6 Ağustos 2004
<B>GEÇENLERDE </B>gazetelerde <B>eğitimde devrim</B> başlığı altında haberler yayınlandı. Devrim, artık eğitimin <B>öğrenci odaklı</B> olmasıymış. Eğitimin öğrenci odaklı olmasıyla eğitimde başarı yakalanacakmış. Fikir doğru, ama nasıl? Bu haberlerin lise giriş sınavlarında sınava girenlerin yüzde 10’undan fazlasının sıfır almasıyla aynı döneme denk gelmesi herhalde tesadüftü! Ama, sınavlardaki sonucun eğitim sistemimizde sorunlar olduğunu tartışmaya açması bir tesadüf değildi.
Eğitimin öğrenci odaklı olması 1970’lerden sonra bütün dünyada tartışılan bir konu haline geldi. Herkese kalıplaşmış bilgileri aktarıp ezberletmek yerine, kişilerin kendi kabiliyetlerine ve zeká düzeylerine göre (çoklu zeká) oluşturulmuş programlar çerçevesinde eğitim verilmesi hem eğitimde verimliliği artırmakta, hem de doğru insana doğru eğitim verilmesini sağlamaktadır. Bu gerçek bilinmektedir. Ama, uygulama söylendiği kadar kolay olmamaktadır.
ÖNCE ÖĞRETMEN
Öğrenci odaklı eğitim sisteminde madalyonun bir diğer yüzü eğitimin öğretme odaklı değil, öğrenme odaklı olmasıdır. Yani, ne olduğu bilinmeyen bilgilerin ezberletilmesi değil, gerekli bilgilerin öğrenilmesi esastır. Ezber değil, düşünme ve sorgulama öne çıkmalıdır. Konu buraya geldiğinde, bir sistemden diğerine geçmek söylendiği kadar kolay olmamaktadır.
Çevre gerekmektedir. Öğretme ve öğretmen merak uyandırmalıdır. Laboratuvar gerekmektedir. Öğrencinin merakını gıdıklayacak bilgi birikimine sahip uygulamacılar gerekmektedir.
Her şeyden önce, öğrenci odaklı eğitimin uygulanabilmesi için öğretmen odaklı eğitimi benimsemiş öğretmenlerimizin kafa yapılarını değiştirmeleri gerekmektedir. Öğretmen odaklı eğitim sisteminin öğretmenleri, öğrenci odaklı eğitimde öğretmenlik yapamazlar. Yapsalar dahi, gereği gibi yapamazlar.
Yeni sistem için, öğrencilerden önce, öğretmenlerimizi eğitmek zorundayız. Yeni sisteme göre öğretmen yetiştirmeliyiz. Böyle öğretmenlerimiz yok demiyorum. Ama, ülke çapında öğrenci odaklı eğitimi uygulayabilmek için yeni bir nesil öğretmenlere ihtiyacımız olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.
YATIRIM
Eğitim bir yatırımdır. Her yatırım gibi riskleri vardır. Birçok yatırımdan farklı olarak yatırımın başarısı uzun yıllar sonra ortaya çıkar. Bugün değişen bir uygulamanın gerçek sonuçları yirmi yıl sonra alınır. Dolayısıyla, eğitim, en pahalı yatırımlardan biri, belki de en pahalısıdır.
Türkiye bu konuyu hep hafife almıştır. Artan öğrenci nüfusunun eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak bir strateji benimsenememiştir. Sınıflar kalabalıklaştıkça, eğitim sistemi ister istemez öğrenci odaklı değil, öğretmen odaklı olmuştur. Çoğu zaman, bırakın öğrenciye odaklanmak istemeyi, düz öğretmen bulmakta dahi sıkıntılar çekilmiştir.
İlk ve ortaöğretimde, bir öğretmene 25’in üzerinde öğrenci düşmektedir. Bu oran bazı illerimizde çok daha fazladır. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine göre, öğrenci başına yıllık eğitim harcaması (yatırımlar dahil) 500 dolar civarındadır.
Bu rakamlarla öğrenci odaklı eğitim sistemini nasıl uygulamaya koyacaksınız?
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2004
<B>VERGİ</B> deyince herkesin aklına kayıt dışı ekonomi geliyor. Kayıt dışı ekonominin büyüklüğü nedeniyle devletin vergi gelirlerinin çok düşük olduğu vurgulanıyor. Bu yargı yanlış değil. Ama, kayıt içindekilerden vergi toplayamazken kayıt dışındakileri içeriye davet etmek pek kolay iş değildir.
