ÇİN’de üretilen mallarla rekabet etmek zorlaştıkça, ulusal ve uluslararası düzeylerde Çin’e karşı bazı uygulamalar kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Bazı şikayetler haksız değil. Ama, şikayet ederken neyin şikayet edildiği de iyi saptanmalı.
Çin rekabetinden şikayetin iki önemli ekseni var. Birincisi, Çin’deki üretimin göreli maliyet avantajının olması. Bu avantajın bir kısmı düşük emek maliyetinden kaynaklanırken, bir kısmı da devletin verdiği teşviklerden kaynaklanıyor.
Konunun ikinci boyutu Çin’in uluslararası uygulamalardan kaçarak bazı fiyat avantajlarını yakalamasıdır. Örneğin, Uluslararası Çalışma Teşkilatı’nın (İLO) kurallarının dışında olması Çin’in çocuk işçi çalıştırma dahil, bazı avantajlar elde etmesine neden olabilmektedir.
Çevre sağlığı ya da güvenliği konusunda uluslararası standartlara uymakta çok acele etmemesi de Çin’e belli avantajlar sağlamaktadır. Bunların hepsi doğrudur. Öyle de, bu avantajları kim kullanmaktadır?
GİDENLER VE GİTMEYENLER
Geçen günkü yazımda Çin’e bu yıl 60 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye gideceğinin beklendiğini vurgulamıştım. Gelen yabancı sermaye ile, Çin her beş yılda bir sermaye stokunu ikiye katlamaktadır. Çin’in sermaye stokumdaki artış ortalama ekonomik büyümesinin iki katından fazladır.
1981 yılından bu yana, Çin’e giden doğrudan yabancı sermayenin nominal değeri 500 milyar doları bulmuştur. Son yıllarda, artış hızı artarak devam etmektedir. Yıllık yüzde 5 kazandığını düşünsek, son yirmi beş yılda Çin’e giden doğrudan yabancı sermayenin bugünkü değeri 700 milyar dolara yaklaşmaktadır. Bu rakam, Çin’in milli gelirinin yarısından fazladır.
Aslında, konu, Çin’e giden yabancı sermayenin yarattığı ortamın Çin’e gitmeyen ya da gidemeyen sermaye tarafından eleştirilmesi haline gelmektedir. Yani, Çin’in yarattığı olanakları (bazı olanaklar uluslararası kurallara ters de olsa) kullanmaya giden Avrupa, Amerika ve Japon sermayesinin yarattığı rekabet ortamı Çin’e gitmeyen ya da gidemeyen sermayenin kendi devlet otoritelerini kullanarak Çin’e yaptırımlar uygulatmaya çalışmasını izlemekteyiz. Gelişmiş ülkelerde sermaye ikiye ayrılmıştır: Çin’e gitmiş olanlar ve Çin’e gitmemiş olanlar.
Konunun bir de tüketici boyutu vardır. Çin’den mal ithal eden bütün ülkeler geçmişte 500 dolar vererek aldıkları malları bugün 50 dolara almaktadırlar. Elektronik eşyalarda son yıllarda fiyatların baş döndürücü bir biçimde düşmesinin arkasında Çin’in olmadığını düşünmek büyük bir hatadır.
Böyle bir ortamda Çin ile mücadele etmenin ne demek olduğu da fazla açık olmamaktadır. Gelişmiş ülkeler açısından, Çin ile mücadele, bir anlamda, ülkelerin kendi sermayedarları ve tüketicileri ile mücadele anlamına da gelmektedir.
KORUMACILIK
Bir başka açıdan, yaşanan ortamın bir de istihdam boyutu vardır. Çin, dünyanın fabrikası olacaksa, yurt içinde istihdam nasıl sağlanacak? İktisatçılar şimdiye kadar hep sermayenin serbest dolaşımını ya da emeğin serbest dolaşımını mercek altına aldılar. Ama, sermayenin (mali sermaye değil, sermaye stokunun) serbest dolaşıp emeğin fazla dolaşmadığı ya da dolaşamadığı durumlarda başımız neler gelebileceği ya da bunların çözümleri konusunda fazla fikir üretilmedi.
Fazla fikrimizin olmadığı durumlarda ise, ilk tepkimiz korumacılık olmaktadır. Halbuki, yaşanan sorunlar korumacılık ile çözülebilecek boyutu aşmıştır.