17 Haziran 2005
<B>TÜRKİYE</B>’de <B>kayıt dışılığın</B> en yaygın olduğu sektörlerden biri <B>gayrimenkul piyasası</B>dır. Bu boyuttaki sektörün kayıt dışında olması <B>Türkiye’de vergisi verilmemiş gelirlerin (ya da kara paranın) aklanmasını da kolaylaştırmaktadır</B>. Bugünlerde ipotekli konut finansmanı üzerine çalışılıyor. Yetkililer konut kredisini düzenleyecek yasanın bu yıl içinde çıkabileceğini söylüyorlar. Ekonomik faaliyetler çoğunlukla kendi yasalarıyla yönlenirler. Yasası var diye konut finansmanı arzuladığımız biçimde gelişmeyebilir. Kayıt dışılık, ipotekli konut finansmanının gelişmesi önünde en ciddi engellerden biri olabilir.
BANKANIN ROLÜ
Doğru çalışan bir konut finansmanı sisteminde söz konusu konut piyasası her şeyden önce kayıt içinde olmalıdır. Yani, alınıp satılan konutun gerçek ve devlete bildirilen fiyatı aynı olmalıdır. Gerçekte, 80,000 YTL’de alınmış bir konutun çeşitli vergilerden kaçınmak için 3,000 YTL’ye alındığının beyan edilmesi piyasanın kayıt dışında olduğunun en büyük göstergesidir.
Bankaların kağıt üzerinde 3,000 YTL’ye alınıp satıldığı görünen bir daire için alıcıya 75,000 YTL kredi açması gülünçtür. Dönüp aynı daire için 100,000 YTL ipotek almak ise gerçekçi gibi görünse de, ileride çeşitli hukuki sorunun kaynağı olabilecektir.
Bugünkü haliyle, konut kredisi, tüketici kredisinden farklı değildir. Herhangi bir konutunuzu bir bankaya ipotek vererek ipotek değerine yakın konut kredisi alabilirsiniz. Aldığınız kredi ile yeni bir konut almak zorunda değilsiniz. Önemli olan, bir bankanın evlerinizden birine piyasa değeri ile uyumlu ipotek koymasıdır. Siz, konut kredisi adı altında bankadan aldığınız borç ile kumar dahi oynayabilirsiniz. Bankanın haberi dahi olmaz.
Halbuki, ipotekli konut finansmanın temeli alım-satıma konu olan gayrimenkulun finansmanıdır. Banka, verdiği kredi ile nasıl bir konut alındığını iyi incelemek zorundadır. Depreme dayanıklı olup olmadığını bilmelidir. Yakın gelecekte borçlunun mali durumunu etkileyebilecek önemli boyutlarda harcama gerektirip gerektirmediğinden haberdar olmalıdır. Devletin krediye söz konusu konutun üzerine gitmemesi için vergilerinin tam ve zamanında yatırılıp yatırılmadığını bilmesi gerekmektedir. En önce, konutun kim tarafından satıldığı bilinmelidir. Çünkü, bütün bu etkenler finansmana söz konusu konutun piyasa değerini etkileyebilecektir.
Bütün bu nedenlerle, bankalar, finansman sağlayacakları konutları inceletirler. Kendileri konutun piyasa değeri konusunda değerlendirme yaparlar. Ödenecek vergileri konut sahibinden kredi taksitleri ile beraber alıp devletin alacaklarını önce bankalar tahsil edip devlete yatırırlar.
TÜKETİCİ KREDİSİ
Kayıt dışında olan bir sektörde bütün bunlar nasıl olacaktır? Bugün ipotek alınan konutlarının birçoğunun iskan izni dahi yoktur. Yani, hukuken, finansman sağlanan konutta hiç kimse oturmaması gerekir. Konut, 80,000 YTL’ye alınmıştır. Alım için bankadan 75,000 YTL kredi kullanılıştır. Ama, devlete beyan edilen değer 3,000 YTL’dir. Dolayısıyla, devlete komik bir vergi ödenmektedir. Bütün bunlar herkes tarafından da bilinmektedir. Banka kayıtlarına bu farklı değerleri nasıl yansıtacaklardır? BDDK, 3,000 YTL’ye alınmış konut için bankaya nasıl oldu da 75,000 YTL kredi verdi diye sormayacak mıdır? Yoksa, hep beraber her şeye tek gözle bakmaya devam mı edeceğiz?
