30 Mayıs 2005
<B>FİNANS </B>piyasalarında ne zaman ne olacağını tahmin etmenin zorlaştığı bir döneme girdik. Yatırımcılar her türlü <B>habere</B> göreli olarak daha duyarlı hale geldiler. Özellikle, olumsuz haberlerin beklentileri şekillendirmedeki ağırlığı arttı. Dolayısıyla, küçük yatırımcıların kısa dönemde radikal kararlar alması orta dönemde yararlarına olmayabilir.
Hem iç hem de uluslararası piyasalar açısından çeşitli belirsizlikler var. Belirsizliklerin derecesi değişmese de, yaygınlaştığını söylemek çok abartılı olmayacaktır. Üstelik, bu dönem olumsuz haberlerin gelme olasılığının arttığı bir dönemdir.
Finans piyasalarında yakın geçmişte oldukça iyi kárlar yapılmıştır. Kárdan zarar etmemek için yatırımcılar daha tutucu olmuşlardır. Bu nedenle sinirler daha bozuktur.
OLASI HABERLER
Amerikan ekonomisi konusundaki beklentilerde bir istikrara kavuşulmuş değildir. Son ekonomik verilerden çelişkili sonuçlar çıkarılmaktadır. Kimilerine göre, Amerikan ekonomisindeki büyümenin azalması çok hızlı ve derin olmayacaktır. Kimilerine göre ise, ekonomi çok hızlı bir biçimde durgunluğa girebilecektir.
Üzerinde en çok fikir birliği sağlanan konu Amerika’da enflasyon baskısının arttığıdır. Bu nedenle FED’in faiz artırımına devam edeceği hesaplanmaktadır. Ama, faiz artırımlarının ılımlı olacağı düşünülmektedir. Yaz aylarında yayınlanacak ekonomik veriler bu beklentiyi değiştirebilir.
Almanya’da erken seçim kararı alınmış olması herkesi şaşırttı. Türkiye açısından, ek bir belirsizlik daha yarattı. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkan bugünkü muhalefetin iktidara gelmesi durumunda, AB-Türkiye ilişkilerinde ek bir belirsizliğin oluşma olasılığı arttı.
Siyasi partilerin muhalefetteyken radikal olma lüksleri vardır. Bir anlamda, muhalefet, radikal olarak değerlendirilebilecek söylevlerle kendilerini iktidarın alternatifi olarak tanıtırlar. Ama, dünün muhalefeti bugün iktidara geldiğinde durum değişir.
Dolayısıyla, Almanya’da Hıristiyan Demokratların iktidara gelmesiyle AB-Türkiye ilişkilerinin radikal bir biçimde değişeceğini beklemek çok gerçekçi değildir. Fransa’daki referandum da aynı çerçevede değerlendirilmelidir. Yeter ki, biz AB’nin eline ilişkilerin yönün değiştirecek kadar yeterli cephane vermeyelim!
Ekim ayı başında AB ile başlaması planlanan tam üyelik müzakerelerin başında mutlaka pürüzler olacaktır. Müzakerelerin takvimi, müzakere konularının sırası ve içerikleri konularında zaman kaybedici görüş alış verişleri yaşanacaktır. Bu çeşit aksaklıkların mali piyasaları kısa dönemlerde olumsuz etkilemeleri söz konusu olabilecektir.
TEMEL DİNAMİKLER
Aynı dönemde, Türkiye ekonomisi üzerine yayınlanacak bazı veriler yatırımcıların hoşuna gitmeyebilecektir. Belki, enflasyon beklendiği gibi düşmeyebilecektir. Belki de, cari işlemler açığının artışı devam edecektir. Artış beklentilerin ötesinde olacaktır. Reel faizler yüksek kalmaya devam edebilecektir. Sonuçta, mali piyasaları hafif de olsa çalkandıracak yeterli nedenler olacaktır.
Böyle bir ortamda, küçük yatırımcıların gereksiz bir panik havasına girmesi orta dönemde daha büyük pişmanlıklara neden olabilecektir. Küçük yatırımcılar açısından, ne olduğu anlaşılmadığı durumlarda kısa dönemde hiçbir şey yapmamak ora dönemde daima daha faydalıdır.
