27 Haziran 2005
<B>SERMAYE </B>piyasalarına bakışımız biraz ters. <B>Yatırımcıyı korumak yatırımcıya para kazandırmakla eş tutuluyor</B>. Bir kamu kurumunun yatırımcıların haklarını korumakla yükümlü olması yatırımcıların mutlaka para kazanması gerektiği anlamına gelmiyor. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) yatırımcının haklarını korumakla görevlidir. Yatırımcının hakkı doğru ve zamanında bilgi almaktır. Doğru ve zamanında bilgi alan yatırımcılar istedikleri şekilde yatırım yaparlar. Bazen kazanırlar, bazen kaybederler. Kaybettiklerinde, sorumlu SPK değildir. SPK’nın yatırımcılara para kazandırmak gibi bir görevi yoktur.
İstanbul Menkul Kıymetler Piyasası (İMKB) hisselerini bireysel ve kurumsal yatırımcılara satan firmaların hisselerinin el değiştirdiği bir piyasadır. İMKB’nin sorumluluğu hisse değişimlerinin şeffaf bir ortamda gerçekleşmesi ve oluşan hisse fiyatının arz ve talep dengesini yansıtmasını temin etmesidir.
İMKB’nin de yatırımcılara para kazandırmak gibi bir sorumluluğu yoktur. Önemli olan şirketler hakkında bilgilerin doğru ve zamanında yatırımcılara ulaştırılmasıdır. Risk yatırımcılarındır. Kar da, zarar da yatırımcılarındır. Kimse sorumlu tutulamaz.
KÁR DAĞITIMI
Mali durumu çok kötü bir şirket de halka açılabilmelidir. Önemli olan, şirketin mali durumunun kötülüğü değil, şirketin kötü durumda olmasının yatırımcılar tarafından tüm açıklığı ile bilinmesidir. Kötü şirketin fiyatı düşük olacaktır. İyi şirketin fiyatı yüksek olacaktır. Kararı yatırımcılar verir.
Halka açıldıktan sonra bir şirketin hisse senedi fiyatı düştüğünde, yatırımcılar kızmaktadır. Kızmaya hiçbir hakları yoktur. Tüm bilgiler kendilerine verildiğine göre, ya hak ettiğinin üzerinde bir fiyatla hisse senedini almışlardır ya da beklentilerinin dışında piyasa şartları değişmiştir. Tüm bunların sorumluluğu yatırımcıların üzerindedir.
Halka açılma ve hisse senedi piyasası süreçlerinde devletin devreye girmesiyle devletin bir biçimde koruyucu görev yapması beklenmektedir. Bu beklenti yanlıştır. Yine de, sermaye piyasaları ile ilişkili kurumlar kendilerini piyasa gelişmelerinden sorumlu tutmakta ve yatırımcıyı koruma adına piyasa kuralları dışında düzenlemelere gidebilmektedir.
Kár eden halka açık şirketlerin kárlarının bir bölümünü nakit temettü olarak dağıtmaları yönünde yürürlükteki düzenleme bu çeşit bir düzenlemedir. Yıl içinde gerçekleştirilen kárın temettü olarak dağıtılıp dağıtılmayacağı şirketin ileriye dönük planlarıyla ilgili bir konudur. Temettü almak için yatırım yapan yatırımcılar yatırım yaptıkları şirketin temettü politikasından memnun değilse, o şirketten çıkarlar. Kararları şirketin hisse senedi fiyatına yansır. Ama, şirketi temettü dağıtmaya zorlamak şirketin iç işlerine karışmak anlamına gelir.
ARAYA GİRME
SPK gibi kurumların şirketlerin iç işlerine karışmaya yönelmeleri halka açılma iştahını azaltıcı bir etkendir. Bu çeşit düzenlemeler, sermaye piyasalarını geliştirelim derken, yatırımcıları koruma adı altında sermaye piyasalarının güdük kalmasına katkıda bulunulmaktadır.
Sermaye piyasalarının altın kuralı yatırımcılarla şirketleri açıklık ve doğruluk ilkeleri içinde birbirlerine karşı yükümlü kılmaktır. Bu iki oyuncunun arasına girildiğinde, oyuncuların tümünün kaybetme olasılığı çok fazladır.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2005
<B>TÜRK Telekom </B>nihayet özelleştiriliyor. 1980’li yıların ortalarında konu gündeme geldi. Aradan yirmi yıla yakın süre geçti. <B>Dünyada telekom şirketlerinin fiyatları baş aşağı gitti</B>. Biz, ancak bu aşamaya gelebildik. Türk Telekom’un özelleştirme serüvenine bakıldığında, Türkiye’nin gerçekten özelleştirme yapıp yapmamak istediği konusunda şüphe duyuluyor. Şirketin yeni sahibini çeşitli sorunlar bekliyor. Uzmanların görüşlerine göre, şirketin yeni yatırımlara girmesi gerekiyor. Şirketteki istihdam fazlası nedeniyle çalışanların bir kısmının işten çıkarılması gerektiği düşünülüyor.
