev yapanlar bugün itibarlarını korumak zorunda bırakılmışlardır.
Hükümet koltukları ve bürokratik görevler hiç kimsenin tekelinde değildir. Bir gün bu konumlara yeni kişiler gelecektir. Bugünküler nasıl geçmiştekileri itibarlarını savunmaya zorladılarsa, gelecektekiler de bugünküleri aynı konuma koyabilecektir. Yani, bugünküler geçmiştekilerden çok daha dikkatli olmak zorundadırlar.
Böyle bir hava yaratıldıktan sonra, bürokrasinin kolayca her kağıdın altına imza atması beklenemez. Kılı kırk yaracaklardır. İnceleyeceklerdir. Hiçbir açık kapı bırakmayacaklardır. Daha doğrusu, her şeyin geçmişte olduğu gibi devam etmesi, karar almamak bir norm haline dönüşecektir.
Geçmişte de bu çeşit durumlar yaşandı. Bundan sonra da yaşanacaktır. Bürokrasi kendini güvencede hissetmediği zaman, kapanır. Açmak o denli kolay değildir.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2004
<B>YAPISAL reformları </B>geciktirdikçe, hem işin <B>maliyeti</B> artıyor hem de <B>reformlardan kısa dönemde faydalanabilme</B> olanağı ortadan kalkıyor. Çünkü, gecikme sorunları işin içinden çıkılmaz bir biçimde ağırlaştırıyor. Sosyal güvenlik sisteminin finansman açıklarını bilmeyen kalmadı. Her yıl milli gelirimizin yüzde 5’ine yakın bir bölümü, faiz dışındaki bütçe harcamalarının beşte birinden fazlası sosyal güvenlik sisteminin açıklarına kullanılıyor.
KAPSAM GENİŞ
Sosyal güvenlik sistemi içinde farklı şekilde işleyen üç kuruluş var: Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) ve Bağ-Kur.
Devlette çalışanları Emekli Sandığı kapsıyor. Emekli Sandığı hem emeklisine emekli maaşı ödüyor hem de devletin üzerine yüklediği başka işleri yapıyor. Topladığı primler ödediği emekli maaşlarına yetmiyor. Finansman açıkları giderek artıyor.
Soruna primlerin artırılmasıyla çözüm aranıyor. Yani, bir cepten öteki cebe para koyarak sorunun çözümlenebileceği düşünülüyor. Emekli sandığının açıkları bu yolla kapanabilir, ama devlet kurumlarının personel harcamaları aynı paralelde artar. Devletin finansmanına topluca bakıldığında, hiçbir şey değişmez. Sorun, az sayıdaki çalışanın çok sayıda emekliye bakmasından kaynaklanmaktadır.
Sosyal Sigortalar Kurumu’na prim ödeyen yaklaşık 5.6 milyon kişi vardır. Aynı kurumdan maaş alan yaklaşık 4 milyon emekli vardır. Yani, her bir emeklinin maaşını 1.4 çalışan ödemek durumundadır. Bu mümkün olmadığından, SSK finansman açıkları vermektedir.
SSK yaklaşık 33.5 milyon kişiye (Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı) sağlık hizmeti vermektedir. Emekli maaşlarını kendi kaynaklarıyla ödeyemeyen SSK verdiği sağlık hizmetlerinin parasını nereden çıkaracaktır? Sosyal güvenlik sisteminde emekli hizmetleri ve sağlık hizmetlerini birbirinden ayırmak makul görünse de, konunun finansman boyutunu çözmemektedir. Sorun, az sayıdaki çalışanın çok sayıda emekliye bakmasından kaynaklanmaktadır.
Bağ-Kur’a prim ödeyenlerin sayısı yaklaşık 2.5 milyon civarında. Aynı kurumdan emekli maaşı alanların sayısı ise 1.3 milyon. Emekli maaşı alan bir kişinin maaşı 1.9 çalışandan kesilen primlerle ödenmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak, bu mümkün olamamaktadır. Bağ-Kur da, diğer sosyal güvenlik kuruluşları gibi, Hazine’nin üzerine yaslanmaktadır. Bütçeden katkı almaktadır. Sorun, az sayıdaki çalışanın çok sayıda emekliye bakmasından kaynaklanmaktadır.
Az sayıda çalışanın göreli olarak çok sayıda emekliye bakması nüfusu çok genç bir ülkede olunca durum daha da vahimleşiyor.