Önümüzdeki dönemde de, ekonominin temel dinamiklerinde değişen bir şeyin olmadığı anlaşılmaktadır. Yaşanabilecek sıkıntılar, kısa dönemde, temel dinamiklerden değil, ‘haber’ bazlı hareketlerden kaynaklanacaktır.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2005
<B>KAMU </B>sektörünün yeniden yapılanması yolunda <B>harcamaların verimliliği</B> esas olacaktır. Kamu harcamalarındaki verimlilik artışı harcanan her bir lira karşılığında <B>daha fazla</B> ve/veya <B>daha kaliteli</B> mal ve hizmet almak anlamına gelmektedir. Kamuda ihale yasasının değişmesi bu alanda önemli bir adımdır, ama yeterli değildir. İhale yasası bir projenin yüklenicisinin seçimi ile ilgilidir, projenin kendisi ile değil. Yapılacak her işin maliyeti iyi hesaplanmalı ve üstlenilen maliyet karşısında elde edilecek fayda iyi ölçülebilmelidir. Proje seçimi de öne çıkmalıdır.
Yani, fayda-maliyet analizi iyi yapılmalıdır. Ancak, bu yolla harcamaların disiplin içine alındığı bir ortamda kamu sektörü daha kaliteli ve yaygın servis üretebilecektir. Aksi taktirde, harcama disiplininin uzun dönemde sürdürülebilmesi olanaksızdır.
TOPLUMSAL MALİYET
Kamu sektöründe verimliliğin artması yalnızca harcamaların verimliliğin artmasıyla sınırlı değildir. Her türlü kamusal düzenlemenin fayda ve maliyeti gözden geçirilmelidir. Uygulamaya konacak her düzenlemenin ne getirip ne götürdüğü iyi hesaplanmalıdır.
Örneğin, piyasaya çıkan bir malın kutusunun üzerinde belli bilgilerin bulunması şart koşuluyorsa, bu bilgileri kutuya basmanın getirdiği ek maliyetle elde edilecek ek fayda iyi hesaplanmalıdır. Aksi taktirde, o malın kullanıcısı üzerine gereksiz maliyetler yükleme riskleri doğar.
Bu alandaki en iyi örneklerden biri trafik kazası olduğunda, kazaya karışan araçların olduğu yerde durup rapor yazması için trafik polisini beklemesidir. Çok işlek bir yolda, trafiğin yoğun olduğu bir saatte bir araba diğerine arkadan vurup stop lambasını kırabilir. Trafiğin yoğunluğuna bakılmaksızın arabalar olduğu yerde dururlar.
Şoförler arabalarının dışına çıkarlar. Trafik polisine telefon ederler. Polisin gelip tutanak tutması beklenir. Bu sırada trafikteki yığılma daha da artar. Çünkü, bir ya da iki şerit kapanmıştır. Trafiğin yoğunluğunun artması trafik polisi arabasının olay yerine gelmesini geciktiren bir başka etken olmuştur.
Bu sırada yüzlerce ya da binlerce araba durmuştur. Beş dakikada gidilebilecek bir uzaklık ancak iki saatte gidilebilir hale gelmiştir. Yüzlerce, bazen binlerce insan gereksiz zaman kaybetmişlerdir. Tesadüfen bu yolu kullanan araçlar gereksiz yere çok daha fazla benzin/mazot yakmışlardır.
Kısacası, trafik kazasına karışmayan araçlar ve o araçtakiler çok ciddi maliyetler yüklenmişlerdir. Bütün bu maliyetlerinin nedeni toplumdaki iki kişi arasında gerçekleşen ufak bir trafik kazasında en çok kimin kabahatli olduğunu tespit etmek için trafik polisinin beklenmesidir. Bunun için topluma bu denli bir maliyet yükletmek ekonomik midir?
ZAMAN VE PARA
İki kişi kendi aralarında bir zabıt tutsalar konu çok daha hızlı çözümlenmez mi? Kazaya karışanlar arasında görüş farklılıkları varsa, görgü tanıkları tutulacak tutanağın bir parçası yapılamaz mı? Hiçbir şey yapılamıyorsa, kazaya karışanların ifadelerine dayanılarak bağımsız bir organ bir karar veremez mi?
Doğal olarak, bulunabilecek her çözümün gerçek kabahatliyi bulmak için olumlu ve olumsuz tarafları olacaktır. Kaldı ki, trafik polisi de kaza mahalline geldiğinde, kazanın taraflarının çelişkili ifadeleri karşısında kendi yargısını vermektedir. Ama, her türlü çözüm topluma bunca maliyet yükletmekten çok daha tercih edilir olacaktır.