SORUNLAR
Konunun en can alıcı yeri rekabet sorunlarıdır. Sabit hatlarda Türk Telekom tekel durumunda. Uzak mesafe telefon hizmeti ise rekabete açıldı. Türk Telekom tekel konumundaki pazarda fiyatları artırdı. Rekabete açılan pazarda ise fiyatları düşürdü.
Bir çeşit makyajlama söz konusu oldu. Son yıllarda elde edilen karlardan ve nakit akımından hareket eden bir fiyatlama yöntemiyle şirketin değerinin azamiye çıkarılması amaçlandı. Bu arada, rekabete açılan alanda da, rakip şirketlere nefes aldırmamak konunun bir başka boyutu oldu. Sabit hatlarda tekel konumunda olunca, Türk Telekom şimdilik istediği gibi at koşturabiliyor.
Bir devlet kuruluşu olması nedeniyle Türk Telekom’un uygulamalarına Rekabet otoritesi karışamıyor. Ama, özelleştiğinde, Türk Telekom da Rekabet Kurulu’nun gözetiminde olacak. Tekel konumunu devletin himayesinde olduğu gibi kullanamayacak.
Doğal olarak, son yıllarda elde edilen karlara göre, özelleştirmeden sonra rekabet kuralları içinde çalıştığı taktirde, Türk Telekom’un kárları düşecek. Yeni yatırımların amortismanları ve finansman giderleri de eklendiğinde, Türk Telekom için devletin umduğu fiyat çıkmayabilir.
Özelleştirme ile beraber telekomünikasyon alanında oyunun kuralları değişiyor. Değişen kurallar sektörü zorlayıcı nitelikte olabilecektir. Hatta, devletin, şirketi satmakla şirketin sorunlarına arkasını dönmek gibi bir lüksü de olmayabilecektir. Daha da vahimi, rekabet otoritesinin Türk Telekom’a farklı bir şekilde bakması da istenebilecektir. Telekomünikasyon Üst Kurulu ile Rekabet Kurulu arasında çatışmalar da çıkabilecektir.
Türk Telekom’un özelleştirilmesi bir çimento fabrikasının özelleştirilmesi benzememektedir. Kısa ve orta dönemde telekomünikasyon sektörünün bir bölümünde bir tekel hakkının satışı söz konusudur. Rekabet kurallarının hala muğlak olduğu bir ortamda, şirketin tekel konumunun nasıl gözetim ve denetiminin yapılacağı ileride sorun yaratacak boyutlardadır.
YA GEÇ YA ERKEN
Kamu finansmanı ve özelleştirme politikası açısından, Türkiye Türk Telekom’u özelleştirmekte geç kalmıştır. Ama, Türkiye, rekabet kurallarını oturtmakta da geç kalmıştır. Rekabet açısından, Türk Telekom’un özelleştirilmesinin ileride Türkiye için erken olduğu anlaşılabilir. Türk Telekom’un fiyatlandırılması mutlaka bu riskleri de kapsayacaktır. Bu çeşit riskleri kapsamayan bir fiyatlandırma, Türk Telekom’un ‘olmazsa, devlete geri veririz’ anlayışıyla özelleştirildiği izlenimini güçlendirecektir.
‘Olmazsa devlete geri veririz’ anlayışı ileride Türkiye’yi sıkıntılara sokabilecektir. Özelleştirme çok ucuza olunca da, çok pahalı olunca da devletin başına beladır. ‘Aria’ konusunda bunu yaşamadık mı?
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2005
<B>BAZI </B>kişiler <B>Amerika</B>’ya gıpta ediyorlar. Paraları uluslararası kabul gördüğü için <B>kendi bastıkları para cinsinden yabancılardan borçlanabiliyorlar</B>. Halbuki, bizim gibi ülkeler basamadığımız paralar, yani döviz cinsinden yurt dışından borçlanabiliyorlar. Amerika’da devlet borcunun yarısına yakını yabancılardan alınan borçlardan oluşuyor. Ama, borçlarının hepsi dolar cinsinden. Dolayısıyla, Amerika’nın ‘basıp parayı öder borçlarını’ ilkesi geçerliymiş gibi görünüyor. Geçek ise çok farklı.