Maliye Bakanlığı verilerine göre, bu yılın ilk altı ayında vergi tahsilatı ile vergi tahakkuku arasındaki oran yüzde 78.8 olmuş. Yani, devlet alması gereken her bir milyon lira verginin ancak 788 bin lirasını tahsil edebilmiş. Kimileri parası olmadığından vergisini ödeyememiş. Kimileri ise, çeşitli yollardan teşvik aldığından, vergisi tahakkuk etmiş, ama vergiyi ödemek zorunda kalmamış. Vergi muafiyeti almış.
İLLER
İl bazında bakıldığında, durum daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Deprem nedeniyle çeşitli vergi muafiyeti alan illerde tahsilat-tahakkuk oranı ortalamanın çok altında gerçekleşmiş. Örneğin, bu oran Sakarya’da yüzde 32, Düzce’de 39 ve Bolu’da yüzde 49 olmuş. Yani, buradaki illerde yaşayanlar vergi oluşacak kadar para kazanmışlar, ama vergi vermemişler. Deprem sayesinde vergiden muaf tutulmuşlar!
Bir diğer deprem mağduru Kocaeli ilinde ise tahsilat-tahakkuk oranı çok yüksek. Kocaeli de deprem geçirdiği halde, verginin büyük bir kısmı Tüpraş’tan geldiğinden, muafiyet uygulanmayarak Kocaeli’nde yüzde 91.5 gibi bir tahsilat-tahakkuk oranına ulaşılmış.
Vergi oluşacak kadar para kazanıp da vergi vermeyen diğer iller genellikle turizm geliri ağırlıklı iller olmaktadır. Örneğin, tahsilat-tahakkuk oranı Muğla’da yüzde 55.7, Antalya’da yüzde 60 olmuştur. Belli ki, turizmi de vergi dışında bırakmışız.
Vergi muafiyeti tanımak devlet açısından bir tercihtir. Bu tercihin belli bir ekonomik mantığı da vardır. Ama, teşvik mekanizması çok yaygınlaştırıldığında, devlet gözünün önünde duran vergilendirilebilecek gelirleri vergilendiremez duruma düşer. Türkiye bir ölçüde bu olguyu yaşamaktadır.
ÖNCE KAYIT İÇİ
Turizm endüstrisi genelde kayıt dışı faaliyetin yaygın olduğu bir sektördür. Bu sektörde yatırım yapanlar teşviklerden yararlandığından vergi vermezler. Bu sektörde ticaret yapanlar da iradelerini kullanarak vergi vermezler.
Yıllar önce, bir IMF heyetinin büyükçe bir halıcı dükkanını ziyaretlerinde vergi levhasına gözleri takılmıştı. Sonra da, Türkiye’nin neden vergi toplayamadığını kendi gözleriyle görmüşlerdi. İpek niyetine floş halı aldılar. Halıyı ucuza aldıklarını sandılar.
Halıcı kendi açısından haklıdır: Halıyı yapan vergi ödemiyor; Halıyı alanın kaldığı otel ya da tatil köyü vergi ödemiyor. O halde, kimsenin vergi vermediği bir ortamda, halıyı satan neden vergi ödesin ki?
Türkiye ortalamasının üzerinde tahsilat-tahakkuk oranı olan yalnızca yedi ilimiz var: Kocaeli, Kırıkkale, Aksaray, İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin. Kamu maliyesi bu illerin üzerine yıkılmış durumda. Bu durumu uzun süre devam ettiremeyiz.
Türkiye kayıt dışı ekonominin boyutunu mutlaka azaltabilmelidir. Ama, kayıt içindekilerle doğru dürüst vergi ilişkisine girememiş bir devletin kayıt dışını kayıt içine alabilmesi çok zor görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2004
<B>ETKİLİ </B>ve yetkili gibi görünen bir hükümet üyesinin ‘<B>Merkez Bankası bağımsızdır, ama Başkanı da neticede bir bürokrattır</B>’ türünden açıklamaları çok büyük bir talihsizlik olmuştur. Bürokrat deyiminden ‘hükümetin memuru’ anlamında, ‘hükümet söyler, o yapar’ gibi bir şey anlıyorsak, Merkez Bankası Başkanı’na bu yakıştırma çok çirkin olmuştur. Çünkü, bu konumda oturan kişi hükümet tarafından atansa da, hükümetin memuru değildir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi içinde, hakimler de hükümetin memurları değillerdir.
SİYASİ TERCİH
Çağdaş toplumlar eşitlik, hürriyet ve adalet ilkeleri üzerine kurulmuşlardır. Eşitlik ilkesi anayasalara konarak eşitlik ilkesinin uygulanmasını hükümetlerin siyasi bir tercih konusu yapması önlenmiştir. Hürriyet ilkesi de anayasalarda yerini bulmuştur. Adalet ilkesi de hem anayasalarda vardır, hem de uygulama aşamasında adalet mekanizması hükümetlerin güdümünden çıkarılmıştır (en azından gelişmiş ülkelerde).