Verimlilik artışı zamanı ve parayı iyi kullanmakla gerçekleştirilmektedir. Zaman da paradır. Kamusal düzenlemeler konunun bu boyutunu ihmal etmemelidir.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2005
<B>BİR </B>ülkenin tüm sektörleri <B>rekabete</B> açık olmalıdır. Üretilen <B>ürünlerin satışı</B> da, üretimin <B>sahipliği</B> de rekabete açık olmalıdır. Ama, rekabet demek bir sektörün önemli bir bölümünü yabancı sermayeye teslim etmek olmamalıdır. Eğer böyleyse, bir sakatlık var demektir. Yabancı sermayenin girmek istediği bir sektöre yerli sermaye neden girmek istemez? Ya da, yabancıların üşüştüğü bir sektörden yerli sermaye neden çıkmak ister? Bu soruların yanıtları iyi irdelenmelidir. Çünkü, böyle bir durumun nedenlerinden bazıları mutlaka ekonomi dışı etkenlerdir. Sektörde bir sakatlığa işaret eder.
Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya bankacılık sektörlerine yabancı sermaye girişini çeşitli yollarla engellemeye çalışmaktadırlar. Diğer Avrupa Birliği üyelerine ait sermayenin bankacılık sektöründe artmasını istememektedirler. Acaba neden?
ESASLAR
Bankacılık dünyanın en klasik işlerinden biridir. Asırlardan beri, bankalar halktan belli bir maliyetle mevduat toplarlar. Topladıkları fonları belli risk parametreleri içinde gelir getirici alanlara yatırım (kredi) yaparlar. Yapılan işe ne isim verirsek verelim, işin aslı budur. Abartılı da olsa, bankacılıkta yenilik aynı ürünü bir başka renge boyamaya benzer.
Dünyada mali sektörde serbestleşmeye gidildikçe bankacılığın temel işlevi de değişti gibi bir durum yaratıldı. Özellikle genç nesil, bankacılığı ‘cambazlık’ ile aynı şey sanmaya başladı. Çok genç yaşta ‘cambazlık’ yaparak çok büyük para kazananlar oldu. Çok büyük paralar da kaybedildi. Çünkü, bazen cambaz ipten düştü. Önce kárları gördüklerinden, üst düzey yöneticiler de bu akıma kendilerini kaptırdılar. Basel Kuralları boşuna yaratılmıyor!
Türkiye’de de çeşitli mali piyasalar açılıp mali sistem serbestleştikçe, ‘cambazlık’ yoluyla para kazanmak bankacılıkta neredeyse bir norm oldu. Bankaların hazine bölümünde çalışanların banka koridorlarındaki yürüyüşleri değişti. Bankaların üst yönetimlerinin ilgilendikleri en önemli alan hazine bölümleri oldu. 2001 Krizi ile birlikte şapka düştü kel göründü. Bütün bankalar en çok zararı hazine bölümlerinden gerçekleştirdiler. Son on beş yılda kazandıklarını üç ayda verdiler.
Alan Greenspan’in çok güzel bir sözü vardır: ‘Finansal buluşlar bankacılığın esasını değiştirmez. Bankacılığın esası ölçülebilirlik, kredibilite ve risk yönetimi olarak kalacaktır.’ Bu esaslara sadık kalmayan bir bankacılık sistemi ve sistemdeki bankalar bir gün mutlaka çökeceklerdir. Bankacılık cambazlık değil, klasik bir iştir.
Bankacılığın esaslarına sadık kalmayanlar dünyanın her yerinde yok oldular. Olmaya da devam edeceklerdir. Bir bankanın tüm birimleri önemlidir. Bankaların kár üretmeyen birimleri kár üretenlerin ürettikleri kárların kalitesini yükselttikleri ya da ölçtükleri için önemlidirler.
KAÇIRTMAYALIM
Türkiye’de bankacılık sistemi bu gerçeği bir ölçüde kavradı. En azından, profesyonel yöneticiler acı tecrübelerle şimdi sektöre daha farklı bakabiliyorlar. BDDK’nın kurulmuş olması da bu konuda çok önemli bir katkıdır. Ama, bankacılığın esaslarına sahip çıkacak bir nesil yetiştirmek için daha çok zamana ihtiyacımız var.
Yeni nesil bankacılılar yetiştirme yolunda, yabancı sermayeli bankaların sektörde bulunmaları, rekabetin artması da dahil, birçok açıdan faydalıdır. Yeni nesil bankacıların eğitilmesinde yabancı sermaye önemli ve olumlu bir rol oynayacaktır.