AMERİKA DA SORUNLU
Bizde, ‘basarız parayı öderiz borçlarımızı’ lafını kapılı kapılar ardında politikacılar çok kullanırlar. Dolar ya da Euro basamadığımızdan, politikacılar açısından sorun olan borç, dış borçlardır. Uzun süre, bu nedenle Türkiye iç borçlanmaya yeteri kadar özen göstermedi. Ama, dış borçlanmayı çok dikkatle yaptı.
Aslında, borçlanmanın hangi para ile yapıldığı bazen hiç önemli olmuyor. Önemli olan borçlanmanın boyutu oluyor. Son yıllarda, Amerikan ekonomisinin dış borçlanma ihtiyacı milli gelirlerine göre yüzde 5’i geçti. Bizde de bu oran geçen yıl yüzde 5’i geçti. Yani, göreli olarak Amerika ile aynı durumdayız!
Onlar dış borçlanma ihtiyaçlarını dolar cinsinden borçlanarak çözüyorlar. Biz ise dış borçlanma ihtiyacımızın çok büyük bir bölümünü döviz cinsinden karşılıyoruz.
Amerika’nın dış borçlanma ihtiyacının artması Amerika’ya borç verenler arasında kaygı yaratmaya başladı. Ellerinde dolar cinsinden Amerikan Hazine bonosu olanların bu bonoları satıp kendi paralarına dönmek istemesi durumunda, dolar değer yitirecektir, dolar faizleri yükselecektir. Son Avrupa Birliği krizine kadar, bu kaygılarla dolar değer yitiriyordu. Bu kaygıları bir ölçüde hafifletmek için Amerika’da faizler artıyordu.
Göreli olarak aynı durumda olan Türkiye ekonomisinde ise dış borçların büyük bir bölümünün döviz üzerinden olması nedeniyle, basıp parayı ödeyemeyeceğimiz borçlar söz konusudur. Ama, Türkiye ekonomisi konusunda henüz ciddi kaygılar olmadığından, kendi paramızla borçlanamasak dahi, bu açıdan durumumuz Amerika’dan daha iyidir!
Önemli olan toplam borçların ve yeni borçlanma ihtiyacının göreli düzeyidir. Belli bir noktada, kendi paranızla da borçlansanız, borç verenin parası cinsinden de borçlansanız, durum değişmemektedir. İlkinde, basıp parayı borçlarınızı ödeyebilirsiniz, ama ekonomik istikrar diye bir şey kalmaz ortada. Diğerinde ise basamadığınız parayla borçlarınızı ödeyemediğinizden ekonomik istikrar bozulur. İkisinin de sonucu aşağı yukarı aynıdır. Yabancı parayla borçlandığınızda, ek olarak kur riski alırsınız. Bazen, bu risk de küçümsenmeyecek boyutlarda olabilir.
BORÇLARIN DÜZEYİ
Bugün Amerikan ekonomisinin ek borçlanmasının çok büyük bir bölümü gelişmekte olan ekonomiler (emerging markets) tarafından karşılanmaktadır. Macaristan, Brezilya ve Türkiye dışındaki büyün gelişmekte olan ülkeler net borçlanan değil, net borç veren ülkeler olmuşlardır. Verilen borçların çok büyük bir bölümü de Amerikan ekonomisinedir.
Bir anlamda, doların geleceği de, gelişmekte olan ülkelerin portföylerinde ne kadar dolar tutmak isteyeceklerine bağlı gibi görünmektedir. Buna karşılık, bu ülkeler Amerika’ya mal sattıkları için borç vermektedirler. Amerikan dolarından vazgeçmeleri Amerika’ya mal satmaktan vazgeçmeleri anlamına da gelebilecektir. Amerikan ekonomisinin sağlığını bozabilecek gelişmeler herkesi telaşlandırabilecektir. Hangi taraf neyi göze alabilecektir?
Ekonomide hiçbir konu göründüğü kadar basit ve düşünüldüğü kadar çözümler kolay değildir. Bu çeşit kaygıları azaltmanın tek yolu borçlanma ihtiyacını kaygı yaratmayacak düzeylere çekebilmektir.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2005
<B>AVRUPA Birliği </B>(AB) çözümsüz olmayan bir sıkıntı içinde. <B>Fransa</B> ve <B>Hollanda</B> AB Anayasası’nı halkoyuna sundu ve Anayasa kabul görmedi. Ardından, bütçe gündeme geldi. <B>Fransa ve İngiltere AB bütçesi üzerinde anlaşamıyor</B>. AB içinde yaşanan sıkıntılar bizde de fazla belli edilmemeye çalışılan bir memnuniyet yarattı. ‘Biz girene kadar AB kalmaz’ düşüncesiyle AB’nin bizden isteklerini görmezden gelebileceğimiz gibi bir düşünce giderek yaygınlaşıyor.
