8 Haziran 2005
<B>BANKACILIK </B>sektörünün <B>yeniden yapılanması</B> sürecinde gelinen nokta çok fazla abartılmamalıdır. Önemli adımlar atıldığı doğrudur. Ama, daha gidilecek çok yol vardır. Bu süreç içinde atılan olumlu adımlardan geri dönülmemesi de yeni atılacak adımlar kadar önemlidir.
Şimdiye kadar bankacılık sektörünün yapısını değiştirecek boyutta yapılanlar dört önemli kalemde toplanabilir. 2001 Krizi’nden önce bankacılı sektörü üzerindeki döviz kuru riski Hazine tarafından üstlenilmiştir; Devletin kamu bankalarına olan likit olmayan borçları likit hale getirilip ödenmiştir; Bankacılığın denetim ve gözetiminden sorumlu bağımsız bir kurum oluşturulmuştur; İflah olmayacak bankaların kapatılmasıyla hem sektör temizlenmiş hem de sistemdeki diğer bankalara gözdağı verilmiştir.
TMSF ve BDDK
Bu yapılanlar gerekliydi, ama yeterli değildir. Daha yapılacak çok iş vardır. Bu arada eskiden yapılanlar da bazı muhalefetle karşılaşacaktır. Bazen, olaylar politika yapıcılarını ilk amaçlardan uzaklaştırabilecektir. Zaman içinde yapılanların bozulması da gündeme gelecektir. Bu çeşit konular şimdiden gündeme geldi bile.
El konulan bankaların ve eski sahiplerinin mal varlıklarına el koyan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tasarruf mevduatlarını sigortalayan bir kurum olmaktan çok, bir varlık şirketine dönüşmüştür. Kamuoyunda ses getirmesi de bir varlık şirketi gibi hareket etmesinden kaynaklanmaktadır.
Mevduatları sigortalama işlevi de bünyesinde tutularak TMSF bankacılığın denetiminden ve gözetiminden sorumlu kurumdan (BDDK) ayrılmıştır. Varlık şirketinin BDDK’dan ayrılması doğrudur. Ama, mevduatları sigortalayan kurumun BDDK’dan ayrılması doğru değildir.
BDDK’nın kurulmasındaki amaç, banka gözetim ve denetiminin siyasetin güdümünden çıkarmanın yanında, gözetim ve denetim işlevinin tek elde toplanmasını sağlamaktı. Bir bütünlük ve tutarlılık oluşturmaktı. TMSF’nin BDDK içinde yer alması da bu işlevin tamamlayıcı unsuruydu. Bankaları en iyi tanıyan kurumun tasarruf mevduatlarını sigortalama işlevini üstlenmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Kaldı ki, mevduatların sigortalanmasıyla toplanan primlerin oluşturduğu fon BDDK kararlarıyla gerekli görülen bankaların sağlığa kavuşması için de kullanılabilecektir. Yani, davul ve tokmak tek elde olmak zorundadır.
OTORİTE FAZLALIĞI
TMSF’nin BDDK’dan ayrılmasıyla, haklı olarak, TMSF de bankalar hakkında bilgi toplamak zorunda kalacaktır. Çünkü, mevduatları sigortalayan bir kuruluş olarak TMSF de bankaların sağlığı ile ilgilenmek zorundadır. Yani, bankaların sağlığı ile ilgilenen tek bir kuruluş yaratmışken, şimdi bankaların sağlığı ile ilgilenen kuruluş sayısını artırmış bulunuyoruz. Bu, geriye doğru atılmış bir adımdır. Şimdi de, ileride de, bu durum istenmeyen sonuçlar doğurabilecektir.
Konunun bir başka boyutu TMSF’nin kamuoyu gündeminde çok fazla yer almasıdır. Tasarruf mevduatlarını sigortalayan bir kurumun sürekli olarak kamuoyu gündeminde bulunması doğru değildir. Ama, varlık şirketinin kamuoyu gündeminde kalması doğal karşılanabilir. Çünkü, varlık şirketi, elindeki malları satmaya çalışarak kamu parasını tahsil etmeye çalışmaktadır.