Böyle bir dönemde yerli sermayenin bankacılık sektörüne küstürülmüş olması çok büyük bir yanlıştır. Meksika ve Arjantin de bizim şimdi yaşadığımız dönemden geçtiler. Sonra, yaptıkları hatanın faturasını çok ağır bir biçimde ödediler.
Bankacılığa yabancı sermayeyi davet edelim, ama yerli sermayeyi de kaçırtmayalım. Gelecek hafta devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2005
<B>ÖZELLİKLE </B>Cumhuriyet döneminde, <B>banka sahipliği yoluyla sermaye birikimi</B> gerçekleştirmek önemli stratejilerden biri olmuştur. Bankacılık yoluyla sermaye birikimi sağlamak yalnızca özel sektör için değil, kamu sektörü için de geçerlidir.
Bu oyunun kuralı halkın mevduatını öncelikli alanlara kaydırmaktır. Kamu sektörü bu yolla önemli gördüğü sektörleri desteklerken, özel banka sahiplerinin bir kısmı da kendi girişimlerini desteklemek istemişlerdir. Risk neredeyse yok sayılmıştır. Riskin göz önüne alınmadığı bir bankacılık sisteminde sistemin yozlaşması doğaldır.
Doğal olarak, belli bir alanda ya da belli ellerde sermaye birikimi sağlamak için kurulmuş bankalar yok olup gitmişlerdir. Eğer hala böyle bankalar varsa, onlar da yok olmaya mahkumdurlar. Ziraat hariç, kamu sektörünün bu amaçla kurduğu sektör bankalarının hiçbiri bugün yaşamamaktadır. Bankacılık, halkın mevduatlarını riskleri göz önüne alarak değerlendirmek zorundadır.
SAT KURTUL
2001 krizi ile bankacılıkta da zihniyet değişmiştir. En azından, bankacılığın gözetim ve denetiminde zihniyet değişmiştir. Daha da değişmeye devam edecektir. Zihniyet değişimi sırasında bazı kalıcı olumsuz etkiler de yaratılmıştır. Banka sahibi olmak korkutucu bir iş olmuştur. Gerçekten bankacılık yapmak için banka sahibi olan ve potansiyel banka sahipleri bu sektörden soğutulmuştur.
Riski öne çıkaran bankacılık anlayışı çerçevesinde ve yürürlükteki bankacılık gözetimi ve denetimi sisteminde bankacılıkta kar marjları zaten çok azalmıştır, hatta yok olmuştur. Dolayısıyla, Türkiye’de bankacılık sektörü yabancı sermayenin önüne itilmiştir. Bu sektörde yabancı sermaye ile rekabet edecek yerli sermaye de kalmamıştır. Yani, bir banka satılıkken, bankayı satın almak isteyenlerin tümü yabancı sermayeli bankalardır. Yerli sermayeye ‘sat ve kurtul’ anlayışı hakim olmuştur.
Türkiye bu konuda dikkat etmek zorundadır. Otomotiv sektörüne yatırım yapan bir yabancı sermaye fabrikanın arsasını ve duvarlarını alıp bir başka yere gidemez. Makinelerini alıp götürmek maliyetli bir iştir. Ama, bankacılıkta, bir bankanın varlıkları ülke dışına çok rahat çıkabilir. Bir bankanın yükümlülükleri yerli mevduat sahiplerinden oluşurken, varlıkları yabancı ülkelerde olabilir. Böyle bir stratejinin maliyeti sıfıra yakındır. Ekonomik çalkantı dönemlerinde, bu, potansiyel bir sermaye kaçışı yoludur.
ÖNEMLİ SİGORTA
Türkiye’de kaç tane yabancı sermayeli banka olmalı ya da sektörün yüzde kaçı yabancı sermayenin elinde olmalı gibi bir tartışma hem gereksiz hem de yanlıştır. Ama, devletin, devlet adına gözetim ve denetim otoritesinin bu konuda mutlaka bir fikri olması gerekir. Otoriteler bu fikrini mutlaka kamuoyu ile de paylaşmak zorunda değildir. Bu çeşit konular yasalara yazılarak çözümlenemez ya da karara bağlanamaz.
Bugün, müşteri çıktığında, bankasını yabancı sermayeye satmayacak hiçbir yerli sermaye kalmamıştır. Fiyatlar da zaten çok iyidir. Bankasının tümünü ya da belli bir bölüm hissesine yabancıya satmanın yerli sermaye açısından bir takım avantajları da doğmuştur.