AB BÜTÇESİ
Anayasa’nın Fransa ve Hollanda’da kabul görmemesinin arkasında bu halkların AB’ye karşı olmalarının yattığını düşünmek çok yanlıştır. Onlar, AB’nin bu denli genişlemesine ve genişlemenin üzerlerine getireceği ek maliyete karşıdırlar.
AB, bugüne kadar, İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ı büyük paralar harcayarak yeniden yapılandırmıştır. Şimdi, aynı durumda, hatta daha kötü on ülkeyi daha yapılandırmanın yükünü çekmek istememektedir. Sıraya Türkiye gibi büyük bir ülkenin de girmiş olması konuyu birçok AB üyesi ülke halkları için daha da kabul edilmez bir hale sokmuştur. Üstelik, AB için Türkiye sorunu iktisadi boyutu da aşmaktadır.
İngiltere ile Fransa’nın AB bütçesi üzerinde anlaşamaması teknik bir ayrıntıdan çok siyasidir. Fransa, diğer üye ülkeler gibi, yaptığı katkının yanında İngiltere’nin AB bütçesinden pay almasını önleyerek siyasi bir çıkış yapmak istemektedir.
AB’nin büyük ülkeleri arasında göreli olarak kamu finansmanı en iyi durumda olan ülkesi İngiltere’dir. Buna karşılık, diğer büyük ülkelerin kamu finansmanı hem bozuktur hem de daha da bozulmaktadır. Bir anlamda, İngiltere, göreli olarak düzgün kamu finansmanı dengesini koruduğu için cezalandırılmak istenmektedir. Buna karşılık, Fransa ucuz bir kahramanlık peşindedir.
Anayasa kabul görmüş olsa dahi, İngiltere’nin bu aşamada bu bütçeyi kabul etmesi söz konusu olamazdı. Kısacası, İngiltere’nin Fransa’yı finanse etmesi (özellikle tarım sübvansiyonlarında) isteniyordu. İngiltere ise Fransa kamu finansmanı açısından kendine çekidüzen vermeden böyle bir öneriyi kabul etmedi.
Kamu finansman dengesi bozuk Almanya ve İtalya da Fransa’nın yanındadırlar. Ama, şimdilik İngiltere’ye karşı mücadeleyi Fransa üstlenmiştir. Diğerleri sessiz kalmayı tercih etmektedirler.
ZORU AŞMAK
AB’nin büyük ülkelerinde siyasi liderlik sorunu söz konusudur. Sorun, kendini başka alanlarda göstermektedir. Bu alanların başında da, şimdilik, Anayasa ve bütçe gelmektedir. Büyük bir olasılıkla, bu ülkelerde lider kadroları değişecektir. Değiştiğinde, AB’nin şimdi yaşanan sorunları da çözüm yoluna girecektir. Dolayısıyla, Türkiye hesabını, bugünkü AB liderlerinin tutumuna göre değil, gelecekte sorunlarını aşmış AB’nin konumuna göre yapmalıdır.
‘Biz girene kadar zaten AB kalmaz’ edebiyatını bir kenara bırakıp ekonomik, sosyal ve siyasi reformları kararlılıkla uygulamaya koymalıyız. Bu reformları en önce kendimiz için yapmak zorunda olduğumuzu düşünmeliyiz. Gündemdeki reformları AB’ye taviz olarak niteleyip tavır alırsak, gelecekteki AB liderleriyle de anlaşmamız zor olacaktır.
AB’nin yeni liderleri de Türkiye’den eskiden istenen reformları isteyeceklerdir. Hatta, Türkiye’ye karşı daha da katı olabileceklerdir. Türkiye’nin AB ile ilişkileri zor bir döneme girmiştir. Zoru kolaylaştırmanın tek yolu AB’nin eline yeni kozlar vermemektir.