Böyle bir piyasada ipotekli konut finansmanı modeli çalışmaz. Çalışsa dahi, bunun adına konut finansmanı değil, şimdi olduğu gibi, düpedüz konut ipotekli tüketici kredisi denir. Böyle kredilerin ikinci piyasasını oluşturmak olanaksızdır.
Konunun başka boyutlarını bir başka yazıda irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2005
<B>2001 </B>yılı sonundan bu yana <B>ekonomi yüzde 25’in üzerinde büyüdü</B>, ama istihdam kayda değer bir artış göstermedi. Son üç yıldır, neredeyse aynı sayıdaki işgücü çok daha fazla üretim yaptı. Ürerimde verimlilik daha önce görülmemiş boyutlarda arttı. Sonuçta, ortaya ‘büyüme halka yansımadı’ gibi burum çıktı.
Yaşananlarda 2001 yılındaki ekonomik krizin etkisi vardı. Enflasyonun hızla düşmesi ekonomik birimleri zorladı. Yeni çevreye alışmakta zorluk çekildi. Enflasyonun ekonominin üzerinde yarattığı hantallığın atılması kaçınılmaz oldu. Hantallık atılırken, verimlilik artmaya devam etti.
Uyum, elbette sancılı oldu. Sancılar devam edecek. Sonuçta, istihdamdan tasarruf üretimin önemli parametrelerinden biri oldu. Üretici birimlerin ayakta kalabilmelerinin anahtarı maliyetlerden azami tasarruf etmek oldu.
YENİ MOTOR
Yaşanan yeni süreçte, ekonomik büyümenin önemli bir bölümü sanayi sektörün üretimindeki artıştan kaynaklandı. Sanayi sektörü istihdamdan tasarruf sağlayan modernizasyon yatırımlarına hız verdi. Üretim kapasitelerini ve üretimi artırdı, ama istihdamı artıramadı. Sabit maliyetlerini azalttı. Değişken maliyetleri asgaride tuttu.
Örneğin, yatırım malları ithalatı 2002 yılında yüzde 22, 2003 yılında yüzde 33, 2004 yılında yüzde 53 arttı. 2001 yılı sonunda yıllık 7 milyar doların altında olan yatırım malları ithalatı 2004 yılı sonunda 17 milyar doları geçti.
Aynı dönemde, ekonomik büyümenin klasik motoru, inşaat sektörü, durgundu. Üretime yönelik yatırımlar için inşaat sektörü faaldi, ama konut inşaatı çok fazla kıpırdamadı. Geçen yılın ikinci ayrısından itibaren eğilimler değişmeye başladı. Sanayi sektöründeki artış biraz yavaşlarken, inşaat sektörü gözle görülür bir canlılık içine girdi.
İki gelişme de istihdamı olumlu etkileyen olgulardır. İnşaat sektörü bir anlamda istihdam deposudur. İstihdamın büyük bir bölümü kayıt dışı da olsa, inşaat sektörünün canlanması toplam istihdamı olumlu etkileyecektir. Kaldı ki, inşaat sektöründe, sanayi sektörü kadar istihdamdan tasarruf beklemek çok gerçekçi değildir.
Aynı şekilde, sanayi üretiminde bu noktadan sonraki artışlar daha fazla istihdam yaratılarak gerçekleştirilebilecektir. Dolayısıyla, 2005 yılının tümündeki ekonomik büyüme, son üç yılın tersine, daha fazla istihdam yaratılarak gerçekleşecektir.
FARKLI BİR YIL
Bu gelişmeler işsizlik oranının radikal bir biçimde düşeceği anlamına gelmemektedir. İşsizlik oranı biraz düşebilecektir. Ama, işgücüne yeni katılanların artmasıyla, artan istihdamın işsizlik oranına yansıması sınırlı kalacaktır.
Daha fazla istihdam ile üretim artışının sağlanması iç talep gelişmelerini de geçmişe göre farklılaştıracaktır. İç talep büyümesinin ücretler ve fiyatlar üzerine etkisi farklı olabilecektir. Kısacası, 2005 yılı son üç yıldan daha farklı bir yıl olmaya adaydır.
Bu yıl ekonomik büyüme reel olarak orta dönemli ortalamanın üzerinde, ama geçmiş yıllara göre daha düşük olacaktır. Daha düşük üretim artışı geçmişe göre daha fazla istihdam artışı sağlayacaktır. Reel ücretler daha belirgin bir artış eğilimine girecektir. Fiyat istikrarı açısından, iç talep artışı önümüzdeki dönemde daha büyük bir tehdit oluşturabilecektir.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2005
<B>YAKIN</B> tarihimizin üzerinde en zor anlaşmaya varılan konularından biri çok fakir Afrika ülkelerinin uluslararası kuruluşlara olan dış borçlarının silinmesi oldu. Yaklaşık yirmi yıl önce konu gündeme taşınmaya başladı. Son yirmi yıldır bu konu üzerinde gelişmiş ülkeler ve uluslararası kuruluşlar kafa yordu. Analaşma bir türlü sağlanamadı. Herkesi tatmin edecek bir çözüm bulunamadı.