ACİL ÖNLEM
Bu hale gelmiş bir sistemi emekli olma yaşını artırarak kısa dönemde çözmek mümkün değildir. Sorun birikerek işin içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. Dolayısıyla, en radikal çözümler dahi, sorunu ancak uzun dönemde çözebilecektir. Ama, sorunu çözmeye yönelik önlemleri almakta geciktiğimiz sürece, daha büyük sorunlarla karşılaşma olasılığımız çok yüksektir.
Devlet bir gün emekli maaşı ödeyemeyecek duruma gelebilecektir. Devletin verdiği sözleri bir gün tutamama durumuna gelmeden önce, devletin verdiği sözlerin kapsamını bugün daraltmak daha akılcı bir çözüm gibi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2004
<B>DAHA </B>geçen haftaya kadar, <B>Avrupa Merkez Bankası</B>’nın faizleri indirebileceği konuşuluyordu. Hafta içinde <B>Euro bölgesi</B> enflasyon rakamları açıklandı. Yıllık bazda enflasyon Avrupa Merkez Bankası’nın yüzde 2 olan hedefinin üzerine çıktı ve yüzde 2.5 oldu. Petrol fiyatlarının artması enflasyonu Avrupa’da da artırdı.
Finans piyasaları karıştı. Faizlerin düşmesi beklenirken, yeni enflasyon rakamlarıyla faiz beklentileri yukarı yönde revize edildi. Bono fiyatlarından giderek yapılan hesaplamalarda tüm vadelerdeki faiz beklentileri Avrupa’da bir puana yakın arttı.
Kısa dönemde Avrupa Merkez Bankası’nın faizleri artırması beklenmiyor. Çünkü, başta Almanya olmak üzere, Avrupa ekonomilerinde büyüyememe ve işsizlik hala en büyük sorun. Dolayısıyla, faizler artmayacak, ama geçen haftaya kadar beklendiği gibi Avrupa’da faizlerin düşmesi de en azından şimdilik gündemden çıktı.
Amerika’da faizler de, faiz beklentileri de zaten artmıştı. İki yıl içinde Amerika’da faizlerin 2 puan kadar artacağı beklenmekte. Kısacası, dünyanın gelişmiş bölgelerinin tümünde top yekun bir faiz artışı artık çok daha fazla bir olasılık haline geldi.
Bizim açımızdan konunun iki boyutu var: dünyada enflasyonu artıran petrol fiyatlarının artmasının Türkiye’de de enflasyonu kıpırdatması ve gelişmiş ülkelerde faizlerin artmasıyla gelişmekte olan piyasalara akan fonların kısa dönemde azalma olasılığı. İki olasılık da bizim için olumlu değil.
Enflasyonun Türkiye’de kıpırdaması enflasyon beklentilerini de olumsuz etkileyebilecektir. Bir anlamda, uygulamadaki istikrar programına güven sarsılabilecektir. Dışsal bir etken içsel bir sorunmuş gibi algılanabilecektir. Bunun ilk işaretleri mayıs ayı enflasyon rakamlarında görüldü.
Dolayısıyla, enflasyonu indirmeye yönelik, yapısal reformlar da dahil olmak üzere, güven verici politikaların uygulanması artık çok daha fazla önem arz etmektedir. Hükümetin bir yılı aşan bir programı açıklaması daha da büyük önem kazanmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde faizlerin artmasıyla gelişmekte olan piyasalara fon akımının yavaşlaması olasılığı artmakta olan cari işlemler açığının kontrol altına alınması ihtiyacını daha da ivedi bir hale sokmaktadır. İç talep büyümesinin yavaşlatılmasına yönelik alınabilecek önlemler enflasyonun düşmesi yönünde de olumlu katkılar sağlayacaktır.
Bütün bu olasılıkları göz ardı ettiğimiz taktirde, Türkiye’de faizlerin artması mutlaka gündeme gelecektir. Türkiye’de de faiz artırımı gündeme geldiğinde, sıkıntılarımız bugünkünden daha fazla olabilir. Dolayısıyla, faiz artırımının gündeme gelmesini engelleyebilecek para politikası dışındaki önlemleri almaktan çekinmemeliyiz.
