13 Mayıs 2005
<B>DEVLETİN </B>her yıl hazırlayacağı bütçeyle bir sonraki yıl yapacağı harcamalar için Meclis’ten yetki alması <B>anayasal</B> bir zorunluluktur. <B>Bütçe yasaları devletin yapacağı harcamalar için sınırlar koyar</B>. Vergi gelirleri tahmini olarak bütçede yer alır. Her yıl yapılan bütçeler kamu finansmanında izlenecek uzun dönemli stratejiler konusunda fazla bir bilgi vermezler. Cari yılda kamu finansmanının nasıl şekilleneceği konusunda yıllık bütçeler ipuçları verirler.
Uzun dönemli stratejiler ancak birden fazla yılı kapsayan devlet bütçesi hazırlamakla oluşturulabilir. Bu düşüncenin bir parçası olarak, 1960 Anayasası’nın getirdiği Beş Yıllık Plan uygulaması zaman içinde en hafif deyimiyle yozlaştırılmıştır. Planın bağlayıcılığı olmadığı gibi, planlar hazırlayan iktidarlar tarafından dahi bir daha bakılmayan bir doküman halini almıştır.
YARINI GÖRMEK
Uzun dönemli bütçe hazırlanması ve uygulanması Beş Yıllık Plan uygulamalarından farklı olmalıdır. Ekonominin genel dengesinden çok, bütçe harcamalarının yönlendirileceği alanlar saptanmalı, gelirlerin tahsis edileceği yapısal alanlar belirlenmelidir.
Örneğin, her yıl bütçe gelirlerindeki olası reel artışlar emek maliyeti üzerindeki vergi yükünün azaltılmasına yönelik olarak feragat edilebilmelidir. Aynı şekilde, sosyal güvenlik sisteminin finansman açıklarının toplan faiz dışı harcamaların içindeki payı önce sabit, sonra da indirilmeye çalışılmalıdır.
IMF ile son yapılan standby düzenlemesinde sosyal güvenlik sisteminin açıkları konusunda bu yönde bir adım atılmış görünmektedir. Ama, bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda tüm bütçe kalemleri bilinmediğinden fazla bir bilgimiz yoktur.
2001 Krizi’nden sonra çok yılı kapsayan bütçe uygulamasına geçileceği söylenmişti. Henüz, bu konuda kamuoyunun dikkatine gelmiş somut adımlar atılmadı. Bu çeşit bir uygulamaya geçildiğinde, iktidarların kamu finansmanı açısından ellerindeki seçenekler çok daha iyi görünecektir. İlerideki yılların gelirlerini ipotek altına alabilecek uygulamaların sonuçları daha iyi saptanabilecektir. Kısacası, bugün alınan kararların yarınki seçenekleri nasıl kısıtlayabildiği ve genel hedeflerden sapma olasılıkları çok daha iyi analiz edilebilecektir. Kamu finansmanında daha bilinçli kararlar alınabilecektir.
KALICI İSTİKRAR
Çok yılı kapsayan bütçeler, inandırıcı oldukları taktirde, ekonomik birimlerin ileriye dönük beklentilerini şekillendirme açısından da önemli bir rol oynayacaktır. Ekonomik istikrara en büyük tehditlerden biri iktidarların ileride kamu finansmanında disiplini kaybedeceği beklentisidir.
Örneğin, Amerikan ekonomisinin son dönemde risklerinin artmış olmasında bugünkü kamu finansman açıkları yanında, açıkların gelecekteki olası olumsuz gidişatı çok büyük etkenlerdendir. Bu konuda inandırıcı önlemlerin açıklanmamış olması beklentileri daha da kötüleştirmektedir. Halbuki, geçmişte, çok yılı kapsayan bir program çerçevesinde bütçe açıklarının kapatılacağı yönünde adımların atılması hem inandırıcı olmuştu hem de uzun dönem fiyat istikrarı içinde yüksek ekonomik büyümenin gerçekleşmesine neden olmuştu.
Sürdürülebilir büyümenin gerçekleştirilmesi ve ekonomik istikrarı tehdit edebilecek risklerin azaltılması açısından çok yılı kapsayan bütçelerin hazırlanıp ciddiyetle uygulanmaları Türkiye ekonomisine her açıdan çok şey kazandıracaktır.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2005
<B>EMEK </B>piyasasının <B>esnek olmaması</B> ve emek <B>maliyetinin yüksekliği</B> ekonomi üzerindeki uzun dönemli önemli tehditlerden biridir. Dün bu konudan söz etmiştim. Uzun dönemde ekonomi üzerindeki bir diğer önemli tehdit sosyal güvenlik sisteminin yapısıdır.