Kısacası, TMSF, bugünkü haliyle birbiriyle uyuşmayan iki işlev görmektedir. TMSF’nin varlık şirketi olarak işlevi geçici olarak görülebilir. Yine de, iki işlev farklı iki kurumda görülmelidir. Aksi taktirde, kurumlar arası doğacak çatışmalardan yine bankacılık sektörü kaybedecektir. Kazanılan irtifa kaybedilebilecektir.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2005
SAĞLIKLI ve sağlam bir bankacılık sektörü için sağlıklı ve sağlam bir reel sektörün olması kaçınılmazdır.Nerede ne yaptığı bilinmeyen, nasıl ve ne kadar para kazandığı belgelenemeyen bir sektörle arzulanan bankacılık sektörünü oluşturmak olanaksızdır.Türkiye reel sektörün yeniden yapılanmasını yıllarca ihmal etti. Reel sektörün kayıt altına alınmasından çeşitli nedenlerle kaçınıldı. Sermaye birikiminin engellenmesinden korkuldu. Yaratılan sermayenin yurt dışına kaçmasından kaygı duyuldu. ‘Üretsinlerde, nasıl üretilirse üretsinler’ ilkesi hakim oldu.Türkiye ekonomisinin bugün geldiği noktada artık kayıt altında bulunmayan ekonomik faaliyetlerle yaşamak giderek güçleşti. Konu yalnızca devletin yeteri kadar vergi toplayamamasıyla sınırlı değildir. Kayıt dışılık ekonomik ilişkileri de çarpıtmaktadır. Rekabeti sakatlamaktadır. Çarpıtılan ekonomik ilişkilerin en önemli yansımalarından biri de bankacılık sektöründedir.KAYIT DIŞILIKKayıt dışılığı önlemenin hedefi yalnızca devletin vergi gelirlerini artırmak olmamalıdır. Sağlıklı ve sağlam bir bankacılık sektörü için reel sektörün kayırt içine girmesi kaçınılmazdır. Ancak kayıt içindeki müşterileriyle bankalar sağlıklı ilişkiler içine girebileceklerdir. Kayıt içindeki bankacılık sektörüyle kayıt dışındaki reel sektör uzun süre bir arada yaşayamazlar. Aksi taktirde, bankacılık kayıt dışılığa kaçamıyorsa, mali sistem kayıt dışına kayacaktır. Bu olguyu zaten uzun zamandır yaşamaktayız. Dolayısıyla, bu konularda bankacılığın gözetiminden ve denetiminden sorumlu otoritenin de önemli sorumlulukları vardır.Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) daha çok yeni bir kuruluştur. Ama, kurulduğu günden bu yana bankaların müşterilerinin yeniden yapılanmaları konusunda adımlar atmaktan kaçınmıştır. Konunun siyasi bir boyutu da olduğundan, kayıt dışılığı bankacılık sektörü üzerinden önleme yoluna gidilmemiştir.Bankalar şirketlerin bilançolarına göre kredi vermelidirler. Bilançosu çok sağlıklı olmayanlar daha risklidirler. Dolayısıyla, bu çeşit şirketler daha yüksek faizlerle borçlanabilmelidirler. Bilançosu sağlam olanlar ise daha ucuz kredi bulabilmelidirler.Uygulamada bankaların bilanço yapılarına göre şirketleri ayırmaları sektörün düzenlemesi açısından çok fazla söz konusu olmamaktadır. Kaldı ki, bilançolarına bakarak hangi şirketin sağlam hangisinin çok sağlam olmadığını anlamak da mümkün değildir. Şirket bilançoları farklı amaçlarla farklı hazırlanabilmektedir. BDDK’NIN GÖREVİBDDK, subjektif ölçütlere göre değil, objektif ölçülere göre bankaların kredilerini tahsis etmelerini sağlayabilmelidir. Ölçütler objektif oldukça şirketler de kendilerine kaçınılmaz olarak çeki düzen vereceklerdir. Bu işlevi rekabet ortamında bankacılık sektöründen beklemek çok yanlıştır. Bankacılık, reel sektörün kayıt içine girmesini kendi başına başaramaz. Ancak, düzenleyici ve denetleyici otoritenin zorlamasıyla bankalar reel sektör üzerinde bir baskı unsuru olabilirler.Bankacılık ve reel sektör bir zincirin yan yana duran birbirinin içine geçmiş iki halkası gibidirler. Zincir, en zayıf halkasından kopar. Kayıt dışındaki reel sektör, bankacılık sektörünü zincirin zayıf halkası yapan en önemli etkenlerden biridir. Bu nedenle, BDDK’ya çok büyük bir iş düşmektedir. BDDK bu işi üstlenmediğinde, banka bilançoları da, şirket bilançoları gibi, duruma göre istendiği şekilde şekillenecek, ama doğru resmi vermeyecektir.Böyle bir bankacılık sistemi sağlam ve sağlıklı olamaz.