AB’ye tam üye olamamak dünyanın sonu değildir. Ama, gündemdeki reformları savsaklamak Türkiye’nin dünyadaki göreli konumunu ileride çok olumsuz etkileyecek bir unsurdur.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2005
TÜRKİYE ekonomisi çok önemli aşamalardan geçti. Ekonomide çok büyük değişiklikler oldu. Ama, bu süreçte sanayi-devlet ilişkisi galiba fazla değişmedi.1980 yılı sonrası, Türkiye’de devletin kalbi rekabetçidir. Ama, kafası devletçidir. Özel sektörün ise kalbi devletçidir, kafası rekabetçidir. Devlet, sonuçlar, düşündüğü biçimde şekillenirse rekabetin olmasından hoşlanır. Özel sektör, rekabeti beceremediğinde devletçi olup yardım talep eder. Bu bakış açısı, kárların özel, zararların kamusal olmasına neden olur. Fatura hep devlete çıkar. Çıkan fatura devleti asıl işlevlerinden uzaklaştırır.Yatırım yeteri kadar büyük olup da yanlış çıkmışsa, devletten yardım istenir. Çünkü, istihdam kaybı söz konusudur. Yani, yanlış devlete yıkılır. Başta kárlı bir yatırım ekonomik şartların değişmesiyle kársız hale gelince de devletten yardım talep edilir. Artık ekonomik şartların yaşamasına izin vermediği bir yatırım devlet desteği ile ayakta tutulmaya çalışılır. SEKTÖR TALEPLERİTürkiye ithalatı çok sever. ‘İthal malı’ demek ‘kaliteli’ demekle aynı anlama gelir. Üretimin ve yatırımın ağırlıklı bölümü ithal mallarıyla yapılır. Ama, tüketim malı ithalatından nefret edilir. Çünkü, ithal tüketim malları, içeride üretilen mallarla rekabet etmektedir. Dolayısıyla, zora girildiğinde, ithalatın bir şekilde kısıtlanması istenir.Devlet-sanayi ilişkisi Türkiye’de 1960 modeldir. İçeriği zaman içinde değişmiş olsa da, özü fazla değişmemiştir. Başbakan’ın geçenlerde sanayicilerle yaptığı toplantıda, gazetelere yansıdığı kadarıyla, sanayicilerimizin istekleri ilişkilerin özünün fazla değişmediğini göstermektedir.Demir-çelik sektöründekiler Erdemir’in özelleştirilerek yabancı yatırımcılara satılmasına karşıdırlar. Daha yüksek fiyat verip yerli yatırımcılar almadığına göre, devletin yabancıların vereceğinden daha düşük fiyat isteyip Erdemir’in yerli yatırımcıya satılması arzulanmaktadır. Yabancı alırsa, Erdemir ürünlerinin fiyatları artacakmış! Yabancılar işadamı da, yerliler değil mi? Yoksa, yabancılar Erdemir’i söküp bir başka ülkeye mi götürecekler? Tekstil sektöründekiler Başbakan’a devletin tekstil sektörünü gözden çıkarıp çıkarmadığını sormuş. Başbakan ne desin? Gözden çıkardık dese bir türlü, çıkarmadık dese bire başka türlü belanın altına girecek. Dünya ekonomisinin geldiği noktada, tekstil, bir zamanlar Türkiye’ye geldiği gibi, şimdi başka ülkelere gidiyor. Bu trafiği durdurmak devletin görevi mi? Bu trafiği kim durdurabilmiş ki? TL’nin değeri düşürülerek tekstil sektörünün tümü ayakta kalabilir mi?İlaç sektöründekiler ithalat yoluyla haksız rekabetten yakınmışlar. İthalatın kısıtlanmasını talep etmişler. Yurt dışından gelen ilaçların daha ucuz olmasıyla rekabet edememekten yakınıyorlar. İthalat kaçaksa, devlet sorumluluğunu yerine getirmiyordur. Ama, kurallar içinde ithalat gerçekleşiyorsa, ilaç sektörü şapkayı önlerine koyup düşünmek zorundadır.Diğer sektörler de farklı değiller. Herkes devletten bir şeyler bekliyor. ÇAĞDAŞ VE STRATEJİKEskiden döviz girdilerinin motoru rolündeki sektörler (dış müteahhitler, tekstilciler, turizmciler) devletten teşvik istediklerinde, yurda getirdikleri dövizleri getiremezlerse ekonomi batar diye devleti tehdit edecek kadar ileri giderlerdi. Döviz gelirlerinin sektörler arasında yoğunlaşması azalıp yaygınlaştıkça bu tavır biraz yumuşadı. Şimdi, ‘biz istihdam sağlıyoruz’ gerekçesiyle devletten ek teşvikler isteniyor. İstihdam, devletin gölge etmediği ve kendi ayakları üzerinde duran sektörlerde sağlanabildiği zaman kalıcıdır. Aksi taktirde, geçicidir, aldatıcıdır. Çok maliyetlidir. Kaynak israfıdır. 1960 model ilişkileri bırakıp sanayiciler devletle daha çağdaş, daha stratejik ilişkiler içine girmelidir. Böyle bir ilişki mikro değil, makro düzeyde olmalıdır.