Birçok ülkede sosyal güvenlik sistemi çalışanlardan yapılan kesintilerin aynı dönemde emeklilere maaş olarak dağıtılmasına dayanır. Nüfus gençken, bu sistem çok çekici görünür. Sistemin kurulduğu ilk dönemlerde çalışanlardan yapılan kesintiler emeklilere ödenen maaşlardan daha fazla da olabilir. Bir süre bu sistemde belli bir birikim dahi sağlanabilir.
Nüfus artışı düşüp nüfus yaşlandıkça, çalışanlardan yapılan kesintiler emeklilere ödenen maaşlara yetmemeye başlar. Çünkü, göreli olarak çalışanlar azalmış, emekli olanların sayısı artmıştır. Siyasi olarak da, çalışanlardan yapılan kesintileri artırmak sevimsizken, emeklilerin maaşlarını artırmak her zaman çekicidir. Dolayısıyla, gençlerin yaşlıları beslediği emeklilik sistemleri siyasi kaygılar ve demografik gelişmelere hassas olduklarından batmaya mahkumdurlar.
SİSTEM DEĞİŞMELİ
Türkiye’de de bu sistem batmıştır. Geçmişte yapılan hesaplara göre, Türkiye’de emeklilik sisteminin aktüaryel açığı milli gelirimiz düzeyindedir. Yani, sisteme yeni çalışanlar almadan çalışanlardan bugünkü kesintileri ve emeklilerin maaşları devam ettiğinde, önümüzdeki dönemde devletin bugünkü milli gelirimiz kadar bir açığı kapatması mecburiyeti vardır.
Sorun yalnız bizim ülkemize özgü değildir. Sosyal güvenlik sistemleri Amerika’da da, Almanya’da da, Fransa’da da batmıştır. Çünkü bu ülkelerde de siyasi mekanizma sosyal güvenlik sisteminin açık vermesini özendirirken, demografik değişmeler sistemin aleyhine çalışmıştır. Bizim onlardan farkımız hala nüfusumuzun çok genç olmasıdır.
Sosyal güvenlik sisteminin açıklarını devlet belli bir sürede ödeyecektir. Bundan kaçış yoktur. Önemli olan, reel bazda açıkların ilerideki dönemlerde daha da artmamasıdır. Devlet uzun bir süre bütçesinden önemli bir payı sosyal güvenlik sisteminin açıklarını finanse etmek için ayıracaktır. Sosyal güvenlik sisteminin finansmanının milli gelir içindeki payını sabit tutmak dahi bu aşamada çok büyük bir başarıdır.
Gençlerin emeklileri beslediği sistemden çıkıp herkesin çalışırken kendi biriktirdiği paraları emeklilikte emekli maaşı olarak almasına dayanan bir sisteme geçmek zorundayız. Aksi taktirde, bugünkü koşullarda, devlet emeklileri besleyeceğim diye çocuklarına eğitim veremez duruma düşebilecektir.
RİSKLER AZALTILMALI
Vergi tabanının genişletilmesiyle sağlanacak artan vergi gelirleri diğer cari harcamalar yaratarak heba edilmemeli, Türkiye ekonomisinin uzun dönemde karşılaşacağı risklerin azaltılmasında kullanılmalıdır. Yani, artan vergi gelirleri bugünkü sosyal güvenlik sisteminin ilerideki dönemlerde oluşacak açıklarının finansmanı için kullanılmalı ve dünkü yazımda söz ettiğim emek maliyetini artıran vergi ve vergi benzeri yükler azaltılmalıdır.
Bu iki sorun önümüzdeki kısa dönemde çözüm yoluna sokulmazsa, Türkiye ekonomisi çok büyük risklerle karşı karşıya kalacaktır. Bu konulardaki çözümler zaman geçtikçe çok daha zorlaşmaktadır. Çözümler zorlaştıkça, ekonomik istikrarın sürekli kılınması da zorlaşmaktadır. Avrupa ekonomileri bugün bu sorunla boğuşmaktadır.