button
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2005
<B>ALIŞKANLIK </B>yaptı. Yılın ilk beş ayında her defasında kısa vadeli faizleri indiren <B>Merkez Bankası</B>’nın bu ay da faizleri indirmesi bekleniyor. Gelinen noktada, <B>Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi bir dert, indirmemesi bir başka dert</B>. Merkez Bankası faizleri indirmese, beklentileri yanlış çıkanlar ‘acaba ekonomide bizim göremediğimiz olumsuzluklar mı var?’ diye düşünerek orta vadeli faizlerin yükselmesine neden olabilecekler. Faizler inse, giderek orta vadeli beklentilerle kısa vadeli faizlerin hareket etmesi sonucunda enflasyonla mücadelede zor bir döneme girilecek.
YAPISAL REFORMLAR
Son iki faiz indiriminin Hazine faizlerine etkisi çok sınırlı oldu. Aynı dönemde çeşitli diğer etkenler devreye girmiş olsalar da, kısa vadeli faizlerle orta vadeli faizler arasındaki ilişki artık eskisi kadar bire bir olmayacaktır.
Daha düşük faiz düzeylerinde, kısa vadeli faizleri oynatan dinamiklerle orta vadeli faizleri belirleyen dinamikler giderek farklılaşacaktır. Bu eğilimin işaretlerini son aylarda almaya başladık. Söz edilen kötü bir olgu değildir. Aksine, belenen bir olgudur ve böyle olmalıdır. Dolayısıyla, artık ilgimizi kısa vadeden orta vadeye kaydırmak durumundayız.
Söz konusu olgu, bir anlamda, Merkez Bankası’nın faiz politikasıyla uzun dönemli enflasyon beklentileri arasındaki ilişkiyi de etkileyecek niteliktedir. Hazine’nin borçlanma maliyetini düşürmek için Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri indirmesi tek başına yeterli olmayacaktır. Maliye politikalarının uzun dönemli etkileri Hazine’nin borçlanma maliyetlerini etkileyen daha önemli bir etken olacaktır.
Sürdürülebilir büyüme ve fiyat istikrarının kalıcı olarak tesisi konularında uzun vadede kamu finansmanını etkileyecek yapısal reformların uygulamaya konmasının önemi de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. ‘Kur-faiz-borsa’ üçgeninden Türkiye ekonomisinin kurtulması bu nedenle yapısal reformların uygulamaya konmasından geçmektedir.
TEMEL TAŞLARI
Kısa, orta ve uzun vadelerde Türkiye ekonomisinin yönünü belirleyecek oluşumları şöyle sıralayabiliriz:
1. Uluslararası rekabeti zorlayıcı kur gelişmelerini bertaraf edecek üretimde verimlilik artışları gerçekleşmelidir. Bu nedenle vergi yapısı değişmelidir. İstihdam üzerinden alına vergiler düşürülmelidir. Reel sektör yeniden yapılanmalıdır.
2. Türkiye, orta vadeli ve bağlayıcı bütçeler uygulamaya koymalıdır. Kamuoyu kamu kesiminde alınan kararların orta vadede kamu finansman dengesi üzerindeki etkilerini açık bir biçimde görebilmelidir. Kamuda verimlilik artışı bu çerçevede değerlendirilmelidir.
3. Tarım kesimine verilen desteklerin maliyeti kısa ve orta dönemlerde hesaplanabilir bir biçime sokulmalıdır. Tarımda verimlilik artmalıdır.
4. Sosyal güvenlik sisteminin kamu maliyesi üzerindeki olumsuz etkileri kısa sürede azaltılmalıdır.
5. Bütçe dengesi ile desteklenip özelleştirme ile hızlandırılan kamu kesiminin borç yükü azaltılması kısa sürede sağlanmalıdır.
Bunlar yapıldığında, orta vadeli beklentileri yönetmek kolaylaşacaktır. Orta vadeli beklentilerin yönetildiği bir ortamda fiyat istikrarının kalıcılığı konusundaki şüpheler azalacak, sürdürülebilir büyümeyi sağlamak daha gerçekçi bir temele oturacaktır. Böyle bir ortamda, faizlerin makul düzeylerde seyretmesi için Merkez Bankası’nın gözünün içine bakma gereği ortadan kalkacaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2005
<B>AMERİKA </B>Birleşik Devletleri ile <B>Avrupa Birliği</B> kapışıyor. Amerika Avrupa’nın <B>Airbus</B> şirketine çok fazla sübvansiyon (üretimde teşvik) verdiğini iddia ediyor. Avrupa da Amerika’nın bu çıkışına çok fazla aldırmıyor. Büyük uçak yapımcıları dünyanın her yerinde devletlerinden sübvansiyon (genellikle devlet kredileri yoluyla) alıyor. Devlet yardım etmese, uçak yapımcılarının ayakta durabilmeleri olanaksız. Sorun, farklı devletlerin kendi uçak yapımcılarına farklı sübvansiyonlar (çoğunlukla ölçümü zor) vererek uluslararası rekabeti bozmaları.