Enflasyon eğilimleri
GEÇEN hafta verdiğim grafiği mayıs ayı enflasyonu ile güncellenmiş bir şekilde bu hafta da veriyorum. Görüldüğü ve beklendiği gibi, yıllık bazda, imalat sanayi fiyat artışları ve tarım fiyatları artışları arasındaki makas kapandı. İlerideki aylarda, tarım fiyatları aylık bazda düşmeye devam edecek. Makas tarımın aleyhine gelişecektir.
Son aylarda imalat sanayi fiyat artışları yakın geçmişteki ortalamasının üzerinde seyrediyor. Petrol fiyatlarındaki artış, kamu sektöründeki fiyat ayarlamaları ve kurlardaki kıpırdanma bu gerçekleşmelerin arkasındaki nedenlerdir.
Önümüzdeki aylarda da imalat sanayi fiyat endeksindeki artışların aylık bazda yüzde 1’in üzerinde olması büyük bir olasılıktır. Ama, ortalama toptan eşya fiyat endeksi artışı tarım fiyatlarının düşmesiyle eksi çıkması beklenmelidir.
Yıl başında açıklanan enflasyon hedefinden henüz bir sapma olacağı olasılığı gözlenmemektedir. Ama, özellikle özel sektör imalat sanayiindeki fiyat artışlarının yüzde 1’in altına çeşitli nedenlerle çekilememesi 2005 yılında enflasyonla mücadeleyi zorlaştırıcı bir unsur olacaktır.
Enflasyonla mücadelenin en çetin aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Bu aşamada, dalgalı kur rejimi bize yardım da edebilir, bizi hedeften uzaklaştırabilir de. Her şey beklentilerin nasıl şekilleneceğine bağlıdır. Beklentileri olumlu yönde yönlendirmenin yolu siyasi ve ekonomik tansiyonu en düşük düzeyde tutmaktan geçmektedir.
Türkiye’nin orta dönem hedefleri
ULUSLARARASI Para Fonu (IMF) heyetinin bu kez Türkiye’de bulunmasının nedeni tüm üye ülke ekonomilerinin ya yıllık ya da iki yılda bir yapılan gözden geçirilmesi (Article IV consultation) çalışmasıdır. Türkiye ekonomisi, aramızda bir standby düzenlemesi olmasa dahi, IMF tarafından yılda bir kez mercek altına alınır. Şimdi, bu yapılmaktadır.
Çalışmalar sonunda kapsamlı bir rapor hazırlanacaktır. Rapor, doğal olarak, Türkiye ekonomisinin önündeki orta dönemdeki sorunlarına ve fırsatlarına yoğunlaşacaktır. Raporun bulguları, büyük bir olasılıkla, en azından IMF açısından, 2004 yılı sonrası IMF ile olan ilişkilerimizin şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktır.
IMF Türkiye ekonomisini çok yakından tanıdığından çalışmanın Türkiye ayağı çok uzun zaman almayacaktır. İleriye dönük çeşitli senaryolar eldeki verilerle masa başında da oluşturulabilir. Burada olmalarının nedeni hükümetin ve çeşitli ekonomik birimlerin orta dönemde Türkiye ekonomisi hakkında ne düşündüklerini ilk elden öğrenmektir.
Orta dönemde hedefimiz elbette fiyat istikrarı içinde sürdürülebilir ve yüksek oranda bir ekonomik büyümeyi gerçekleştirmek olmalıdır. Bu amaca yönelik olarak;
1. Üretimde verimlilik artışı,
2. Kamu maliyesinin gelir-gider dengesi,
3. Ekonomik çarpıklıkları asgariye indiren ve yaygın bir vergi sistemi,
4. Büyümeyi destekleyebilecek sağlıklı bir finans sistemi (bankacılık),
5. Üretken olmayan ekonomik faaliyetlerin durdurulması (yolsuzluk), şeffaflık, çabuk ve doğru işleyen bir hukuk sistemi,
6. Tarım kesiminin kamu maliyesine yükünü asgaride tutan, ama etkin bir biçimde desteklenmesi,
7. Hızlı işleyebilen bir özelleştirme programı,
8. Sosyal güvenlik sisteminin rehabilitasyonu ve
9. Sosyal güvenlik şemsiyesi altında etkin işleyen işsizlik sigortası
gibi konular öne çıkmaktadır.
Gündemdeki yapısal reformlar da orta dönemdeki amacımıza ulaşabilmek için yapmamız gerekenleri göz önüne alan bir perspektif içinde gerçekleştirilmek zorundadır.
Yazının Devamını Oku