Bankaya yabancı ortak sayesinde fon yaratmak ya da yerli sermaye yetersiz kaldığında, yabancı ortağın sermaye artırımına katkı yapması gibi avantajlar zaten biliniyordu. Ama, son yıllardaki deneyimler çerçevesinde, yabancı ortak alınarak ‘banka hortumcusu’ olma riski de sıfıra indirilmektedir. Önemli bir sigorta alınmaktadır.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2005
<B>İKİ </B>yıl önce İstanbul’da yapılması planlanan <B>Asya Kalkınma Bankası</B> (AKB) yıllık toplantıları İstanbul’daki bombalama olayları nedeniyle ertelenmişti. Ancak bu yılki toplantılar birkaç hafta önce İstanbul’da yapılabildi. Türkiye’de Dünya Bankası ya da Avrupa Yatırım Bankası denince bize uzun vadeli kredi veren kuruluşlar anlaşılır. Türkiye ekonomisinin dış finansman ihtiyacının bir kısmı bu kuruluşlardan gelir. AKB farklıdır.
İHMAL EDİLEMEZ
AKB bizim için projelerimizin finansmanına yönelik kredi alınabilecek bir kaynak değildir. Türkiye AKB’nın katkı yapan ortaklarından biridir. Ama, AKB’ndan be kamu ne de özel sektör kredi kullanamaz. Aynı olgu Avrupa Kalkınma ve Yeniden İnşa Bankası (EBRD) için de geçerlidir. Türkiye EBRD’ye ortaktır, ama kredi kullanamaz.
AKB Asya ülkelerinin gelişmesi için kredi ve teknik yardım veren bir bankadır. Dünya Bankası’nın Asya kıtasında faaliyet gösteren bir modelidir. Bizim gibi ülkelerin AKB’na ortak olmasının nedeni ABK tarafından finanse edilen Asya kıtasındaki projelere Türk firmalarının girebilmesidir.
EBRD de bizim için aynı görevi görür. AKB ve EBRD karşılaştırıldığında, Türk firmalarının EBRD’yi göreli olarak yoğun kullandığını görüyoruz. Buna karşılık, AKB’nı EBRD kadar kullandığımız söylenemez. Acaba Asya ile eski Sovyetler Birliği Cumhuriyeti ülkeleriyle ilgilendiğimiz kadar ilgilenmiyor muyuz?
Büyük bir olasılıkla, konunun bir boyutu budur. Bir başka boyutu ise AKB’nın finanse ettiği projelerdeki rekabette Türk firmalarının geri kalması olabilir. Üzerinde durulması konulardan biri mutlaka bu olmalıdır. Türk firmaları rekabetçi olamadıkça AKB gibi kuruluşların finanse ettiği projelerde rol alması zor olacaktır. EBRD’yi daha çok kullanmamızın bir nedeni EBRD’nin proje finansmanında ortaklık yoluyla katkı yapmasıdır. Doğal olarak ortaklık ile yapımcılık farklı konulardır.
Yıllık toplantılar sırasında AKB Başkanı ısrarla Türk firmalarını Asya’ya davet etti. Türkiye ekonomisinin geldi düzeyi övdü. Bu düzeydeki Türkiye’nin Asya kıtasında daha aktif olması gerektiğini dile getirdi. Çok da haklıydı. Türkiye, Asya kıtasındaki ekonomik potansiyeli ihmal edemeyecek kadar büyük bir ekonomidir.
Asya çok büyük bir kıta. Kıta içinde gelir farklılıkları çok fazla. Dünyanın en zengin ülkeleri de, en fakir ülkeleri de Asya’da bulunuyorlar. Dolayısıyla, kıtanın fakir ülkeleri zengin ülkelerin bir anlamda himayeleri altında kalmıştır.
DIŞA AÇILMAK
Rekabet göreli olarak bu piyasalarda daha acımasızdır. Çünkü, Asya’nın gelişmiş ülkeleriyle gelişmekte olan ülkeler piyasasında rekabet edilmesi söz konusudur. Buna ek olarak, bizim gibi, AKB’na üye olan dünyanın diğer gelişmiş ülkelerinin şirketleri de bu piyasalarda boy göstermektedirler. Kısacası, Asya pazarı ahbaplık ilişkileriyle iş alınacak bir pazar değildir.