FARKLI OYUN
Devletin verdiği her türlü teşvik rekabeti bozup bozmaması açısından ulusal rekabet otoritelerince incelenebiliyor. Bu kural Avrupa Birliği’nde göreli olarak daha sıkı uygulanıyor. Örneğin, Avrupa Birliği bizim üzerimizde bu yönde baskı yapıyor. Şimdilik bu baskılara fazla kulak asmıyoruz. Ama, ne kadar dirensek de, ileride Avrupa’nın dediğini yapmak zorunda kalacağız.
Konu uluslararası rekabet olunca, ulusal rekabet otoriteleri sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Bir anlamda, en azından uygulamada, rekabet otoriteleri ülke içindeki rekabet ile uğraşıyorlar. Uluslararası rekabeti bilerek göz ardı ediyorlar.
Airbus, Batı dünyasındaki uçak yapımında Amerika’nın tekelini kırmak amacıyla kurulmuştu. Amerika Airbus’ın kuruluşuna fazla ses çıkarmadı. Ama, Airbus şirketine verilen teşvikleri yakın takibe aldı. Özellikle, şirketin ilk yıllarında ve uçak sanayi durgunluğa girdiğinde devletin verdiği sübvansiyonlar doğal olarak artıyor.
Amerika’nın Avrupa’ya karşı çok ciddi bir avantajı var. Amerika’da savunma sanayi çok gelişmiş durumda. Savunma amaçlı üretim de Amerika’da Boeing ya da McDonnell Douglas gibi şirketler tarafından üstleniliyor. Dolayısıyla, Amerika bu şirketlere açıkça büyük sübvansiyonlar vermek durumunda değil.
Savunma amaçlı siparişlerde fiyat yoluyla da bu şirketlere destek çıkabilme olanağı var. En azından araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin bir bölümü bu yolla finanse edilebiliyor. Avrupa’nın bu alandaki olanakları göreli olarak daha kısıtlı. Galiba, iktisadi açıdan sorunu yaratan da konunun bu tarafı.
Avrupa ve Amerika’daki uçak üretim şirketleri aynı miktarda sübvansiyona ihtiyaç duysalar da, Amerika savunma amaçlı siparişlerinde fiyatla oynayarak Avrupa’ya göre daha az sübvansiyon veriyormuş gibi görünebiliyor. Yani, oynanan oyun farklı. Sonuçta, uluslararası rekabet sakatlanıyor.
İTİBAR
Dünya ticaretinde bu çeşit örnekler uluslararası rekabet otoritesine giderek daha fazla ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) mal ve hizmet ticaretinde uluslararası rekabeti oluşturmak ve kollamak amaçlı çeşitli kurallar koyup koyduğu kuralların uygulanmalarını denetlese de, uluslararası rekabet otoritesi olarak bir işlev görmekten bugün için çok uzak.
DTÖ’nün bu konuya gelene kadar daha üstesinden gelmek durumunda olduğu birçok sorunu var. Fikri mülkiyet haklarının uluslararası alanda korunması konusunda DTÖ henüz kalıcı bir başarı elde edebilmiş değil. Doğal olarak, kendine yeni sorunlu alanlar açmaktan çekiniyor. Ticarette sübvansiyon konularına eğiliyor. Ama, üretimde sübvansiyon konusunda olaylara tek gözle bakıyor denebilir.