Uzun dönemli sorunların çözümü uzun dönemli (3-5 yıl) ama her yıl yeniden hazırlanan devlet bütçesinin hazırlanmasıyla kolaylaşacaktır. Bu konuda kamuoyuna yansıyan bir ilerleme kaydetmiş değiliz.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2005
<B>BUNCA </B>ekonomik büyümeden sonra ekonominin doğru dürüst <B>istihdam</B> yaratamamış olmasında son yıllarda çok ciddi <B>verimlilik artışlarının</B> gerçekleşmiş olmasının çok önemli bir payı vardır. Ama, Türkiye’de istihdam sorununun tümü verimlilik artışından kaynaklanmamaktadır.
IMF İkinci Başkanı Anne Krueger’ın dikkatleri çektiği nokta hafife alınamaz. İstihdamı belirleyen iki önemli etken emek piyasasını düzenleyen hukuki yapı ve üretimde emeğin maliyetidir. Bu iki konuda da Türkiye’nin sorunları vardır.
YAPISAL SORUN
Gelirlerin zaten düşük olduğu ülkemizde gelir düzeyinin yüksekliğinden şikayet etmek ayıp sayılıyor. Ama iktisadi olarak gerçeklere gözlerimizi kapayamayız. Türkiye, kişi başına 30 bin dolarlık değil, 4 bin dolarlık bir ülkedir. Türkiye’nin dış piyasalarda rekabet ettiği ülkelere göre asgari ücret düzeyi dolar bazında göreli olarak yüksektir. Son yıllarda, TL’nin dolar karşısında değer kazanmış olması ücretleri dolar olarak daha da yüksek yapmıştır. Ama, sorun burada da bitmemektedir.
Ücretlerin üzerine gelen vergi ve vergi benzeri yükler de rekabet ettiğimiz ülkelere göre çok yüksektir. Ücretler üzerinden alınan gelir vergisi yanında, sosyal güvenlik kurumlarına kesilen primler, işsizlik sigortası primleri ve kıdem tazminatı gibi uygulamalar emeğin maliyetini yükseltmektedir.
Yüksek emek maliyetleri nedeniyle kayıt dışı istihdam artarken, istihdamdan tasarruf etmek de rekabette ileri çıkmak için önemli bir etken olmaktadır. Son yıllarda yapılan yatırım harcamalarının önemli bir bölümünün emekten tasarruf amacıyla yapılmış olması dikkat çekicidir.
Sorun giderek yapısallaşmaktadır. Yüksek enflasyon ortamında reel emek maliyetini enflasyon yoluyla düşürmek göreli olarak kolay bir işti. Ancak, düşük enflasyon düzeylerinde emek maliyetini reel olarak düşürmek uzun zaman isteyen bir süreç olmaktadır. Dolayısıyla, reel maliyetleri kısa sürede düşürmek maliyetleri nominal olarak azaltmak anlamına gelmektedir. Böyle bir çözüm gerçekçi görünmese de, düşük enflasyonun kalıcılığı sorgulanır hale gelmektedir.
CİDDİ TEHDİT
İstihdam sorununun bir diğer boyutu emek piyasasının esnekliğidir. İşten çıkarmanın göreli olarak kolay olmadığı bir ortamda yeni insanları işe almak kolay bir karar değildir. Yeni düzenlemelerle üretimde emekten tasarruf uzun dönemde daha karlı bir yaklaşım olmaktadır.
İş güvencesi gibi kavramlar çalışanı korumaya yönelik, ama işsizleri daha uzun süre işsiz bırakan uygulamalardandır. Türkiye çalışanı kayıran, iş bulamayanların konumlarını zorlaştıran bir düzenlemeyi benimsemiştir. Bunun adına da Avrupa Birliği’ne uyum demiştir. Sanki, her konuda Avrupa’ya uyduk da, bir iş yasası kalmıştı! Halbuki, Avrupa ülkeleri kendi yarattıkları olumsuzlukları üzerlerinden atma çabasındadırlar. Biz yanlış bir dönemde yanlış bir kuyruğa girdik.
Çin ve Uzakdoğu ekonomileri tüm dünyayı ekonomik açıdan tehdit etmektedir. Tehdidin en büyük tarafı ucuz emek maliyetleridir. Bir şekilde Türkiye de rekabette ayakta kalabilmek için üretimde emek maliyetini düşürmek zorundadır. Aksi taktirde, Türkiye’de istihdam sorunu çok uzun süre artarak devam edebilecek ve bu sorun ekonomik istikrarı tehdit eden en büyük unsurlardan biri olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2005
<B>EKONOMİDE </B>işler iyi giderken rehavete kapılmak karşılaşılabilecek en yüksek risklerdendir. Dolayısıyla, işler iyi giderken riskleri düşünmek ve idare etmeye çalışmak izlenebilecek en iyi yoldur. Bu yaklaşım işlerin ileride daha da iyi gitmesini sağlar. Ekonomik istikrarı sürekli kılar. Zaten, ekonomi yönetiminde amaç da bu olmalıdır.
Türkiye ekonomisini yakından izleyen uluslararası kurumlar bazen bizleri överken bazen de bize acımasız gelecek bir biçimde eleştireceklerdir. Bazen ‘iyi polis’ bazen de ‘kötü polis’ görevi yapacaklardır.
Örneğin, IMF Başkanı Rato çoğunlukla ‘iyi polis’ rolü oynayarak Türkiye ekonomisinde sağlanan gelişmeleri övmektedir. Biraz daha gayret edelim diye bizleri yüreklendirmektedir.
Buna karşılık, IMF İkinci Başkanı Krueger ‘kötü polis’ rolü oynayarak ekonomideki riskleri ön plana çıkartmaktadır. Dikkat edilmesi gereken noktaları dikkatlere getirmektedir. Aynı kurumdaki iki kişinin farklı rolleri üstlenmesi elbette tesadüf değildir.
SORUNLAR
Anne Kruger’in Forum İstanbul toplantıları nedeniyle yaptığı geöen haftaki konuşmalarında üzerinde durduğu noktalar özetle şöyleydi:
1. Borcunuz hala yüksek. İyiye gidiş olduğu halde, borçlanmayı bir finansman seçeneği olarak düşünmeye kalkmayın.
2. Cari işlemler açığınız yüksek. Cari işlemler açığını daha makul düzeylere getirin. Aksi taktirde, ekonomik büyümede kesintiler yaşayabilirsiniz.
3. Türkiye’de asgari ücret yüksek. Bu düzeydeki işçi maliyetleriyle uluslararası alanda rekabetçi olmanız çok zordur. Özellikle Çin gibi ucuz işçi maliyetlerinin olduğu bir dünyada Türkiye gibi ülkeler dikkat etmek zorundadırlar.
4. Emek piyasasını esnek tutun. İşçi çıkarmanın zor olduğu bir ortamda istihdamı artırmak daha zordur.
5. Sosyal güvenlik sistemi ekonominizdeki en büyük sorunlardan biridir. Genç emekli oluyorsunuz. Emekli olduğunuzda, çalışırken elde edilen gelirlere göre, dünya ortalamasının üzerinde emekli aylığı alıyorsunuz.
6. Vergi gelirlerinin tabanını genişletmeniz bir zorunluluktur. Bu sorunu çözmeden kamu maliyesini ve borçluluk sorununu çözebilmeniz olanaksızdır.
Bütün bunlar bizlerce de bilinen konular. Ama, başkaları sorunlarımızı dile getirdiğinde biraz bozuluyoruz. Hatta, olumsuzluklar öne çıkarıldığında, ‘hiç mi iyi işler yapmadık?’ diye yaptıklarımız konusunda yeterli takdir almadığımızı düşünüyoruz. Halbuki, takdir beklemekten çok, ekonomide oluşan riskler ve bu risklerin çözümü ya da idaresi konularında daha çok çalışmamız gerekiyor.
İSTİKRARIN DEVAMLILIĞI
Ekonomide her zaman iyi giden şeylerin yanında kötü giden işler olacaktır. Ekonomide her zaman riskler olacaktır. Kısacası, dört dörtlük bir ekonomi hiçbir zaman olmayacaktır. Olsaydı, ekonomi diye bir bilim olmazdı.
Önemli olan, riskleri azaltmak, riskleri idare etmek ve beklenmedik gelişmeler olduğunda olumsuzlukların etkilerini asgaride tutmaktır. Yani, istikrarı sürekli kılmaktır. Bunun için de ciddi çabalar gerekmektedir. Riskleri azaltıcı reformların hızla uygulamaya konması zorunluluk olmaktadır.
Risklerin ayrıntılarını yarın incelemeyeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2005
<B>GELİŞMEKTE </B>olan piyasalar (<B>emerging markets</B>) altın dönemlerinden birini yaşıyor. Uluslararası verilere göre, 2004 yılında bu piyasalara özel sektör yatırımları olarak 303 milyar dolar aktı. Bundan önceki altın dönem Rusya Krizi öncesindeydi.
Gelişmekte olan piyasaların çok söz edilmeyen en büyük özelliği spekülatif olmalarıdır. Piyasaları spekülatif yapan olgu yatırımcıların spekülasyon amaçlı bu piyasalara girmelerinden kaynaklanmaktadır.
Spekülatif piyasalar ‘vur-kaç’ taktiği ile çalıştığından oynak olmaktadırlar. Oynaklık bu piyasaları daha da spekülatif yapmaktadır. Sonuçta, bir kez gelişmekte olan bir piyasa olarak nitelendirildiğinizde, gelişmiş piyasa statüsüne atlamak zor, hatta olanaksız olmaktadır. Güney Doğu Asya ekonomileri tam sınıf atlayacakken, çıkan kriz sayesinde gelişmekte olan piyasa olmaktan kurtulamadılar.
REZERV ARTIŞI
Türkiye 1990’lı yıllarda gelişmekte olan piyasalar liginde görünmeye başladı. Dolayısıyla, son on yıldır bu piyasalardaki oynaklıklar, ülkenin iç dinamiklerinin üzerinde, Türkiye piyasasına da oynaklık getirdi. İç dinamikler ne kadar iyi olursa olsun, gelişmekte olan piyasalardaki genel bir olumsuzluk kaçınılmaz olarak iç piyasamıza da yansımaya başladı. Olumlu gelişmeler de olumlu sonuçlar doğurdu.
Gelişmekte olan piyasalara akan sermayeden Türkiye’de payını aldı. Son yıllarda gösterilen yüksek büyüme performansının gerisinde uluslararası likiditenin artmış olması ve likiditenin gelişmekte olan piyasalara akmış olmasının etkisi küçümsenemez. Bizim gibi, tüm gelişmekte olan piyasalar büyüdü. Ortalama bazda, Latin Amerika yüzde 5.7, Avrupa yüzde 6.7, Afrika ve Orta Doğu yüzde 4 ve Asya yüzde 7.3 büyüdü.
Gelişmekte olan piyasalar olağanüstü mali sermaye çekerken, bizim gibi bir kaç ülke dışında hemen hepsi cari işlemler fazlası verdiler. Cari işlemler fazlası Avrupa’da 5.3, Asya’da 130, Latin Amerika’da 24, Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde 10 milyar dolar oldu.
Dolayısıyla, tüm gelişmekte olan piyasalar olağanüstü rezerv birikimi gerçekleştirdiler. Döviz rezervleri Avrupa’da 59, Asya’da 293, Latin Amerika’da 21, Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde 19 milyar dolar arttı. Gelişmekte olan piyasaların tümündeki döviz rezervleri artışı 2004 yılında 400 milyar doların biraz altında kaldı.
RİSKLER
Geçen yıl 600 milyar doların üzerinde cari işlemler açığı veren Amerikan ekonomisini bir anlamda Çin başta olmak üzere gelişmekte olan piyasalar beslediler. Yemediler, içmediler Amerika’ya mal satıp kazançlarını rezervlerinde tuttular.
Amerikan ekonomisindeki riskler bu çerçevede gelişmekte olan piyasaların da riski haline gelmiştir. Kısa dönemde, Türkiye ekonomisi açısından en önemli risklerden biri de gelişmekte olan piyasalarda oluşabilecek oynaklıklardır. Bu nedenle, Türkiye’nin iç dinamiklerini olumlu yönde geliştirmesinin özel bir önemi vardır.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2005
<B>YAZININ </B>başlığı çok daha fazla kullanılan bir deyişin tersidir. 17. yüzyıldan beri bilinen deyiş <B>adaletin olmadığı yerde serbest piyasanın ve dolayısıyla rekabetin olamayacağıdır</B>. Ama, bunun tersi de doğrudur. Rekabet olmayınca adaleti aramak abesle iştigaldir. Herkesin kabulleneceği sınırlar içinde adil olmak olanaksızdır. Ama, gerçek hayatta, adaletsizliğin faydalarını görenler, adaletsizlik kendileri dışındakilere fayda sağlandığında seslerini çıkarıyorlar. Sonuçta, ‘bana ver, ama başkalarına verme’ gibi komik bir durum ortaya çıkıyor. Rekabetin olmadığı ortamda her şey ‘haksız kazanç’ oluyor.
Ekonomideki teşvik mekanizmasının zaman içinde yaygınlaşması da, sosyal programların bir süre sonra amaçları dışına taşınması da hep bu nedenle oluyor. Devletin girdiği her alan ayırımcılık ve kayırımcılık ilkesi üzerine kurulmuştur. Devlet müdahaleleri bir çok alanda rekabeti bozar. Dolayısıyla, adaletsizdir. Kayrılan üste çıkar.
HERKES İSTİYOR
Rekabetin olmadığı yerde adaletin olamayacağı gerçeğini bugünlerde Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarları arasındaki çekişmede çok iyi görüyoruz. Seyrantepe’de bir devlet arazisinin Galatasaray Kulübü’ne peşkeş çekildiği herkes tarafından biliniyor. Bu konuda sayfa komşum Ege Cansen çok güzel bir yazı yazdığından ben aynı görüşleri tekrarlamak istememiştim. Şimdi, durum biraz değişti.
Seyrantepe’nin Galatasaray’a devlet tarafından peşkeş çekilmesiyle mali durumunun düzelmesi söz konusu oldu. Havadan gelen paralarla Galatasaray’ın belini doğrultabileceği olasılığının artmasıyla Fenerbahçeliler ayağa kalktılar. Her gün ‘Seyrantepe’ ya da ‘Peşkeştepe’ başlığı ile binlerce elektronik posta göndermeye başladılar. Kısaca, devletin Seyrantepe arazisini Galatasaray’a peşkeş çekmesini protesto ediyorlar. Galatasaraylılar bu alana ‘Aslantepe’ diyorlar.
Konu burada kapanmadı. Fenerbahçelilerin tepkileri üzerine Galatasaraylılar da devletin Şükrü Saracoğlu Stadı’nın yanında bir lise arazisini Fenerbahçe’ye peşkeş çektiğini söylemeye başladılar. Yani, ‘Seyrantepe’ bizim hakkımız diyorlar. Belki de, Fenerliler kendileri daha az aldığı için bağırıyorlar.
Uzun lafın kısası, biri diğerine, devletin bir şeyleri peşkeş çektiğini görünce, diğeri de kendine çekilen peşkeşin hakkı olduğunu söylemeye çalışıyor. Bu şekilde adaletin tesis edildiği düşünülüyor. Doğal bir bakış açısı: ‘Ona veriliyorsa, bana da verilsin, hatta bana daha çok verilsin’ ya da ‘bana verilmiyorsa, ona da verilmesin.’ Ona daha çok verildiyse, bana neden az veriliyor? Bir süre sonra, Seyrantepe arazisinin Galatasaray’a peşkeş çekilmesiyle kendinin göreli olarak aşağıda kaldığını düşünen Fenerbahçeliler, Beşiktaşlılar ve diğer futbol kulüpleri de haklı olarak devletten daha fazla şeyler isteyeceklerdir!
HERKES MEMNUN
Onlar kendilerini haklı da görüyorlardır. Devletin mal varlıkları peşkeş çekiliyorsa, birileri neden dışarıda kalsın ki!
Böyle bir durumda adalet aramanın ne kadar gülünç olduğu herhalde çok açıktır. Evrensel kriterlerle tanımlandığında, devletin mallarını daha fazla ve daha geniş kitlelere peşkeş çekerek adaleti tesis etmek de mümkün değildir.
Adaleti tesis etmenin tek yolu rekabetin önünü açmaktır. Yani, çözüm, tüm kulüplere çekilen peşkeşlerin geri alınmasıdır. Bunu da yapabilecek siyasi otoritenin başı çok ağrıyacaktır. Dolayısıyla, bu alanda rekabetten uzaklaşmak uzun dönemde her kesimin işine gelmektedir. Devletten ne çarpılırsa, o yanlarına kár olarak kalacaktır.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2005
<B>SİYASETÇİLER </B>hep bürokrasiden yakınırlar. İşleri yavaşlatan bürokrasidir. Engel çıkaranlar yine bürokrasidir. <B>Bürokrasi olmasa, siyasiler işleri tıkır-tıkır götüreceklerdir</B>! İşler iyi gittiğinde, başarılı olanlar siyasetçilerdir. İşler kötü gittiğinde, sorumlu bürokrasidir. İktidardakiler için en etkin muhalefetin bürokrasiden geldiği düşünülür. Sanki, bürokrasi adı konmamış muhalefetteki bir siyasi parti gibidir.
BUGÜN BANA YARIN SANA
Bürokrasi neden siyasetçilerin işine engel olurlar?
İktidardakileri sevmedikleri için bürokrasidekiler engel çıkarmazlar. Aksine, zaten iktidardakileri sevmeyen üst düzey bürokratlar ya kendileri ayrılırlar ya da işlerine son verilir. Genelde, iktidar yandaşları üst düzey bürokratik kadroları doldurur. Bu konuda şaşılacak bir şey yoktur. O halde, sorun iktidarı sevip sevmemek değildir.
Sorun, iktidarın ne yapmak istediği ve yaptıktan sonra bürokrasiye sahip çıkıp çıkmayacağıdır. Bu konuda Türkiye’nin karnesinin çok iyi olduğu söylenemez.
İktidara yeni gelenler eski iktidardakiler döneminin bürokratlarını mahkemeye verirler. Sanki, kararları kendi kendilerine almış gibi, bir önceki dönemin bürokratları mahkemede sürünürler. Yeni genel müdür iktidarın baskısıyla eskisi hakkında soruşturma başlatır. Mahkemeye verir.
Kamu idaresinde ‘biz mahkemeye verelim, kendini aklasın’ ilkesi yerleşmiştir. O arada, mahkemelere düşenin itibarı hiç düşünülmez. Mahkemeye verenler de zaten bir şey çıkmayacağını bilirler. Önemli olan, iktidardakilerin arzularını yerine getirmektir.
İşler ‘bugün bana, yarın sana’ ilkesiyle yürür. Bugün eski idarecilerini mahkemeye veren yeni idareciler aynı makamlara yarın gelecek idarecilerce mahkemeye verileceklerini çok iyi tahmin edebilirler. Dolayısıyla, açık vermemeye çalışırlar. İmzaladıkları her dokümanın bir kopyasını da kendi özel dosyalarında saklama ihtiyacı duyarlar. Oluşturdukları dosyanın fazla kalın olmaması için de attıkları imzaları asgaride tutmaya özen gösterirler. Giderek, imzalar Bakan’a kadar gider.
FIRSAT KAÇTI
Bürokraside ‘akıllı memur amirini çalıştırır’ lafı boşuna icat edilmemiştir. Akıllı memur sorumluluk almayan, alması gereken sorumluluğu yukarı gönderen memurdur. Onlarca yıldır bu iş böyle gelmiştir. Böyle de gidecektir. Çünkü, iktidardakiler, eski iktidarları karalamak için bürokrasiyi karalamak gibi bir temel içgüdülerine hakim olamamaktadırlar. Bürokrasi üzerinden siyaset yapmak herkesin kolayına gelmektedir.
Bürokrasi iktidardaki siyasetçilere güvenmek ister. Aradıkları güveni her zaman bulamaz. ‘Astığı astık, kestiği kestik’ siyasetçiler tarafından korunmak ister. Arzuladıkları desteği ve korumayı çoğu zaman bulamaz. Yapılacak yeni uygulamalarda ikna edilmeyi arzu eder. Siyasetçi bürokrasiyi ikna etmeye çalışmayı zaman kaybı olarak görür. İkna etmek yerine talimat vermek her zaman herkesin kolayına gelir.
Bu çelişkiler, ister iktidarların yandaşı olsun, ister olmasın, bürokrasi ile siyasetçiyi karşı karşıya getirir. İşler yavaşlar. Hatta, işler engellenmeye başlanır. Bir süre sonra da, siyasetçiler bürokrasinin oyuncağı olma riski ile karşı karşıya kalırlar. Ama, sorunlarını çözemezler. Yıpranmaları hızlanır.
Tarih böyle diyor. Tarihi değiştirmek elbette bizlerin elinde. Ama, galiba tarihi değiştirebilme fırsatını yine kaçırdık.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2005
<B>KAYIT </B>dışı ekonominin büyüklüğü nedeniyle gelirlerden doğru dürüst vergi alınamasa da, <B>Türkiye’de vergi gelirlerinin düzeyi küçümsenecek boyutta değildir</B>. Gelirler üzerinden alınamayan <B>doğrudan vergiler</B> işlemler üzerinden <B>dolaylı</B> olarak toplanmaktadır. Türkiye’de vergi gelirlerinin milli gelir içindeki payı yüzde 21’lere gelmiştir. Daha on yıl önce bu oran yüzde 13’ler düzeyindeydi. Borç yükünün taşınabilecek boyutlara getirilebilmesi için vergi gelirlerinin artırılması şarttı.
Geçmişte vergi alamadığı için borçlanan devletin bir gün borçlarını ödemek için vergi toplamasından daha doğal bir şey olamaz. Bu nedenle, deprem bahane edilerek deprem vergisi getirildi. Yine aynı nedenle özel işlem vergisi getirildi. Bunların hepsine geçici dendi. Ama, sonunda hepsi kalıcı oldular.
AMAÇ FARKLI
İçinde yaşanan makro ekonomik ortamda da vergi gelirlerinin daha da artırılması gereği olabilir. Çünkü, kamu sektörü tasarruf açığını azalttığı halde, özel sektörün tasarruf fazlasını çok daha hızlı düşürmesiyle ekonomideki toplam tasarruf açığı büyüdü. Bu gerçek kendini risk doğurabilecek yüksek bir cari işlemler açığı olarak gösterdi. Son verilere göre, göstermeye de devam ediyor.
Bu ortamda, yüksek cari işlemler açığının bir risk oluşturmasını azaltmaya yönelik olarak kamu sektörünün tasarruf açığının daha hızlı düşürülmesi akılcı bir politika olabilir. Kısa dönemde harcamaları kısmak teknik ve siyasi nedenlerle daha zor olabileceğinden, vergi gelirlerinin artırılması düşünülebilir.
Hükümet bugünlerde vergi gelirlerini artırma çabasında. Halkın tüketimine yönelik lüks gördüğü her şeyde özel tüketim vergisi oranlarını artırıyor. Malların sınıflandırılmasıyla oynayarak daha düşük vergi oranına konu mallar üzerindeki vergileri artırmaya çalışıyor. Bütün bunları kamu sektörünün tasarruf açığını daha hızlı düşürmek için değil, daha fazla harcama yapabilmek için yapıyor. İşin yanlış tarafı da burada.
Hükümet daha fazla harcama yapmak istiyor. Zaten batmış olan sosyal güvenlik sistemi içinde emeklilere daha fazla maaş vermek istiyor. Yüksek ekonomik büyümeye rağmen istihdamın artmamasının verdiği sıkıntıyla üretime daha fazla teşvik vermek istiyor. Memur maaşlarını daha fazla artırmak istiyor. Asgari ücretin daha yüksek olmasını arzu ediyor. Kendi içlerinde bütün bu girişimler siyasi ve sosyal açılardan haklı olabilir.
YİNE İYİ
Kamu sektörü finansman dengesinin bozulmaması için IMF, ‘daha fazla harcamak istiyorsan, daha fazla vergi toplamalısın’ diye bastırıyor. Hükümet de IMF ile yapılan programın parametreleri içinde kalabilmek için planladığı her ek harcama için ek vergi gelirleri sağlayacak düzenlemeler getiriyor. Önlemler, makro ekonomik dengelerin düzelmesine yönelik değil, bozulmamasına yönelik oluyor.
Eskiye göre yine iyi durumdayız. Eskiden, planlanan harcamalar yapılıp finansmanı borçlanmayla sağlanırdı. Hiç olmazsa şimdi, daha fazla harcama için siyasi risk alınıp daha fazla vergi salınıyor. Ama, ekonomik yapı dolaylı vergilerin bu denli artmasıyla bozuluyor.
Daha akılcı yaklaşım daha sabırlı olup zaman içinde doğrudan vergi gelirlerinin artmasıyla sağlanan ek kaynakların daha fazla harcama için kullanılması ve dolaylı vergi oranlarının giderek azaltılmasıdır. Aceleyle, ekonomide daha fazla çarpıklıkların yaratılması kaçınılmaz oluyor.
Yazının Devamını Oku