Türkiye’de kamu kaynaklı projeler azalırken, Türkiye’deki belli bir bilgi birikimine erişmiş şirketlerin eskiye göre çok daha fazla rekabetçi bir biçimde dışa açılmaları kaçınılmazdır. Böyle şirketlerimizin sayısı artmaktadır. Daha da artmalıdır.
Dışa açılamayanların kamu sektöründen proje beklemeleri çok gerçekçi değildir. Bu nedenle, AKB gibi kuruluşların desteklediği projelerde rekabetçi olabilmek için yeniden yapılanmak hedeflerden biri olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2005
<B>IMF </B>ile yapılan yeni üç yıllık stand-by düzenlemesi Türkiye ekonomisi için yeni bir dönemin başlangıcını oluşturuyor. Yeni program kriz idaresi döneminin bittiğini simgeliyor. Ekonomik istikrarı kalıcı olarak tesis etmeyi amaçlıyor. Yeni programda da bir takım rakamsal hedefler telaffuz ediliyor. Ama, programın önemi, hedeflenen rakamlardan değil, yapılması hedeflenen yapısal reformlardan kaynaklanıyor. Oyunun alışılmış kurallarının değişmesi öngörülüyor. Ekonomik istikrarın kalıcılığına yönelik yeni kuralların geçerli olması hedefleniyor.
KREDİ NOTU
Yeni program birkaç açıdan çok önemli işlevler görecektir. Birincisi, eğer programda öngörülen yapısal reformlar savsaklanmadan ve sulandırılmadan uygulamaya konabilirse, Türkiye ekonomisi kalıcı bir ekonomik istikrarı yakalamış olacak. İleride istikrarın bozulma olasılığı olsa da, bu çok önemli bir adımdır.
İkincisi, dünya piyasalarının önemli riskler içerdiği bir dönemde, Türkiye’nin kapsamlı bir istikrar programına sahip çıkması dünya piyasalarında oluşabilecek çalkantılardan en az kayıpla çıkılmasını kolaylaştıracaktır. Bir anlamda, gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye ekonomisi hakkında ileriye dönük beklentiler göreli olarak daha olumlu olacaktır. Bu program önemli bir ‘çapa’ rolünü görecektir.
Bütün bunların anlamı Türkiye’nin düşük enflasyon ortamında göreli olarak yüksek büyüme olanağına kavuşmasıdır.
1990’lı yıllarda Türkiye’nin kredi notu BBB+ dan çok hızlı bir biçimde B- ye kadar düşmüştü. 1980’li yıllardan gelen olumlu beklentiler 1994 Krizi ile tam tersine dönmüşü. Bu nedenle de, yine saçmalarlar kaygısıyla Türkiye’nin kredi notu kolayca yükselmiyor.
Yeni programın ilk yıllarında atılacak kararlı ve kapsamlı adımlarla Türkiye’nin kredi notunu düştüğü hızda yükselebilecek bir ortam yaratılabilecektir. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye ekonomisinin bugün geldiği nokta 1990’lı yılların başında BBB+ notu aldığı durumdan çok daha iyidir.
O günlerde hiperenflasyon riski konuşulurdu. Bugün düşük enflasyon ortamında kalıcı büyümeden söz edilmektedir. Kredi notumuzun hálá BB civarında dolaşması ‘acaba bunlar yine saçmalar mı?’ kaygısından kaynaklanmaktadır. Yeni programın kararlılıkla ve sulandırılmadan uygulanması bu kaygıyı giderebilecektir.
ÖNEMLİ REFORM
Ekonomik istikrarı yakalamak da, korumak da kolay değildir. Özveri ve disiplin gerektirir. Çoğu zaman kısa vadeli çıkarlardan uzun vadeli yararlar için feragat edilmesini şart kılar. Kısa vadede kolay çözümler için değil, uzun vadede zor kararlarla zor çözümlerin peşinde koşulmasını gerektirir.
Ekonomik istikrar için şimdiye kadar hep kamu sektörünün yapması gerekenler konuşuldu. İstikrarın tesis yolunda hep kamu sektörü için konan hedefler öne çıktı. Her şeyin aynı kalıp kamu sektörünün bazı hedefleri yakalaması ekonomik istikrar için yeterli değildir. Kamu sektörü dışında da kendimize çekidüzen vermek zorundayız.