Konunun bir başka boyutu uluslararası rekabetin her alanını düzenleyen ve denetleyen bir uluslararası kuruluşun dediklerini yaptırabilecek kadar itibarlı olup olmayacağıdır. Herhalde, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’ndan uluslararası alanda daha itibarlı bir uluslararası bir rekabet otoritesi kurulabilmesi fazla olası değildir. Bu da gerçek uluslararası rekabetin tarafsızca tesisi için yeterli olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2005
<B>BANKACILIK </B>sektörünün sağlamlığının birinci şartı <B>makro ekonomik istikrar</B> olmaktadır. Bu alanda henüz geçiş döneminde bulunuyoruz. Dolayısıyla, sektördeki risklerin ve sorunların bir kısmı kalıcı istikrarın henüz gerçekleşmemesinden, birazı da geçiş döneminin özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Daha ayrıntıda, sektörün en büyük sorunlarından biri müşterilerini yeterince tanımamalarıdır. Banka müşterilerinin çoğu kayıt dışında kalma gayretiyle kendilerini yalnızca devlete değil, bankalarına da kapatmaya çalışmaktadırlar. ‘Kayıt dışı gelir’ kavramı bankalar gözünde itibarı artıran bir öğe olmuştur. Ama, boyutları dedikodu düzeyindedir. Rekabet bankaları tanımadıkları müşterilere itmektedir.
KÁRLILIK VE SAĞLAMLIK
Türkiye’de borç-alacak ilişkisi çarpıktır. Yasalarımızda ve yasaların uygulanmasında borçlu her zaman mağdurdur. Alacaklı her zaman ‘enayi’ konumundadır. Bankalar üzerinden sermaye birikimi gerçekleştirmek kadar doğal bir durum olamaz. Ama, sermaye birikimi bankaların zararları ile gerçekleştiriliyorsa, ortada bir sakatlık var demektir. Türkiye’de bankaların zararları yoluyla sermaye birikimi gerçekleştirmek neredeyse bir ‘norm’ olmuştur. İşin sakat tarafı buradadır.
Bankalar her krediden kar edecek diye bir kural yoktur. Kredi veren kuruluşların bazı kredileri batacaktır. Bütün bunlar doğrudur. Ama, kredinin batıp, krediyi alanın batmaması kabul edilebilir bir ticari ilişki olamaz. Aldığı krediyi batıranın batması ilkesine dayanan borç-alacak ilişkisini oluşturmak zorundayız.
Daha geniş anlamda, bankalar üstlendikleri kredi risklerini kredi verdikleri şirketlerin mali durumlarına göre ölçebilmelidirler. Basel II kuralları bu yolda atılmış adımlardan biri olacaktır. Ama, Türkiye’de bu yaklaşımın uygulanabilme olanağı çok yoktur. Çünkü, kredi müşterilerinin gerçek mali durumlarını bilmek mümkün olamamaktadır. Kredi müşterisi şirket ve onun sahipleri birbirine karışmıştır. Kredi battığında ikisini de bulmak çoğu zaman mümkün olamamaktadır.
Bu çeşit bir yaklaşım bankaların karlılıklarını daha da düşürücü bir etki yaratacaktır. Dolayısıyla, şartlar olanak verse de, kuralın uygulanmasına belli bir muhalefet olacaktır. Ama, sektörün sağlığı ve sağlamlığı açısından, hem kuralı uygulayabilecek ortamın yaratılması hem de kuralın uygulanması uzun dönemde bankacılık sektörünün lehine olacaktır. Küresel rekabette başka yollarla ayakta kalmak mümkün olmayacaktır.
Alınan risklerle uyumlu kárlılık bankaların sağlamlığının bir göstergesidir. Ama, tek başına bankaların alınan risklerden bağımsız kárlı olmaları sağlam oldukları anlamına gelmez. Çoğu zaman, riskle uyumlu kárlılık ise bankaların sağlamlığı arasında ters bir ilişki göze çarpmaktadır. Yani, sağlamlığı öne çıkarmak kárlardan feragat etmeyi gerektirmektedir.
DÜZENLEME VE DENETLEME
Türkiye bu konularda bir karar vermek durumundadır. Şimdiye kadar, yayınlanan yükse kárlarla avunup bankacılık sisteminin sağlıklı ve sağlam olduğunu düşündük. Bir rüzgarda kağıttan kule gibi sektör çöktü. Riskle uyumlu kárlılık kavramının önemini o zaman anladık. Şimdi bir adım daha ileri gitmek zorundayız.
Dünya deneyimlerinden çıkan derslerden en önemlilerinden biri serbest rekabet şartları içinde mevduatların güvence içinde tutulmasının mümkün olmadığıdır. Bu nedenle, bankacılık sektörü düzenlenen ve denetlenen bir sektördür. O halde, bankacılık sektörünün daha sağlıklı ve daha sağlam olması için düzenleyici ve denetleyici otoritenin yalnızca bilanço bazında değil, müşteri bazında da bankaların faaliyetlerini yakından izlemesi gerekmektedir.