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, hükümetlerin siyasi tercih yelpazesinden çıkarılan bir başka konu ‘enflasyon yaratmak’ olmuştur. Enflasyon yaratmak siyasi bir tercih olmaktan çıkınca, aynı adalet mekanizmasının bağımsızlaşması gibi, merkez bankaları da bağımsızlaşmıştır. Buradaki ‘enflasyon yaratmama’ ilkesi, ‘eşitlik-hürriyet-adalet’ ilkeleri kadar güçlü değildir. Çünkü, çoğu ülkede bu ilke anayasalara girmemiştir.
Merkez bankalarına, yasayla çizilen sınırlar içinde, ‘fiyat istikrarını tesis etme ve kollama’ görevi verilmiştir. Tıpkı, mahkemelere adaletin tesisi görevi verildiği gibi, merkez bankaları da devletin bir parçası olmuşlar, ama hükümetin bir parçası olmamışlardır.
Bu ilkeye saygı duyan ülkelerde enflasyonun konuşulmayacak kadar küçük olması hiç de tesadüf değildir. Çünkü, paranın değeri, o parayı basana duyulan saygıyla paraleldir.
Almanya’da, Bundesbank’ın (Alman Merkez Bankası) Başkanı’nın göreve başlarken düzenlenen yemin törenine Başbakan’ın katılması bir gelenektir. Başbakan bu törende memurunun terfisini kutlamamaktadır. Devletin parasının değerinin emanet edildiği kurumun en yüksek idarecisini onurlandırmakta, ona saygısını ifade etmektedir.
Bu çeşit davranışlar elbette şekilseldir. Ama, şekil bu konularda içerik kadar önemlidir. Daha biz şekilde sınıfta kalıyoruz. İçeriğini tartışmaya dahi başlayamıyoruz.
ÖNCE GÜVEN
Enflasyonu düşük ülkelerde hükümetle takıştığı için görevinden ayrılan merkez bankası başkanlarının sayısı çok azdır. Ama, merkez bankası başkanı ile takıştığı için görevinden ayrılan maliye ya da ekonomi bakanlarının sayısı oldukça fazladır. Biz de ise, hükümetle takışmadan görev süresini bitiren merkez bankası başkanlarının sayısı çok azdır.
Enflasyon paranın değerinin bir ekonomide el değiştiren mal ve hizmetler karşısında düşmesidir. Kamuoyunun elinde tuttuğu paranın ileride mal ve hizmetlere karşı düşmeyeceğine güvenmesi o parayı basan kuruluşa ve idarecilerine güvenmesine bağlıdır.
Bu güveni sarsıcı her davranış, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, bilerek ya da bilmeyerek, enflasyon yaratma çabasının bir parçasıdır.
Merkez Bankası ve Başkanı’nı bu çeşit tartışmalara konu etmek daha Yeni Türk Lirası piyasaya çıkmadan çok büyük talihsizlik olmuştur. Siyasi kademelerde belli bir kafa yapısının hala değişmediğini göstermiştir.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2004
<B>NİHAYET</B>, IMF ile birkaç yılı kapsayacak bir program üzerinde bir anlaşma yoluna gidiliyor. İki ya da üç yılı kapsayacak <B>yeni bir program Türkiye ekonomisine güveni içeride ve dışarıda pekiştirecektir</B>. Bu konu ilkbahar aylarında sonuçlandırılsaydı, bugün daha iyi bir yerde olabilirdik. Çok oyalanıldı. Ama, yine de doğru bir yaklaşım sergilendi.
Türkiye’nin IMF ile bir program yapmama diye bir lüksü zaten yoktu. Çok ısrarcı olunsaydı, IMF ile bir standby düzenlemesi değil, ona benzer, standby sonrası izleme programı yürürlüğe girecekti. IMF, kendisine 20 milyar dolar borcu olan bir ülkeyi herhalde başı boş bırakmayacaktı.
İÇERİK
Yeni programın kısa vadeli hedefleri içinde iç talebin kontrolü mutlaka ilk sıraları alacaktır. Bugüne kadar ‘işlerin iyi gittiği bir dönemde pişmiş aşa su katmamak için’ IMF cari işlemler açığı sorununu gündeme getirmemişti. Bu konu daha çok kapılı kapılar ardında tartışılıyordu. Artık, gerekli önlemlerin alınması zorunlu oldu.
IMF’nin benzer kaygılarla yeterince gündeme getirmediği konuların başında yapısal reformların savsaklanması geliyordu. Programın orta-uzun vadeli hedefi ekonomik istikrarı perçinleyici ve kalıcı kılacak yapısal önlemler olacaktır. Önlemler arasında, borçların çevrilebilirliğini sağlayacak ekonomik hedefler yanında kamu finansmanını bozabilecek olan yapısal zayıflıkları gidermeye yönelik düzenlemeleri göreceğiz.
Sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması yapısal önlemler içinde en ön sırayı almaktadır. Sistem ‘saatli bomba’ haline gelmiştir. Sistemin açıkları her geçen gün artmaktadır. Faiz ödemelerinden sonra, bütçenin en büyük harcama kalemi haline dönüşmüştür. Bu konuda önlem alınması geciktikçe, sorun katlanarak büyümektedir.
Sosyal güvenlik sisteminin kurtuluşu bu sistemden verilen emekli maaşlarının vergilendirilmesi olamaz. Vergilendirme geçici bir çözüm olur. Haksızlık yaratır. Gerçek emeklilerin, zaten düşük maaşlar alırken, durumları daha da bozulur. Çözüm, hem çalışıp hem de sosyal güvenlik sisteminden emekli maaşı alanlarda aranmalıdır. Vergilendirilecekse, gerekli yasal emin hazırlanıp onlar vergilendirilmelidir.
AB İLİŞKİLERİ
IMF ile masaya oturmanın bu kadar geciktirilmesi ve kamuoyunda spekülasyonlara neden olunması IMF ile bir anlaşma ile Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik arasında bir ilişki kurulmaya çalışılmasında kaynaklanabilir. AB ile müzakereler başlayacaksa, IMF’ye gerek yoktu diye düşünülebilir. Halbuki, durum tam tersidir.
AB ile tam üyelik yolunda müzakerelere başlayacaksak, IMF ile yapılacak bir program tam üyelik müzakerelerinin ekonomik ayağında bir kılavuz görevi görecektir. AB’ye karşı ekonomik konularda elimizi güçlendirecektir.
Çeşitli nedenlerle AB ilişkileri piyasalarda yaratılan beklentiler yönünde gelişmediği taktirde, beklentilerin tersine çevrilmesiyle Türkiye ekonomisi çok ciddi risklerin içine girecektir. Cari işlemler açığının arttığı ve kaygı yarattığı bir dönemde beklentilerin bozulmasının maliyeti çok daha büyük olacaktır. Böyle bir dönemde, IMF ile bir program üzerinde anlaşmış olmak sarsıntıyı hafifletici bir rol oynayacaktır.
Kısacası, AB ile ilişkiler önümüzdeki dönemde hangi yönde gelişirse gelişsin, önümüzdeki birkaç yıl Türkiye’nin IMF ile orta dönemli bir program üzerinde anlaşmış olmasının sayısız faydaları vardır. Siyasi gerekçelerle bu gerçeğe göz yummak Türkiye ekonomisini ciddi risklerin içine atmak olurdu.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2004
<B>SON </B>haftalarda <B>Merkez Bankası Başkanı</B> bir takım uyarılarda bulunuyor. <B>Kamu sektöründeki tasarrufun</B> önemini vurguluyor.İç talep büyümesinin iyi izlenmesinden ve analiz edilmesinden söz ediyor. Kamuda gevşemenin sakıncalarını söyleyip uyarıyor.
Uyarılar son derece ölçülü. Belki de, biraz fazla ölçülü. Bazılarının satın aralarını okumak gerekiyor. Yine de, anlayana çok şey ifade ediyorlar.
Bu uyarılar karşısında bir Başbakan Yardımcısı’nın ‘sınırı geçtiler’ türünden tepkileri henüz Merkez Bankası’nın ekonomideki konumunun siyasi cephede iyi hazmedilemediğini gösteriyor.
Siyasetçiler Merkez Bankası ile ilişkilerini bir türlü ayarlayamazlar. Uyumsuzluk bugünün sorunu değildir. Merkez Bankası kurulduğundan beri (64 yıldır), siyasetçiler Merkez Bankası’nı arka cepleri gibi görmek istemişlerdir.
‘Yazarım çeki, Merkez Bankası da öder’ anlayışını benimsemişlerdir. Yani, siyasetçiler için Merkez Bankası’nın Hazine’den farkı yoktur. Hazine ödeme emrini verir. Merkez Bankası da devletin veznesi olarak öder. Herhalde, bu alışkanlık padişahlık zamanından kaldı!
Devir değişti. Bütün dünyada merkez bankalarının ekonomideki konumu değişti. Enflasyon yaratmak artık siyasi bir tercih olmaktan çıkarıldı. Fiyat istikrarı içinde hükümetlerin ekonomi politikalarını uygulama ilkesi benimsendi. Bu görüşten yola çıkarak, Merkez bankaları fiyat istikrarını hedef alan para politikasını bağımsız bir biçimde uygulama imkanına kavuştu.
Biz bu değişimi ıskaladık. Iskaladığımız için de, otuz yıl çok yüksek enflasyon içinde yaşadık. Çeşitli krizler yaşadık. İki ileri, bir geri gittik. Batı’da ve Doğu’da bir çok ülke bizi solladı, geçti.
Türkiye’de hükümetler enflasyon yaratmayı da siyasi tercih yelpazesinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Hala da söylevleriyle ve davranışlarıyla bu görüşlerini değiştirmiş gözükmemektedirler. Bu bakış açısı Türkiye’ye çok şey kaybettirmiştir.
2001 yılındaki krizle beraber, dışardan dayatmayla da olsa, Merkez Bankası para politikasının oluşumunda ve uygulanmasında çok daha bağımsız bir hale geldi. Yani, istemesek de, Türkiye’de de enflasyon yaratmak siyasi bir tercih olmaktan çıkarıldı.
Yeni bir ortamda yaşıyoruz. Yeni ortamda, fiyat istikrarını tehdit edebilecek gelişmeler konusunda Merkez Bankası’nın bazen yumuşak, bazen sert açıklamalar yapması kadar doğal bir şey olamaz. Her şeyden önce, bu yeni ortamda çalışan piyasaların düzgün çalışmaları açısından Merkez Bankası’nın böyle bir sorumluluğu vardır.
Merkez Bankası artık hükümetlerden çok kamuoyuna sorumludur. Bu sorumluluk, Merkez Bankası’nın kapılı kapılar ardında hükümete yaptığı uyarılar hafife alındığında daha da artmaktadır.
Uyarılar hükümete olduğu kadar, tüm ekonomik birimlere de yapılmaktadır. Herkes o uyarılardan kendine düşen dersleri almalıdır. Bugün bu uyarılardan gerekli dersleri almayıp ‘Merkez Bankası da haddini bilsin’ gibi tavırlar içine girersek, yarın Merkez Bankası’nın tokadını yediğimizde iş işten geçmiş olacaktır. Merkez Bankası tokat atmadığında, ekonomik dinamikler zaten gereğini yapar.
Dün arka cep gibi görülen Merkez Bankası’nın şimdi baş kaldırıyor gibi gösterilmesi siyasi otoritenin yeni ortamı içine sindirememiş olması olasılığını güçlendirmektedir.
Siyasetçilerin şikayetlerinin tersine, Merkez Bankası devlet içinde devlet değildir. Aynı hükümet gibi, Merkez Bankası da devletin bir parçasıdır.
Bu eğitimle istihdam sorunu çözülür mü?
ÖNÜMÜZDEKİ dönemde emek piyasasında rekabet eskiye göre çok daha fazla kızışacak. Diplomalı değil, eğitilmiş işgücünün önemi çok daha fazla artacak. Artık, eğitim sistemimizi aldatmaca diploma odaklı olmaktan çıkarıp çocuklarımıza üretimde işe yarayacak eğitim odaklı hale getirmek zorundayız.
Lise giriş sınavlarına giren çocukların yüzde 10’undan fazlası sıfır aldı. Yani, sekiz yıllık temel eğitim bu çocuklara hiçbir şey vermedi. Doğal olarak bu çocuklar liseye de gidecekler. Hatta, bir çeşit üniversite diploması da alacaklar. Sonra ne olacak?
İlk sekiz yıllık zorunlu eğitimi bir binanın temeline benzetirsek, lise eğitimi binanın su basmanıdır. Üniversite eğitimi on katlı bir binadır. Lisans üstü eğitim binanın 20-30 katlı olmasına yardım eder.
Lise giriş sınavına girenlerin yüzde 10’undan fazlası sıfır alan bir öğrenci kitlesi üniversite bitirmeye odaklanmış bir biçimde eğitimlerine devam edecekler. Temel olmadan on kat çıkılacak. O binaya iskan da (üniversite diploması) verilecek. Ama, binada oturacak insan bulamayacağız. Bulsak da, o insanları yıkıma (işsizliğe) terk edeceğiz. O insanların büyük çoğunluğu işsiz kalacaklar ya da okuyup öğrendiklerini sandıkları iş kollarından çok farklı alanlarda iş bulabilecekler.
Bu yapının sorumluları olarak sınavda sıfır alan çocukları gösteremeyiz. Eğitimi almaya çalışanlar kadar eğitimi verenlerin de sorumlulukları vardır.
Dengelerin kalıcılığı tehdit altında
YILIN ilk yarısında dış ticaret açığımız 17 milyar dolara yaklaştı. On iki aylık bazda, dış ticaret açığı 30 milyar dolar oldu. Bu eğilim devam ettiği taktirde, dış ticaret açığı yıl sonunda 40 milyar dolara yaklaşacak.
2000 yılı sonunda toplam ithalat 54.5 milyar dolar, milli gelirimizin yüzde 27’si civarındaydı. Şimdi, on iki aylık bazda, ithalat 82 milyar dolar, milli gelirimizin yüzde 34.2’sidir. Dış ticaret açığı da milli gelirimizin yüzde 13’ü civarındadır.
Bu büyüklükleri sürdürebilmemiz kesintisiz bir sermaye akımının gerçekleşmesiyle mümkündür. Sermaye akımları hiçbir zaman kesintisiz olmamıştır. Bir gün, mutlaka bu dengeleri zorlayacak gelişmeler olacaktır.
Sermaye akımı ihtiyacını azaltmanın yolu iç talep büyümesini kontrol etmektir. İthalatın bu denli artmış olması enflasyonla mücadeleyi kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ama, ithalat artışını sürdüremediğimiz zaman, enflasyonda alınan mesafenin de kalıcılığı tehdit altında olacaktır.
Bu konu çok yazılıp çizildi. Galiba, Merkez Bankası ve IMF’nin bu konudaki uyarılarına kulak vermekten başka seçeneğimiz kalmadı.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2004
<B>REKABET </B>kavramının iyi tanımlanması gereken alanlardan biri <B>emek piyasasındaki</B> rekabettir. Emek piyasasının yasal zeminde düzenlenmesi tüm ülkelerde ‘<B>eşitlik</B>,’ ‘<B>adalet</B>’ ve ‘<B>ayırımcılık</B>’ kavramları arasında sıkışıp kalmıştır. Yasa yapıcılar ‘eşit işe eşit ücret’ diyerek işin içinden çıkmışlardır. Ücreti belirleyen en önemli etkenlerden biri olan ‘verimlilik’ kavramı yasal zeminde her zaman ikinci plana atılmıştır. Ücret düzeyine ‘adalet’ açısından, ücret çeşitliliğine ‘eşitlik’ açısından yaklaşılmaktadır. Özellikle, uygulama bu yönde olmaktadır.
EŞİTLİK
Emek piyasası çok karmaşık bir yapıya sahiptir. Meslekler arası rekabet söz konusudur. Mesleklerin kendi içinde rekabet yaşanır. Aynı meslek dalında kalite farkları vardır. Geçmiş deneyimler önemlidir. Deneyimin kalitesi belki daha da önemlidir.
Bu karmaşık yapıda ‘eşit işe eşit ücret’ dendiğinde, emek piyasası rekabetten uzaklaşmaktadır. Emek piyasasında rekabetten yasal olarak uzaklaştırılmasının bahanesi olarak hep mal ve hizmet piyasalarının emek kullanma yönünde ayırımcılık yaptığı gösterilir. Bilinen en yaygın ayırımcılık kadın ve erkek çalışanlar arasındadır.
Birçok ülkede yapılan birçok bilimsel çalışma aynı iş kolunda kadınların erkeklere göre daha az ücret aldığını göstermektedir. Buradan yola çıkarak birçok ülke bu çeşit ayırımcılığı önlemek için iş yasalarına ‘eşit işe eşit ücret’ ilkesini getirmişlerdir.
‘Eşit işe eşit ücret’ ilkesi verimliliği göz ardı ettiğinden, emek piyasası yalnızca rekabetten uzaklaşmıyor, aynı zamanda verimlilik artışı da köstekleniyor. Kaliteyi yükseltmek yerine ‘ortalamada buluşma’ ilkesi benimsenmiş oluyor. Bazen ayırımcılığı daha da fazla körüklüyor.
Emek piyasası konusunda yapılan birçok çalışma çalışanların eğitiminin, geçmiş iş deneyimlerinin, üretkenliklerinin ücretlerin tespitinde önemli parametreler olduğunu göstermiştir. Bunların arasında da, biraz da ölçülmesi göreli olarak daha kolay olduğundan, eğitimin ve eğitim kalitesinin önemi daha öne çıkmaktadır. Yani, insan sermayesi (human capital) önemlidir.
EĞİTİM
Emek piyasasında rekabette öne çıkabilmek için eğitim ve eğitim kalitesi önemlidir. Eğitim işgücünün kalitesini tespit etmektedir. İşveren, verdiği ücrete karşılık daha kaliteli işgücü talep etmektedir. O halde, özellikle yeni iş bulma aşamasında, kişilerin aldığı eğitimin düzeyi ve kalitesi kişiyi rekabette öne çıkarmaktadır.
İş bulamayanlar ya da emek piyasasından kendini çekmişler arasında yapılan çalışmalar eğitim düzeyinin ve kalitesinin önemini göstermektedir. Eğitim, önce kişinin istihdam edilebilirliğini ve istihdamın yerini tespit etmektedir. Daha sonra, istihdam edildikten sonra, verimlilik yanında, rekabet içinde ücret ve diğer açılardan kişinin göreli konumunu yönlendirmektedir.
İşgücü piyasası ve buna bağlı olarak işsizlik irdelenirken konuya mikro açıdan bakmanın çok daha yönlendirici olduğunu kabul etmek zorundayız. Daha fazla üretim yapılırsa, daha fazla istihdam olur görüşü her zaman doğru değildir. Emek piyasasında rekabetin sonuçlarını iyi değerlendiremezsek, istihdam konusunu da doğru olarak irdelememiz mümkün olmaz.
Ne kadar engellenmeye çalışılırsa çalışılsın, istihdam rekabetin etkilediği en önemli ekonomik alanlardan biridir.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2004
<B>İÇ talep </B>büyümesini maliye politikaları yoluyla frenlemek de yapılması söylenmesinden zor bir konudur. Türkiye’de kamu sektörü uluslararası standartlarda oldukça fazla tasarruf yapmaktadır.Şimdi, iç talep genişlemesini frenlemek için kamuda daha fazla tasarruf yapması gerekmektedir. Halbuki, hükümet tasarruf yapmaktan sıkılmıştır. Gevşemek istemektedir. Yani, ihtiyaçlar ile arzular taban tabana zıt hale gelmişlerdir.
Bu ikilem bize Türkiye ekonomisinin sorunlarının karmaşıklığına işaret etmektedir. Bir yandan kamu sektörünün çok yüksek borçluluğu söz konusudur. Diğer yandan, yapısal reformları savsakladığımızdan bütçe harcamalarında esneklik kalmamıştır. Vergi yapısı çarpıktır. Vergi gelirlerinin çoğu doğrudan gelirlerden değil, dolaylı olarak ticaretten alınmaktadır.
Bu yapıda, Türkiye enflasyonla mücadeleye başlamış ve küçümsenmeyecek bir yol almıştır. Ama, iyimserliğin getirdiği risklere mücadele de giderek zorlaşmaktadır. Ekonomide ince ayar yapabilme piyasalardaki spekülatif beklentilerle daha zor hale gelmektedir.
YAPISAL REFORMLAR
Bütün bu zorluklara rağmen, maliye politikaları devreye sokulmalıdır. Esnekliği olan harcamalar daha da kısılmalıdır. Esnekliği olmayan harcamaları daha esnek hale getirecek yapısal reformlara hız verilmelidir.
Sosyal güvenlik sistemine bütçeden verilen sübvansiyonlar yılın ilk dokuz ayında 9.1 katrilyon olmuştur. Bütçedeki faiz dışı harcamaların yüzde 26’sı sosyal güvenlik sisteminin açıklarını kapatmaya gitmektedir.
Kamu iktisadi Teşebbüsleri (KİT) tasarruf yapamamakta, aksine faiz dışı açık dahi vermektedirler. Yani, KİT’ler faaliyet zararı üretmektedirler.
Faiz borçlarının üzerine bir de açıkları için borçlanmaktadırlar. Ürünlerinin fiyatlarını yükseltmemek için açık vermektedirler. Bu kuruluşların fiyatlandırmaları hem gerçekçi olmalı hem de verimlilik artışları ile ortalama enflasyonun üzerinde zam yapma ihtiyacı içinde olmamaları gerekmektedir.
TERCİH
Kamu finansmanında ilk çare harcamaları kısmaktır. Son çare ise vergileri artırmaktır. Vergileri artırmada sınıra gelinmiştir. Gelinen noktada, katma değer vergisi gibi dolaylı vergilerin oranlarını artırmak kağıt üzerinde vergi gelirlerini artırsa da, vergi kaçağını artırmakta ve yaygınlaştırmaktadır. Türkiye gelirler üzerinden alınan vergi gelirlerini artırmak zorundadır. Sırada bekleyen yapısal reformlardan biri de budur.