button
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2005
<B>EKONOMİK </B>refah tüketim ile elde edilir. Diğer tüm iktisadi faaliyetler (yatırım gibi) şimdi ve ileride <B>tüketimi, dolayısıyla refahı artırmak amacıyla yapılır</B>. Kısacası, bazen gündeme geldiği gibi, <B>tüketim kötü bir şey değildir</B>. Sürdürülemez olan tüketimin ekonominin kaynaklarının kaldırabileceğinin üzerinde gerçekleşmesidir. Yani, gelirlerinin çok üzerinde tüketen bir toplumda refah artmış olabilir. Ama, refah artışı geçici olmak zorundadır.
DIŞ AÇIK
2001 Krizi’nin hafiflemesiyle, 2002 yılından bu yana Türkiye’de özel sektörün tüketim eğilimi arttı. O dönemlerde, tüketim eğilimindeki artışın geçici olduğu vurgulandı. Ertelenmiş tüketimin gerçekleştiği iddia edildi. Bugün gelinen noktada, tüketim eğilimindeki artışın makro ekonomik dengelerden kaynaklandığı anlaşılıyor.
Tüketim eğilimindeki artış üretimi tetikledi. Üretimdeki artış yatırımları tetikledi. Sonuçta, yatırım ve ara mallar ithalatı patladı. İhracatın küçümsenmeyecek boyutlarda artmasına rağmen dış ticaret açığı patladı. Cari işlemler açığı rekorlar kırdı.
Türkiye’nin dış borçlanma ihtiyacı arttı. Yurt dışından kredi bulmanın göreli olarak kolay olduğu bu dönemde artan dış borçlanma ihtiyacı bir sorun yaratmadı. Ama, gerçek şu ki, bugün Türkiye’de tüketim düzeyinin geldiği düzey kaynaklarımızın çok üzerindedir. Dolayısıyla, sürdürülebilirliği konusunda şüpheler vardır.
Yılın ilk beş buçuk ayında, bankaların verdiği tüketici kredileri 18.6 milyar YTL’ye gelerek yıl sonuna göre yüzde 44.3 artmıştır. Bankaların verdikleri YTL kredilerin yüzde 23.7’si tüketici kredileridir. Aynı dönemde, konut kredilerindeki artış yüzde 106.9 olmuştur.Otomobil ve konut dışındaki tüketici kredilerindeki artış yüzde 40 olmuştur. Bu veriler tüketim eğiliminin çok belirgin bir biçimde arttığını göstermektedir.
Aynı gelir düzeyinde, özel sektörün tüketimini artırması tasarruflarını azaltması anlamına gelir. Özel sektörün azalan tasarruflarla kamu sektörünün tasarruf açığını finanse edememesi cari işlemler açığına neden olmaktadır. Kamu sektörü konumunu değiştirmedikçe, özel sektörün tasarruflarını azaltması cari işlemler açığını artırmaktadır. Yani, ekonominin daha fazla dış tasarruf ithal etmesine neden olmaktadır.
SEÇENEKLER
Bu noktada, Türkiye’nin fazla bir seçeneği yoktur. Alışılmış şekilde, yurt dışının bizleri artık finanse etmek istemeyeceği zamanı bekleyip zorla özel sektör tasarruflarının artmasına neden olabiliriz. Bu, makro ekonomik havanın kararması demektir.
Özel sektör tüketimini kısacak önlemler alabiliriz. Bu kez, faiz ve/veya vergi artışları gündeme gelecektir. İkisi de sevimsizdir.
Bir başka seçenek de, kamunun tasarruf açığını programlanandan daha hızlı düşürmektir. Bu seçenek de, vergi artışlarını ve harcama kısıntılarını içerir. Yine, önümüzde sevimsiz politikalar konmuş demektir.
Sevimsizler içinden en az sevimsizi seçmek durumundayız. Olayları kendi akışına bırakmakla ancak makro ekonomik havanın bir gün bozulabileceği olasılığını artırmaktan başka bir iş yapmamış oluruz. Böyle bir durumda, şimdiye kadar elde ettiğimiz kazanımların kaybını da göze almış oluruz.
Yumuşak inişin yollarını aramalıyız.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2005
<B>EKONOMİ</B> iyi gidiyor. Dünyanın belli başlı ekonomilerinde sorunlar var. Ama, <B>bu sorunların şimdilik bize yansıma olasılığı çok zayıf görünüyor</B>. Yine de, beklentilerimizi çok şişirmememiz gerekiyor. <B>İhtiyatlı tavır ileride hüsran olma olasılığını azaltır</B>. Önümüzdeki bilinmeyenler oldukça fazla. İşler iyi gittikçe, daha iyi olma olasılığı, işlerin biraz kötüye gitme olasılığına göre azalıyor. Dikkat edilmesi gereken olayları şöyle sıralayabiliriz.
DIŞ BORÇLANMA İHTİYACI
Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimiz daha karmaşık bir hale gelecektir. Birlik, bugünlerde ‘genişleme’ sözünü duymak dahi istememektedir. Dolayısıyla, AB ile tam üyelik yönündeki müzakereler bu yıl başlasa dahi, kısa dönemde ilerleme ya yavaş olacaktır ya da hiç olmayacaktır. İki taraf da birbirlerini suçlayacaklardır. Türkiye-AB ilişkilerinin geçici bir dönem için dahi olsa, belli bir soğuma sürecine girmesi potansiyel yabancı yatırımcıları da Türkiye’ye karşı daha tutucu hale getirebilecektir.
Ekonomi yavaşlamıyor, ama ekonominin büyüme hızı düşüyor. Bu yılki ekonomik büyüme, geçmişe göre farklı sektörlerden gelebilir. Dolayısıyla, 2005 yılı içinde yeknesak bir büyüme gözlenmeyecektir. Bazı sektörler ağlayacaklardır. Bazı sektörler ise seslerini çıkarmayacaklardır. Ekonomik büyümede sorun olacaksa, bu sorunları gelecek yıl daha derin yaşamamız olasılığı daha fazladır.
Kesin bir yargıya varmak için henüz erken olsa da, ihracat artışında güçlü yavaşlama sinyalleri gelmektedir. Buna karşılık, ithalat artışı, tüketim ithalatı hariç, devam etmektedir. Dolayısıyla, ihracat artışındaki düşüşün hızına göre, dış ticaret ve cari işlemler açıkları beklenenden çok daha fazla olabilir. Türkiye’nin dış borçlanma ihtiyacı beklentilerin üzerinde gerçekleşebilir.
Yurt dışı piyasaların gelişmekte olan ülkelere bakış açısı olumludur. Dış açığın finansmanı şimdilik bir sorun yaratmasa da, ileride sorun yaratabileceği beklentisi yatırımcıları tedirgin edebilir. Petrol ve hammadde fiyatlarının yüksekliği gelişmekte olan ülkelere olan ilgiyi artırmaktadır. Çünkü, birçok gelişmekte olan ülke petrol ve hammadde üreticisidirler. Bir anlamda, Türkiye de bu akımdan faydalanmaktadır. Ama, dış yatırımcıların gözünde belli bir farklılaşma da söz konusudur.
Birçok gelişmekte olan ülkenin dış borçlanmalarındaki faiz ABD Hazine faizinin 3.5 puan üzerine gelmiştir. Bu alanda Türkiye, Brezilya ve Macaristan ile beraber bu grubun dışında tutulmaktadır. Dış borçlanmaya ihtiyaç duyan ülkeler sınıfında Türkiye ekonomisi yakından izlenmektedir.
TEMKİNLİ İYİMSERLİK
Bu olumsuzluğu bir ölçüde ters çeviren Türkiye’nin IMF ile üç yıllık yeni bir ekonomik program üzerinde anlaşmış olmasıdır. Macaristan, AB üyesi olması dolayısıyla farklı algılanmaktadır. Brezilya’daki siyasi ve ekonomik sorunlar istikrarı bozucu ya da istikrarsızlığı derinleştirici boyutlara gelebilir. IMF gözetimi altındaki Türkiye bu çeşit dış olumsuzlukları göreli olarak daha az yara alarak atlatabilir.
Amerika’da faizler yükselmeye devam ederken, Avrupa’da faizlerin düşürülmesi gündemdedir. Siyasi belirsizliklerin yanında, faizlerin düşmesi yönünde oluşan baskılar Euro’nun ABD doları karşısındaki değerini de istikrarsız hale sokmaktadır. Euro’nun değer kaybetmesi ve doların değerlenmesi Türkiye’nin dış ticaretini ve üretim maliyetlerini olumsuz etkileyebilecektir.
İç ve dış gelişmeler beklentilerin fazla şişirilmemesi gerektiğini göstermektedir. Zaman, temkinli iyimser olma zamanıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2005
<B>MAKRO </B>düzeyde bir ekonomiyi yönlendirmek için <B>mikro</B> düzeyde mutlaka bazı <B>önceliklere</B> sahip olmak gerekir. Aksi taktirde, <B>mikro düzeyde alınan her kararın haklı gerekçeleri olabileceği için makro anlamda ekonomik istikrar ciddi riskler içine atılabilir</B>. Son otuz yıldır, Türkiye, mikro alandaki arzularını makro düzeyde bir öncelik sırasına koyamadığı için çok çekti. Kamu finansmanı alt-üst oldu. Fiyat istikrarı bozuldu. Ekonomik beklentiler ve ilişkiler çarpıldı.
Kamu finansmanı idaresinin en önemli boyutlarından biri hem harcamalarda hem de gelirlerde önceliklerin iyi saptanıp makro düzeydeki hedeflerle mikro düzeydeki arzuları uyumlu hale getirebilmektir. Kısaca, bu olguya bütçe disiplini diyoruz. Ama, söz konusu olgunun ancak bir bölümü bütçe disiplinidir. Konu, bütçe disiplininin ötesindedir.
ARZULAR
Son dönemlerde, çeşitli doğrudan ve dolaylı vergilerin indirilmesi üzerine istekler çoğaldı. Her sektör kendi alanındaki vergilerin indirilmesini talep ediyor. Mikro düzeyde bütün talepler kendi içlerinde haklılar.
Eğitim sektörü okul ücretleri üzerindeki katma değer vergisinin düşürülmesini talep ediyor. ‘En büyük yatırım insana yapılan yatırımdır’ ilkesini kabul eden her toplumda eğitimi olabildiğince ucuzlatmak ve eğitimde fırsat eşitliği yaratmak öncelikli hedeflerden biri olmalıdır. Bu kapsamda, istekler haklıdır.
Finans sektörü aracılık maliyetlerinin düşürülmesi yönünde banka ve sigorta muamele vergisi ve kambiyo gider vergisi gibi vergilerin kaldırılmasını talep ediyor. Onlar da haklılar. Aracılık maliyetlerinin artması finans sektörünü hem küçültüyor hem de kayıt dışına itiyor. Reel sektörün finansman maliyetini artırıyor. Üretimi olumsuz etkiliyor.
İşsizlik ve kayıt dışı istihdam sorunlarının önemli kaynaklarından biri istihdam üzerinden alınan vergi ve benzeri yüklerin yüksekliğidir. Asgari ücretin gelir vergisinden muaf olması, sosyal güvenlik ve işsizlik fonu primlerinin düşürülmesi gibi öneriler istihdam maliyetini azaltıcı olacaktır. Hatta, bu çeşit önlemler nominal ücretleri artırıcı rol dahi oynayabileceklerdir. İşverenlerin istihdamdan tasarruf etme arzularını azaltacaktır. Kayıt dışı istihdamın teşvik edilmesi duracaktır.
GERÇEKLER
Bütün bu istekler kendi içlerinde haklıdırlar. Bu isteklerin tümünü yerine getirebilmek için gelir kaybının hangi harcamaları kısarak karşılanabileceği iyi düşünülmelidir. Örneğin, tarımın kesiminin desteklenmesi mi azaltılacaktır? Milli Eğitim ve Sağlık bakanlıklarının bütçeleri mi kısılacaktır? Devlet, borçlarının faizlerini mi ödemeyecektir? Savunma harcamalarımızı mı kısacağız? Sosyal güvenlik sistemine verilen sübvansiyonlar mı azaltılacak?
Bu çeşit önlemler gündeme geldiğinde, bu kez farklı yönde, ama çok haklı nedenlerle, harcamaların kısılamayacağı tartışması başlayacaktır. Devletin harcamaları kısmaya çalıştığı alanlardan sesler yükselecektir.
Kısacası, kamu finansmanında öncelikleri iyi ortaya koyup uygulamak artık kamu finansmanının merkezi konumuna gelmiştir. Kalıcı ekonomik istikrar için bundan başka da seçenek yoktur. Vergilerin indirilmesi konusundaki istekler, belli bir öncelik sırasına göre, gelir vergisi gibi doğrudan vergi gelirlerinin artmasıyla yerine getirilebilecektir.
Siyasetin aslı da zaten kamu finansmanındaki bu öncelikleri belirlemektir. Ekonomik alanda öncelikleri olmayan siyasetin amacı devletin kaynaklarını çar-çur etmekten öteye geçemez.
Yazının Devamını Oku