Gelecek hafta devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2005
<B>AB</B>’de yaşananlar AB’nin büyük ülkelerinde <B>lider kadrolarının değişmesini</B> mutlaka gündeme getirecektir. Bunun sinyalleri zaten alınıyor. Liderlerin değişmesinin sonuçları önemli olabilir mi? Siyasi söylevler oturulan koltuğa göre değişir. Dolayısıyla, muhalefette Türkiye’nin üyeliğine karşı siyaset yapanların iktidara gelmesi Türkiye’nin tam üyeliğini tümden riske atan bir etken değildir. Ama, zorlaştıran bir etken olabilir.
AB’nin büyük ülkelerinde siyasi liderliğin değişmesindeki asıl risk ekonomi politikalarında alınacak tutum ve piyasaların bu değişikliği algılama biçimidir.
MALİ DİSİPLİN
AB’deki siyasi çalkantının arkasında yaşanan ekonomik sıkıntıların olduğu gayet açıktır. Ekonomik sıkıntıları aşmak için Avrupa Merkez Bankası (AMB) üzerindeki baskılar artacaktır. Avrupa’da faizlerin düşürülmesi yönünde AMB’ye baskı yapılacaktır. Her yerde olduğu gibi, AB’de de çözüm kısa dönemde para politikasında aranabilecektir.
Bu baskılara karşı AMB’nin dayanması Euro üzerindeki spekülasyonu artıracaktır. Baskılara dayanamayıp AMB’nin faizleri indirmesi hem enflasyonist eğilimleri güçlendirecek hem de yükselen dolar faizlerine paralel olarak Euro’nun değerini düşürücü bir etki yapacaktır. Euro’nun bugün değerinin düşmesi spekülatiftir.
Avrupa ekonomileri, zaten zordaydı, şimdi daha da zor bir dönem beklemektedir. Yeni iktidarların gündemdeki yapısal reformları savsaklamaları ekonomik şartları daha da ağırlaştırabilecektir. Avrupa’da da kalıcı çözüm mali politikalardan (fiskal disiplin) ve yapısal reformlardan geçmektedir.
Mali disiplin zorunluluğu büyük Avrupa ülkelerinin AB bütçesine katkılarını azaltabilecektir. Doğal olarak, yeni üyelerin AB bütçesinden alacakları katkılar eskiye göre sınırlı kalacaktır. Bu gelişmeler yeni üyeler arasında huzursuzluk yaratırken, AB’nin genişlemesine yönelik iç muhalefeti artırabilecektir.
EURO’NUN DEĞERİ
Kamuoyu açısından, siyasi birlik yönünde bir anayasa üzerinde sorunlar çıkan bir ortamda, para birliğinin devamlılığı ve sağlamlığı konusunda kaygıların olması doğaldır. Avrupa’da para birliğinin tehlikeye girdiğini düşünmek konuyu oldukça abartmak olacaktır. Ama, ülkelerin parasal birliğe girme konusunda bir kez daha düşünecekleri bir ortamın yaratılmış olduğunu düşünmek abartılı olmayacaktır. Örneğin, önümüzdeki 3-5 yılda İngiltere’nin parasal birliğe girme olasılığı artık sıfıra çok yaklaşmıştır.
Dolayısıyla, Euro’nun değeri konusunda çeşitli spekülasyonların doğması kadar doğal bir durum yoktur. Bu ortam uzun bir süre de devam edebilir. Spekülasyonların yoğunlaşması durumunda, Türkiye açısından ciddi risklerin doğması söz konusu olabilecektir. Bugüne kadar, Euro, dolar değer kaybettiği için değerleniyordu. Bundan sonra, dolar, Euro değer kaybettiği için değerlenebilecektir.
Özellikle, Türkiye’de ekonomik programa sadık kalınıp ileriye dönük beklentiler olumlu tutulabildiği sürece, Amerikan Doları’na karşı değer kaybeden Euro ile beraber TL’nin reel değerlenmesi daha derin olabilecektir. Euro’nun değer kaybetmesi ihracatımızı olumsuz yönde doların değer kaybetmesine göre daha derinden etkileyebilecektir.
Bütün bunlar mutlaka gerçekleşecek diye bir durum söz konusu değildir. Ama, olasılığı düşük olmayan gelişmelerdir. Özellikle kısa vadeli riskler hafife alınacak boyutlarda değildir. ‘Türkiye’ye bir şey olmaz’ söyleviyle riskleri kamuoyunun gözünden kaçırmaya çalışmak moralleri yüksek tutmak için olumlu olarak algılanabilir. Ama, risklerin gerçekleşmesi durumunda da, kamuoyu hazırlıksız yakalanmış olur.