Dünkü Hürriyet’te de verildiği gibi, G-7 ülkeleri nihayet bir anlaşmaya vardılar. Bir anlamda, Avrupa, Amerika’yı ikna etti. Bir başka açıdan da, Amerika, Avrupa’yı ikna etti. Anlaşmazlığın temeli Avrupa ile Amerika’nın konuya farklı açılardan yaklaşmalarıydı. İngiltere, her zaman olduğu gibi, tarafları uzlaştıran taraf oldu.
TAVUK-YUMURTA SORUNU
Afrika’nın çok fakir ülkelerinin 40 milyar dolar civarındaki borçları silinecek. İleride bu toplam 45 milyar dolara kadar çıkabilir. Yapılan tahminler biriken borçların önemli bir bölümünün fakir ülkelerdeki diktatörlerin ceplerine gittiği yönünde. Dolayısıyla, eski diktatörlerin cebe attıkları paraların yeni nesiller tarafından ödenmeye çalışılması bu ülkelerde fakirliği daha da artıran bir etken oldu.
Tartışmaların bir boyutu borç silinmesinin bu ülkeleri daha fazla tembelliğe itebileceğine odaklanıyordu. Diğer taraftan, zaten fakir olan bu ülkelerin ağır borç yükü altında kalkınma hamlesini başlatamamaları söz konusuydu. Uzun süre, bu ülkelerdeki yolsuzluk sorununun kabul edilebilir boyutlara çekilmesi istendi. Bazı ülkelerde başarılı olundu, bazılarında ise yolsuzluklar devam ediyor.
Uzun süre, ‘yolsuzluklar mı fakirliğin derinleşmesine yol açıyor?’ yoksa ‘fakirliğin derinleşmesi mi yolsuzlukların artmasına neden oluyor?’ tartışması yapıldı. Büyük bir olasılıkla, iki önerme de doğruydu. Ama, bir şekilde bu kısır döngüden de çıkılması gerekiyordu. Afrika Kalkınma Bankası ve Dünya Bankası bu konuda küçümsenmeyecek çalışmalar yaptılar.
Genelde, Afrika’nın çok fakir ülkelerinde yolsuzlukların eskiye göre azaldığı iddia edilebilir. Ama, dünya ortalamalarına göre, bu ülkelerde yolsuzluklar hala oldukça fazla. Gelişmiş ülkelerde, Afrika’nın çok borçlu ve çok fakir ülkelerinde dış borçların silinmesi yeni yolsuzlukların yapılabilmesine olanak sağlayabilir korkusu var. İşin maliyeti de konunun bir başka boyutu.
ZOR PROJE
Borçların silinmesinin faturasını gelişmiş ülkeler ödeyecekler. Tahminlere göre, borç silinmesinin yıllık maliyeti 2 milyar dolar civarında olacak. Bu alanda en büyük pay Avrupa ve Amerika’ya düşüyor. Afrika Kalkınma Bankası, Dünya Bankası ve IMF koordinatör görevi üstlenecekler. IMF bu ülkelerde uygulanacak ekonomi politikalarını oluşturup izleyecek.
Afrika Yatırım Bankası ve Dünya Bankası yapısal uyum projelerine ağırlık verecekler. Hukuki yapıyı oluşturup yerine oturtmaya çalışacaklar. Çeşitli sektör kredileriyle Afrika’nın çok fakir ülkelerinde ekonomik kalkınmayı hızlandırma yönünde çalışacaklar. Yeni finansman olanaklarının sağlanıp sağlanmayacağı ise henüz kesinlik kazanmış değil.
Küresel düzeyde refahın artması ve fakirliğin azalması yönünde önemli bir adım atılmıştır. Kısır tartışmalar nedeniyle belki biraz geç de kalınmıştır. Yine de, yoksulluktan kaynaklanan küresel sorunların aşılması açısından küçümsenmeyecek bir gelişme başlamıştır.