Bundan sonraki aşamada, özel sektörün de yeniden yapılanması kaçınılmaz olacaktır. Yani, şirketlerin yeniden yapılanması gerekecektir. İstikrar programı başarıya ulaşacaksa, istikrar kalıcı olacaksa, önümüzdeki dönemde en önemli yapısal reformlardan biri de bu olacaktır.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2005
<B>İLGİNÇ </B>bir dönem yaşıyoruz. Hem yurt içinde hem de yurt dışında <B>mali piyasalar bazı alışkanlıklar edinmeye başladı</B>. Alışkanlıklar ileriye dönük ekonomik beklentileri de aynı paralelde şekillendiriyor. Alışılmışın dışında gerçekleşmeler maliyeti yüksek şaşırmalara neden olacak gibi görünüyor.
Uluslararası mali piyasalar Amerika’da faizlerin her ay yüzde 0.25 puan kadar artmasına alıştı. Herhangi bir ay Amerikan Merkez Bankası (FED) faizleri artırmasa piyasalar çok şaşıracaklar. Amerika’da işlerin yoluna girdiğini düşünecekler. Faizler yüzde 0.5 puan artacak olsa, piyasalar bir miktar panikleyecek. FED’in geçen yıl ortasından bu yana sergilediği tutum bir anlamda FED’in seçeneklerini de kısıtlamış oluyor.
Bizde de benzer bir durum yaşanıyor. Yıl başından bu yana Merkez Bankası her ay faizleri düşürme kararı aldı. İktisadi şartlar ne olursa olsun bundan sonra da faizlerin her ay düşmesi başka riskler doğurabilecektir. Buna karşılık, Merkez Bankası’nın bir ay faizleri düşürmemesi ‘acaba bizim bilmediğimiz bir şeyler mi oluyor?’ diye piyasaların kafasını karıştıracaktır. Piyasalarda bir çalkantı söz konusu olabilecektir.
YENİ ENDEKSLER
Çeşitli dönemlerde piyasaların odaklandığı çeşitli göstergeler vardır. Bu göstergeler mutlaka doğru göstergeler olmayabilirler. Ama, piyasanın beklentilerine bir endeks oluştururlar. Piyasalar bu göstergelere göre hareketlerini şekillendirirler.
Örneğin, 1997 yılındaki Güneydoğu Asya Krizi sırasında krizin derinleşip derinleşmediği ya da geçip geçmediği Hong Kong hisse senetleri endeksi ile ölçülüyordu. Belki, o dönemde Hong Kong piyasasıyla ilgili olmayanlar Hang Sang diye bir borsa endeksi adı bilmiyorlardı. Herkes öğrendi. Her sabah uluslararası piyasaların nasıl bir pozisyon alacağı bu endeksin artıp artmamasına göre şekillendi.
1990’ların başındaki Meksika Krizi’nde, 1998 yılındaki Rusya Krizi’nde ve 2001 Türkiye Krizi’nde krizlerin durumu döviz kuru hareketleriyle ölçüldü. Bu ölçüler piyasa fiyatlarıydı. Dolayısıyla, piyasanın görüşlerini yansıtıyorlardı. Ama, durumu tespit eden bir endeks halini almışlardı.
Son dönemde, piyasaların yeni endeksi yurt dışında FED’in, yurt içinde Merkez Bankası’nın kararları oldu. FED her ay faizleri yüzde 0.25 puan artırdığı sürece, Merkez Bankası her ay faizleri yüzde 0.5 puan düşürdüğü sürece bir sorun yok. Çünkü, piyasalar zaten böyle istiyorlar ve bekliyorlar. Ama, bunun dışında bir karar piyasaları şaşırtacaktır.
DARALAN SEÇENEKLER
Yaratılan beklentiler para politikası seçeneklerini kısıtlayan bir ortam yaratmıştır. Böyle bir ortamda fazla çalkantı yaratmadan vır değiştirmek göreli olarak uzun zaman alabilecektir ve inandırıcı açıklamalar gerektirecektir. İnandırıcılığın azaldığı yerde piyasalar istenmeyen ve beklenmeyen tepkiler verebilecektir.
Finans piyasalarındaki istikrar FED ve Merkez Bankası’nın kararlarına endekslenmiş olduğundan, birinden birinin beklenmedik yönde ve dozda hareket etmesi uluslararası sermaye akımlarının Türkiye’ye akan bölümünü çok yakından ilgilendirmektedir. Manevra alanı oldukça daralmıştır. Diğer makro ekonomik verilerin olumsuz yönde çıkmaları piyasaları da, karar vericileri de üzebilecektir.
Bir hafta tatil yapacağımdan yazılarıma ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2005
<B>REKABET </B>bir toplumdaki herkes için iyi olamaz. Aksine, herhangi bir piyasada <B>rekabetin artmasından bazıları kazanacak bazıları kaybedecektir</B>. Rekabet, toplumun tümü için iyidir denebilir. Rekabetin artmasından beklenen kişi ya da gruplar için değil, toplumun tümü için iyi olmasıdır.
Konuyu biraz genişletirsek, rekabet toplumun bazı kesimleri için iyidir, bazı kesimleri için iyi olmayabilir. Örneğin, rekabet sayesinde bir malın fiyatı ucuzluyorsa, o malın tüketicileri için rekabet iyidir, ama aynı malın üreticileri için rekabetin iyi bir şey olduğu söylenemez.
FARKLI AMAÇLAR
Kişiler farklı alanlarda farklı roller oynarlar. Oynadıkları role göre de rekabet bazen iyi, bazen de kötü olabilir. Kişiler hem tüketicidir hem de üreticidirler. Tüketici rolünde rekabet işlerine gelir. Üretici rolünde rekabetten hoşlanmayabilirler. Dolayısıyla, rekabetin faydaları konusunda olaylara göre çelişkili fikirler ortaya çıkar.
Birçok üretici firma ürettikleri malları sattıkları pazarda rekabetten hoşlanmazlar. Çünkü, rekabetin olduğu piyasada hem daha kaliteli mal üretmek zorundadırlar hem de daha ucuz satmak zorundadırlar. Buna karşılık, aynı firmalar başkalarından aldıkları ara mallar ve emek piyasalarında tam rekabeti savunurlar. Çünkü, rekabetçi piyasalardan alım yaptıklarında daha kaliteliyi ve daha ucuzu bulmak mümkün olacaktır.
Rekabetin bozulmasını ya da çarpıtılmasını haklı kılan önemli alanlardan biri sosyal içerikli amaçlardır. Örneğin, geçmişte herhangi bir suçtan hüküm giyip cezaevinde yatmış kişilerin çok kolay iş bulamayacakları aşikardır. Ama, bu kişiler de cezalarını çektikten sonra topluma kazandırılmalıdır. Dolayısıyla, bu kişilerin iş bulmaları için devletin iş yerlerini zorlaması kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Ama, bu yaklaşımın işgücü piyasasında rekabeti sakatladığı da bir başka gerçektir.
Rekabeti bozan bazı uygulamalar ise zaman içinde refahı artırıcı yönde olacağı için kabul edilebilirler. Örneğin, fikri mülkiyet haklarının korunması aslında kısa dönemde rekabeti bozan bir uygulamadır. Ama, fikri mülkiyet hakkının korunmaması, fikri, sanatsal ve teknolojik ilerlemeyi durduran bir etken olacaktır. O halde, sanatsal, fikri ve teknolojik gelişmeyi durdurmamak, hatta hızlandırmak için rekabeti kısa dönemde sakatlamak uzun dönemde faydalı olacağından arzulanan bir uygulama olabilir.
Ekonomik amaçlarla da rekabet sakatlanmak istenebilir. Örneğin, gümrük duvarları sayesinde bir malın yurt içindeki üretimini korumak aslında rekabeti bozmaktır. Aynı malın yurt dışından ithali yasaklanarak ya da çok pahalı yapılarak yurt içindeki üretici ya da üreticiler mallarını daha pahalı satabilirler ve kaliteye önem vermeyebilirler.
İSTİSMAR KAÇINILMAZ
Kişisel çıkarlar açısından, ister sosyal amaçlı, ister uzun vadeli yararları için, ister ekonomik amaçlı olsun, rekabetin sakatlanmasını arzu edebiliriz. Böyle bir tutumu ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ diye nitelendirmek zordur. Tek ölçek, belli bir tanıma göre, rekabetin sakatlanmasının toplumsal refaha olan etkisidir.
Hangi amaçla olursa olsun rekabetin dış müdahalelerle sakatlanmasının kaçınılmaz bir sonucu vardır: rekabetin uzun süre sakat kalması mümkün değildir ya da rekabeti sakatlayan uygulamalar mutlaka kötü kullanılmaya müsaittir. Kısacası, rekabetten idari kararlarla uzaklaşmak istismarı da beraberinde getirir.
Yazının Devamını Oku