Türkiye, dünyadan tecrit edilmiş bir ekonomi değildir.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2005
<B>FRANSA</B>’da <B>AB Anayasası</B>’na ‘<B>hayır</B>’ çıktıktan sonra gazetelere demeç veren toplum liderlerinin neredeyse tümü ‘<B>Türkiye’ye bir şey olmaz</B>’ diyerek <B>Türkiye’nin aslında dünyadan tecrit edilmiş bir ülke olduğu izlenimini verdiler</B>. Yanı başımızda nükleer bir kaza olur, liderlerimiz ‘bize bir şey olmaz’ derler. Yıllar sonra Karadeniz bölgesinde çocuklarımız kanserden ölmeye başlarlar. Tam üye olmak istediğimiz AB’nin en büyük üyeleri birliğin işleyeceği temel kuralları reddederler bizler yine ‘bize bir şey olmaz’ diyerek konuyu hafife alırız. Bu yaklaşım elbette gerçekçi değil.
Daha gerçekçi yaklaşım, riskleri görüp risklerin farkında olduğumuzu kamuoyu ile paylaşarak risklerin gerçekleşmesini asgariye indirecek tutumu takınmaktır. Riskleri görmezden gelerek ya da toplumdan gizleyerek bir yere gidemeyiz. Sorunlarımızın bir kısmı da zaten bu çeşit yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır.
Bankacılık konusundaki yazı dizisine ara vererek AB Anayasası’nın üye ülkelerde çektiği tepkinin Türkiye’ye olası yansımalarını tartışmak istiyorum.
YAVAŞLAYAN SÜREÇ
Her şeyden önce, Fransa’da çıkan ‘hayır’ Avrupa ülkelerinin bazılarının bir birlik çatısı altında yaşamalarına bir itiraz olarak alınmamalıdır. Görünürdeki sorun, bu birliğin işleyeceği kurallaradır. O kurallar da, siyasi olmaktan çok, objektif kurallardır. O halde, asıl sorun başka bir yerdedir.
Anayasa’nın tepki çekmesi AB’ye üye olan ülkelerin bir birlik içinde yaşamalarına tepki olmaktan çok, Avrupa’daki siyasi liderliğe bir tepkidir. Büyük ülkelerde yaşanan iktisadi sıkıntılara bir tepkidir. Avrupa’nın çok hızlı genişlemesine bir tepkidir. Böyle söylenmese de, parasal birliğe çok erken girilmiş olmasına bir tepkidir.
AB Anayasası ya çok geç gündeme gelmiştir ya da çok erken. İçinde yaşanan şartlarda, AB Anayasası’nın AB ülkelerinde kolayca kabul görmesi Anayasa dışı kaygılar nedeniyle çok olası değildir.
Önümüzdeki dönemde Hollanda ve Danimarka gibi Avrupa’nın küçük ülkeleri de ‘hayır’ diyeceklerdir. ‘Hayır’ diyen ülkelerin artması ortada olan ülkeleri de ‘hayır’ demeye itebilecektir. Bugünkü şartlarda, hiçbir AB üyesi, yeni katılan bazı üyeler hariç, AB’ye aşıkmış gibi görünmek istemeyeceklerdir. Bundan sonraki referandumlarda ‘sen istemiyorsan, ben hiç istemiyorum’ gibi bir yaklaşım gözlenmesi hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu hava AB’yi içine kapatacaktır. AB’nin genişlemesi gündemlerinde ikinci, hatta üçüncü sırada olacaktır. Bizim gibi ülkelere karşı, AB isteklerinde daha sertleşecektir. Müsamaha marjı daralacaktır. Önceden verilen sözler tutulmaya çalışılsa da, Türkiye’nin tam üyeliği konusundaki müzakereler ister istemez yavaşlayacaktır.
EKONOMİK RİSKLER
Zaten 10-15 yıllık bir sürecin öngörüldüğü müzakerelerin birkaç yıl daha gecikmesi elbette dünyanın sonu değildir. Ama, AB tarafından neden olunabilecek gecikmeler Türkiye’yi tembelliğe iterse, gecikme çok daha fazla olacaktır.
Kendi iç çelişkilerini çözememiş bir AB karşısında, Türkiye’nin eli daha da zayıflayacaktır. Bu nedenle, Türkiye önümüzdeki dönemde AB’ye uyum açısından çok daha hızlı ve çok daha kararlı olmak zorundadır. Aksi taktirde, AB’nin eline, zaten arzu ettikleri önemli bir koz vermiş oluruz.
