28 Temmuz 2004
<B>NİHAYET</B>, iç talep büyümesi konuşulmaya başlandı. Bu da bir faydadır. En azından, şimdilik bir çözüm arayışında olmasak da, <B>sorunun ciddiyeti konusunda bazı çevreler uyarılar yapmaya başladılar</B>. Bu da, hiç yoktan iyidir. Tren kazasıyla ekonominin gidişi arasında benzerlikler çizilmeye başlandı. Alt yapısı uygun olmadan hızlı giden bir trenin raydan çıkması gibi, alt yapısı olanak vermezken hızlı büyüyen bir ekonominin de raydan çıkabileceği yönünde yorumlar yapıldı. En azından, ekonomik bir sorunun başımızdan yeni geçen bir tren felaketiyle özleştirilmesi risklerin anlaşılmasını kolaylaştırdı.
Ekonomik büyümenin yıllık yüzde 7’yi geçtiği bir dönemde işsizlik sorununun ağırlaşması doğal olarak siyasi iradenin büyümede frene basmasını engelliyor. Konuya ‘yangına körükle yaklaşma’ olarak bakılıyor.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
Halbuki, bir de madalyonun diğer yüzü var. İç talepteki artışla beraber ithalat artıyor. Ekonominin döviz ihtiyacı artıyor. Şimdi, yeteri kadar, hatta fazlasıyla döviz girdiğinden sorunun ciddiyeti hissedilmiyor. Ama, döviz girişlerinde bir tıkanma olması durumunda, işsizlik sorunu, büyümeyi yavaşlatmaktan dolayı gelebileceği boyuttan çok daha ağır bir biçimde kendini hissettirecektir.
Dış denge açısından, sorunun kökeni iç talepteki büyümeye paralel olarak cari işlemler açığının artmasıdır. Cari işlemler açığını artırmayan bir iç talep büyümesi ekonomi üzerinde o denli bir risk oluşturmazdı. Risk, enflasyonla mücadele alanında kısıtlı kalacaktı. Şimdi, hem enflasyonla mücadeleyi hem de büyümenin sürdürülebilirliğini risk altına sokmuş bulunuyoruz.
Türkiye doğrudan yabancı sabit sermaye yatırımları alan bir ülke olsaydı da, iç talep büyümesi ekonomik büyümenin sürdürülebilirliğini, en azından kısa dönemde, tehdit eder nitelikte olmayacaktı. Çünkü, artan cari işlemler açığı borç yaratmayan doğrudan yabancı sermaye yatırımları yoluyla gelen dövizlerle karşılanacaktı. Kısa vadeli borç gibi, doğrudan yabancı sabit sermaye yatırımları canı sıkılınca ülkeden çıkan bir sermaye türü olmadığından, ekonomik büyümede kesinti söz konusu olmayabilecekti.
Yılın ilk beş ayında cari işlemler açığı 8.8 milyar dolar oldu. Yılın geri kalan kısmında geçen yılın aynı cari işlemler açığı gerçekleşse, 2004 yılında toplam cari işlemler açığı 11.3 milyar dolar olacaktır. Yani, cari işlemler açığı milli gelirimizin yüzde 5’ine yaklaşacaktır. Eğilimler bu miktarın aşılabileceğine işaret etmektedir.
ÇARE
Bu boyuttaki bir cari işlemler açığının finansmanının kesintiye uğramadan karşılanması reel faizlerin yüksek olmasını ve döviz kurunun yabancı paralar cinsinden faizlerin yüksekliğini garanti edecek bir biçimde oluşmasını gerektirir. Yani, döviz kurları reel olarak daha da düşecektir. Bütün bunlar için olumlu havanın devam etmesi gerekecektir. Bir anlamda, Türkiye ekonomisi artık ‘durursa düşer’ bir konuma sokulmaktadır. Geçici rahatsızlıklar yaratarak soruna çare aramak yanlıştır.
Çare, kamu finansmanında, maliye politikalarında aranmalıdır. Para politikasının bu konuda yapabilecekleri hem sınırlıdır hem de ciddi riskler taşımaktadır.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2004
<B>MAKRO </B>ekonomik ve <B>demografik</B> şartlar Türkiye’de işsizlik sorununun uzun süre devam edeceği yönünde işaretler vermektedir. Bir yanda, üretimdeki verimlilik artışı istihdam olanaklarını kısmaktadır. Diğer yanda, nüfus artışı yüzde 2’nin arlına düştüğü halde, çalışabilir nüfus yılda yüzde 3’e yakın artmaktadır.