Bundan sonraki aşama, çok fakir Afrika ülkelerinin bir daha borç silinmesini zorunlu kılacak duruma düşmelerini önleyecek yapısal dönüşüme sağlayabilmek olacaktır. Proje, kısa sürede tamamlanabilecek kadar kolay bir proje değildir.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2005
<B>EKONOMİ </B>reel olarak büyüdükçe <B>dış ticaret açığının</B> da arttığı artık iyi bilinen bir gerçek oldu. Ekonomik <B>büyüme gerçekleştikçe dış açık da büyüyor</B>. Büyük ölçüde dış ticaret açığından kaynaklanan dış borçlanma ihtiyacı karşılanabildiği sürece Türkiye’de ekonomik büyümeyi artırmak mümkün olabiliyor.
Grafikte üç aylık bazda dış ticaret açığındaki yıllık değişmeler ile yine üç aylık bazda 1997 fiyatlarıyla Gayri Safi Milli Hasıla’daki (GSMH) yıllık değişmeler 1991 ile 2004 yılı sonuna kadar veriliyor. Görüldüğü gibi, iki büyüklük arasındaki ilişki birbirine çok yakın. İlişki, grafikten de görüldüğü gibi, neredeyse bire bir.
2005 TAHMİNİ
Türkiye’nin GSMH’sı 2003 yılında 1987 fiyatlarıyla 123 trilyon lirayken 2004 yılında 134 trilyon lira oldu. Yani, sabit fiyatlarla milli gelirimiz 11 trilyon lira arttı. Aynı dönemde dış ticaret açığı 22 milyar dolardan 35 milyar dolara gelerek 13 milyar dolar arttı. Bir anlamda, sabit fiyatlarla ek 11 milyar dolarlık milli gelir üretebilmek için dış ticaret açığımızı 13 milyar dolar artırmak zorunda kaldık. Elastikiyet 1.2 civarında olmuş.
Bu hesap yalnızca 2004 yılı için geçerlidir. Daha uzun bir dönemi kapsayan bir çalışma yapıldığında, sabit fiyatlarla her 10 milyar liralık ek milli gelir elde etmek için dış ticaret açığının 8-9 milyar dolar arasında artması gerektiği anlaşılmaktadır. Farklı nedenlerle bazı yıllar 10 milyar liralık ek milli gelir 10 milyar doların üzerinde, bazı yıllar ise 10 milyar doların altında ek dış ticaret açığı gerektirebilir. Büyümenin yıl içinde hızlanması ya da yavaşlaması yıllık bazdaki elastikiyeti değiştirmektedir. İleriye dönük tahmin yapabilmek için orta dönemli ortalamaları kullanmak gerekmektedir.
2005 yılında yüzde 6 ekonomik büyüme gerçekleşirse, GSMH 1987 fiyatlarıyla 8 trilyon lira artacak demektir. Geçmiş deneyimler 8 trilyon liralık milli gelir artışı için gerekli ek dış ticaret açığının 7-10 milyar dolar arasında olmasını söylemektedir. O halde, bu yıl dış ticaret açığının 42-45 milyar dolar civarında gerçekleşmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Yılın ilk dört ayında 12 milyar dolar dış ticaret açığı oluşması bu tahminle de örtüşmektedir.
Geçmiş deneyimler büyüme dönemlerinde yılın ilk dört ayında tüm yılki açığın ortalama yüzde 26-28’inin gerçekleştiğini göstermektedir. Yani, eğilimler değişmediği taktirde, ilk dört aylık dış ticaret açığı 44 milyar dolarlık yıl sonu dış ticaret açığını ima etmektedir.
Bu yıl, geçen yıla göre ortalama 8 milyar dolar daha fazla dış ticaret açığı verirsek, bunun cari işlemler dengesine yansıması 4 milyar dolardan az olmayabilecektir. İçinde yaşanan şartlarda, yıl sonu cari işlemler açığının 20 milyar dolar civarında gerçekleşmesi olasılığı çok yüksektir. Bu alanda ekonomik programın 16 milyar dolar civarındaki tahmini yüzde 5 ekonomik büyüme varsayımı altında dahi çok iyimser görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2005
<B>Enflasyon </B>hedefler doğrultusunda gidiyor. <B>Ekonomik büyüme</B> devam ediyor. <B>Bütçe disiplininden</B> bir sapma gözlenmiyor. Nominal faizler düşüyor. Döviz kurları göreli bir istikrar içinde salınıyor. Dış ticaret ve cari işlemler açıkları artmaya devam ediyor. Açıkların finansmanında bir zorluk görünmüyor.
Yurt dışında ekonomik görünüm ise pek parlak değil. Amerika’da ekonomik büyüme yavaşlama sinyalleri veriyor. Bütçe açıklarının azaltılması yönünde henüz ciddi adımlar atılmıyor. Avrupa’dan büyümeye yönelik hiçbir sinyal gelmiyor. Dolayısıyla, küresel ekonomik faaliyetlerde bir yavaşlama bekleniyor.
Amerika’da faizler artmaya devam edecek. Avrupa’da faizlerin inmesi konusunda siyasi baskılar artıyor. Euro’nun son iki haftada hızla değer kaybetmesi ve Avrupa Birliği’ndeki siyasi belirsizlikler bu baskıları yoğunlaştırdı. Euro’nun değeri konusunda kaygılar arttı. Avrupa Merkez Bankası ‘yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal’ konumuna geldi.
‘BU BÖYLE GİTMEZ’ BEKLENTİSİ
Küresel ekonomik büyümenin yavaşlaması Türkiye’nin ihracatına henüz bir tehdit değildir. İhracatımız daha çok iç ekonomik gelişmelere bağlıdır. Dolayısıyla, bu alanda şimdilik bir risk görünmüyor.
Dünyanın büyük ekonomileri üzerinde yoğunlaşan belirsizlikler ve artan yatırımcı kaygıları gelişmekte olan piyasalara giden fon akımlarını olumlu etkiliyor. Amerika’daki faiz artışlarının gelişmekte olan piyasalara giden fonları daraltacağı beklenirken, gelişmiş ekonomilere yönelik artan kaygılar bu beklentinin gerçekleşmesini ya önlüyor ya da geciktiriyor.
Son on iki ayda cari işlemler açığının 17 milyar dolara varmış olması bir risk olarak karşımızda dursa da, şimdilik bir tehdit değil. Aynı dönemde, Türkiye ekonomisine giren toplam sermaye akımı 23 milyar dolar oldu. Yaklaşık 4.6 milyar dolar da kaynağı bilinmeyen net hata noksan kaleminden ekonomiye girdi.
Türkiye ekonomisine yönelik kısa ve orta vadeli en büyük risk ekonomik birimlerin hala ‘bu böyle gitmez’ beklentilerinin kalıcı olarak kırılamamış olmasıdır. Bu nedenle, Merkez Bankası kısa vadeli faizleri indirmeye devam etse de, Türkiye’de reel faizler dünya ölçeğine göre hala çok yüksektir. Hazine’nin TL borçlarının ortalama reel faizi 2003 yılında ortalama yüzde 22 iken 2004 yılında ortalama yüzde 14.5’e düşmüştür. Son aylarda da, aynı reel faiz yüzde 14 civarında dolaşmaktadır. Bugünlerde biraz daha aşağıdadır.
‘Bu böyle gitmez’ beklentisinin gerisinde enflasyonun düşüyor olduğuna inancın azlığı vardır. Düşük kurlarla Türkiye ekonomisinin istikrar içinde gidemeyeceği beklentisi vardır. Komplo teorisi içinde, yabancıların bizi geçici olarak yemlediği inancı vardır. Orta vadede hükümetin eskileri gibi saçmalayabileceği kuşkusu vardır. Bütün bunlar reel faizlerin düşmesini engellemektedir.
YENİ RİSKLER
Yüksek enflasyondan düşük enflasyona giden yolda reel faizlerin çok hızlı düşmeyebileceği bilinen bir olgudur. İstikrarlı dönemlerde benzer olgu İsrail, Arjantin, Brezilya ve Meksika’da da yaşanmıştı. Hatta, Meksika reel faizlerin yüksekliği nedeniyle yeniden krize sürüklenmişti. Reel faizlerin düşmesi ancak ‘bu böyle gitmez’ beklentisinin kırılmasıyla mümkün olabilmektedir.
‘Bu böyle gitmez’ beklentisini kırabilmenin tek yolu ise kamu finansmanında orta vadede sonuç verecek yapısal reformların kısa vadede devreye sokulmasından geçmektedir. IMF ile yapılan üç yıllık programın daha birinci gözden geçirmesinde gecikme yaratan etkenler, nedenleri ne olursa olsun, reel faizlerin yüzde 10’ların üzerinde katılaşmasına neden olmaktadırlar.
Reel faizlerin yüksek düzeyde katılaşması ise ‘bu böyle gitmez’ beklentisini beslemektedir. Gerçekten de, yüzde 5 enflasyon düzeyinde Hazine’nin YTL borçlanmalarına yüzde 14 faiz ödemesi durumunda kamu finansmanı yeni riskler altına girebilecektir. Döviz üzerinden Hazine’nin borçlanması sorunları çözebilecek bir strateji değildir.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2005
<B>İSTANBUL Menkul Kıymetler Borsası </B>(İMKB) menkul kıymetlerin alınıp satıldığı bir pazardır. Üyelik esasına göre çalışır. <B>İMKB</B>’de işlem yapmaya yetkili üyelerden işlem bazında kesilen paralarla kurumun gelirleri oluşur. <B>Kendi bütçesini kendi yapar</B>. Oluşursa, tasarruflarını kendi değerlendirir. Yapısı itibariyle İMKB özel ve özerk bir kurumdur. Özel ve özerk olması gerekir. İMKB’nin amacı, alınıp satılan menkul kıymetlerin fiyatlarının herkesin gözü önünde oluşmasını sağlamaktır. İMKB’nin menkul kıymetlerin fiyatlarının şeffaf bir ortamda oluşmasını sağlamaktan öteye, yatırımcıların çıkarlarını korumak gibi bir görevi yoktur.
Yatırımcıların çıkarlarını koruma görevi Sermaye Piyasası Kurulu’na (SPK) verilmiştir. Bu nedenle, SPK, kural koyucudur. Koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığını görmek için denetçilik görevi görür. SPK, İMKB üyelerinde gerekli görülen şartları oluşturur.
KAMU YA DA ÖZEL
Türkiye’de İMKB Başkanı beş yıl için hükümet tarafından atanır. Yönetim Kurulu üyeleri İMKB’nin üyesi şirketler tarafından seçilir. Başkan’ın hükümet tarafından atanması ve İMKB’nin SPK tarafından denetleniyor olması Türkiye’de İMKB’yi devekuşu konumuna sokmuştur. Konuya göre, İMKB, bazen deve bazen de kuş olmaktadır. Bazen özel ve özerk olduğu düşünülür, bazen de bir kamu kuruluşu rolü biçilir. Ama, genellikle, İMKB’nin bir kamu kuruluşu olduğu düşüncesi daha ağır basar. O kadar ki, bir ara hükümet İMKB’yi özelleştirme kapsamına dahi almıştı.
Duruma göre, İMKB için özel ve özerktir denilir. Devletin bir projesine trilyonlarca lira bağış yaptığında alkış tutulur. Kamu kuruluşu olarak düşünülüp devletin uyması gereken tasarruf önlemlerinin kapsamına alınır. Kendi yağı ile kavrulması gereken SPK’nın parası bittiğinde, İMKB’den mali yardım alır. Yani, bir kurum denetlediği bir başka kurumu çarpar. Bu şekilde, ilişkiler de çarpıklaşır.
Kamu kurumu olarak bakıldığından, İMKB Başkanı’nın maaşı kamuoyunu meşgul eder. İMKB üyelerinin sermayesini koyduğu bir bankanın Yönetim Kurulu Başkanı aynı zamanda İMKB Başkanı olduğu için bankanın ortaklarının koyduğu kurallar çerçevesinde prim aldığında laf edilir. Devlet, bütçesini denkleştirebilmek için İMKB’nin parasına gözünü diker. SPK’nın gözü hep İMKB’nin parasındadır.
KABAHAT KİMDE?
İşin daha garibi, bütün bunlar olurken kendi paraları buharlaşırken, İMKB üyeleri çok fazla seslerini çıkaramazlar. Bir taraftan SPK’dan korkulur diğer taraftan da devletten korkulur. Sonuçta, İMKB, özel ve özerk bir kuruluş olmakla bir kamu kuruluşu olmak arasında salınıp durur.
Sermaye piyasası olgusuna çarpık baktığımızdan, İMKB’ye de bakışımız aynı paralelde çarpıktır. Türkiye’de özerklik istenilenin yapıldığı sürece geçerli olmaktadır. Yani, özerkliğin sorumluluğu vardır, yetkisi yoktur. Yetki, her zaman ya denetleyici otoritede, ya da doğrudan ve dolaylı devlette olmaktadır. İMKB’nin de bugünkü konumu bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu nedenle, İMKB’nin lokanta ya da havuz sorunları hükümeti daha ilgilendirebilecek boyutlara taşınabilmektedir.
Bütün bu çarpıklıklarda ‘İMKB’nin hiçbir kabahati yoktur’ denemez.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2005
<B>AVRUPA Birliği</B>’nde siyasi bütünleşmenin kurallarını içeren Anayasa’nın <B>Fransa</B> ve <B>Hollanda</B>’da halk oyu ile kabul görmemesi çeşitli spekülasyonlara yol açtı. Avrupa Birliği’nin dağılabileceğini düşünenler dahi çıktı. Konu, galiba biraz fazla abartıldı.
Avrupa’da anayasa konusu ya çok geç gündeme gelmiştir ya da çok erken. Bu konu gündeme geç gelmiştir, çünkü, bugüne kadar olan gelişmelerin bir Anayasa çerçevesinde gerçekleşmesi temellerin daha sağlam olmasını sağlayabilirdi. Üyesi daha az bir Birlik bu çok önemli konuda çok daha kolay fikir birliği sağlayabilirdi. Bu kadar önemli bir konu başka konuların gölgesinde bırakılmayabilirdi.
Belli bir süreci tamamladıktan sonra gündeme gelen Anayasa konusu için zaman erken de olmuş olabilir. Çünkü, birleşmenin sorunları henüz çözüm yoluna koyulamamıştır. Hatta, Birlik son dönemde çok hızlı bir genişleme sürecine girmiştir. Bu denli hızlı bir genişlemenin eski üyelerde rahatsızlık yaratması doğaldır. Değişme sancılı olur.
EURO GERÇEĞİ
Anayasa’nın birkaç önemli ülkede halk tarafından kabul görmemesi halkın Avrupa Birliği’nin kendisine muhalefet edildiği anlamına alınmamalıdır. Anayasa’yı kabul etmeyen halklar kendi paralarını bırakıp Euro’ya geçmişlerdir. Yani, paraları üzerinde kendi egemenliklerinden vazgeçip mali servetlerinin kaderini Birlik politikalarına bağlamışlardır. Birlik ve geleceği için halklar tarafından verilmiş en önemli güvenoyu budur. Dolayısıyla, sorun, Avrupa Birliği’nin bugünkü yapısı değildir.
İtalya gibi bazı ülkelerde Euro’dan çıkma yönünde öneriler gelmektedir. Bu önerileri ülkenin toplu görüşü olarak değil, bazı kişilerin şahsi görüşleri olarak almak daha doğrudur. Euro’ya geçen ülkeler geri dönüşü çok, ama çok zor olan bir yola girmişlerdir. Euro’ya geçmek göreli olarak kolaydır, ama Euro’dan çıkmak söylendiği kadar kolay değildir.
Paralarını birleştiren ülkelerin Birlik konusunda kaygılı olmaları çok gerçekçi değildir. Bu nedenle Anayasa’nın kabul görmemesini Avrupa Birliği’nin geleceği konusunda kaygıların bir göstergesi olarak almak doğru değildir. Halkların bugünkü tepkisi bugünkü siyasi iradeye ve liderliğe bir tepkidir. Belki, genişlemenin hızına bir tepkidir. Belki de, Avrupa Birliği’nin bundan sonraki genişleme planlarına bir tepkidir. Ama, şimdi yaşananlar Avrupa Birliği’nin dağılmasına ya da zayıflamasına yol açacak bir gelişme değildir.
GÜÇLENEREK ÇIKMAK
Avrupa’nın dört dörtlük bir birlik olarak ortaya çıkması sancılı bir süreç olacaktır. Geçmişte de küçümsenmeyecek sancılar yaşandı. O dönemlerde, Avrupa vizyonu güçlü liderle sancılar aşıldı. Hatta, yaşanan sancılar liderlerin Avrupa Birliği’nin geleceği konusunda çok daha cesur kararlar almasına neden oldu. Örneğin, Maastricht Kriterleri çerçevesinde ortaya çıkan parasal birliğin temelleri de sancılı bir dönemde atıldı. Bir anlamda, vites büyütüldü. Birlik bu yolla itibar ve ivme kazandı.
Şimdi yaşanan sancı da belki mali (fiskal) birliğin oluşturulmasını hızlandıracaktır. Belki, siyasi birliğin güçlendirilmesi konusunda yeni adımlar gündeme gelecektir. Sonuç ne olursa olsun, yaşanan sancıların Avrupa Birliği’ni zayıflatması değil, güçlendirmesi olasılığı daha fazladır.
Şu sıralarda spekülatif bir dönemden geçiyoruz. Spekülasyonlar yalnızca siyasi konularla sınırlı kalmıyor. Avrupa’nın parası üzerinde de spekülasyon yaratıyor. Mali (fiskal) birlik olmadan ortaya çıkan Euro’nun zaten çok istikrarlı bir para olması beklenemezdi. Bu anlamda, Euro’nun değeri beklentiler paralelinde hareket etmektedir.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2005
<B>İLK </B>üç aydaki <B>sanayi üretimi büyümesi</B> aynı bazda aylık verilerde yapılan revizyon nedeniyle sanılanın 2 puan kadar altında çıktı. Yine de, ilk üç aydaki sanayi üretimi büyümesi yüzde 6.2 oldu. Geçen yılın aynı döneminde sanayi üretimi büyümesi yüzde 10.6 olmuştu.
Geçen yıla göre ekonomik büyümede bir yavaşlama gözleniyor. Ama, ekonomi hızla büyümeye devam ediyor. Büyüme hızı geçen yılın altında. İç ya da dış şoklar yaşanmadığı taktirde, bu yıl da yüzde 5’in üzerinde büyüyerek otuz beş yıllık ortalama büyüme ortalamasının üzerinde art arda dördüncü yıl büyümüş olacağız.
SANAYİ VE İTHALAT
Enflasyonun da düştüğü bir ortamda, uzun dönemli ortalamanın neredeyse iki katı kadar bir büyümeyi gerçekleştirmek küçümsenemeyecek bir performanstır. İçeride uygulanan ekonomi politikalarının yanında, yurt dışı finansman olanaklarının olabildiğince açık olması da bu performansa önemli katkılar yapmıştır.
Ekonomik büyümenin yavaşlaması zaten arzu edilen bir gelişmedir. Çünkü, ekonomik büyümenin ateşlediği ithalat büyümesini Türkiye’nin uzun dönemde kaldırabilmesi olanaksızdır. Belki de, bu açıdan, ekonomik büyüme yeterince hızlı düşmüyor dahi denebilir.
İthalat küçümsenmeyecek boyutta artmaya devam etmektedir. Çeşitli yollarla tüketim malları ithalatındaki artış durdurulmuş olsa da, ara ve yatırım malları ithalatındaki artış, geçen yıldan düşük de olsa, dikkat çekicidir.
Bu yılın ilk dört ayında yatırım malları ithalatı yüzde 13.6 arttı. Geçen yıl aynı dönemdeki artış bir önceki yıla göre yüzde 89’un üzerindeydi. Yatırımlardaki artışta bir yavaşlama olduğu tahmini yapılabilir. Diğer veriler de aynı paraleldedir. Kapasiteler arzulanan düzeye yaklaşmıştır. Modernizasyon bu aşamada tamamlanmaya yakındır.
DIŞ AÇIKLAR
Üretimde doğrudan kullanılan ara malları ithalatındaki artış ise neredeyse aynı hızda devam etmektedir. Bu yılın ilk dört ayında yüzde 28 artan ara malları ithalatı geçen yıl aynı dönemde yüzde 34 artmıştı. Ara malları ithalatı artışındaki yavaşlama sanayi üretimindeki büyümenin yavaşlamasına göre oldukça düşüktür.
2002 yılından bu yana ekonomik büyümenin hızlandığı dönemde inşaat sektörü toparlanmakta zorluk çekti. Son aylarda ise inşaat sektöründe gözle görülür bir canlanma söz konusudur. Henüz veriler elimizde olmasa da, bu yılın ilk yarısında, geçen yıllara göre, inşaat sektöründe çok ciddi bir büyüme olduğunu görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Dolayısıyla, son üç yıldır sanayi sektörünün lokomotifliğini yaptığı ekonomik büyümenin daha büyük bir bölümü bu yıl inşaat sektörünün de içinde olduğu hizmetler sektöründen gelebilecektir. Bu nedenle, sanayi üretimi büyümesindeki düşüşe bakarak toplam ekonomik büyümede önemli bir yavaşlama olacağını tahmin etmek çok gerçekçi olmayabilir.
Tarım kesiminin performansı her zaman büyük bir bilinmeyendir. Tarım kesiminin performansına göre, ekonomik büyüme tahminleri de değişebilecektir. Yine de, beklenmedik bir gelişme olmadığı taktirde, eldeki veriler ışığında, bu yıl yüzde 5’in üzerinde, ama geçen yılki büyümenin altında bir büyüme gerçekleşecek gibi görünmektedir.
Ekonomik büyümenin yansıması dış ticaret ve cari açıkların büyümesidir. Bu yılın ilk dört ayında dış ticaret açığındaki artış yüzde 40’a yaklaşmıştır. Henüz çok iyi bir gösterge olarak kabul etmek zor da olsa, cari işlemler açığındaki artış aynı dönemde yüzde 25’i geçmiştir.
Yazının Devamını Oku