AB’nin genişlemesi bir süre gündemden düşecektir. Önümüzdeki 5-10 yıllık bir dönemde zaten AB’ye tan üye olamayacaktık. Ama, AB’de yaşanan iç çelişkiler ve AB liderliğinin zayıflamasının ekonomik riskleri de vardır. Yarın konunun iktisadi boyutundan söz edeceğim.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2005
<B>2001 Krizi’</B>nden sonra, uzun uğraşlar neticesinde bankacılık sektöründe <B>yeterli sermaye</B> olduğu anlaşıldı. Acaba durum gerçekten böyle miydi? Bankaların düzenlemelerin öngördüğü sermaye miktarına sahip olmaları gerçekten yeterli sermayeleri olduğu anlamına mı gelir? Makro ekonomik koşulların yarattığı dengelerle, bankaların ihtiyacı olduğu sermaye, düzenlemelerin öngördüğü sermayenin üzerinde olamaz mı?
Bu soruların yanıtları o dönemde fazla aranmadı. Aksine, çeşitli yollarla, düzenlemelerin öngördüğü sermaye miktarının tuttuğu anlaşıldığında, herkes rahatladı. Sanki, hiçbir sorun yokmuş gibi algılandı. Sorun yoktuysa, başımıza gelenlerin nedeni neydi?
GÖRÜNMEYEN PİSLİKLER
2001 Krizi sonrası bankacılıkta atılmış en önemli adım 2001 öncesi bankalarımızın yüklendiği kur riskini devlete devretmiş olmalarıdır. Buna karşılık, bankacılıkta vade riski devam etmektedir. Faiz riski önemli boyutlardadır. Kötü krediler sorunu kalıcı bir çözüme ulaştırılabilmiş değildir. Normal şartlarda, salt bankacılık faaliyetlerinden (sermaye kazançları hariç) kárlı olabilmek için gerekli sermaye miktarı eksiği söz konusudur.
Bu sorunlar şimdilik bankacılık sektörünü tehdit eden bir görünümde değillerdir. Çünkü, ileriye dönük beklentiler olumludur. Ekonomi reel bazda tahminlerin çok ötesinde büyümektedir. Dolayısıyla, risklerin gerçekleşmesi olasılığı azdır. Böyle bir ortamda, sorunlarımızı hal yoluna koymuş gibi, güle oynaya yolumuza devam ediyoruz.
Faizlerin düştüğü ortamda sermaye kazançlarının artması ile sektör karlı gibi görünmektedir. Tahsili zor kredileri İstanbul Yaklaşımı içine almakla batık kredi sorunu yokmuş gibi görünmektedir. Her şeyden önemlisi, ekonominin ciddi bir çalkantı içine girmeyeceği beklentisiyle bütün riskler göz ardı edilmektedir.
Çeşitli nedenlerle faizlerin armaya başlaması durumunda, ekonomide çalkantıların yaşanması durumunda, pisliklerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, pisliklerin kendisi de çalkantıların bir nedeni olabilmektedir. Beklenmedik bir biçimde kurların artması durumunda dahi, kur riski taşımıyormuş gibi görünen bankacılık sektörünün zor bir döneme girmesi kaçınılmaz olacaktır. Kısacası, dengeler kırılgan değildir demek yanlıştır.
YENİDEN YAPILANMA
Yerli sermayenin bankacılıktan çıkma arzusunun ve/veya yerli sermayenin bankacılık sektörü ile ilgilenmemesinin arkasında biraz da bu durum söz konusudur. Çünkü, sektörde bazı risklerin gerçekleşmesi durumunda, düzenlemelerin gerektirdiği sermaye miktarı yetmeyecek, bankaların bankacılık faaliyetlerinden kar etmesini sağlayacak sermaye miktarına sahip olmaları zorunlu olacaktır. Yani, banka sermayedarları bankalarının sermayelerini artırmak zorunda kalacaklardır.
Sermaye artışları daha yüksek getiri için değil, geçmiş zararların telafisi için gerekli olacaktır. Aklı başında yerli bir sermayedarın kısa dönemde bu durumu kabullenmesi zordur. Sektörden çıkmak daha çekici bir seçenek haline gelmektedir.
Daha sağlıklı ve sağlam bir bankacılık sektörü için Türkiye borç-alacak ilişkilerini daha iyi düzenlemek zorundadır. Yalnızca bankalarımızın yeniden yapılandırılmaları yeterli değildir. Bankalarımızın müşterileri de yeniden yapılandırılmalıdır.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku