6 Temmuz 2005
<B>DIŞ ticaret </B>ve <B>cari işlemler</B> açıkları büyüdükçe <B>ekonomik büyüme ile ithalat arasındaki ilişki</B> daha fazla dikkat çekmeye başladı. Bu yılın ilk üç ayında ekonomik büyüme yavaşladığı halde ithalatın artış hızında önemli bir değişiklik olmaması konuyu daha da ilginç hale getirdi.
Türkiye ekonomisinin büyümesinin ancak ithalat artışıyla paralel gerçekleştiği eskiden beri bilinen bir gerçektir. İhracat artışının ithalatı yakalayamadığı dönemlerde dış ticaret açığı artar. Turizm ve işçi gelirleri artan dış ticaret açığını karşılayamadığı zaman da cari işlemler açığı artış eğilimine girer.
ESNEKLİK
Geçen yılın ilk yarısında milli gelir büyümesi yüzde 15’ler civarındaydı. Aynı dönemde ithalat büyümesi yüzde 54 civarında olmuştu.
Geçen yılın ikinci yarısından itibaren milli gelirimiz üç aylık bazda bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 5.3 ile yüzde 6.6 arasında büyümektedir. Yani, son dokuz ayda ekonomik büyüme üçte bir oranında azalmıştır. Buna karşılık, yine üç aylık bazda, ithalatımız bir önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 21 ile yüzde 38 arasında artmaya devam etmektedir. Kaba bir hesapla, ithalat büyümesi yarı yarıya azalmıştır.
Teknik değimiyle, milli gelirin ithalat elastikiyeti düşmektedir. Daha fazla ithalat ile aynı oranda ekonomik büyüme gerçekleştirilmektedir. Ara malları ithalatı ile büyüme arasındaki ilişki daha da çarpıcıdır.
Grafiğin sol ekseninde üç aylık dönemler itibariyle dönemin ortalama dolar kuru kullanılarak dolar bazında Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) rakamları kullanılmıştır. Sağ eksende ise üçer aylık dönemler itibariyle dolar bazında ara malları ithalatı verilmektedir. 2003 yılının başından bu yana söz konusu elastikiyetin düştüğü grafikten de gözlenmektedir. Kısacası, 1 dolarlık ek GSMH üretebilmek için artık ek olarak daha fazla ara malları ithalatına ihtiyaç duyulmaktadır. Petrol ithalatını dışarıda bırakmak bu resmi değiştirmemektedir.
İKAME
Bu denli kısa bir dönemde radikal bir teknoloji değişimi yaşanamayacağına göre, büyümenin ara malları ithalatı ihtiyacının artmasının arkasında ithal ara mallarının yerli ara mallarının aleyhine ikame edildiği şüphesini doğurmaktadır. Döviz kurlarındaki reel değerlenme bu ikamenin önemli parametrelerinden biridir.
Söz konusu eğilim devam ettiği taktirde, ekonomik büyümeden feragat ederek dış açıkları makul düzeylere çekmek zorlaşmaktadır. Bir başka açıdan, dış açıkları makul düzeylere çekebilmek için ekonomik büyümeden daha fazla fedakarlık etmek gerekmektedir. Artan petrol fiyatları, büyüme üzerinde olumsuzluklar yaratmadığı durumda, konuyu daha da karmaşık hale getirebilecektir.
Tartışmanın bir başka boyutu ithalat ile rekabet eden ara malları üretimindeki verimlilik artışı olmaktadır. Bu sektörde döviz kurlarının reel değerlenmesini karşılayamayan bir verimlilik artışı söz konusu ise, dış açık-büyüme ilişkisinin önemli parametrelerinden biri reel döviz kurlarının bundan sonraki seyri olacaktır.
(Devamı var.)
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2005
<B>ÇİN’de </B>üretilen mallarla rekabet etmek zorlaştıkça, ulusal ve uluslararası düzeylerde <B>Çin’e karşı bazı uygulamalar kaçınılmaz olarak gündeme geliyor</B>. Bazı şikayetler haksız değil. Ama, şikayet ederken neyin şikayet edildiği de iyi saptanmalı. Çin rekabetinden şikayetin iki önemli ekseni var. Birincisi, Çin’deki üretimin göreli maliyet avantajının olması. Bu avantajın bir kısmı düşük emek maliyetinden kaynaklanırken, bir kısmı da devletin verdiği teşviklerden kaynaklanıyor.
Konunun ikinci boyutu Çin’in uluslararası uygulamalardan kaçarak bazı fiyat avantajlarını yakalamasıdır. Örneğin, Uluslararası Çalışma Teşkilatı’nın (İLO) kurallarının dışında olması Çin’in çocuk işçi çalıştırma dahil, bazı avantajlar elde etmesine neden olabilmektedir.
Çevre sağlığı ya da güvenliği konusunda uluslararası standartlara uymakta çok acele etmemesi de Çin’e belli avantajlar sağlamaktadır. Bunların hepsi doğrudur. Öyle de, bu avantajları kim kullanmaktadır?
GİDENLER VE GİTMEYENLER
Geçen günkü yazımda Çin’e bu yıl 60 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye gideceğinin beklendiğini vurgulamıştım. Gelen yabancı sermaye ile, Çin her beş yılda bir sermaye stokunu ikiye katlamaktadır. Çin’in sermaye stokumdaki artış ortalama ekonomik büyümesinin iki katından fazladır.
1981 yılından bu yana, Çin’e giden doğrudan yabancı sermayenin nominal değeri 500 milyar doları bulmuştur. Son yıllarda, artış hızı artarak devam etmektedir. Yıllık yüzde 5 kazandığını düşünsek, son yirmi beş yılda Çin’e giden doğrudan yabancı sermayenin bugünkü değeri 700 milyar dolara yaklaşmaktadır. Bu rakam, Çin’in milli gelirinin yarısından fazladır.
Aslında, konu, Çin’e giden yabancı sermayenin yarattığı ortamın Çin’e gitmeyen ya da gidemeyen sermaye tarafından eleştirilmesi haline gelmektedir. Yani, Çin’in yarattığı olanakları (bazı olanaklar uluslararası kurallara ters de olsa) kullanmaya giden Avrupa, Amerika ve Japon sermayesinin yarattığı rekabet ortamı Çin’e gitmeyen ya da gidemeyen sermayenin kendi devlet otoritelerini kullanarak Çin’e yaptırımlar uygulatmaya çalışmasını izlemekteyiz. Gelişmiş ülkelerde sermaye ikiye ayrılmıştır: Çin’e gitmiş olanlar ve Çin’e gitmemiş olanlar.
Konunun bir de tüketici boyutu vardır. Çin’den mal ithal eden bütün ülkeler geçmişte 500 dolar vererek aldıkları malları bugün 50 dolara almaktadırlar. Elektronik eşyalarda son yıllarda fiyatların baş döndürücü bir biçimde düşmesinin arkasında Çin’in olmadığını düşünmek büyük bir hatadır.
Böyle bir ortamda Çin ile mücadele etmenin ne demek olduğu da fazla açık olmamaktadır. Gelişmiş ülkeler açısından, Çin ile mücadele, bir anlamda, ülkelerin kendi sermayedarları ve tüketicileri ile mücadele anlamına da gelmektedir.
KORUMACILIK
Bir başka açıdan, yaşanan ortamın bir de istihdam boyutu vardır. Çin, dünyanın fabrikası olacaksa, yurt içinde istihdam nasıl sağlanacak? İktisatçılar şimdiye kadar hep sermayenin serbest dolaşımını ya da emeğin serbest dolaşımını mercek altına aldılar. Ama, sermayenin (mali sermaye değil, sermaye stokunun) serbest dolaşıp emeğin fazla dolaşmadığı ya da dolaşamadığı durumlarda başımız neler gelebileceği ya da bunların çözümleri konusunda fazla fikir üretilmedi.
Fazla fikrimizin olmadığı durumlarda ise, ilk tepkimiz korumacılık olmaktadır. Halbuki, yaşanan sorunlar korumacılık ile çözülebilecek boyutu aşmıştır.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2005
<B>BU </B>yılın ilk üç ayına yönelik <B>milli gelir rakamları</B> açıklandı. İlk üç ayda <B>Gayri Safi Milli Hasıla</B> (GSMH) bazında <B>ekonomi yüzde 5.3 büyüdü</B>. İthalat rakamları ve sanayi endeksi verilerini baz alarak yapılan tahminlere göre büyüme rakamı düşük çıktı. Alt sektörlerdeki büyüme eğilimi grafikten görülebilir.
Tahminlerde yapılan hatanın en büyük bölümü geçen yılın son üç ayında yüzde 9’un üzerinde büyüyen tarım üretiminin bu yılın ilk üç ayında geçen yılın aynı dönemine göre hiç büyümemiş olmasından kaynaklandı. Buna karşılık, tahminler doğrultusunda inşaat sektöründeki patlama GSMH rakamlarına da yansıdı. İnşaat sektörünün üretimi bu yılın ilk üç ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 16.5 arttı.
Daha önce yüzde 10’un üzerindeyken, geçen yılın ikinci yarısından sonra sanayi üretimindeki büyüme yıllık bazda ortalama yüzde 5 civarında dolaşıyor. Buna karşılık, ticaret sektöründeki büyümenin yavaşlaması çok daha keskin oldu. Daha önce yüzde 20 civarında büyüyen ticaret sektörü geçen yılın ikinci yarısından sonra yüzde 6-8 civarında büyümeye devam ediyor. İthalat verileri (tüketim malları ithalatı hariç) ticaret hacmindeki büyümenin bu denli yavaşladığı yönünde fazla ipucu vermiyor.
Ortalama ekonomik büyümenin bir diğer önemli etkenlerden ulaştırma ve haberleşme sektöründeki büyüme de tahminlerin ötesinde yavaşlamış görünüyor. Yılın ilk üç ayında bu sektördeki büyüme geçen yılın aynı dönemine göre sadece yüzde 1.6 olmuş.
İnşaat sektöründeki canlanma devam ettiği taktirde (devam edecekmiş gibi görünüyor), bu sektöre girdi sağlayan sanayi sektörü üretimi artmaya devam edecektir. Dolayısıyla, sanayi sektöründeki büyümenin çok yavaşlayabileceğini tahmin etmek zordur. Ekonomik büyüme yakın gelecekte daha fazla istihdam yaratma kapasitesi olan sektörlerden gelecekmiş gibi görünmektedir.
BÜYÜME İŞARETLERİ
Tarım sektöründe bir daralma olmadığı taktirde, ortalama bazda bu yılki ekonomik büyümenin yüzde 5’i geçebileceği izlenimi hala geçerlidir. Önümüzdeki dönemde yılın ilk üç ayına yönelik olarak verilerin yukarı doğru revize edilebileceği olasılığını da küçümsememek gerekmektedir.
Yakın tarihimizin en uzun süren büyüme eğilimi içinde olduğumuzu da gözden uzak tutmamamız gerekiyor. Grafikten de görüldüğü gibi, 2002 yılının birinci üç ayından bu yana ekonomi büyüme eğilimi içindedir. Bu eğilim sürecekmiş gibi görünmektedir. Çünkü, dış ticaret rakamları çok daha farklı bir büyüme eğilimi işaretleri vermektedir. Bu konuyu bir başka yazıda işleyeceğim.
Son on üç çeyreğin basit ortalama büyümesi yüzde 7.8 olmuştur. Dolayısıyla, son dokuz aydır gözlenen ekonomik büyüme on üç çeyrek ortalamasının altındadır.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2005
<B>HER </B>ülkede rekabet otoritesinin hem <B>savcı</B>, hem <B>hakim</B>, hem <B>detektif</B>, hem de <B>polis</B> rolü oynamak durumunda olduğunu daha önce vurgulamıştım. Olaylara göre, rekabet otoritesinin gördüğü işlev değişmektedir. Etkin bir rekabet otoritesi bu işlevler arasında belli bir dengeyi tutturmak durumundadır.
Yanıtı aranması gereken en önemli sorulardan biri rekabet otoritesinin şikayet üzerine mi (pasif), yoksa kendi araştırmaları sonucunda (aktif) mı rekabet ihlallerini tespit etmeye çalışmasıdır. Elbette, ikisi de olacaktır. Ama, aktif ya da pasif bir konum alıp alınmayacağı sorusu önemlidir. Teşkilatın yapılanmasını etkileyen bir bakış açısıdır.
REKABET İHLALİ
Öyle durumlar olabilir ki, az sayıda alıcı ve çok sayıda satıcının olduğu bir piyasada (monopsony benzeri) az sayıdaki alıcının uygulamaları rekabet ihlali sınıfına girebilir, ama çok sayıda alıcı durumu şikayet etmekten korkabilir. Çünkü, uygulamaların rekabet otoritesine şikayet edilmesi firmaların batmalarına neden olabilir. Bu durumun araştırılıp ortaya çıkarılması rekabet otoritesinin sorumluluğundadır. Aksi taktirde, masa altında rekabet ihlalleri kaçınılmaz olacaktır.
Dünyadaki otomotiv sektörünü ele alalım. Örneğin, Amerika’da otomotiv yedek parçası alıcısı belli başlı üç şirket (Ford, GM ve Chrysler) vardır. Buna karşılık, bu şirketlere yedek parça üretimi yapan binlerce şirket söz konusudur. Alıcı sayısının az olması, bu firmaların, yedek parça firmalarına rekabetin ihlal edildiği izlenimi verebilecek dayatmalara başvurmasının nedenidir.
Örneğin, büyük otomotiv şirketleri tedarikçilerine belli ödeme şartlarını dayattıkları gibi, tedarikçilerini yönlendirdikleri diğer tedarikçiler için de aynı ödeme şartlarını dayatabilmektedir. GM’e vida üreten bir firma GM’e karbüratör imal eden bir firmaya vida satmak zorundadır. Vida firması açısından, karbüratör üreticisinin tabi olacağı ödeme şartları GM’in ödeme şartlarıyla aynı olabilmektedir. Halbuki, GM başka, karbüratör üreticisi başka risk gruplarındadır. Ama, vida tedarikçisinin başka bir uygulama seçeneği yoktur. Şartları GM dayatmaktadır. Bu olay rekabet şartlarının ihlali midir?
Örneğin, otomobil fiyatlarındaki yukarı yöndeki hareketliliğe göre, tedarikçilerin fiyatlarındaki oynama çok daha azdır. Acaba, bu durum bazı rekabet ihlallerinden mi kaynaklanmaktadır? Bu soruları artırabiliriz.
DETEKTİF-HAKİM
Buna benzer uygulamalar yalnızca otomotiv sektörü ile sınırlı değildir. Az sayıda alıcı ve çok sayıda tedarikçinin olduğu piyasalarda bu çeşit uygulamalara çok sık rastlanır. Ekonomik ilişkiler karmaşıklaştıkça, bizdeki gibi dikey entegrasyon fazla görülmez. Aksine, dış tedarikçi kullanmak (outsourcing) yaygınlaşır. Yaygınlaşmasının bir nedeni de az sayıda alıcı rolünün dayatma gücünü ortaya çıkarmaktır.
Rekabet şartlarının ihlal edilip edilmediğinin tespiti aslında ikinci bir aşamadır. İlk önce önemli olan böyle bir olayın tespitidir. Şikayet yoluyla rekabet otoritesinin olaydan haberdar olması söz konusu değildir. Çünkü, hiçbir firma olayı rekabet otoritesine götüremeyecektir. Götürdüklerinde, işlerini kaybedeceklerdir.
O halde, rekabet otoritesi bu çeşit olaylardan ancak kendi araştırmaları yoluyla (detektif rolü) haberdar olabilecektir. Olaylardan haberdar olduktan sonra, rekabet şartlarının ihlal edilip edilmediğinin tespiti (hakim rolü) işin ikinci, hatta üçüncü etabıdır.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2005
<B>ÇİN </B>ekonomisindeki gelişmeler tüm ülkeleri korkutuyor. Herkes, hem <B>Çin’den gelen ucuz malları tüketmekten memnun</B> hem de <B>Çin ile rekabet edememekten</B> kaynaklanan üretimlerini Çin’e kaptırma riskiyle kaygılı. Aslında Çin’i dünya ekonomileri için korkutucu boyutlara getiren de yine Çin’e giden yabancı sermayedir. Yabancı sermaye, Çin’de üretilen enerjiyi, Çin’in topraklarını ve Çin’in işçilerini kullanarak üretim yapmakta ve üretilenleri ihraç etmektedir.
Geçen yıl Çin’in milli geliri 1.7 trilyon dolar oldu. Yani, kişi başına gelirleri bin doların biraz üzerinde. Yalnızca geçen yıl Çin’e giden doğrudan yabancı yatırım miktarı 53 milyar dolardı. Bu yıl aynı rakamın 60 milyar dolar civarında gerçekleşmesi bekleniyor. Yani, her beş yılda bir, bizim milli gelirimiz kadar yabancı sermaye Çin ekonomisine akıyor.
NET BORÇ VERİCİ
Çin ekonomisi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri durumunda. Devletin uzun dönemli hedefi ekonominin yüzde 8’in üzerinde büyümesi olduğu halde, Çin ekonomisi son üç yıldır yıllık yüzde 9.5 büyümektedir.Yıllık sermaye birikimindeki artış ise yıllık yüzde 20’ye yaklaşmaktadır. Yani, yaklaşık her beş yılda Çin toplam üretim kapasitesini ikiye katlamaktadır.
Çin’in ihracatı da son beş yıldır hacim olarak yıllık yüzde 20’nin üzerinde artmaktadır. Geçen yılki ihracatları 600 milyar dolara yaklaşmıştı. Bu yılki ihracatlarının 750 milyar doları geçeceği tahmin ediliyor. Aynı hızda olmasa dahi,, Çin’in ithalatı da artmaktadır. Geçen yılki dış ticaret fazlası 59 milyar dolarken, bu yıl 100 milyar doların üzerinde dış ticaret fazlası vermeleri bekleniyor.
Çin ekonomisi bunca yabancı sermaye çektiği halde, küçümsenmeyecek dış ticaret fazlası verdiği halde dış borçlanma da yapmaktadır. Geçen yıl sonunda Çin ekonomisinin dış borçları 233 milyar doları buldu. Bu yıl dış borçların 250 milyar doları bulacağı tahmin edilmekte. Ama, Çin ekonomisi net dış borçlanan değil, net dış borç veren bir konumdadır. Altın rezervleri hariç Çin’in resmi döviz rezervleri geçen yıl sonu itibariyle 600 milyar doları geçti. Bu yıl sonunda aynı bazda döviz rezervlerinin 820 milyar doların üzerinde gerçekleşmesi bekleniyor.
MALİ DİSİPLİN
Çin’de çok ciddi sayılabilecek mali (fiskal) bir disiplin hüküm sürmektedir. Komünist ülke deyip geçmeyelim. Çin’de devlet harcamalarının milli gelire oranı yüzde 20 civarındadır. Bizde bu rakam yüzde 30’un üzerindedir. Bütçe açıkları da milli gelirlerinin yüzde 3’ünden azdır.
Çin, ihracatının yüzde 35’ini Amerika ve Japonya’ya yapmaktadır. Buna karşılık, ithalatının 25’ini bu ülkelerden yapmaktadır.
Ortalama enflasyon yüzde 1 civarındayken, Çin’de ücret artışları (emek birim maliyetindeki artış) yok denecek kadar azdır. Yüksek büyümeyle ücretler Çin’de artmak zorundadır. Ama, uzun süre dünyanın diğer ülkeleri Çin’in rekabetinden çok çekeceklerdir.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2005
<B>1990’lı </B>yılların ikinci yarısında yasası olmadan giden <B>bankacılık sektörünün</B> 1999 yılı ortasında bir yasası olmuştu. <B>Zorlamalarla yasanın bir tarafı her yıl değiştirildi</B>. Şimdi, yepyeni bir yasa hazırlanıyor. Aslında, yeni bir yasaya gerek yoktu. IMF’nin tek istediği, geçmişte Bankacılık Üst Kurulu’nun (BDDK) eylemlerinin hukuka takılması nedeniyle BDDK’nın eylemlerinin yasanın içine konmasıydı. Bu şekilde, BDDK’nın eylemlerinin hukuka takılmasının önlenmesi amaçlanmıştı. Hükümet yeni bir yasa çıkarmaya karar verdi.
Olay büyüdü. Hazır yeni yasa hazırlanıyorken, yeni yasaya çomak sokmak isteyenlerin sayısı arttı. Tarafları ikna etmek zorlaştı. Bir de IMF belli bir tarihe kadar yeni yasanın Meclis’ten geçmesini şart koşunca, işler büsbütün karıştı.
YASANIN TARAFLARI
Türkiye ekonomisini ilgilendiren çok önemli bir yasa, tarafların hiçbirini ikna etmeye zaman bulunamadan, bir yarış biçiminde kamuoyunda fazla tartışılmadan son dakikada yapılan eklemelerle Meclis’ten geçirilmeye çalışılıyor. Hiç kimsenin olan biteni hazmedecek zamanı yok. Herkesin kendine göre yasayı etkilemeye yönelik bir misyonu var.
Konunun asıl sahibi BDDK’dır. Daha da ileri gidersek, Bankalar Yasası, bankaların olduğu kadar, BDDK’nın yasasıdır. Konuyla çeşitli biçimlerde ilgilenen diğer kuruluşlar da vardır. Örneğin, Merkez Bankası Bakalar Yasası ile ilgilenir. Çünkü, para politikasının etkin bir biçimde kullanılabilmesi için sağlam ve düzenli işleyen bir bankacılık sistemine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ellerinin bankaların üzerinde olmasını arzularlar.
TMSF işin içindedir. Çünkü, bankalar zora girdiğinde, TMSF’nin parasının kullanılması gündeme gelebilecektir. Bankalardaki tasarruf mevduatlarını sigortalayan TMSF’dir. Onlar da ellerinin bankaların üzerinde olmasını isterler.
Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) da doğal olarak Bankalar Yasası ile ilgilenmektedir. Çünkü, halka açık bankalar vardır. İleride halka açılacak bankalar olabilecektir. Halka açılmaya izin veren bir kuruluş olarak bankaların nasıl gözetim ve denetimden geçtiğini SPK’nın bilmesi gerekmektedir. Hatta, onlar da bankaları denetlemek istemektedirler.
Maliye Bakanlığı da bankalarla ilgilenmektedir. Çünkü, bankalar Maliye’nin önemli gelir kaynaklarından biridir. İleride, kayıt dışılığı önleme çabaları içinde Maliye’nin bankalarla yakın temas içinde olması gündeme gelebilir. Maliye de bankaların nasıl bir yasa içinde işlev gördüklerini bilmek isteyecektir.
Hazine de konunun içerisindedir. Her şeyden önce, Hazine bankacılık sektörünü eskiden gözetleyip denetleyen bir kuruluştu. Ayrıca, devlet borçlarını idare ederken Hazine’nin muhatap olduğu en önemli kesim bankacılık sektörüdür. Dolayısıyla, Hazine’nin de yeni Bankalar Yasası üzerinde mutlaka söyleyecekleri vardır.
Bütün bu kurumlar yasa kendi yasalarıymış gibi işin içine girince konu doğal olarak düğümlenmektedir. Yasa, BDDK’nın yasasıdır. Yasaya en uzak duran da BDDK gibi görünmektedir. Halbuki, diğer kurumların önceliklerini kendi öncelikleriyle bağdaştıracak olan kurum BDDK’dır. Konuya böyle yaklaşılmalıdır. Aksi taktirde, BDDK, başka kurumların öncelikleriyle kendi işlevlerini yerine getiremeyecektir.
YASAYI SAHİPLENMEK
Para politikasının yansımalarıyla bankacılık sektörü zor duruma düşerse sorumluluk BDDK’da olmalıdır. Zamanında ve doğru bilgi verilmediği için SPK bankaların halka açılmalarına sıcak bakmıyorsa, sorumluluk yine BDDK’nındır. Halka açık bankaların hisse senetlerinin el değiştirmesi SPK tarafından durdurulmuşsa, sorumluluk yine BDDK’nındır. Bankalar devlet iç borçlanma senetlerinde aracılık görevlerini yeterince yerine getiremiyorlarsa, sorun yine BDDK’nın kucağındadır. Bankalar vergi kaçırmanın ve vergiden kaçınmanın aleti haline gelmişse, sorun yine BDDK’nın sorunudur.
Bunca sorun ve sorumluluktan sonra, bütün bunlar zımni gibi görünse de, BDDK kendi yasasına sahip çıkmalıdır. Sanki tek sorun murakıpların durumuymuş gibi, BDDK’nın kamuoyuna verdiği izlenim çok tehlikelidir.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2005
<B>YANLIŞ </B>zamana denk geldi. <B>Akaryakıt fiyatlarına</B> kısa aralıklarla <B>zam</B> yapılmasına <B>Başbakan</B> kızdı. Kızgınlıkla ‘<B>gerekirse kuralları değiştirip akaryakıt fiyatlarını saptama yetkisini devlete geri alırız</B>’ dedi. Tüpraş özeleştirime aşamasına geldi. Satış bir kez direkten döndü. Şimdi, yeniden satışa sunuluyor. Alıcı adayları hangi sisteme güvenerek Tüpraş’a fiyat verecek? Devletin kontrol ettiği akaryakıt fiyatlarıyla potansiyel alıcıların fizibiliteleri tutacak mı?
Başbakan’ın beyanatı ile Tüpraş’ı satın almanın risk primi arttı. Halbuki, hükümetin elinde fiyat mekanizmasını bozmayan başka olanaklar da var. Dünya petrol fiyatları dalgalansa dahi, yurt içinde akaryakıt fiyatlarını istikrarlı tutacak politikalar uygulamak mümkün. Uygulanacak politikaların maliyeti göreli olarak daha düşük.
BİR BAŞKA SEÇENEK
Tüpraş rafineri çıkış fiyatlarını dünya petrol fiyatlarına endeksli bir formül ile belirliyor. Türaş’dan alınan akaryakıtı dağıtım firmaları bu fiyatın üzerine belli bir marj koyup tüketiciye ulaştırıyorlar. Devlet çeşitli aşamalarda akaryakıt üzerinden çeşitli isimlerde vergi alıyor. Devletin koyduğu vergilerin toplayıcısı bir aşamada Tüpraş oluyor, başka bir aşamada akaryakıt dağıtım şirketleri oluyor.
Devletin akaryakıttan topladığı vergiler küçümsenebilecek boyutta değildir. Hatta, devlet, akaryakıt üzerinden alınan vergileri kullanarak başka alanlarda karşı karşıya kaldığı vergi geliri kayıplarını kapatmaya çalışıyor. Örneğin, dünyada petrol fiyatları düşerken, devlet akaryakıt üzerinden aldığı vergi oranlarını artırarak tüketicinin ödediği fiyatın düşmesine engel olabiliyor.
Benzer bir tutum dünya petrol fiyatları yükselirken de alınabilir. Önceden belirlenmiş belli bir aralıkta dalgalanan dünya petrol fiyatlarında devlet petrol ve petrol ürünleri üzerinden alınan vergilerin oranları ile oynayarak tüketicinin ödediği akaryakıt fiyatını istikrara kavuşturabilir. Bu şekilde, ‘yirmi günde akaryakıtın fiyatı üç kez artmak’ zorunda kalmayabilir. Bu strateji ile devletin petrol ve petrol ürünlerinden topladığı vergiler de oynaklık gösterecektir. Her stratejinin doğal olarak bir maliyeti vardır.
RİSK FAKTÖRÜ
Başbakan’ın ima ettiği gibi, devletin fiyatlara doğrudan müdahale etmesi seçenekler arasındaki en kötü seçenektir. Devletin akaryakıt fiyatlarının saptanması yetkisini kendisine alması piyasa mekanizmasına doğrudan müdahaledir.
Böyle sistemlerde, fiyat istikrarı amacıyla da başlansa da, sonuçta tüketicinin korunması adı altında fiyatların düşük tutulması amaç haline gelir. Dünya fiyatlarının altında petrol ve petrol ürünleri satmak devleti zarara uğratan bir uygulamadır.
Böyle bir sistemde çalışan Tüpraş’a alıcı bulmak zorlaşır. Alıcı bulunsa da, arzulanan fiyatı bulmak olanaksızlaşır. Şirketin karlılığını devletin insafına bırakmış oluruz. Şirketin potansiyel alıcısının riskini normal ekonomik riskin ötesine taşımış oluruz.
Cehenneme giden yolun taşları da iyi niyetle döşenmiştir. Yoksa niyet mi kötü?
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2005
<B>YABANCI </B>sermayenin ülkemize gelmesini isteriz, ama <B>yabancı sermayeyi sevmeyiz</B>. Dilimiz söylemeye varmıyor ama, <B>aslında, yabancı sermayenin paralarını getirmelerini, karşılığında bir şey almamalarını arzu ediyoruz</B>. Gündemde gecikmiş büyük özelleştirmeler var. Türk Telekom,bir sürpriz olmazsa, satış aşamasına geldi ve satılacak gibi görünüyor. Erdemir’in azınlık hisseleri satılacak. Tüpraş birkaç kez satılacak gibi oldu, ama olmadı. Belki, satılacak. Pektim de, Türpraş ile aynı kaderi paylaştı.
Bütün bu şirketler yirmi yıldır özelleştirme programının gündeminde duruyor. Bazıları göstermelik olsun diye halka da açıldılar. Hisseleri Borsa’da işlem görüyor. Ama, devlet bu şirketlerin kontrolünü elinden çıkarmamak için bugüne kadar elinden geleni yaptı.
Devleti bu konuda haksız bulmak çok doğru olmaz. Çeşitli iktidarlar halkın sesini dinlediler. Halk bu şirketlerin özel sektöre satılmasını istemiyor. Bu şirketlerin yabancı sermayeye satılmasını hiç istemiyor. Herkesin kendine göre bir nedeni var.
KONTROL NOKTALARI
Devletin elindeki bütün şirketlerde fazla istihdam söz konusudur. Çünkü, devlet teşekkülleri istihdam politikasının bir aracıdırlar. Özelleştirme gerçekleştiğinde, özelleşen şirketlerde kaçınılmaz olarak istihdam azaltılması söz konusu olacaktır. Özlük hakları korunda dahi, hiç kimse işini kaybetmek istemez. Bu açıdan, işini kaybetme korkusu ile özelleştirmeye karşı çıkanları haksız göremeyiz.
Özelleşecek şirketlerle alakası olmayanlar ise bir başka açıdan özelleştirmeye karşı çıkıyorlar. Özelleşecek büyük şirketler bir şemsiye altında toplanıp ‘stratejik’ oldukları iddia ediliyor. Stratejik şirketlerin yabancı sermayeye satılmasına karşı çıkılıyor.
Bir açıdan bakıldığında, bütün büyük şirketler stratejiktir. Bir başka açıdan bakıldığında, hiçbir şirket stratejik değildir.
Örneğin, Türk Telekom’u ele alalım. Türk Telekom’u kim alırsa alsın, bir gün Türk Devleti’ne kızıp telefon servisini mi kesecektir? Verdikleri servisi kestiklerinde, Telekomünikasyon Üst Kurulu durumu oturup seyir mi edecektir? Şimdilik tekel konumunda olduklarından Türkiye’de servislerini kullananları soyacak mıdır? Rekabet Kurulu durumu seyir mi edecektir? Kısacası, sistemin kontrol noktaları vardır. Yeter ki, o kuruluşlar bağımsızca çalıştırılsınlar!
Kısacası, özelleştirme sonucunda devletin payını kimler alırsa alsın, devlet üretimden çekilip denetleyici rolüne geçecektir. Devletin asli işlevi de zaten budur.
KORKMAK
Eğer soyulmaktan korkuyorsak, Türk Telekom gibi şirketlerin devletin elindeyken bizleri soyma olasılığı çok daha fazladır. Çünkü, devletin rekabet ve telekomünikasyon işleriyle uğraşan kurumları devletin elindeki şirketlere dokunamamaktadır. Devlet yetkilerini kötüye kullanmadığı taktirde, devletin bağımsız kurumları özelleşen bu kuruluşları çok daha iyi denetleyebileceklerdir. Bu kurumlar çok daha rekabetçi, çok daha verimli ve çok daha tüketici yanlısı olacaklardır. Buna mecburdurlar.
Biz yabancı sermayeden korktuğumuz için yabancı sermaye bizden çok daha fazla korkmaktadır. Çünkü, sevilmeyen bir ülkeye gittiklerinde, başlarına neler gelebileceğini kestirememektedirler. Yabancı sermaye hala komünist olan Çin’den Türkiye’den korktuğu kadar korkmamaktadır. O nedenle Çin bugünkü korkutucu konumuna gelmiştir. Çin’in ihracatının çok büyük bir bölümünü yabancı sermayeli şirketlerin yaptığını biliyor muydunuz?
Yazının Devamını Oku