Bu şartlarda, emek piyasasının esnek olması çok daha da önemli hale gelmektedir. Emek piyasasında çalışabilirler arasında kıyasıya rekabet yaşanırken, işten çıkarmanın zorlaştırılması istihdam olanaklarını da tıkamaktadır. İşten çıkarma zorlaşınca, işe girme de zorlaşmaktadır. Yapısal bir sorun yaratılmaktadır.
KANDIRIYORUZ
İstihdam piyasasındaki zorluklar eğitim sistemimizden de kaynaklanmaktadır. Herkesi üniversite mezunu yapmayı hedefleyen bir eğitim sistemimiz söz konusudur. O nedenle, ilkokul açar gibi, üniversiteler açtık. Halbuki, üniversite çok pahalı bir uğraştır.
Gerekli parayı harcayıp insan gücü ve araç-gereçler açısından belli bir kaliteyi tutturamadığınızda, üniversite eğitiminin lise eğitiminin üzerine verebileceği fazla bir şey kalmamaktadır. Maalesef, çok sayıdaki üniversitelerimiz bu durumdadır. Hatta, eskilerin de durumu kötüleşmektedir. Paramız yoktur, ama para yutan bir uğraş olan üniversite açmaktan hiç geri kalmadık. Üniversite açmayı bina tahsis etmeyle eş tuttuk.
Son yirmi yıldır yaşanan üniversite enflasyonuyla, işverenler, doğal olarak, üniversiteler arasında, mezun olan öğrencinin kalitesine bakmaksızın, ayırımcılık yapmaya başlamışlardır. Belli üniversitelerden mezun olanlar istihdam piyasasında öncelik kazanmışlardır. Halbuki, mezun olunan üniversite istihdam kararında kriterlerden biridir. Bizde, neredeyse tek kriter haline gelmiştir.
Doğru dürüst üniversite eğitimi veremezken, açık öğretim yoluyla da üniversite diploması vermeye başladık. Buradan mezun olanlar kendilerinin üniversite mezunu olduklarını sanıyorlar, ama iş piyasası onları üniversite mezunu olarak görmüyor. Bu açıdan, bu çocuklar kandırılmaktadır. Yanlış yönlendirilmektedir.
Az sayıda eleman alacak bir şirketin gazetede eleman arama ilanı çıktığında, şirketin altından kalkamayacağı sayıda müracaat gelmektedir. Müracaatların yüzde 80-90’ı açık öğretimden mezun olanlardır. Çoğu zaman bu kişiler değerlendirmeye dahi alınmamaktadırlar.
DERİNLEŞEN SORUN
Eğitimde bir kutuplaşma yarattık. Herkesi üniversite mezunu yapmaya çalışırken, ekonominin ihtiyaçlarını görmezden geldik. İyi eğitim veren az sayıdaki üniversitelerimizde ancak en başarını yüzde 1-2’yi okutabiliyoruz. Diğerleri bir anlamda kendi kaderleriyle baş başa bırakılıyor. Bu insanlar iş piyasası tarafından ne lise mezunu ne de üniversite mezunu olarak görülüyorlar.
Böyle bir yapıyla yeni işsizler yaratıyoruz. İşsizlik sorununu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyoruz.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2004
<B>YAŞADIĞIMIZ </B>son ekonomik krizin en kalıcı etkisi <B>bankacılık sektöründe</B> görüldü. Bilançolar alt-üst oldu. Büyük zararlar yüklenildi. Krediler battı. <B>Kar etmek zorlaştı</B>. Bütün bunlar zamanla düzelecek şeylerdir. Düzelmesi zaman alacak olumsuzluklarla bir süre daha yaşayacağız. Bunlar arasında, bankacılığın itibarı yerle bir oldu. Artık, gençler bankacı olmak istemiyorlar. Banka sahibi olmanın eski cazibesi kalmadı. Banka sahipleri ve banka yöneticileri potansiyel suçlu olarak algılanmaya başladı.
Bankalara yeni sermaye koymanın ekonomik mantığı kalmadı. Fırsat olsa, bankacılıktan çıkmak daha akılcı bir strateji haline geldi. Bu süreçte, yerli ilgilenmeyince, bankacılık sektörüne yabancı sermayenin girmesi en tercih edilen yol oldu. Ama, bankaların fiyatları düştü. Daha altı yıl önce, banka tabelası 60 milyon dolara müşteri bulurken, yabancı sermaye hurda fiyatına Türkiye’de banka alabileceği izlenimini edindi. Bu izlenim hala doğrudur.
Kriz sırasında hiçbir yabancı Türkiye’deki bankalarla ilgilenmedi. Çünkü, ekonomik riskler çok fazlaydı. Teknik deyimiyle, bankalarımız fiyatlandırılamadı. Kriz bitti. Kriz sırasında olabilecek fiyatlarla yabancılar Türkiye’de banka satın almaya niyetlendiler. İktisadi açıdan, yabancılar para vermeden Türkiye’de banka satın alma peşine düştüler. Yanlış bir izlenim verdik. Hatanın bir kısmı da bize ait.
Bankalar çoğunlukla yerli mali tasarrufların değerlendirildiği kuruluşlardır. Çoğunlukla, toplanan tasarruflar yine yerli üretimi desteklemek için kullanılır. Banka yabancı olduğunda, yine yerli tasarruflar toplanır. Ama, iş toplanan tasarrufların değerlendirmesine geldiğinde, yerli üretimin desteklenip desteklenmeyeceği ‘ülke riski’ göz önüne alınarak karar verilir. Yani, yabancı sermayenin elinde yerli kaynak yabancılaşır. Ekonomi için bu küçümsenmeyecek bir risktir.
Bankacılık sektöründe yabancı sermayenin olmaması diye bir şey olamaz. Ama, sektörün büyük bir bölümünün yabancı sermayenin elinde olmasının önemli sakıncaları vardır. Hal böyleyken, yabancıların Türk bankalarını hurda fiyatına almaya çalışmaları, bizlerin de geçmişin acılarıyla böyle bir alış-verişe niyetli olmamız ileride sorunlar doğurabilecektir.
Türkiye’nin yerli sermayesinin bankacılık sektörüne girmesi hem yönlendirilmelidir hem de teşvik edilmelidir. Geçmişte bazı yerli sermayenin bankacılık sektörünü kötü idare etmesi yerli sermayeye güveni azaltmamalıdır. Yaşın yanında kuru da yanmamalıdır. Türkiye’de banka sahibi olabilecek niteliklere sahip bir çok yerli sermayedar vardır. Yerli sermaye için bankacılık yeniden bir ‘prestij’ aracı haline getirilmelidir.
Mali sistemimizin uzun dönemli sağlığı ve kendinden beklenen işlevleri yerine getirmesinin ilacı yabancı değil, yerli sermayedir. Bu konuda bankacılık sektörünün denetimi ve düzenlemesinden sorumlu kamu otoritesinin de önemli sorumlulukları vardır.
Enflasyonun yarattığı hantallık azalıyor
ENFLASYONUN düşme sürecinde beklenen olağan gelişmeler gerçekleşiyor. Üretimde verimlilik artıyor. Reel ücretler hızlı bir düşüşün ardından ya yerinde sayıyor ya da düşme eğilimini yavaşlayarak devam ettiriyor. Yerli para reel olarak diğer paralara göre değer kazanıyor. Reel faizler arzu edildiği ölçüde düşmüyor.
Paranın değer kaybetmesi ve reel faizlerin yüksekliği yönetime güvensizlik ve ekonomideki hantallıkların sonuçlarıdır. Hantallığın kökeninde ise reel ücretlerin yüksekliği ve yüksek düzeydeki reel ücretlere göre üretimde verimsizlik yatar. Enflasyonu besleyen etkenler hantallık yaratır.
2001 Krizi ile birlikte enflasyonun düşmeye başlaması hantallıkları azaltmaya başladı. Hantallıkların azalma eğilimine girmiş olması, devam ettiği taktirde, enflasyondaki düşüşün kalıcılığı yönünde de olumlu bir işaret vermektedir. Reel olarak kurların düşmesinin, yani paramızın değerli hale gelmesinin olumsuz sonuçları üretimdeki verimlilik artışları ve reel ücretlerin düşmesiyle dengelenmektedir.
Ortalama bazda, reel ücret endeksi 2000 yılında 110.2 iken 2003 yılında 82.3 olmuştur. Reel ücretler son iki yılda yüzde 25 düşmüştür. Buna karşılık, aynı bazda, üretimdeki verimlilik endeksi 2000 yılında 114.5 iken 2003 yılında 133.8 olmuştur. Son iki yıldaki verimlilik artışı yüzde 17’ye yaklaşmıştır.
Bir başka ifadeyle, üretimde birim başına işgücü maliyeti son iki yıl içinde yaklaşık yüzde 46 azalmıştır. Bu gelişme ekonominin rekabeti açısında çok önemlidir. Rekabet açısından olduğu kadar, enflasyonun kalıcı bir biçimde indirilebilmesi açısından da çok önemlidir.
İşin olumsuz tarafı, enflasyon düşerken, verimliliğin artmasına paralel olarak işsizliğin artması ve reel ücretlerin düşmesine paralel olarak genel refahın düşmesidir. Zaten, rekorlar kıran ekonomik büyümenin toplumun geniş kesimlerince hissedilmemesinin arkasında da bu gerçek yatmaktadır. Enflasyonda başarı sağlayabilmek için bir süre bu gerçekle yaşamak zorundayız.
Kamu borcu azalmadan rahatlama olmaz
ESKİ deyimiyle, ekonomide kemer sıkma dönemi kamu borcu göreli olarak azaltılmadan mümkün olmaz. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi, IMF ile ya da IMF olmadan, kamu kesiminin finansmanında faiz dışı fazla vermek zorundadır. Aksini yaptığımız taktirde, IMF olmadan yolumuza devam ediyorsak, yeniden IMF’ye muhtaç oluruz. IMF ile yolumuza devam ediyorsak, IMF ile daha sıkı bir program yapmak zorunda kalırız.
Kamu sektörünün brüt borcu yaklaşık 300 katrilyon lira oldu. Toplam borçlarımız milli gelirimizin yüzde 83’ünün biraz üzerinde. Gelinen nokta küçümsenemeyecek bir başarı. İki yıl evvel, bu rakam yüzde 110 civarındaydı. Başarının arkasında, ekonomik büyümenin yanında, kamu kesimi finansmanında gerçekleştirilen faiz dışı fazla var. Reel faizlerin, düşmesi bu oranın düşmesine katkı yapmıştır. 2000 ile karşılaştırıldığında, kamu sektörünün dış borçlarının milli gelirimize oranı yüzde 25’lerden yüzde 27’lere çıkmıştır. Artış devam etmektedir. Özel sektör borçlarını da hesaba kattığımızda, dış borçlarımızın milli gelire oranı yüzde 60’ı geçmektedir. Dış borçların yüksekliği ve artma eğiliminde olması her ekonomi açısından önemli bir risk unsurudur. Önümüzdeki dönemde, kamu sektörünün hem iç borçlarının hem de dış borçlarının milli gelirimiz içindeki oranlarını düşürmek durumundayız. Yani, kamu maliyesinde faiz dışı fazla vermeye devam etmek zorundayız. Bu konuda ciddiyet sürdürülebildiği taktirde, reel faizler de düşecektir. O günleri görene kadar, genel anlamda günlük hayatta bir rahatlama olasılığı zayıftır. Düşük enflasyonda yaşamanın da zorlukları vardır.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2004
<B>REKABETİN</B> dinamiği piyasanın tüm birimlerini en iyiye doğru çeker.Bu dinamik dışsal etkilerle değiştirildiğinde, değişimin derecesine göre, piyasanın birimleri ortalamada, hatta en kötüde buluşmaya başlarlar. Rekabetten uzaklaşmanın getirdiği verimsizliğin temeli de budur.
Fiyat mekanizmasının çalışmasını bir biçimde engellemek (ister firmaların kendi aralarında anlaşmaları yoluyla olsun, ister devlet tarafından neden olunsun) piyasayı iyi de değil, kötüde buluşturma çabasıdır. Kötüde buluşmaktan fayda ummaktır. Mikro faydalar sağlamak için makro zararlar yüklenmektir. Bunun temelinde ayırımcılık vardır.
Bazı kültürler herkesi kötüde buluşturmayı tercih ederler. Bu nedenle de, o kültürlerde rekabetin derinleşmesi çoğu zaman mümkün olmaz ya da gereksiz uzun zaman alır. Bazı kültürler ise iyiyi kovalamayı tercih ederler. Rekabet, o kültürlerin doğasında vardır. Bir anlamda ve en geniş anlamda, rekabet anlayışının önemli bir kültür boyutu da vardır.
KÜLTÜR
Çok genel bir sınır çizersek, Doğu toplumları Batı toplumlarına göre daha az rekabetçidir. İstisnaları olmakla birlikte, Doğu toplumlarında rekabetten fazla hoşlanılmaz. Rekabet, üstünün zayıfı ezmesi olarak görülür.
Yine istisnası olmakla birlikte, Batı toplumları rekabeti zayıfın güçlendirilmesinin bir yolu olarak görür. Hatta, Weber gibi yazarlar Batı toplumlarındaki rekabetçi ruhun din kaynaklı olduğunu dahi iddia etmişlerdir. Protestanların daha rekabetçi, Katoliklerin ise daha az rekabetçi olduklarını dile getirmişlerdir.
Kültürün bir parçası olarak din de mutlaka toplumların rekabete bakış açılarını şekillendirmektedir. Ama, yirminci yüzyılın sonlarında rekabete bakış açısını şekillendiren çok daha önemli bir etken ortaya çıkmıştır: Küreselleşme.
Rekabetten kaçış küreselleşmenin hızlanmasıyla beraber olanaksız hale gelmiştir. Kendi iç pazarında firmalarının tekelleşmesini özendirip uluslararası piyasalarda rekabetçi olan Japonya dahi iç pazarda rekabetin yoğunlaşması için kapılarını dış dünyaya açmak zorunda kalmıştır. Ülkelerarası ticarette fiyat ve fiyat dışı engellerin kaldırılması gündeme gelmiştir.
KÜRESELLEŞME
Küresel bazda en rekabetçi, buna karşılık da rekabetin engellendiği en büyük sektörlerden biri tekstil sektörüdür. Yüzyıllarca tekstil sektörü iç pazarlarda korunmaya çalışılmıştır. Ama, piyasa dinamiklerinin önüne geçilememiştir. Tekstil Batı’dan Doğu’ya kaymıştır. Kaymaya da devam etmektedir.
Gelecek yılın başından itibaren tekstil sektöründe Dünya Ticaret Örgütü üyesi ülkelerde kotaların kalkmasıyla tekstil sektörünün coğrafi dağılımı daha da hızlı değişecekmiş gibi görünmektedir.
Tekstil üretiminin rekabetçi Batı’dan rekabetten hoşlanmayan kültürüyle Doğu’ya daha hızlı kayması beklenmektedir. Uluslararası platformda rekabeti yoğunlaştıran etken kültür olmaktan çıkıp küreselleşme olmuştur. Yine de, rekabetin şekillenmesinde kültürün etkisi yok oldu denemez.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2004
<B>EKONOMİK </B>büyümenin rekorlar kırdığı bir dönemde dahi, istihdam artmamakta, <B>işsizlik artmaktadır</B>. Bu nedenle de dış dengeleri altüst etme riskine gözlerimizi yumarak ekonominin daha az büyümesine tahammül edemiyoruz. En azından, ekonomi politikalarını oluşturanlar böyle düşünüyor. Türkiye’nin istihdam sorunu uzun dönemli bir sorundur. Sorunun birkaç yılda çözülebileceğini düşünmek kendimizi aldatmak olur. Uzun vadeli bir bakış açısı içinde, eğitim ve yatırımları teşvik politikamızı yeniden yapılandırmak zorundayız. Ama, çözüm hemen gelmeyecektir. Bunun da bilincinde olmamız gerekiyor.
YAPISAL REFORMLAR
Resmi istatistiklere göre, Türkiye’de işsizlik oranı şimdilik yüzde 10-12 civarında dalgalanıyor. Yani, çalışabilecek yaşta olan nüfusun yüzde 10-12’si aktif olarak iş aramaktadır. Ama çalışabilecek nüfusun bir kısmı iş aramaktan bıktığından başka marjinal işlerde çalışmakta ve ‘işsiz’ olarak sınıflandırılmamaktadır. Bu kişilerin birçoğu trafik sıkıştığında ya da kırmızı ışıkta arabalar durduğunda, arabadakilere su satmaya ya da arabanın camlarını temizlemeye çalışmak gibi işlerde çalışmaktadırlar. Yani, işsizdirler.
Bu çeşit insanları ve ancak mevsimlik çalışabilenleri de ‘işsiz’ sınıfına aldığımızda, Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 20-25 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Yani, çalışabilecek nüfustaki her dört kişiden biri işsizdir.
Üretimde verimlilik artmaktadır. Verimlilik artışı yeni istihdam yaratmadan daha fazla üretim yapmak demektir. Üreticiler yeni istihdam yaratmaktan kaçınmaktadırlar. Çünkü, para kazanmak zorlaşmıştır. İnsan çalıştırmak pahalıdır. Devletin koyduğu ‘istihdam vergileri’ çok yüksektir.
O halde, istihdamı gözeten bir devletin ücret üzerindeki ve ücret dışındaki vergi ve benzeri yükleri azaltmaya çalışması zorunludur. Bunun yolu vergi reformu yaparak vergi yükünün bir bölümünü ücretlilerin üzerinden almak ve sosyal güvenlik reformu yaparak çalışanlardan alınan sosyal güvenlik kesintilerini daha makul bir düzeye getirmektir.
Enflasyonla mücadelemiz sürdüğü sürece ekonomide verimlilik artışı devam edecektir. O halde, kısa dönemde, ekonomik büyümeden istihdamın artması yönünde çok büyük bir fayda beklememeliyiz.
MÜCADELE YOLLARI
Nüfus artışı göreli olarak düştüğü halde, çalışabilir nüfusun artışı yirmi yıl önceki doğum oranına paralel bir biçimde devam etmektedir. Yani, yeni istihdam yaratamazken, çalışabilir nüfus artmaktadır. Dolayısıyla, işsizlik ileride daha da büyük bir sorun olarak karşımıza çıkabilecektir.
Bu olumsuz koşullarla mücadelenin iki önemli yolu görünmektedir. Birincisi, tüm yatırımları teşvik edip hiçbir şeyi teşvik etmemek yerine, istihdam yoğun sektörlerdeki yatırımlara öncelik vermek akılcı olacaktır. İkincisi, eğitim politikamızı ‘Çocuklarımız ne okurlarsa okusunlar, ama üniversiteye gitsinler’ hedefinden, istihdam edilebilecek alanlarda eğitim vermeye odaklandırmak zorundayız.
İstihdam sorunu ile mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. İspanya, yirmi yıl öce başlattığı istihdam artışına yönelik yatırımların meyvelerini yeni toplamaya başlamıştır.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2004
<B>BANKACILIK, </B>riskin yönetimi sanatıdır denir. Ama, <B>riskin en kötü yönetildiği sektörlerin başında bankacılık sektörü gelir</B>. Yalnız bizde değil, dünyada da bu böyledir. Kısa vadeli kár kaygılarıyla, riskin arttığı göz ardı edilir. Kazançlar kaybedildiğinde, alınan risklerin büyüklüğünün farkına varılır.
Uluslararası düzeyde risk kavramının bankaların denetim ve gözetiminde kullanılması, 1970’lerdeki Latin Amerika krizleriyle yoğunlaştı. Batı bankaları çok büyük zararlar yüklendiler. Birçok banka tamamen devletleştirildi. Devletleştirilmeyenlere devlet yardım etti. Birçok ülkede bankacılık krizleri çıktı.
Riskin en ciddi bir biçimde bankaların günlük hayatına sokulmasına, 1980’li yıllarda, alınan kredi risklerine paralel bankaların yeterli sermaye sahibi olması (semaye yeterliliği) zorunluluğu getirilerek başlandı. Elde tutulan varlıkların risklerine göre ağırlıklandırılmış toplamının toplam sermayenin belli bir katından fazla olmaması kuralı getirildi.
OPERASYONEL RİSK
Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve yeni mali araçların keşfiyle yalnızca elde tutulan varlıkların yeniden nakde dönme riskini ölçmek yeterli olmamaya başladı. Örneğin, elde tutulan bir devlet bonosu istendiği zaman satılabilir. Ama, hangi fiyattan? Alınan fiyattan daha düşük bir fiyata satıldığında, yine zarar söz konusu olacaktır. O halde, yalnızca kredi riski değil, fiyat riski ya da piyasa riski de önemlidir.
Yeni mali araçların yaratılmasıyla (türev araçlar) kredi riskini de, piyasa riskini de ölçmek zorlaştı. Riskin ölçülmesinin ötesinde, bilanço içindeki farklı varlıkların dağılımlarına karar vermek zorlaştı. Bankanın çeşitli kademelerinde yetki kullanımının sınırlarını tespit etmek neredeyse olanaksız hale geldi. Aynı mal farklı renklere boyanarak farklı bir malmış gibi görünmeye başladı. Bir anlamda, finans kurumlarının idaresi zorlaştı.
İşlem bazında (operasyonel) hataların yapılması riski arttı. Basit dolandırıcılık olaylarının dışında, masum hatalarla milyonlarca dolar zarara uğramak söz konusu oldu.
Bütün bu risklere karşı uluslararası finans çevreleri, özellikle gelişmiş on ülkenin merkez bankaları ve bankacılık sektörünün denetiminden sorumlu kuruluşları (Basel II kuralları) bankaların aldıkları kredi, piyasa ve operasyonel risklere paralel bir sermaye tabanına sahip olmalarını mecbur kılmanın hazırlıklarını yapıyorlar.
BASEL II
Kredi ve operasyonel risklerin nasıl ölçüleceği konusu henüz tartışmalı. Deneyimlerle daha iyi hale getirilecek. Ülkeler arasında bazı esneklikler getirilecek. Piyasa riskini ölçmek, diğerlerine göre daha gelişmiş bir durumda. Ama bu riskler nasıl ölçülürse ölçülsünler, bankaların eskiye göre daha fazla sermayeye ihtiyaçları olacağı kesindir.
Avrupa Birliği, Basel II denen bu yeni düzenlemeleri kural olarak kabul ettiğini açıkladı. Amerika Birleşik Devletleri bu kuralları uluslararası bankalarında uygulatacağını, ama yerel bankaların bu kurallara uymasının zaman alacağını söyledi.
Bizim de bu kurallara uymayı hedeflediğimiz biliniyor. Ama kuralların uygulamaya geçirilmesi, Avrupa Topluluğu’ndaki kadar hızlı olmayabilir. Daha varlıkların riskleriyle ağırlıklı sermaye yeterliliği kavramını ciddi bir biçimde yeni uygulamaya koyduk. Bu süreci hızlandırabilmek için hem bankalarımızın altyapılarını güçlendirmemiz, hem de bankalarımızı sermaye açısından daha iyi bir yere getirmemiz gerekiyor.
Gidecek çok yolumuz var. Ama gitmek zorunda olduğumuz bu yolda engelleri şimdiden düşünüp planlamamızı hedefi gözeterek yapmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2004
<B>TÜRKİYE </B>ekonomisi normal şartlarda <B>1-3 milyar dolar arasında bir cari işlemler açığı</B> vererek uzun dönemli ekonomik büyüme oranını tutturabilir. Uygulamada ise ya çok yüksek cari işlemler açığı vererek ekonomik büyüme yüzde 7’nin üzerine fırlamakta, ya da şartların zorlamasıyla olağanüstü küçülerek cari işlemler fazlası verilmektedir.
Yaşadığımız ortamda, özellikle enflasyonla mücadelenin en önemli dönemecinde, yıllık bazda 1-3 milyar dolar cari işlemler açığı ile yüzde 2-4 arasında bir ekonomik büyüme hedeflenmelidir. Türkiye ekonomisi böyle bir performansı çok rahat kaldırabilir. Ekonomik büyüme kısa dönemde de sürekli ve sürdürülebilir olur.
YEDİKLERİMİZ
Üretime yönelik veriler bu yıl ekonomik büyümenin yüzde 7’yi de aşacağı yönünde işaretler vermektedir. Buna karşılık, bu yılın nisan ayı itibarıyla, on iki aylık bazda, cari işlemler açığı 10.1 milyar dolar olmuştur. Yine, olağanüstü bir dönem yaşamaktayız.
Dış ticaret verilerine bakarak cari işlemler açığının nisan ayından sonra da artması beklenmelidir. Bu yıl hedeflenenin çok üzerinde bir cari açık vermemiz söz konusudur. Dolayısıyla, hedeflenenin üzerinde bir büyüme oranı yakalamamız da şaşırtıcı olmayacaktır.
Eldeki verilere göre, son on iki ayda gerçekleşen 10.1 milyar dolar cari açığa karşı, Türkiye ekonomisine giren döviz miktarı 17.8 milyar dolar olmuştur. Gelen dövizlerin 7.7 milyar doları bankaların (1.9 milyar dolar) ve Merkez Bankası’nın (5.8 milyar dolar) döviz varlıklarını artırmıştır. Geri kalan 10.1 milyar dolar cari işlemler açığının finansmanına gitmiştir.
Ekonomiye giren 17.8 milyar doların 8.2 milyar doları borçlanma yoluyla elde edilmiştir. Bakiye 9.6 milyar dolar ise borç doğurmayan işlemlerden kaynaklanmıştır. Örneğin, nereden girdiği belli olmayan dövizlerin bir yansıması olan net hata ve noksan kalemi bu dönemde 6.7 milyar dolar olmuştur.
Borç doğurmayan işlemlerin içinde bir diğer büyük pay ise yabancıların ikinci elde Hazine bonosu ve hisse senedi piyasalarına girmek için getirdikleri dövizlerdir. Bunların tutarı da 4.5 milyar dolardır. Borçlarla beraber, bu paralar da yabancı sermaye Türkiye’den çıkmak istediğinde döviz olarak geri verilecektir. Doğrudan yabancı sermaye girişi ancak 284 milyon dolar olmuştur.
Sonuç olarak, hangi nedenle olursa olsun, son iki ayda ülkeye giren dövizlerin 12.7 milyar doları geri ödenecek niteliktedirler. Bu miktarın 10.1 milyar dolarını yemiş bulunuyoruz.
DEVİR DEĞİŞTİ
İleriye dönük risklerin en büyüğü buradadır. Olumlu hava devam ettiği sürece şimdiki dengeler elbette sürdürülebilir. Ama, havaların bugün olumlu olması ileriye dönük risklerin azaldığı anlamına gelmez.
Enflasyonun düşüyor olması, istihdam artırmasa da ekonomik büyümenin tam gaz gidiyor olması ve genel olarak piyasalardaki olumlu hava cari işlemler açığının yarattığı risklerin şimdilik çok ciddiye alınmamasına neden olmaktadır. Konu ciddiye alındığında, olağanüstü bir sorunla karşı karşıyayız demektir.
Geçmiş dönemlerde döviz rezervlerinin büyüklüğü bu çeşit riskleri azaltan bir etkendi. Devir değişti. Artık, döviz rezervleri bu çeşit risklerin azaltılmasında kullandırılmıyor. Buna da ‘dalgalı kur rejimi’ diyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2004
<B>ULUSLARARASI Para Fonu’nun </B>(IMF) kuruluşunun 60. yıldönümü nedeniyle IMF Birinci Başkan Yardımcısı <B>Anne Kreuger</B> yaptığı bir konuşmada <B>‘krizler eskiden ödemeler dengesi sorunu nedeniyle çıkardı, artık sermaye hareketleri nedeniyle çıkıyor’</B> demiş. Görüntüde, Krueger’ın tespiti çok doğru. Çünkü, yabancı sermaye çıktığında, çoğu zaman sermaye kaybeden ülke IMF’ye muhtaç oluyor. Buna kriz diyoruz.
Ama, iktisadi açıdan ödemeler dengesi sorunu ile sermaye hareketlerinin yaratabileceği sorunlar arasında fazla bir fark yok. Sonuçta, dış borçlanma ihtiyacını frenleyemeyen ülkeler krize giriyor.
NEYİN FİNANSMANI?
Sermaye hareketlerinin serbest olmadığı dönemlerde cari işlemler açığının finanse edilememesi nedeniyle ülkeler krize giriyordu. O dönemde, dış mali piyasalardan ülkelere sermaye girmesi serbest, gelen sermayenin dönmesi serbest değildi. Doğal olarak, dış piyasalardan sermaye piyasalarına sermaye akımı gerçekleşmiyordu. Dış fon ihtiyacı doğrudan borçlanma yoluyla karşılanıyordu. Borç bulunamayınca, ödemeler krizi yaşanıyordu. IMF’ye muhtaç olunuyordu.
Sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle, iç ve dış mali piyasalar arasında yeterli bir faiz farkı yaratarak dış mali piyasalardan fon akımı sağlamak kolaylaşır. Fon akımı bazen cari işlemler açığının finansmanında, bazen de döviz rezervlerinin artırılmasında kullanılır, Fon akımı cari işlemler açığının finansmanı için kullanılmıyorsa, döviz rezervleri büyür. Gelen dövizlerin büyüttüğü mali sistem yoluyla kamu sektörünün borçlanması kolaylaşır.
Dolayısıyla, cari işlemler açığı nedeniyle borçlanma ihtiyacı yoksa, merkez bankaları da dahil olmak üzere bankacılık kesimi, gelen dövizlerin park edildiği bir sektör haline gelmektedir. Gelen sermaye çıkmak istediğinde, bankalardaki dövizler satılıp yabancı sermaye çıkmaktadır. Bir ödeme sorunu olması söz konusu değildir. Dolayısıyla, IMF’ye de muhtaç olunacak bir durum yoktur.
Cari işlemler açığının finansmanı için yabancı sermaye akımı gerekiyorsa, durum farklıdır. Gelen dövizler ülkenin dış harcamalarında kullanılmıştır. Daha önce giren yabancı mali sermaye gitmek istediğinde, satılacak döviz ya yoktur ya da yeterli değildir. Dolayısıyla, ödeme sorunu vardır. IMF’ye muhtaç olunur.
Krizin göründüğü biçim, ülkeye döviz getirenin istediğinde dövizi alıp gidememesidir. Bu durumu yaratan da geçmişte ya da cari dönemde cari işlemler açığı verip dış borçlanma ihtiyacının yaratılmasıdır. Gelen dövizler harcanmamış olsa, kriz yaratacak bir durum da yoktur. Bankacılık sisteminde park edilen dövizler geri satılır, yabancılar çıkar. Kriz uluslararası değil, ulusal bir hal alır. Kamu sektörünün borçlanması zorlaşır. İçerideki faizler artar.
DENEYİMLER
1997 yılındaki Güneydoğu Asya krizinin de, 1998 yılındaki Rusya krizinin de arkasında, bu ülkelerin gelen dövizleri cari işlemler açığı yoluyla harcamış olmaları vardır.
1997 yılında az miktarda, ama Rusya kriziyle beraber 1998 yılının ikinci yarısında gelmiş yabacı sermayenin neredeyse tamamı Türkiye’den çıkmıştır. Ama, o dönemde gelen dövizler büyük miktarlarda cari işlemler açığı vererek harcanmadığından, isteyen dövizini alıp gitmiştir. Türkiye isteyene döviz satamayacak duruma düşmemiştir. IMF’ye muhtaç olunmamıştır. 2001 yılında IMF’ye muhtaç olmamızın nedeni, gelen dövizlerin satılmasına izin verilmemesinden kaynaklanmıştır.
Krizleri önlemede dikkat edilmesi gereken, sermaye hareketlerinin serbestliği değil, gelen sermayenin nasıl kullanıldığıdır. Gelen sermayenin cari işlemler açıkları yoluyla harcanması söz konusu olduğunda, sermaye hareketlerinin serbest olması, olası bir krizi geciktirme rolü oynayabilir. Ekonomi ‘olumsuz haberler’ karşısında daha az dayanıklı hale gelir. Olumsuzluklarla, káğıttan kule yıkılır.
Yazının Devamını Oku