Maliye politikaları karar verip uygulamaya konması göreli olarak uzun zaman alan politikalardır. Uygulamaya konduklarında ise etkileri çok çabuk görünür. Para politikası ise karar vermesi kısa süren ama ekonomideki etkilerini göstermesi zaman alan politikalardır.
Politikacılar ekonomide ince ayar için daima para politikasını devreye sokmayı maliye politikalarına göre tercih ederler. Halbuki, maliye politikalarının yapabileceklerinin çoğunu para politikası beceremez. Sonuçta, para politikası yaratılan pislikleri temizlemek için kullanılır. Gereksiz çalkantılar yaratılır.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2004
<B>EKONOMİK </B>büyümenin kesintisiz devam etmesi Türkiye’ye döviz girişinin kesintisiz devam etmesine bağlıdır. Çoğunlukla borçlanarak döviz girişi sağladığımızdan, bu süreçte faizlerin yüksek kalması ve Türk Lirası’nın reel olarak değerlenmesi normal karşılanmalıdır.
Borçlanmadan yüksek döviz açıkları verip sürdürülebilir bir büyüme ancak yüksek oranda yabancı sabit sermaye yatırımları çekildiğinde gerçekleştirilebilir. Örneğin, Başbakan’ın dediği gibi, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri başlar başlamaz şimdiye kadar hiç görmediğimiz boyutta yabancı sabit sermaye yatırımları Türkiye’ye akmaya başlarsa, ekonomik büyüme yüksek cari işlemler açığına rağmen sürdürülebilir olabilir.
Reel faizlerin bu denli yüksek kalması gerekmez. Ama, döviz kurları düşmeye devam eder. İç talepteki genişleme enflasyonla mücadeleyi tehdit etmeye devam eder.
FAİZ RİSKLERİ
Ekonomik büyümenin frenlenmesinin bir yolu Merkez Bankası’nın faizleri artırarak ekonomideki genel faiz düzeyini yükseltmesidir. Bu yolla, kredi maliyetleri yükseleceğinden, yatırım ve tüketim büyümesi azalacaktır. Yani, iç talep büyümesi frenlenmiş olacaktır.
İç talepteki büyümeyi yavaşlatarak enflasyonla mücadelenin bir yolu budur. Ama, bu yolun iki önemli riski vardır. Birincisi, iç taleple faizler arasındaki ilişkinin boyutu henüz çok iyi bilinmemektedir. Her ne kadar faizlerle iç talep arasında eskiye göre daha yakın bir ilişki olduğu yönünde bazı işaretler varsa da, yaşadığımız yeni ortamda, bu ilişkinin boyutu konusundaki bilgilerimiz çok kesin değildir. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nın faizleri 1-2 puan artırması iç talep açısından fazla bir şeyi değiştirmeyebilir.
İkinci risk, Merkez Bankası’nın faiz artırımının beklentileri tahminlerin de ötesinde bozmasıdır. Faizlerin artmasıyla kamu kesiminin borçlarını nasıl çevirebileceği yönünde oluşabilecek olumsuz beklentiler iç talebi yavaşlatmakla kalmayıp ekonomide ‘yumuşak iniş’ yerine ‘sert bir çakılma’ söz konusu olabilir.
Çeşitli nedenlerle faiz artışının beklentileri bozmayıp her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir ortamda ise, faiz artışının iç talep büyümesini frenlemesi söz konusu olmayabilir. Gereksiz yere, bir çalkantı, ya da en azından kamu sektörünün borçlanma maliyetinin artırılması gerçekleşmiş olur.
MALİYE POLİTİKASI
O halde, para politikası yoluyla iç talep büyümesini yavaşlatmaya çalışmak faydadan çok zarar getirebilecek bir strateji olabilir. Kaldı ki, faiz artırımı karşısında ileriye dönük olumlu beklentilerini değiştirmeyen bir piyasada döviz kurlarının daha da düşmesi söz konusu olabilecektir. Kısacası, para politikasının riskleri vardır.
Bir diğer seçenek maliye politikaları yoluyla iç talep büyümesini kontrol etmektir. İç talep büyümesi ve cari işlemler açığının bu boyutlara gelmesinin doğrudan nedeni özel sektörün tasarruf fazlasını azaltmasıdır. Yani, özel sektör geçmişe göre daha az tasarruf etmektedir. Tüketime ağırlık vermiştir.
O halde, ekonomide bunu dengeleyecek tek unsur kamu sektörünün tasarruflarını artırmasıdır. Kamu sektörünün zaten tasarruf açığı vardır. Kamu sektörü tasarruf açığını azaltıp özel sektörün daha az tasarruf yapmasını dengelemek zorundadır.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku